Eser verdiği dönemden itibaren edebiyat dünyasının ilgi odağında kalmayı başarmış, İstiklâl Marşımızın şairi olarak da hiçbir zaman gündemden düşmemiştir. Hakkında yapılan çalışmalar da azımsanmayacak ölçüdedir. II. Abdülhamit ve II. Meşrutiyet döneminde hicivleriyle şöhret kazanmış olan Şair Eşref ise dilini tutamaması yüzünden uzun yıllar doğu vilâyetlerinde kaymakamlık yapmak zorunda kalmış, sık sık görev yeri değiştirildiği ve açığa alındığı için de sıkıntılı bir hayat yaşamıştır1. Ölümünden sonra adeta unutulmaya terk edilmiş, Hilmi Yücebaş gibi birkaç edebiyatseverin dışında akademisyenler tarafından incelenmeye değer bulunmamış, bu yüzden eserlerinin çoğu dergi ve gazetelerin içinde kaybolup gitmiştir.
Edebiyat tarihi yazımında zirveler kadar zirve şahsiyetleri ortaya çıkaran ikinci, üçüncü sınıf yazarlar da bir o kadar önemlidir. Aksi takdirde türlerin gelişimini, yazarların yetişme sürecini, beslendikleri kaynakları tespit etmek mümkün olamazdı. Başta şunu söylemeliyiz ki benzerlikler bir yazarın diğer yazar üzerindeki etkisiyle izah edilebileceği gibi, yakın dönemlerde eser vermiş iki yazarın içinde bulundukları devrin ruhu ve edebî geleneğin etkisiyle de izah edilebilir. Bu konuda ihtiyatlı olmak kaydıyla çalışmamızda gerek anlatım tekniği gerekse konu bakımından Eşref ve Mehmed Âkif’in eserlerinde tespit ettiğimiz bazı paralelliklere dikkat çekmeye çalışacağız.
İki şairde de en çok göze çarpan hususiyet; şiirin yanı sıra tiyatro, hikâye, fabl, fıkra gibi farklı edebî türlerin imkânlarından faydalanmaları ve bu türlere ait anlatım teknikleri üzerinde bazen monotonluğu kırmaya hizmet edecek şekilde bazen de ele alınan konu gerektirdiği için yaptıkları tasarruflardır. Şair Eşref üzerine çalışırken “sergi” ve “perde” kelimelerinin kullanımı ve şairin bazı eserlerinde tıpkı tiyatroda olduğu gibi sahneler tasarlaması bizi şaşırtmıştı. Ab- dülhalim Memduh için söylediği manzum tarihte İstanbul bir tiyatro sahnesine Abdülhamit ise baş aktöre benzetilir. Oynanan oyun dramdır ve her hafiye jurnali de bu dramı duyuran, ilân eden bir duyuru veya reklam yazısıdır. Beyit şöyledir (s. 197)[1] [2]:
“Bir temâşâ-hâne İstanbul, rol oynar pâdişâh
Her hafiyye jurnali gûyâ dram i’lânıdır”
Abdülhamit’in Meclis-i Mebusan’ı kapatması da hemen açılıp kapatılan bir tiyatro perdesine, mebus ve ayan ise sahneye çıkma fırsatı verilmeyen oyunculara benzetilmiştir (s. 153):
Tiyatro perdesi-vâri hemân açtı, kapattırdı
Gece sağdan geri arş etti meb’usânı, a’yânı”
“Eşref’in Meclis-i Mebusanı yahut Mahsul-i Hayalî”
manzumesinde kıta, gazel, mesnevî tarzında kafiyeli nazım şekilleri ve açıklama ve tasvir mahiyetinde nesir cümleleri yer almaktadır. Şair Mebusan Meclisi’nin açılışını, değişik vilâyetlerden gelmiş olan mebusların teker teker söz alarak konuşmalarını ve meclisin dağılmasını dramatik bir yapı içerisinde vermektedir. Genel olarak manzum tiyatro şeklinde düşünebileceğimiz bu eserde şair, değişik anlatım vasıtaları kullanmak suretiyle memleketin o günkü hâlini canlı bir şekilde sunmuştur. Hazırlık bölümü, oyunun sahnelendiği bölüm ve sonuç bölümü olarak ele alabileceğimiz eserin birinci ve üçüncü bölümünde anlatıcı şairken; ikinci bölümde söz, şairin açıklama mahiyetindeki nesir cümleleri hariç tutulursa mebuslara bırakılmıştır.
