Türkiye‘nin jeostratejik konumu öyle eşsiz bir imkân sağlıyordu ki, bu sayede İngiliz İmparatorluğu ile yaşanan ihtilaf onun periferisine taşınacak ve bu sayede de imparatorluğu canevinden vuracak potansiyel bir yıkıcı darbeye yol açacaktı. Burada söz konusu olan şey İngiliz ticaret yolları ve İngiliz deniz filosu için İran‘dan gelen petrol gibi hammaddelerin akışı yanında, özellikle İngilizlerin Hindistan‘daki varlıklarının güvenliği idi. Bir taraftan coğrafi şartlar böyle bir saldırı için son derece uygun imkânlar sunuyor, fakat öte yandan doğudaki mevcut güç dengeleri böyle bir düşünce için uygun bir tablo oluşturmuyordu. Balkan savaşlarında bütün ülke gibi[1] [2] Osmanlı ordusu da kan kaybetmiş olduğundan bir taarruz harekâtını gerçekleştirmesi sözkonusu değildi. Avrupa cephelerindeki durum ise Alman ve Avusturya kuvvetlerinin doğuya kaydırılmasına imkân vermiyordu. Ayrıca Osmanlı devletinin mevcut acınası altyapısı da büyük askeri birliklerin hızlı bir şekilde taarruz operasyonları yapmasını mümkün kılmıyordu. Türki- ye‘ de modern bir kitle savaşı yapmak için gerekli olan endüstriyel bir zemin mevcut değildi. Her bir mühimmat ve teçhizat malzemesi ithal edilmek zorundaydı. Mısır‘ da ise hem nitelik hem de nicelik açısından daha üstün İngiliz birlikleri vardı. Denizler İngiliz filosu tarafından kontrol ediliyordu.
Genel manada İttifak Devletleri Şark’ta açık ara daha zayıf bir konumdaydılar. Peki, ne yapabilirlerdi? İtilaf Devletlerine saldırmak için kitle savaşından farklı yöntem ve yollar bulmak zorundaydılar.
Bu noktada bize epistemik teori çerçevesini, bunun Almanya‘daki en ünlü temsilcisi Herfried Münkler olan, simetrik ve asimetrik karşıtlıklar teorisi sunmaktadır. Birinci Dünya Savaşında Fransa‘daki cephelerden de bildiğimiz üzere Münkler, savaşın klasik şeklini aynı türden askeri organizasyonlar, eğitimler ve savaşan personelin benzer malzemelerle teçhizatlandırılma- sı olarak tanımlıyor ve görüyordu. Bunun haricinde, karşıt taraflar genel bağlayıcı kurallara uyarlardı. Münkler, bunu simetrik savaş olarak adlandırmaktadır. Bunun tam karşısında ise asimetrik savaş vardır. Bu savaş türünün belirleyici özelliği bir tarafın teknolojik, lojistik ve organizasyon alanlarında belirgin bir üstünlüğe sahip olmasından ileri gelmektedir. Münk- ler, daha zayıf olan tarafın, böyle bir durumda bu zayıflığı dengelemek için yöntem arayışı içine gireceğini söyler. Zayıflığından dolayı yeni şavaş yöntemleri arayacak, ayrıca çatışmaya dair kuralları ya görmezden gelecek ya da bunları genişletecektir.[3]
Almanlarların ve Avusturya-Macaristanlıların Şark’ta 1914 ve 1918 yılları arasındaki propaganda, ihtilal yapma veya kutsal savaş gibi terimlerle bağlantılı faaliyetleri tam olarak bu çerçevede ele alınacaktır. Bu, aynı zamanda bu makalenin tezini de teşkil etmektedir.
Bu faaliyetlerden bugüne kadar yapılmış araştırmalardan temelden farklı değerlendirmeler ortaya çıkmaktadır. Donald McCale, Peter Hopkirk ya da Fritz Fischer gibi tarihçiler bu eylemleri, emperyal Alman kibrinden doğmuş ve başarısızlığa uğramış para israfı olarak görüyorlardı.[4] Savaş sona erdikten hemen sonra, birçok Alman kendi ihtilal projelerini oldukça eleştirel bir gözle değerlendirmiştir. Türkiye‘ deki Alman askeri misyonunun şefi Otto Liman v. Sanders, bu planları „geniş çaplı ancak belirsiz“ şeklinde eleştirmiştir.[5] Hatta, daha sonra müsteşarlık yapacak olan İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Richard v. Kühlmann hatıralarında: „Bu araştırmalar ülkenin üzerine çöken felaketlerdi. Almanların zihnindeki Şark daha ziyade 1001 gece masallarından kalmış olanlardı.“[6] İhtilaller çıkartma stratejisinin baş aktörlerinden biri olan Curt Prüfer sonradan “bu bir ilüzyona dayanıyordu” şeklinde bir hükümde bulunmuştur.[7]Ancak son araştırmalar gösteriyor ki, savaşta yaşanan mağlubiyet birçok Almanı öyle bir noktaya getirdi ki, onların 1914 ve 1918 yılları arasındaki davranışlarını kendinden nefret etme ile başarılarını değersizleştirme karışımı bir duyguyla değerlendirmeye sürüklemişti. [8]
1960’lı yıllardan itibaren konunun bilimsel açıdan kabul edilmesi, belirtilen dönemdeki yorumlara dayanmış ve bunlar ideoojik olarak yaygınlaşmıştır. Bu hususta en etkili tarihçi Fritz Fischer olmuştur. İhtilaller çıkartma stratejisi hakkındaki iki tahmini kanaat bu kişiye ve onun haleflerine dayanmaktadır: Birincisi, bu stratejinin tamamen başarısız olduğudur; ikincisi ise bu stratejinin Alman İmparatorluğunun geniş kapsamlı bir emperyalist dünya gücü olma çabasının parçasını oluşturduğudur. Bunun başlangıcı ise Kayzer II. Wilhelm‘in 1898 yılında doğuya yaptığı geziye dayanır. Bu görüş artık savunulamaz bir tezdir, ancak yine de ikibinli yıllara kadar etkisini sürdürmüştür.