“Mebusan Listesi” başlıklı kısımda şair bizi bir ortaoyunu sahnesiyle karşı karşıya getirir. Meclisin açılışı komik bir şekilde dramatikleştirilerek verilmiştir. Tiyatronun oyuncuları olan mebuslar hâl ve hareketleriyle yaptıkları işin ciddiyetinden uzak bir şekilde karikatürize edilerek tanıtılırlar. Bu halleriyle bir “tip sergisi”ne benzetilen meclis, halkın seyrine sunulmuştur (s. 226):
Kör topal toplandı meb’ûsanımız
Bir tarafta kalmadı noksânımız
Meclise dizdim büyük küpler gibi
Arz-ı endâm ettiler.......... gibi
Ejderin sırtında yatsa öldürür
Mandaya bir yumruk atsa öldürür
Ba’zısından tâze çıkmıştır potur
Yan bakar dersen “Efendi düz otur”
Ba’zısı bağdaş kurup der “Merhaba
Nerde kaldı kahveci Mercan Baba
İstiyor içmek gönül bir nargile
Gelmedi hâlâ sokaktan hergele”
Şöyle diz çökmüş yere bir diğeri
Der ki Veysî, “Gelsin, isterim seraskeri”
Solda bir meb’ûs kav çakmak çakar
Sağda bir a’zâ soyunmuş, bit bakar
Ba’zısı kürsîde nutuk îrâd eder
“Handa aç kaldım” diye feryâd eder
Şimdi görse derdi Veysî, Nergisî
Oldu meb’ûsân bir tip sergisi
Ey ahâlî! Yok duhûliyye, girin
Her vilâyetten getirdim seyr edin
Aynı metin içinde çeşitli anlatım tekniklerini, tonları ve türleri bir arada kullanması bakımından Âkif Türk şiirinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bunun en başarılı örneği de pek çok araştırıcının hemfikir olduğu Âsım adlı eseridir. Âkif’te de Eşref gibi “tiyatro”, “sahne”, “perde” gibi unsurlar bazen benzetme unsuru olarak kullanılırken çoğu zaman da yapısal unsur olarak karşımıza çıkar. Şair “Tevhid yahud Feryâd” şiirinde, üzerinde milyarlarca oyun oynanan dünyayı bir tiyatro sahnesine benzetir:
Bir sahne midir yoksa bu âlem nazarında?
Bir sahne ki milyarla oyun var üzerinde!
Bir sahne ki her perdesi tertîb-i meşiyyet;
Eşhâsı da bâzîçe-i âvâre-i kudret!
(...)
Bir sahne demek âleme pek doğrudur elbet;
Ancak görülen vak’aların hepsi hakîkat Hem öyle vekâyi ki temâşâsı hazindir, Âheng-i tarab-sâzı bütün âh ü enindir!
Yine dünyayı, üzerinde trajedilerin yaşandığı bir tiyatro sahnesine benzetmesi bakımından “Hasır” şiiri “Tevhid yahut Feryad” şiiriyle benzerlik gösterir[3].
Diyalog, hikâye, fıkra, tasvir ve tahlilleri; komik, ironik, traji-komik, lirik, hamasî üslubu; şekil değişiklikleriyle[4] hareketli bir yapıya sahip olan Âsım, özellikle bir tiyatro metni olarak da okunabilir. Birinci Safahat’ta ve diğer kitaplarında da sahnelenmesi mümkün şiirler çoktur.
Eşref’in Deccal serisi, Hasbihal yahut Eşref ve Kemal, İran’da Yangın Var kitapları ve “Eşref’in Meclis-i Mebusanı yahut Mahsul-i Hayali” “Kuyruklu Yıldız” manzumelerindeki kompozisyon şekillerine baktığımızda nesir-nazım karışık bir yapıyla karşılaşırız. Daha çok kıtalardan oluşmuş eserlerinde aralara yerleştirilmiş tahkiyevî özellik gösteren açıklama cümleleri, fıkra, fabl, hikâye ve muhavere parçaları; kaside ve muhammes tarzındaki eserlerde dipnotlara kaydırılmıştır. Birinci Deccal ve “Kuyruklu Yıldız” manzumesinin nesir kısımlarında, giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini takip edebileceğimiz nispeten sıkı bir vakıa yapısı mevcutken, İkinci Deccal, Üçüncü Deccal, İran’da Yangın Var, Hasbihal yahut Eşref ve Kemal’in nesir kısımları oldukça gevşek ve parçalı bir vakıa kuruluşuna sahiptir. Eşref, özellikle Servet-i Fünun döneminde moda hâline gelen ve daha sonra Âkif’in başarılı örnekler verdiği manzum hikâye tarzını fazla benimsememiştir. O, tahkiyevî konuları genellikle manzumelerin arasına ya da dipnotlara yerleştirdiği nesir parçalarında ele almıştır. Hacimli şiirlerde ancak üç dört beyit devam eden tahkiyevî parçalar monotonluğu kırmaya hizmet ederken, kıtalarda genellikle son mısralarda gizli olan nükte için bir zemin hazırlamaktadır. Yapısal olarak baktığımızda Eşref’in eserlerinin daha gevşek bir yapıya sahip olduğunu, metnin gidişatında çağrışımların rol oynadığını, Âkif’te ise daha sıkı, daha planlı bir yapıyla karşılaştığımızı söyleyebiliriz.