- Gizli İstihbarat Servisleri Hakkında- Bir İzah
Gizli operasyonlar, propaganda, kutsal savaş ve ihtilaller Çıkartma- Bunlar İttifak Devletleri’nin doğudaki görevlilerince gerçekleştirilmiş eylemleri olup, ilk bakışta zor sınıflandırılabilen, zor kategorize edilebilen faaliyetler demetini oluşturmaktadır. Bu da bugüne değin yapılan araştırmalarda belli bir çaresizliğe götürmüştür. Bu ise, eylemlerin hedef ve başarıları ile ilgili daha çok aşağılayıcı değerlendirmelere sebebiyet vermiştir. Burada gizli istihbarat servislerinin faaliyetinin söz konusu olduğu şüphesizdir. Bunu görebilmedeki zorluğun sebebi burada biçimsel, standart gizli istihbarat servisleri olmadan, gizli istihbarat servisi faaliyetlerinin söz konusu olmasıdır. Günümüzde bilinen CIA, Federal Alman haber alma örgütü (BND) veya eski doğu bloku servisi KGB ve devlet güvenlik bakanlığı ve benzeri gizli istihbarat servisleri Birinci Dünya Savaşının başlangıcında mevcut değildi. Haber alma teşkilatlarının ve gizli istihbarat servislerinin gelişimi ve profesyonelleşmesi gerçekten de Birinci Dünya Savaşı ile birlikte başlamıştır. Kayzer II. Wilhelm zamanında, (Birinci Dünya) Şavaşı başlamadan önce Almanya‘da Büyük Genelkurmay’da, basit bir gizli istihbarat servisi olarak adlandırılabilecek Departman III.b adında bir organizasyon meydana getirilmişti. Bunun bütçesi, yaklaşık 300.000 Mark[9] olup oldukça düşüktü ve yalnızca askeri istihbaratla meşguldü.[10] [11] İmparatorluk sona erene değin merkezi bir politik istihbarat teşkilatı mevcut olmamıştır.
Şark’taki propaganda çalışmalarını gizli istihbarat servisi faaliyeti olarak görmek niye münasiptir? Bir yönüyle bu, tüm ihtilaller çıkartma çabalarının ayrılmaz bir cüzünü oluştururken, diğer yandan da Alman haber alma teşkilatı görevlilerinin kendileri yurtdışı propaganda faaliyetlerini gizli istihbarat servisi çalışmalarından saymaktaydılar.11 Onlar, kamuoyunu etkilemeyi bariz bir şekilde kendi görevlerinden biri olarak görüyorlardı. Genelkurmay’daki Departmen III.b’nin şefi Walter Nicolai propagandayı tanımlarken „[...] istihbarat servisinden anladığımız şeyin en önemli kısmını teşkil etmiştir.“ demektedir.[12] Yani Ön Asya’da Birinci Dünya Savaşı sırasında gizli servis metodları kullanan organizasyonlar bugün anladığımız türden gizli servisler değildiler.
- Propaganda
Almanya‘nın Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında yürüttüğü propagandanın dayanağı tüm ülke çapında yayılmış yaklaşık 70[13] kadar istihbarat salonlarıdır. Burada gazeteler, hiciv metinleri ve özellikle de geniş halk kitlesi için resimler sergilenmiştir. İstihbarat salonları, Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak Berlin ve Konstantinopolis‘te çalışmalarını yürüten “Şark İstihbarat Birimi” tarafından işletiliyor ve donatılıyordu. Propagandanın hedefi bir yandan Alman İmparatorluğu’nun gücü ve üstünlüğü konusunda halkı ikna ederek Türkiye ile olan ittifakı kuvvetlendirmek; öte yandan da İtilaf Devletleri’ne karşı olan sempatiyi yok etmek olmuştur. Diğer bir taraftan da bu propagandalarla Almanya‘ nın savaş sonrasındaki yoğun ekonomik faaliyetleri için bir zemin hazırlanmalıydı.[14]
Buna karşılık, yakın doğunun Osmanlı’ya ait olmayan İslâm bölgelerindeki Alman propagandası, Almanya‘ nın Şark’taki asimetrik stratejisini anlamaya yarayan bir anahtardır. Bu propaganda, panislamist fikirlerin yayılması ve kutsal savaşa, cihada çağrı olarak tanımlanabilir.