Şair Eşref ve Mehmed Âkif farklı tonları aynı metin içinde kullanmaları bakımından da benzerlik gösterirler. Eşref heccav olarak tanınmasına rağmen hikemî, didaktik, lirik tonlarda da şiirler söylemiştir. Dinî konulu şiirleri, tarih düşürmeleri de mevcuttur. Yalnız bu tür farklı tonlarda bile Eşref bir yolunu bulup hicve doğru meyleder ve asıl hünerini burada sergiler. Latifeden beddua ve küfre kadar mizahın bütün tonları onun şiirlerinde mevcuttur. Örneğin İkinci Deccal’de yer alan “Seyfullahü’l-Meslûl alâ-A’daü’r-Resul” başlıklı kasidesi ironik üsluptan başlayarak mizahın çeşitli duraklarından geçtikten sonra küfür ve bedduayla tamamlanır. Birinci Deccal’de şairin heyecanı ve kendisini çabucak açığa vuran öfkesiyle açıklayabileceğimiz bu tutum, İkinci Deccal’de daha çok hicvedilen kişilerin mevkileriyle ilgilidir. Devletin en üst kesiminde olan padişah ve birinci dereceden idarecilerden en alt kesimdekilere kadar pek çok kişiyi gevşek bir hiyerarşi içinde hicveden şair üslupta da ironiden küfre varan bir sıra takip etmiştir. Âkif’in “Küfe”, “Seyfi Baba”, “Süleymaniye Kürsüsünde”, “Fatih Kürsüsünde”, “Âsım” şiirlerinin açılış mısralarında genelde gülmenin ağır bastığı komik sahnelerle, lati- felerle karşılaşırız. Fakat mısralar ilerledikçe latifeler, komik öğeler yerini daha sert eleştirilere bırakırlar ve sosyal hicivle birlikte hikemî, lirik, didaktik, epik tonlar bir plan dâhilinde yerlerini alırlar. Eşref’in, sürekli hicve kayan bir kalemi vardır, hünerini genelde bu vadide gösterir. Âkif ise nazım ve nesrin anlatım vasıtalarını, değişik üslup özelliklerini kullanma konusunda daha başarılıdır.
Bu iki şairi birleştiren mizah alanında derinleşmek ve bu anlamda benzerlikleri ve farklılıkları ortaya koymak elbette ilgi çekici olacaktır. Biz şimdilik birkaç örnekle bu konuyu kısaca geçeceğiz. Sözcükleri ve durumları karşıtlık oluşturacak şekilde alışılmadık bağlamlarda kullanmaları ve bundan doğan komiklik bakımından her iki şairde başarılıdır. Eşref’in şu kıtasında, eski kültürümüzde cinsel bilgi ve resimleri ihtiva eden kitapları ifade eden “Bahnâme” kelimesi ciddi bir atmosferi komik bir atmosfere çevirecek şekilde kullanılmıştır (s. 97):
Çok tezekkür ettiler dün meclis-i mahsûsta
Milletin el-hakk husûl-i intizâm-ı hâlini
Aldılar taht-ı karâra şimdilik bi’l-ittifâk
Hüsn-i tanzîm etmeye Bahnâme’nin eşkâlini
Babıali’nin mezaristana, çözüm üretmesi ve sürekli faal olması beklenen idarecilerin ise ölülere benzetildiği şu beyit de mizahî açıdan oldukça başarılıdır (s. 98):
Cevâb yok Bâbıâlî’de bugün de hayli eyleştim
Mezâristâna gittim sanki mevtâlarla söyleştim
Akif de benzer şekilde “Süleymaniye Kürsüsünde”
-Yaşasın!
-Kim yaşasın?
-Ömrü olan.
-Şak! Şak! Şak!
diyerek ciddî, ağırbaşlı, işinde gücünde olması gereken halkı, yedisinden yetmişine kadar zurnaların peşine takılmış, dört keçeli, eli bayraklı alaylar hâlinde yürüyor gösterir. Vazifesi, belli bir disiplin içinde çocukları terbiye etmek olan mektepler, mektepliler hürriyet zevkini daha çok anlamalı diye kapatılır[5].
Her iki şairin hicvetmek için kullandıkları benzetme, telmih unsurlarında da benzerlik görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun deniz ortasında batmak üzere olan bir tekne veya gemi olarak hayal edilmesi bunlardan biridir. Eşref’in Hasbihal yahut Eşref ve Kemal kitabında (s. 42) yer alan şu beyitte vatan kaptansız bir gemiye, batmak üzere olan delinmiş bir tekneye benzetilmiştir:
Vatan bî-nâhudâ keştîye dönmüştür ki deryâda
Delinmiş tekne, batmak üzre emvâc-ı musîbetten
Mehmed Âkif, buna benzer bir tabloyu Âsım’da, trajikomik bir atmosfer içerisinde, üç değişik psikolojiyi üç beyte sığdıracak şekilde şöyle verir:
Bocalarken bakar üstündeki kaptan acemi;
Sarılır bir kayanın boynuna bîçâre gemi.
“Bu nedir, Bey Baba, bittik mi, ne olduk?” derler;
Kimi evrad okur üfler, kimi lâ havle çeker.
“Yok canım!” der Hacı Kaptan, biriken yolculara: “Su tükenmiş haberim yok, buyurun işte kara!”
Gemiyle sembolize edilen Osmanlı Devleti, denize düşüp yılana sarılan çaresiz bir insanın psikolojisi içinde görünür. Milleti temsil eden yolculardan kimisi korkuyla kimisi de öfkeyle kıvranırlar. Bütün bu hadiseler karşısında kaptan -ki meşrutiyet erkânını temsil eder- son derece umursamaz bir tavırdadır[6].