Panislamist ideal basitçe aşağıdaki gibi tanımlanabilir. Bu tanımı da 1914 yılında Almanya‘da anlaşıldığı şekliyle yapacağım: Tüm müslümanların en yüksek derecedeki manevi hükümdarı halife sıfatına sahip Osmanlı sultanıdır. Her müslüman ona itaat etmekle yükümlüdür. İslam devlet ve din arasında bir ayırım yapmadığından dolayı, bu itaat politik meseleleri de kapsamkatdır. Buradan ortaya çıkan sonuç ise her müslümanın halifenin cihad çağrısına uyma ykümlülüğüdür. Müslümanların birliktelik hissi olası milli veya ekonomik bağlardan daha güçlü olduğundan dolayı bu olacaktır. Din öncelik sahibidir. [15]
Ancak, Birinci Dünya Savaşı sırasında Hollandalı şarkiyatçı Snouk Hourgronje‘ nin temellendirdiği ve bugüne kadar hak Ön Asya’da im olan düşünce şeklinin tam aksine, hadise kesinlikle “Holy War made in Germany [Alman malı cihad]” durumuyla alakalı değildir.[16] Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Panislamist harita zaten çoktan masanın üstünde duruyordu. Çoğunluğu Hıristiyanlardan oluşan Avrupa‘daki büyük toprak parçalarını kaybetmesinin ardından panislamist düşünce Jön Türk idaresinin ideolojik temellerinde hatırı sayılır bir yer edinmeye başlamıştı. Panislamist düşünce, Libya‘ da olduğu gibi, Hıristiyan güçlere karşı yapılan savunma savaşlarına bir altyapı oluşturmaya uygundu.[17] [18] Panislamizmin Osmanlı politikasındaki etkinliği Abdülhamid’e kadar götürülebilir. Sultan önce, kendisinin egemenlik alanının dışında yaşasalar da tüm müslümanların aktif halifesi pozisyonunu almıştır. 18 Demek ki Panislamist zihniyeti bölgeye yerleştirenler kesinlikle Alman propagandacılar değildi. Bunlar, daha ziyade mevcut yerli halkı kendi hedefleri için kullanmışlardır. Bunun ihmal edilme sebebi, Abdülhamid‘in Pan-İslam anlayışının Alman kamuoyunda az dikkate alınmasıyla alakalı olmalıdır. Alman İmparatorluğu basını 20. yüzyılın birinci onyılında bu konuyla hemen hiç ilgilenmemişti. [19]Esas hedef 1914 ile 1918 yılları arasında müslüman kitleleri, özellikle İngilitere başta olmak üzere, İtilaf Devletleri’nin doğrudan veya dolaylı egemenliğine karşı mobilize etmek olmuştur. Bu hedef ise hem Hıristiyan Almanya’nın hem de Müslüman Türkiye‘nin işine yaramıştır.
Bu noktada cihad propagandası başka bir tabloya yerleştirilmek zorundadır. Müslümanları, Avrupalı sömürgeci devletlere karşı isyan ettirmek amaçlı kışkırtma çabası bu türdeki tek proje değildi. Düşmanımın düşmanı dostumdur fikri, dünya çapında somut bir hal almıştı. Bu açıdan Alman ve Avusturya-Macaristan devletlerinin pozisyonları Polonya Kongre Krallığındaki ilerlemeleri esnasında olduğu gibi Yahudi azınlığını Çarlık Rusyası rejimine karşı ayaklanma yapmaya da kışkırtmıştı. Almanya, Katolik İrlanda milliyetçilerini desteklemiş ve İngiliz egemenliğine karşı gerçekleştirilen 1916 tarihindeki paskalya ayaklanmasının gerçekleşmesi için yardımcı olmuştu. Kafkasya’da Avusturyalılar ve Almanlar Rus yönetimine karşı ayrılıkçı Gürcülere yardım etmişlerdi. İttifak devletleri nihayet 1917 yılında Lenin ve yandaşlarına Rusya‘ ya seyahat etmesine izin vermişler ve Rusya‘daki Bolşevik ayaklanmasını mümkün kılmışlardır. Ittifak devletlerinin cihad planları çok kapsamlı bir stratejinin en önemli bir parçasını teşkil etmekteydi. Ayaklanmaların ateşlendirilmesi, dâhili ihtilafların alevlendiril- mesi ve sömürge karşıtı akımların kullanılması bu noktada karşı tarafların güç sahası içerisinde daha ihtimal dahilinde bulunmaktaydı.
Osmanlı- Alman cihad propagandasının öncüleri, pratikte Mısır‘ a gizlice el ilanları sokan Alman görevlileri ve ajanlardı. Öte yandan ise hala tam olarak anlaşılamamış Yakın Doğu’daki Osmanlı “network”ünü buna dahil etmek gerekir. Bu “network” Jön Türklerin savaş öncesi kurmuş oldukları ve özel servis olma niteliğindeki Teşkilat-ı Mahsusa tarafından yönetiliyordu. [20] Bu çabalar kapsamında Türk Milli Marşı yazarı Mehmet Akif‘ in 1914 yılında Berlin‘de bulunduğu esnada Müslüman esirler arasında yaptığı propaganda çalışmaları da görülebilir. „Şark İstihbarat Birimi“ tarafından yayımlanan Arapça veya Türkmence gazeteler esir kamplarında Osmanlı halifesi adına cihad düşüncesini yayıyordu.
Ancak bu noktada son zamanlarda ortaya çıkan hatalı algıya da işaret etmek gerekmektedir. Almanların cihad propagandası hiç bir şekilde Almanya‘ daki özel bir islam algısına dayalı olarak oluşmamıştır. Bu, devlet ve toplum bazındaki elitlerin veya halkın diğer kesimlerinin özel bir İslam sevgisinin ifadesi değildi.[21] Düşman bölgesinde bir ihtilal çıkartma aracı olan „kutsal savaş“ belli ki salt savaş durumunda ortaya çıkmış bir stratejiydi. Daha önce de belirtildiği üzere, Almanya dünyanın diğer bölgelerindeki yerel ideolojik ve dini fikirleri de aynı sonuçlar için, yani ihtilaller çıkartılması hedefi için kullanmıştır. Hatta bazen Alman medyasında İslam ile ilgili pozitif tanımlamaların yapılmasına engel olunmuştur.[22] Doğu Afrika‘daki Alman sömürgelerinde İslam‘ın yayılmasını durdurmayı hedefleyen bir politika hedeflenmiştir. [23] Almanya‘da İslam‘ın imajı ile ilgili bir çeşitlilik söz konusu olmakla birlikte, negatif algılar aslında daha ağır basmaktaydı. [24]
Bir başka yaklaşım ise, İngilizlerin panislamist çizgideki Alman-Osmanlı İngiliz karşıtı hareketlerini gerçek manada ciddi bir tehdit olarak algılamış olmalarıdır. Onların karşı Propaganda faaliyetleri de buna bağlı olarak yüksek bir kalitede gerçekleşmekteydi. Daha 1914 yılının Aralık ayı sonunda Paris‘ te İngiliz ve Fransız temsilciler arasında bu konuya ilişkin bir görüşme gerçekleşmiştir. Bu görüşmeye Fransız Dışişleri Bakanı Delcasse ve Mısır yüksek temsilcisi Henry MacMahon da katılmıştı.
Bu görüşmenin sonunda bir dizi kararlar alınmıştı. Bu kararlara göre, her ülkenin egemenliğindeki önde gelen müslümanlar kutsal savaşa karşı pozisyona getirilmeliydi. Bunun haricinde ulema arasındaki ve İslam yüksekokullarındaki (Medreselerdeki) ajanlar öğrencileri bu doğrultuda etkilemeliydiler. Bütün bunlara ilaveten Fransa ve İngiltere, İslam’a karşı politik olarak genel manada olumlu bir davranış sergileme konusunda mutabakata varmışlardır. Bu durum özellikle de hilafet meselesinde ve de sultanın rolü ile ilgili hususlarda resmi görüş bildirmekten feragat etmeyi içermekte idi.[25] İngiliz tarafında takip eden aylar içerisinde, münferit askeri ve sivil merciler karşı propaganda konusunda koordinesiz şekilde meşgul olmuşlardı. Bu sıkıntılı duruma ancak 1916 yılının Ocak ayında Kahire‘ de bir Arap Bürosu’nun kurulmasıyla çözüm getirilmişti.[26]
Geçmişte yapılan araştırmalar bu ünlü gizli servis organizasyonunun başlangıçta sadece pa- nislamist propagandaya karşı savunma işiyle uğraştığını görmezden geldiler.[27] Sözkonusu organizasyonun aktif bir şekilde ve esas çalışma alanını ihtilalcilik faaliyetlerine ayırması ise ancak sonradan mümkün olmuştur.
Bu bağlamda Arap İsyanı olarak adlandırılan 1916’daki olay bugüne değin övülesi bir propaganda eylemi olarak değerlendirilmemiştir. Nihayetinde sıradan müslüman tebaanın efendisi halifeye karşı ayaklanılmıştı. - tam da bu anlamda hem İngiltere hem de Fransa kendi egemenlikleri altındaki bölgelerde meydana gelen panislamist propagandaya karşı Arap isyanını bir panzehir olarak değerlendiriyorlardı. Ancak- yeni bir bilgi olarak karşımıza çıkan şey, sonucun hiç bir şekilde İtilaf Devletleri’nin beklentileri ile örtüşmediğidir. Buna binaen Hicaz’daki gelişmelere kesinlikle inanılmamıştır veya en iyi ihtimalde bunlara aldırış edilmemiştir.