II. Meşrutiyet’in ilânıyla birlikte yaşanan iktidar mücadelesi, Abdülhamit yönetiminden sonra istikbal vaad eden İttihatçıların beklentileri karşılayamaması, Trablusgarb, Balkan, Birinci Dünya Savaşları, toprak kayıplarıyla birlikte insanların yaşadığı moral bozukluğuyla ortaya çıkan kaos Şair Eşref, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Mehmed Âkif, Halide Edip gibi yazarların ideal tipler yaratmalarını adeta gerekli kılmıştır. Bu açıdan gençlere verdikleri nasihatler Eşref’le Âkif’i birleştiren başka bir noktadır. 1910’dan önce yazıldığı anlaşılan 44 kıtadan oluşan “Eşref’in Bergüzarı” (s. 239-246); Nabi’nin Hayriyye’sine, Fikret’in oğlu Haluk için yazdığı şiirlere ve Âkif’in Âsım’ına benzer nitelik taşır. Bu hikemî-didaktik mahiyetteki nasihatleri belli başlı maddeler hâlinde toplamak mümkündür. Her şeyden önce Eşref’in rasyonalist ve pratik faydaya önem veren hayat felsefesi, hemen hemen bütün nasihatlerde kendisini gösterir. İlme değer verir. Oğluna az zahmet karşılığında çok menfaat kazandırdığını düşündüğü için felsefe ve hukuk, geleceğini geçmişteki örneklerin ışığında kurması için de tarih okumasını tavsiye eder. Öte yandan batının yeni fikirlerini doğuya getirebilmesi, ancak İngiliz, Alman, Fransız dillerinden birini öğrenmekle mümkündür. Nabi, oğluna dünyevî ve dinî ilimlerin hepsinde bilgi sahibi olmasını tavsiye ederken, diğer taraftan da dinî ilimleri dünyevî ilimlere tercih ettiğini, hatta dinî bilginin insan için yeterli olduğunu belirtir. Ona göre asıl öğrenilmesi gereken ilim dalları fıkıh, hadis ve tefsirdir[7]. Eşref ve Âkif dinî bilimleri reddetmemekle birlikte doğu toplumunda eksik gördükleri dünyevî bilimleri ön plâna çıkarırlar. Fikret ise bu anlamda daha radikal bir tavır sergilemekte ve oğluna, Batıda ne varsa bir seçmeye tabi tutmadan alıp getirmesini tavsiye etmektedir.
Ahlâkî nasihatlerde ise, Nabi’nin ibadete geniş yer ayırmasının dışında bu şairlerin hepsi diğer dünyadan ziyade bu dünyayı öne çıkarmak bakımından birbirine benzerler. Eşref oğluna, kimseye fenalık etmemesini, para hususunda hilekâr olmamasını, vicdanının aksine hareket etmemesini, borç almamasını, alırsa da zamanında ödemesini, doğru sözlü olmasını, iyi insanlarla düşüp kalkmasını, ne kendi hakkına müdahale ettirip ne de başkasının hakkına müdahale etmesini, zahmetsiz mükâfata yeltenmemesini tavsiye etmektedir.
Bütün bunlar içe kapanık, derinlemesine düşünen bir insanın değil; oldukça sosyal, dışadönük, günlük hayatın pratik yönleriyle meşgul bir insanın hayata bakışını göstermektedir. Nabi’nin şiirlerinde varlığını ortaya koyan ideal insan kültürlüdür, aydındır. Ancak bu aydın insan, günümüzün aydınından farklı olarak, ne kendi toplumuna ne de âleme açılamayan yalnız insandır[8]. Oysa Eşref ve Âkif gençlere aktif, dışa dönük, topluma karşı sorumluluk duyan kişiler olmalarını öğütlerler. Yalnız Eşref, nasihat verirken toplumdan ziyade oğlunun rahatını ve mutluluğunu düşünür. Bu bakımdan ideal bir gençliği sembolize etmesi bakımından zayıf kalan Eşref’in eserindeki oğul tipi, kahraman arketipinin özelliklerini içinde barındıran Haluk ve Âsım’dan farklıdır.
Bedbin dünya görüşünün, özellikle Tanzimat’tan sonra yerini akılcı ve kaderciliğe karşı bir zihniyete bıraktığını biliyoruz. Eşref, Fikret ve Âkif, Tanzimat aydınlarının ikilemlerini de silerek oğullara, dolayısıyla gençliğe bedbin ve kaderci olmamayı, çalışmayı, hakkını bu dünyada aramayı, güçlükler karşısında sabırlı olmayı tavsiye ederler. Bu üç şairin ülkenin bir uçuruma geldiği, ortaya çıkan çeşitli fikir akımlarının bu duruma çare aradıkları bir devirde bu şiirleri yazmış olmaları tesadüf olamaz. Sanatçılar memleketin idealist gençler