Hatta Kuzey Hindistan ve Mısır kaynaklı İngiliz raporlarına göre bu bölgelerdeki militan seviyedeki anti-Şerif atmosfer Şerif Hüseyin‘in „halifeye karşı isyan etmiş ve İngilizlerin adi bir enstrümanı“[28] olarak görüldüğünü gösteriyordu. Hindistan kaynaklı anonim bir rapor şu sözlerle bitmekteydi: „ Burada Araplar’a karşı duyulan herhangi bir sempati [...] ve Arap hareketinin esas özelliği ile ilgili propagandanın yararlı bir etkisi yok.“ [29] Bu türden olumsuz reaksiyonlar, Alman-Osmanlı panislamist propagandasının, bugüne değin kabul edildiğinden daha büyük bir başarıya sahip olduğuna işaret etmektedir. Gerçekten de İngilizler bu gelişmeler üzerine Şerif’in başkaldırısını propaganda malzemesi yapmaktan vazgeçmişlerdir. Hatta İngiliz Dışişleri Bakanlığı Şerif’in kendini haklı göstermek için 1916 yılının Temmuz ve Ağustos aylarında yayınladığı beyannamelerde kullandığı dini gerekçeleri bunlardan çıkartmaya çalışmıştır. Buna karşılık sözkonusu beyannamelerde Arap hareketinin salt milliyetçi çabaları vurgulanmış ve eklenmiştir. [30] Bölgedeki panislamist düşünce karşısında panzehir olarak ortaya konulan Arap ayaklanmasının etkisizliği anlaşılmıştı.
Bunun dışında söz konusu Arap ayaklanması, Almanların ihtilaller çıkartma çabalarına karşılık İngiliz missilemesinden başka bir şey değildi. Buradaki durum baskı altında kalmış, asil bir halkın kendiliğinden ayaklanması şeklinde değil, etkili Arap aşiret reislerinin İngiliz altınlarıyla başlatılan başkaldırılarıdır.
„Asillik“ Lawrence‘in patalojik ve o tarih itibarıyla açık bir Türk nefretine dayalı[31] oldukça ırkçı bakış açısıyla göreceli bir hal alıyordu ki bu tutum kendisinin de itiraf ettiği gibi tutukluların öldürülmesi gibi savaş suçlarını da içeriyordu. Ancak daha da önemlisi, Arap savaşçıların hiçbir şekilde etkili olmamış olmalarıdır.[32] Arap Ordusu olarak adlandırılan ordunun askeri başarıları her halükarda bir efsaneden başka bir şey değildir. Savaş sonuna kadar Araplar yalnızca 4000 kişiden oluşan Türk garnizonunun koruduğu Medine’yi bile almayı başaramamışlardı.[33] Sözkonusu efsanenin aksine Medine‘ye uzanan demir yolu bağlantısı en azından Mayıs 1918 tarihine kadar hiç bir zaman tamamen kesintiye uğratılamamıştı.[34] Ancak 1918 yılının Ağustos ayında Şam ile Dera arasındaki en önemli hattın günlük nakliye performansında büyük çapta bir düşüş yaşanmıştır.[35] Bir trenen düzenlenen bombalı saldırı sonrasında bile Araplar, az sayıdaki Türk askerinin kararlı direnişini kırmayı başaramamışlardı.[36] Bu ihtilale kalkışmış Arapların askeri sahadaki kifayetsizlikleri sonunda ayaklanmanın her geçen gün daha da güçlenerek düzenli bir hal almasına vesile olmuştur. Bunun anlamı, düzenli ve Avrupai tarzda yönetilen birlikler gün geçtikçe gerillanın savaş eylemlerinde daha belirleyici bir rol oynamaya başlamışlardı. Burada tekrar bir simetrileştirme [Resymetrisierung] gözlemlenebilmekteydi.[37] Sonuç: Arap Ayaklanması, İttifak Devletleri’nin ihtilaller çıkartma stratejilerinin bir kopyasıydı. Şayet İtilaf Devletleri savaşı kaybetmiş olsalardı bugün askeri bakımdan etkisiz ve tarihte bir dipnottan başka bir şey olmayacaktı.
- İhtilaller Çıkartılması
İttifak Devletleri’nin Osmanlı İmparatorluğu toprakları dışındaki Müslüman bölgelerindeki propaganda tabii ki tek başına bir amaç teşkil etmiyordu. Bu ancak İtilaf Devletleri’ne karşı gerçekleştirilecek ayaklanmalarla ve saldırılarda somutlaşmalıydı. Bugüne kadar yapılmış araştırmaların aksine İttifak Devletleri’nin bu yöndeki çabalarının bazı başarılı örnekleri aşağıda verilmiştir:
- İran
İran, Rusya ve İngiltere arasında nüfuz alanlarına ayrılmıştı. Görünüşte tarafsız olan ülkedeki askeri güç oranları 1915 yılı sonunda şöyle bir tablo oluşturuyordu: Ülkenin Kuzeyinde Tahran‘a her zaman girebilecek ve sayıları yaklaşık 20.000 kişiden oluşan bir Rus kolordusu hazır bulunuyordu. Güneyde Şattülarap kıyısında bir Hindistan-İngiliz keşif birliği yerleşmişti. Bu birlik de her zaman sınırı geçebilirdi. Yerli güç olarak ise sadece İsveçli subaylar tarafından sevk ve idare edilen ve sayıları 5 000 kişiden çok az olan bir jandarma kuvveti bulunuyordu.