yetiştirmekle kurtulacağı inancını taşımışlar ve bir gencin şahsında bu mücadeleci ideal tipi örnek olarak ortaya koymuşlardır. Nabi bir taraftan insanın kaderine rıza gösterip dünyada payına düşenle yetinmesi, işleri oluruna bırakması gerektiğini söylerken öte yandan tahammül ve sabrın faziletlerinden bahseder[9]. Eşref, şahsî planda kalması bakımından daha çok Nabi’ye, dışa dönük, bu dünyaya bağlı bir insan modeli ortaya koymasıyla da Fikret ve Âkif’e benzetilebilir. Eşref şu kıtasında nikbin ve bedbin olanları karşılaştırarak meseleyi ferdî boyuttan sosyal boyuta taşımıştır:
Olanlar nîkbîn oğlum, huzûr-ı kalbe mâliktir
Otuz üç yıl bu millet vâkıa kör kaldı zulmetten
Bu çarhı kim ki dönmez derse onlardan ırağ ol kim
Gelir kasvet kulûb-ı nâsa bed-bînân-ı ümmetten
Maksada ulaşmak için kişinin fırsatı kendisinin icat etmesi gerektiğini söylediği aşağıdaki kıta aynı zamanda yanlış kadercilik anlayışına bir tepkidir:
Emelin her ne ise hâsıl olur
Kâ’be-i maksada bir azm ile git Ele fırsat ya geçer ya geçmez Fırsatı bekleme, sen îcâd et
Eşref’in tecrübeleri daha çok günlük hayattan gelir, rasyonalist çizgiye yakındır. Oğluna ancak kuvveti ve yetenekleri ölçüsünde iş yapmasını, ruh sağlığı kadar beden sağlığına da dikkat etmesini önerir:
Alma oğlum kudretinden fazla bir yük üstüne
Her işin erbâbı var, her zâhibin bir mezhebi Haddini bil evvelâ, yoksa batarsın mutlaka Yüz kilo sünger ile düşmüş suya merkep gibi
Sağ vücûdun olur idrâki kavî
İntikal eyler o kuvvet nesle Nisbeti rûh ile birdir cismin Rûhu cisminle beraber besl
Çalışma fikri etrafında toplayabileceğimiz aşağıdaki kıtalarda; Batı dillerinin, fen bilimlerinin, pratik bilginin, özel teşebbüsün önemine dikkat çeken şair pasif insan tipini eleştirir:
Az oku, çok iyi belle zîrâ
Kabiliyyetle beyinler doludur
Hüner açmaktır o isti’dâdı
Okumak doğru düşünmek yoludur
Bir felsefe seninçün, bir ilm-i servet ister
Bir de hukûk olursa sâirleri fuzûlî
Tahsîl-i ilm ü fenden oğlum, yegâne maksad
Az zahmete mukâbil çok menfaat husûlü
Gelince bir felâket, çâresi sabr u metânettir
Felâket gelmeden havf eylemek aynı felâkettir
Saâdetten garazsa sanma ancak zehî istihsâl
Husûl-ı maksat uğrunda çalışmak da saâdettir
Elinde ihtiyâcın olmamış olsaydı yelpâze
Alevler hâsıl olmazdı terakkînin ocağında
Çoğaldıkça belâ-yı ihtiyaç, artar çalışmak da
Büyür tıfl-ı terakkî ihtiyâcâtın kucağında
Alâmettir hayâta, deprenişlerdir bu cümbüşler
Sükûn üzre geçirme vaktini, ehl-i şuûnât ol
Suyu, toprağı, âteşle havayı eyle hizmetkâr
Bütün dünyâyı gez, mümkünse seyyâh-ı semâvât ol
Âkif’in de çalışmak, fiiliyat, batı dillerini öğrenmek hususunda Eşref gibi düşündüğünü, hatta ferdî planda kalmayıp sosyal planda da kurtuluşu bir program dâhilinde çalışmakta gördüğünü söyleyebiliriz. Özellikle araştırmacılar “İnsan”, “Küfe”, “Durmayalım”, “Azîm”, “Hasbihal”, “Azim’den Sonra Tevekkül”, Fatih Kürsüsünde, Süleymaniye Kürsüsünde, Asım manzumelerini ve kitaplarını bu anlamda ele almışlar ve “Bugünün işini yarına bırakanlar helâk olur” hadisine işaret eden Âkif’in zamanın iyi değerlendirilmesi konusundaki dikkatini vurgulamışlar- dır[10]. Aşağıdaki mısralar hem içerdiği fikir bakımından hem de söyleyiş bakımından Eşref’i hatırlatmaktadır:
Sakın ey nûr-ı dîdem, geçmesin beyhûde eyyâmın;
Çalış halin müsaitken... Bilinmez çünkü encâmın.
Diyorlar: "Ömrü insanın yetişmez kesb-i irfâna..." Bu söz lâkin değildir her nazardan pek hakîmâne. Muhakkaktır ya insanlar için bir gaye-i âmâl;
Edenler ömrünün saatini hakkıyla istimâl,
Zafer-yâb olmasın isterse varsın asl-ı maksuda, Düşer her maksad idrak eyleyip bir zıll-ımemdûda. Evet, her türlü mânâsıyla irfan durdurur azmi.
Fakat insanlığın mânâsı olsun öğrenilmez mi?
Cibillîdir taharri-i hakîkat hırsı âdemde,
Onun mahsûlüdür meşhûd olan âsâr âlemde
Batının müspet bilimlerini tahsil etmek konusunda ise hem II. Meşrutiyetten sonra hem de daha evvel Batılılaşma meselesini irdeleyen pek çok aydınla benzer fikirde olan Âkif, Hocazâde kanalıyla Âsım’a kanaatlerini aktarır. İyi ahlâk sahibi olmak, hak yememek, hakkını savunmak, para meselesinde hassas davranmak Eşref’in oğluna verdiği nasihatlerdendir. Hak yememek kadar hakkını yedirmemek de bir o kadar önemlidir şair için. Hatta gerektiğinde kaba gücü bile tasvip eder:
Bir fenâlık etme bir ferde sakın bir vechile
Seyyidü’l-ahlâktır bir kimseyi incitmemek
İyilik etmek etmemekten gerçi âlâdır, fakat
İyilik etmekten de evlâdır fenâlık etmemek
Birisi atsa tokat sen de tokat at atana
Eyle Allâh’a havâle, atamazsan ammâ
Ne cevap vermeli Allâhu Teâlâ derse:
“Vermedim mi iki el ben sana da ey budâlâ”
Halka karşı ahz ü i’tâda demirden sağlam ol
Her sokaktan korkusuz geçmek yiğitlik kârıdır
Pâre bahsinde, sakın ha, olma oğlum hîlekâr
Herkesin pâre hususu en büyük mi’yârıdır
Kimsenin bir işini etme taahhüt yâhûd
Dönme, deruhde edersen o işi mutlak yap
Girdiğin yolda muvaffak olamazsan şâyed
Çıkmayan yolda dolaşma, yarı yoldan geri sap
Semâ-yı rûhtan hakk-ı tabiîye tecellîgâh
O nûr-ı hakkı dâim rehber eyle, doğru yoldan git
Ne sen ettir taarruz hakkına dünyâda bir ferde
Ne sen de hakkına dünyâda bir ferdin taarruz et
Eşref, külfetsiz, açık ve veciz bir anlatımın peşindedir. Bir şiirinde “Sözü ağzımda tutup gevmiyorum” (s. 490) derken şair, dolambaçlı ifadeleri sevmediğini, açıklık, sadelik ve doğrudan doğruya ifadeden hoşlandığını açıkça söyler. Bu anlamda Divan Edebiyatı ve Servet-i Fünun topluluğu şairin eleştirilerine hedef olmaktan kurtulamamıştır (s. 136):
Edebiyyât-ı atîkayla cedîde bir mi
Eskilerde ne kadar olsa tekellüf çoktur
Eski eş’ârda dûrbîn ile ma’nâ seçilir
Yeni eş’ârda ma’nâ gibi külfet yoktur
Gerçi ben bî-tarafım, sorsalar ammâ ki derim
Bizde dâim yeniler eskilerden b.ktur
Bu örnekler, şiir anlayışları bakımından benzerlik kurabileceğimiz Mehmed Âkif’in şu mısralarını akla getirmektedir:
Bana sor sevgili kâri’, sana ben söyleyeyim,
Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım;
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Yine hikmet ve mana her iki şair için sözü veciz ve esaslı bir meseleye hasretmesi bakımından bu iki şairi birbirine yaklaştırmaktadır. Eşref’in bir kıtası şöyledir (s. 321):
Bir denizdir ki zekâ
Hikmet anın incusudur
Bir şecerdir hâme, ma’nâ
Meyve-i dil-cûsudur
Burada şair dolaylı olarak pek çok kişinin zeki olabileceğini, fakat hikmet sahibi olamayacağını, yine pek çok kişinin şiir yazabileceğini, fakat manâlı şeyler söyleyemeyeceğini belirterek kendini ve kendi gibi olanları övmüştür.
Eşref’in, köy düğünlerinin işret ve silah atma alışkanlığı yüzünden çoğu zaman nasıl bir felaketle bittiğini anlatan ve köylülerin kötü alışkanlıkları üzerinde duran, doksan bir beyitten oluşan “Köy Düğünü” manzumesi11 ile Âkif’in Âsım’da yer alan Hocazâde’nin ağzından anlatılan köy düğünü tasviri arasında benzerlikler vardır. Mithat Cemal hatıralarında bu benzerliğe şöyle yer verir[11] [12]:
“Eşref’in bir köy düğününde gülünç bir kabadayıyı tasvir eden:
Kim demiş belde silahlık kemerin?
Âdetâ tersine dönmüş semerin!
beytini Âkif, 35 sene beğendi. Ve bunu beğenirken, gözlerinde böyle bir köy düğünü yazmanın arzusuna benzeyen bir heyecan vardı. Bu heyecanla 32 yıl sonra o da bir köy düğünü yazar ve şu beyitleri söyler:
Pehlivanlar hani? Derken, söküvermez mi hocam,
Birbirinden daha bîçâre sekiz çıplak adam?
Âh o soygunluğu ru’yâda gören korkardı:
Çünkü gömlek gibi etten de soyunmuşlardı!
Bir delik torbaya girmiş kimi kispet yerine;
Çekivermiş kimi bir lîme çuval dizlerine.
Kiminin giydiği çakşır, kiminin bez şalvar;
Kiminin uçkuru boynundan asılmış donu var.
Yalnız, Âkif’in tasvirinin Eşref’teki gibi sadece bir köy düğünü tasviriyle kalmayıp bütün memleketin tasviri halinde genişleyerek mukayeseli bir şekilde memleketin hâlihazırdaki içler acısı durumuyla mazideki ihtişamlı durumu, insan faktörü ön plana geçirilerek daha etkili bir üslupla anlatılmıştır[13].
İran’da 1907-1909 yılları arasında tahtta bulunan ve zalimliğiyle tanınan Kaçar hanedanından bir hükümdar olan Muhammet Ali Şah’ı Eşref 1909’da yayımlanan İran’da Yangın Var (s. 208-220) başlıklı nesir-nazım karışık kitabında nesir kısımlarının yanı sıra kıtaları ve 21 beyit- lik bir tarih şiiriyle hicveder. Abdülhamit’le Muhammet Ali Şah’ı zulüm bakımından birbirine benzeten şair, kayıtsız kaldıkları için Avrupa devletlerini de hicvetmekten geri durmaz.
Şahın Meclis-i Mebusanı topa tutması hakkında söylenen tarih şiirinde ise şair, Allah’a seslenip, bütün İslâm halkına tercüman olarak onlar adına dünyadaki topluluklardan ve hükûmetlerden şikâyetçi olur ve İran şahının Rusların da desteğiyle meclisi kapatmasını, hürriyet yerine zulmü egemen kılmasını hicveder.