Dışişleri Bakanlığı’ndan sevk ve idare edilen Alman ajanlar 1915 yılının başından itibaren sınırdan İran’ a sızmışlardı. Bu ajanlar, şehirlerdeki ileri gelen ayan ve eşraf ile taşradaki aşiret liderlerini Almanların hedefleri için altın karşılığında satın almaya başlamışlardı. Almanlar ayrıca, Demokratik Parti’nin liderlerini- ki burada aslında şehirli milliyetçiler söz konusudur- ve bunun yanı sıra jandarmanın İsveçli subaylarının birçoğunu kendi taraflarına çekmeyi başarmışlardı. Almanların faaliyetlerinin İngilizlerden uzun sure gizlenmesi mümkün değildi. İngiliz büyükelçisi 1915 yılının Mayıs ayında Almanların faaliyetlerini özetlemişti: ,, Türk- Alman işbirliğinin önemli bir başarıya ulaştığı gerçeği gizlenemez. Bu, neredeyse tamamen İran’ın Rusya’ya karşı olan nefretine dayanarak inşa edilmişti. Burada, Rusya’nın Almanlar tarafından küçümsendiğinin görülmesinde şiddetli bir memnuniyet vardır ve hem başkentte hem de taşrada Almanların faaliyetine karışan hükümetin her eylemi kamuoyu tarafından hoş karşılanmamakta ve karşı çıkılmaktadır.”[38] İngiliz Dışişleri Bakanı 6 Kasım 1915 tarihinde Almanları artık „Tahran‘ın efendileri“ olarak görmeye başlamıştı.[39]Alman altınları ile finanse edilen ve Alman ajanları tarafından başlatılan darbe girişimi kıl payı başarısız kalmıştı. İngiliz ve Rus elçileri büyükelçiler Marling ve Etter‘in kaçırılacakları yönünde her gün uyarı alıyorlardı. Kanitz’in kendisi romantik zaafiyeti yüzünden İngiliz büyükelçisinin karısını gerçekleştireceği darbe konusunda uyarmıştı.[40]İngiliz büyükelçisi bunun üzerine arşivini yakmıştır.[41]
Almanların son darbeyi indirmeye neden karar vermedikleri bir muamma olarak durmaktadır. Ruslar her halükarda Tahran’ı işgal etmişler ve Almanlar da kaçmak zorunda kalmışlardı. Satın aldığı kabile liderlerinin kendisini yüzüstü bırakması nedeniyle kaybettiği çatışmanın ardından Kanitz intihar etti. Fakat bütün bu yaşananlara baktığımızda Almanların eyleminin başarıya ulaşmasının kıl payı kaçırıldığı unutulmamalıdır. Ancak bunun sebebi muhasımları- nın direnişi değil, yalnızca bazı aktörlerin kişisel yetersizlikleridir. [42]
Asimetrik araçlarla İran‘da en yüksek hedef olan ihtilal yapılması hedefine ulaşılamamıştı, ancak buna karşın Ruslar ve İngilizler karşı önlemler almak bağlamında büyük çaplı araçlar ve kaynaklar kullanmak zorunda kalmışlardı. 100 kişiden az sayıdaki Alman ajanının faaliyetleri sayesinde İngiliz ve Rus birliklerinden oluşan onbinlerce adam orada bağlı duruma getirilmişti. İngiliz-İran petrol şirketi [Anglo-Persian Oil Company] bu sırada Almanların faaliyetlerinden dolayı kendisini öyle büyük bir tehdit altında hissetmiştiki, Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen iki adet acil yardım talepli mektupla güney İran‘da bulunan petrol sahaları için acil askeri koruma istemek durumunda kalmışlardı.[43] Bu yüzden İngilizler değerli birliklerini güney İran‘a göndermek zorunda kalmışlardı. İngiliz, genelkurmay başkanı 25 Şubat 1916 tarihli bir durum analizinde mevcut durumu „memnuniyetten uzak“ şeklinde tarif etmişti.[44] Anlaşılan İngilizler, Almanların propagandasını önlemeyi başaramamışlardı. Bu gelişmenin bir sonucu olarak, ordu „ daha aktif bir politika“ talep etmişti. [45]
İngiliz varlığına karşı Almanların kullandığı metodla Almanlara aynen karşılık verme planlanmış olmalıydı. Genelkurmay bu noktada, propagandacı tarzı problemli görmüş ve „İngiltere‘nin ihtiyaç halinde eksikliğini hissetmediği cesur adamlarca sevk ve idare edilecek küçük, hareketli, iyi donanımlı ve tam teçhizatlı grupların“[46] eylemleri konusunda öneride bulunmuştu. İngiliz genelkurmayı burada Almanların stratejisini kopya etmekten hiç de geri durmamışlardı. Ki bunu daha önce Arap Bürosu ve Arap ayaklanması hadiselerinde de gözlemlemiştik. Ancak bu da pek işe yaramamıştı. Kalan son Alman ajanı Wilhelm WaBmuB savaş sona erinceye kadar güney İran‘da İngilizlere karşı bir gerilla savaşı yürütmüştür. 1917 yılının Kasım ayında bile İngilizler hala başka Alman ajanlarının İran’da 1915’de meydana gelen olaylara benzer bir duruma sebebiyet verebileceklerinden endişe duyuyordu. Alman ajanların İran‘a sızmazlarını önlememek için Askeri konsey “tüm yolların kullanılması“[47] uygulaması konusunda ısrar etmiştir.
- Afganistan
Afgan emirine yönelik ve Afganistan’ın Hindistan’a saldırmasını sağlayacak bir Alman keşif harekatı Oskar v. Niedermayer yönetiminde yapılmıştı. Bu harekat savaş esnasında gerçekleştirilmiş en sıradışı Alman operasyonu olma özelliğindedir. Almanların Afganistan sınırını geçmeyi başardıklarına dair haber bile İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda bir bomba etkisi yapmaya yetmişti.[48] Almanların eylemleri İngiliz bakanlar kurulunu da meşgul etmekteydi. 1915 yılının Aralık ayının sonunda bakanlar kurulu üyeleri arasında gizli bir evrak dolaşmaya başlamıştı. Bu evrakta Hindistan bakanının Afganistan‘daki Almanlar hakkında hazırlatmış olduğu raporlar yer almaktaydı.[49] Bu evrakta, emirin Afganistan‘ın tarafsızlığı konusundaki tek garanti olduğu belirtilmekteydi. Durum gerçekten de öyleydi. İngiliz ajanları geniş halk kitlelerinin ve etkili çevrelerin emirin tarafsızlık politikasına karşı bir tutum içerisinde olduklarını rapor etmekteydiler. [50]
Başka bir rapor ise, emirin İtilaf Devletleri’ne karşı cihad ilan etmesini uman geniş kitlelere hâkim olan savaş atmosferinden bahsetmektedir. [51] Burada da Almanların başarılı olmasına çok az kalmıştı. Niedermeyer, sadece emirin fikrini değiştirmeyi başaramamıştı. Almanların bu başarıya ne kadar yaklaştıkları, bölgedeki politik gelişime bakıldığında görülmektedir. 1919 yılında babası Habibullah’ın öldürülmesinden sonra tahata çıkan prens Emanullah’ın[52] ülkesinin tam bağımsızlığını kazanması konusunda gösterdiği çaba gerçekten de İngilite- re ile savaşa sebebiyet vermişti. Bu üçüncü İngiliz-Afgan savaşı İngilizler açısından tam bir meydan okumaydı. Hatta bir cephede İngilizler ezilip geçilmişti.[53]Sonrasında yapılan müzakerelerle birlikte yeni emir neredeyse tüm politik hedeflerine ulaşmış, özellikle de dış politika konusunda tam bir serbestlik kazanmıştı.[54] Bu bağlamda Emanullah‘ın Afganlıları silaha çağırma argümanları hayret vericidir. Almanlar emirin babasına bundan bir kaç yıl önce ne sunmuşlarsa, o şeylerle olan benzerliği dikkat çekicidir.
- Mısır
Benzer bir resim Mısır‘a bakıldığında da görülmektedir. Osmanlı birlikleri 1915 yılının Şubat ayında burada Süveyş Kanalına saldırmışlardı. Bu saldırı ile hiç bir zaman ülkenin askeri yöntemlerle ele geçirilmesi hedeflenmemişti. Daha ziyade Mısır‘daki İngiltere egemenliğini bertaraf edecek bir ayaklanma çıkartılmak istenmişti. Bundan önce Alman ve Türk görevliler bir yandan ülkede bulunan İtilaf Devletleri’ne karşı yoğun bir propaganda çalışması içine girmişler, öte yandan Türk sultanının bütün müslümanların hükümdarı olduğu konusunu işlemişlerdi. Alman ajanlar bunun dışında genç Mısır milliyetçiliğinin temsilcilerini para ve silah yardımlarıyla desteklemişlerdi. 1918 yılına kadar bir ayaklanma çıkmadı. İngilizler Süveyş Kanalının tehdit altında olmasına ve ülkede istikrarı bozma girişimlerine karşı çok sert reaksiyon gösterdiler. Bu önlemler bir yandan Almanların ve Türklerin durumla ilgili gerçek tabloyu görebilmelerine engel olurken, öte yandan da Mısır halkını İttifak Devletleri’nin aji- tasyonlarından etkili bir şekilde korumuştu. Fakat bu siyasi baskının neticesi olarak 1919 yılının baharında Mısır‘da büyük bir ayaklanma çıkmıştı. Kendi faaliyetlerinin bir sonucu olsa da Almanlar için bu isyandan faydalanmak artık imkânsızdı. Bu isyanın bir sonucu olarak Mısır 1922 yılında, kısıtlı da olsa, büyük ölçüde egemenliğini sağlamıştı. İngiltere de Yakın Doğu’da sınırsız bir hâkimiyet düşüncesine veda etmek zorunda kalmıştı. [55]