Âkif’in Mithat Cemal’le birlikte kaleme aldığı “Acem Şahı” manzumesinde de yine şahın zulmü Eşref’te olduğu gibi dinî göndermelerle hicvedilmiştir. Her iki şair de hicivlerinde dinî şahsiyetleri, İslâm tarihine ait olayları, kavramları veya toplumca benimsenmiş edebî ve kültürel yönü kuvvetli kişileri telmih ve benzetme unsuru olarak kullanırlar. Böylece hicvedilen kişiler dinin gereklerini yerine getirmedikleri, toplumun beklentilerini karşılamadıkları için lanetlenmiş olur. Eşref İran şahının Rus Kazak alaylarıyla işbirliği yapmasını
Millete karşı Kazaklar karşıdan sağdıkça top
Hakk’tan istimdâd ederdi Kâ’be’de beytü’l-harem
beytiyle hicvederken, Âkif de İslâm âleminde zulmün ve kötülüğün sembolü olan Yezid’i hatırlatarak şöyle der:
Kazak celbeyleyip tâ Rusya’dan sâdâtı çiğnettin;
Yezîd'in rûhu şâd olsun... Emînim çünkü şad ettin
Yine Eşref’in 1908’de Mısır’da basılan Hasbihal kitabından bazı bölümleri, Âkif’in “İstibdad” başlıklı şiirini ve Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”ni birlikte okumak mümkündür. Eşref, “Hürriyet Kasidesi”ni tehzil ettiği manzumesinde Namık Kemal’in
Biz ol âlî-himem erbâb-ı cehd ü ictihâdız kim
Cihangîrâne bir devlet çıkardık bir aşîretten
beytini
Biz ol süflî-tabîat birtakım çingânegânız kim
Cihânda farkımız yok şimdi bir çulsuz aşîretten
şeklinde yeniden kaleme alırken (s. 166), aynı beyit Âkif’e şunları söyletir
O birkaç hayme halkından cihangîrâne bir devlet
Çıkarmış, bir zaman dünyâyı lerzân eylemiş millet;
Zaman gelsin de görsün böyle dünyâlar kadar zillet, Otuz üç yıl devâm etsin, başından gitmesin nekbet. Bu bir ibrettir ammâ olmıyaydık böyle bir ibret!
Servet-i Fünun yazarları ve şairleri hareketli bir üslup yaratmak suretiyle dalgalı bir yapı elde etmeye ve bu şekilde insan psikolojisini canlı bir şekilde anlatmaya çalışmışlar ve bunda da büyük ölçüde başarılı olmuşlardı. Onların ferdî planda gerçekleştirdiklerini daha sonra Âkif; cemiyete, sokağa uyarlayacak ve sosyal hayat, dış mekân bizim edebiyatımızda gerçekçi manzaralarla çizilecektir. Her ne kadar farklı sanat anlayışlarını benimsemiş olsalar da bütün bu şairlerin ulaşmak istedikleri nokta samimiyeti yakalamak ve gerek ferdî planda gerekse sosyal planda okurda “yaşıyor” intibaını uyandırmaktır. Servet-i Fünun şiirinin tecrübelerinden uzak olmasına, hatta onların oldukça dışında kalan bir sahada kalemini ve sözünü bilemesine rağmen Eşref de samimiyete ulaşmış, onun için “en güzel küfreden adam” demişlerdir. Halk dilindeki tabirler Âkif’te olduğu gibi Eşref’te de gerçeklik intibaı uyandıran birer unsurdur. Eşref’in şu kıtasında ilk iki mısradaki bedbin ruh halinin son iki mısrada yerini rint, biraz da meydan okuyan bir mizaca bırakması, okuru, doğallığı içinde şaşırtır (s. 47):
Tâli’imden kime şekvâ edeyim bilmem ki
Dil saâdet diledikçe o felâket getirir
Ben muvakkat bile tevkife değilken râzı
Hasbinallâh o gider gayr-ı muvakkat getirir
Gayriihtiyari söylenivermiş hissini uyandıran “hasbinallah” kelimesi geleneksel şiirde alışık olmadığımız bir doğallık, bir heyecan yaratmıştır.
Eserlerindeki bu paralelliklerin dışında Mithat Cemal ve Neyzen Tevfik’in anlattıklarından anlaşılıyor ki Mehmed Âkif’in Şair Eşref’e karşı büyük bir hürmeti vardır. Mithat Cemal; Âkif’in, Eşref’i Abdülhamid’e en güzel söven adam diye sevdiğini ve şu kıtasına bayıldığını belirtir[14]: Besmele duymuş olan şeytân gibi Korkuyorsun “höt” dese bir ecnebî
Pâdişâhım öyle alçaksın ki sen
İzzet-i nefsin Arap İzzet gibi
Yine anlatılanlardan Âkif’in şahsî hicivler yazan Sürurî’nin Hezliyyât’ını sevmediğini, yanında ondan bir şey okunursa başka bir yere baktığını; Eşref’in ise sosyal hicivlerini sevdiğini ve birçoğunu ezbere bildiğini öğreniyoruz[15]. Meselâ “Kişi his ettiği nisbette yaşar” mısraı ile şu kıtası zikredilir:
Muktezâ-yı hükm-i kânûn-ı tabîat böyledir
Düşmek üzre yıldırım ekser muallâ tâk arar Çok mu nâ-merdin felâketten selâmet bulması Herkese gelmez belâ, erbâb-ı istihkâk arar
Mithat Cemal’le Âkif arasında geçen sanatçının kendisi olması, intihal meselesiyle ilgili bir konuşmada Eşref’in ismi de geçer. Âkif; “Şark”, Köy Düğünü” ve “Necid Çöllerinden Medine- ye” manzumelerinde Eşref’in bir beyitinden, Ali Ekrem’in bir şiirinden, Namık Kemal’in bir manzumesinden tesirler olduğunu söyler[16].