Şimdi geriye şu sorunun cevaplanması kalıyor: Yapılan bütün Alman operasyonlarının maliyeti neydi? Harcamalar ve elde edilen kazanç arasındaki oran makul müydü? Bunun muhasebesine bakıldığında şu tablo ortaya çıkıyor: Alman İmparlatorluk idaresi 1914‘ten 1917‘nin sonuna kadar ihtilaller çıkartma projeleri için toplamda yaklaşık 48 Milyon Gold- mark harcamıştı.[56] Bu rakam yüksek gözükmektedir, ancak Almanya‘nın savaş giderleri karşısında daha farklı bir anlam kazanmaktadır. Roger Chickering Almanya’nın savaş giderlerini 168,6 Milyar Goldmark olarak hesap etmektedir.[57] Karşı tarafla karşılşatırıldığında ise İngiltere’nin yalnızca 1918 yılında İran’daki askeri ve siyasi faaliyetleri için harcadıkları paranın 30 Milyon Sterlin olduğu görülmektedir. [58] Bir altın Sterlin yaklaşık 20 altın Marka denk gelmekteydi. [59] Bu durumda İngiltere, Almanların İran’daki gizli siyasi faaliyetleri karşısında sadece 1918 yılında Alman para birimiyle yaklaşık 600 Milyon Mark harcamıştı. Bu rakamlar yalnızca Almanların yaptıkları harcamaların anormal derecede yüksek olmadığına dair bir ipucu vermek için verilmiştir. İngiltere‘ nin yalnızca Arap ihtilali için onbir Milyon Sterlin (220 Milyon altın Mark) harcamış olduğu göz önünde bulundurulursa durum daha iyi anlaşılır.[60] Çok daha düşük maddi imkânlara sahip olan İttifak Devletleri asimetrik saldırılarla Şark’taki hasımlarını buna karşı koymaya ve de kendilerininkinden çok daha yüksek miktarda harcamalar yapmaya zorlamıştı. Bunun karşılığında da tamamen kabul edilebilir sonuçlar elde etmişlerdir.
3. Sonuç
Almanlar açısından bakıldığında Osmanlı İmparatorluğu ile 1914-1918 yılları arasını kapsayan ittifakın hedefi üçüncü bir cephenin açılmasıyla İtilaf Devletleri güçlerini Avrupa savaş meydanından uzak tutmaktı. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğunun dışındaki İslâm bölgelerinde de panislamist propaganda ve ihtilaller gerçekleştirme çabaları görülebilmektedir. 1914 ile 1918 yılları arasındaki faaliyetlerin amacı Afganistan, İran veya Mısır gibi ülkelerde kesinlikle sömürgeler meydana getirmek değildi. Hedef, İtilaf Devletleri’ni periferilerinde zayıflatmaktı. Alman İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Habsburg Monarşisi Şark’ta müdafaa konumundaydılar. İhtilafın/Savaşın karşı tarafın egemen olduğu bölgelere taşınması klasik askeri metotlarla mümkün değildi. İttifak Devletleri için geriye kalan tek seçenek asimetrik savaştı. Almanlar, bu arada etkisi altında bulundukları ideolojiden ve Avrupa standart, değer ve bakış açısını ihraç etmekten büyük ölçüde kaçındıkları gibi tersine bilinçli bir şekilde bölgede zaten yerleşik olan yerel zihniyetten istifade etmişlerdir. Bu sayede özellikle müttefik Osmanlıların özgüvenleri muazzam derecede güçlenmişti. Osmanlının bu durumu koalisyon içerisindeki kendinden emin hareketleri ile de kendini açıkça göstermiştir. Bu noktada, cihad propagandasının Almanya için yalnızca hedefe götüren bir araç olduğu sabittir. Bu durumdan, (Almanların) İslâm’a ya da İslâm medeniyetlerine karşı bir sempati duydukları sonucu çıkarılamaz. (Bu mücadelede) Kullanılan kaynaklar hiç bir şekilde ziyan edilmediği gibi tehditin hakkından gelebilmek adına karşı tarafı daha fazla bir efor sarf etmeye ve kaynak kullanmaya zorlamıştır. Ve en nihayetinde İttifak Devletleri’nin faaliyetleri savaşlar sona erdiğinde hiç de beklenmedik gelişmelerin meydana gelmesine katkıda bulunmuştur. Yine bu faaliyetler antiemperyalist hareketlerin çıkması noktasında ve de özellikle İngiltere’nin bölgedeki pozisyonunun kalıcı şekilde sarsılmasında olduğu gibi sömürgeleştirilmiş halkların daha fazla özgürlük kazanarak kendi kaderlerini belirlemelerine de yardımda bulunmuştur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.