Âkif’in Neyzen Tevfik’le yakınlığı malumdur. Neyzen; Âkif’le ilk tanışmasını anlattığı bir yazıda, tanışmalarında Hafız Emin’in, canciğer olmalarında ise Şair Eşref’ten okuduğu şiirlerin etkili olduğunu söyler. “Merhum Eşref’e karşı büyük bir hayranlık besleyen Âkif’i büyülemek için Eşref’in İzmir’deki birkaç kıtası kâfi gelivermişti” der[17].
Bu tür mukayeseli okumalarla tespitlerimizden daha fazla yakınlık kurulabileceğini düşündüğümüz Şair Eşref ve Mehmed Âkif hiciv mekanizmalarını kullanmaları bakımından eski edebiyatta genelde galiz söz, bayağı söz olarak tarif edilmiş ve çoğu zaman halis şiirin dışında bırakılmış, divanlarda fazla yer almamış olan hiciv tonunu; çeşitli anlatım teknikleri ve gücünü aktüaliteden alan dil kullanımlarıyla zenginleştirmiş ve bu anlamda şiirin sahasını genişletmiş iki önemli şairdir. Hicvi de içine alan mizah teknikleriyle yaklaşıldığında Eşref ve Âkif’le birlikte bu tarzda eser vermiş pek çok şair arasında daha sıkı ilişkiler kurulabilecek, böylece türlerin ve tonların gelişimi daha sağlıklı takip edilebilecektir. Çalışmamızda üzerinde durmadık, fakat dönemin mizah dergilerinin, gelişmekte olan karikatür sanatının; bu sahada nükteler yaratan, kendine has anlatım teknikleri ve özel bir üslûp geliştiren şairler ve yazarlar üzerinde tahminimizden daha çok etkili olduğunu düşünüyoruz.
Şair Eşref’ten Mehmet Akif’e
Özet
Şair Eşref, II. Abdülhamit ve II. Meşrutiyet dönemlerinde keskin hicivleriyle şöhret olmuş ve dilini tutamaması yüzünden bir nevi sürgün hayatı yaşamış, mağduriyetlere uğramış önemli bir heccavımızdır. Mehmet Akif ise sokağın nabzını dinlemiş, memleketin sık sık gömlek değiştirdiği yıllarda İslâm’ı referans göstererek problemlere çare aramış; gerek nesirleriyle gerekse şiirleriyle davası uğruna mücadele etmiş bir şairimizdir. İdarecilerin, kurumların, toplumun aksayan yönlerine parmak basarken kullandıkları hiciv mekanizmaları, anlatım teknikleri, hedef aldıkları meseleler bu iki şairi birbirine yaklaştırmaktadır. Mizah her ikisinde de yanlışlıkları düzeltmek için kullanılan önemli bir silahtır.
Mehmed Âkif, Âsım ve Gençlik, 2015
Kitabın tamamı: https://kitap.tyb.org.tr/kitap/asim.pdf
[1] Eşref’in hayat hikâyesi için bkz. Şerife Çağın, Bir Hiciv Ustası Şair Eşref, İstanbul 2007.
[2] Eşref’ten yaptığımız alıntılar şu çalışmadan yapılmıştır: Eşref Bütün Eserleri (Haz. Ö. Faruk Huyugüzel-Şerife Çağın), İstanbul 2006. Bundan sonraki alıntılarda bu eserdeki sayfa numaraları verilecektir.
[3] Fazıl Gökçek, Mehmet Akif’in Şiir Dünyası, 2. b. İstanbul 2014, s. 133.
[4] Ö. Faruk Huyugüzel, “Mehmet Akif’in Asım’da Başvurduğu Anlatım Vasıtaları ve Teknikleri”, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy, İstanbul 1986, s. 31-52.
[5] Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri I, İstanbul 1994, s. 174-177.
[6] Bkz. Ö. Faruk Huyugüzel, “Mehmet Akif’in Asım’da Başvurduğu Anlatım Vasıtaları ve Teknikleri”.
[7] Mine Mengi, Divan Şiirinde Hikemî Tarzın Büyük Temsilcisi Nabi, s. 77-78.
[8] A.g.e., s. 125.
[9] A.g.e., s. 94-96.
[10] Bkz. Kâzım Yetiş, Mehmet Akif’in Sanat-Edebiyat ve Fikir Dünyasından Çizgiler, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1992, s. 103-117; Fazıl Gökçek, Mehmet Akif’in Şiir Dünyası, s. 97-122.
[11] Bkz. Şerife Çağın, Bir Hiciv Ustası Şair Eşref, İstanbul 2007, s. 299-301
[12] Mithat Cemal, Mehmet Akif, İstanbul 1939, s. 390
[13] Bkz. Ö. Faruk Huyugüzel, “Mehmet Akif’in Asım’da Başvurduğu Anlatım Vasıtaları ve Teknikleri”.
[14] Mithat Cemal, Mehmet Akif, İstanbul 1939, s. 242.
[15] A.g.e., 278
[16] A.g.e., 389
[17] Muhittin Kutbay, “Neyzen Tevfik Hayatını Anlatıyor”, En Son Dakika, Nr. 2567, 12 Kasım 1946.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.