• İstanbul 18 °C
  • Ankara 23 °C

Dr. Nazif Öztürk: Tâceddin Sultân'dan Mehmet Âkif'e

Dr. Nazif Öztürk: Tâceddin Sultân'dan Mehmet Âkif'e
Şehirler, bağrından çıkardıkları kültür/sanat adamları ve kucağında istirahatını sağladıkları saygın kimseler sayesinde şeref kazanırlar.

"Şerefü'l-mekân bi'lmekîn." Anonim

“Makdemiyte aceb mi bulsa şeref, Rütbe-bahşâ olur mekâna mekîn." Fitnat Hanım

Giriş

Şehirler, bağrından çıkardıkları kültür/sanat adamları ve kucağında istirahatını sağladıkları saygın kimseler sayesinde şeref kazanırlar. Şehirlerin kimliğinin oluşmasında ve içinde bulunduğu ülkenin kültür hayatında etkin bir konuma yükselmesinde, o şehirde yetişen meşhur şahsiyetlerin önemli bir yeri bulunmaktadır. Şehirler şöhretlerini, yetiştirdiği âlim, şair, gönül adamı, filozof vb. meşhur şahsiyetlere borçludur. Ortada bu değerler olmadığı takdirde memleket dediğimiz şey, birkaç akraba ile dosttan ibaret kalır.

Şehirler, aguşunda tuttuğu evladıyla vasıflanırlar. Bize tabiî ve fizikî dokuyu güzel gösteren efsun, o coğrafyada yaşayan ve o muhitin hayatına iştirak eden insanların güzelliğinden akseden rayiha ve parıltılardır. Mekânlara kıymet kazandıran değerler o yerlerden ayrıldıklarında, oralar hiçbir anlam ifade etmez hale gelir. Mekânların yeniden canlanması ve insanların nazarında kutsî bir konuma yükselmesi, ancak, o değerlerin yeniden oraya teşrifleriyle mümkündür.

Kuşkusuz şehirler güzel insanlarla kaimdir. Bir şehrin aydınlarına, yazarlarına, şairlerine, kafa ve gönül besleyicilerine, hassas ve kırılgan insanlarına, kısaca sanatçılarına itibar gösterilmesi; günüm üz ve geleceğimiz açısından çok önemlidir. Zira ibn-i Sina, "ilim ve sanat, rağbet görmediği yerden göç eder"demektedir. Yürütmenin, mahallî ve mülkî yetkililerin bu gerçeği, daha fazla zaman kaybetmeden kavrayacaklarına inanm ak istiyorum. Günümüzde, ikamet ettiği semtten ve oturduğu koltuktan şeref almaya çalışan insanların sayısı çoğalsa da; ecdadımız, söylemeye çalıştığımız bu hususu, "şerefü'l-mekân bi'lmekîn / b ir mekânın şerefi o yerde oturan kişinin özellikli vasıflarından kaynaklanır" öz deyişi ile özetlemiştir. Nitekim ser-levha olarak aldığımız "Değerli kimselerin teşrifiyle bir mekânın şeref bulması şaşılacak bir şey midir? Kıymetli insanların gelmesiyle mekânlar rütbe ve itibar kazanırlar" anlamındaki mısralarıyla Fitnat Hanım, kültürümüzün bu doğrultudaki hassasiyetine, dikkatlerimizi çekmektedir.

Âşık Çelebi, Latîfî'nin "Tezkiretü'ş-Şu'arâ"smda kendi şehrini yüceltm ek adına, Kastamonulu olmadıkları halde, bazı şairleri Kastamonulu göstermesini tenkit ederken; "bizim bildiğimiz budur ki, "şerefü'l-mekân bi'l-mekîn"dir. Bunun aksi olan "şerefü'l-mekîn bi'lm ekân"olduğunu biz hiç işitm edik"diyerek; insan onuruna yakışm ayan bu tür nev-zuhur anlayışları kınamaktadır. inanç ve kültürümüz bize, yaşadığımız toprağı sadece üstündekiler sebebiyle değil, aynı zamanda altındakiler sebebiyle de aziz bilmeyi telkin eder. Başta Efendimiz (sav)'in kabr-i saadetleri olmak üzere sahabe, evliya/ulem â ve şühedâ kabirlerine ayrı bir önem vererek ve buralara türbeler yaptırarak, hayatlarında şereflendirdikleri mekânları anıtlaştırmak şeklindeki geleneğimizin temeli, buraya dayanmaktadır. Ancak, toprağın altındakilerle üstündekileri birbirine bağlayan rabıtadan habersiz olanlara; "bir mekânın şeref ve üstünlüğü, o yerde bulunan kimselerin değer ve kıymetiyle ölçülür"anam dak atasözünün gerçekliğini izah etmek, sanıldığının aksine pek de kolay değildir. işte biz, "Tâceddin Sultandan Mehm et Akif'e" başlıklı bu çalışmam ızda, bugüne kadar ulaşabildiğimiz belgeler doğrultusunda zoru başarmak adına bu meseleyi kurcalamak istiyoruz.

1.Tâceddin Dergâhı ve Çevresine Değer Katanlar

Tâceddin Dergâhı ve çevresine değer katan, tarihten günüm üze bu mekânın insanlar tarafından ziyaret edilmesini sağlayan iki insandan birisi, bu külliyenin banisi Ankaralı Tâceddinoğlu eş-Şeyh es- Seyyid Tâceddin Mustafa; diğeri, istiklâl Marşı'mızı, Kurtuluş Savaşı yıllarında (Nisan 1920-Mayıs 1921) ikamet ettiği dergâhın selamlık binasında yazan Millî Şair Mehmet Âkif Ersoy'dur. Millî ve m anevî hayatımızın iki zirve insanı buraya teşrif etmemiş ve bu mekânda bulunmamış, Tâceddin Sultanîn türbesi ve Mehmet Âkif Müzesi burada ziyarete açılmamış olsaydı; Hacettepe Üniversitesi merkez kampusu içerisinde kalan Hamamönü mevkiindeki Mehmet Âkif Sokağı'nın, Ankara'nın herhangi bir semtinde yer alan diğer sokaklardan farkı olmayacaktı.

Osmanlı dönemi kayıtlarına göre Ankara'da insanların yoğun bir şekilde ziyaret ettiği belli başlı on yedi türbe bulunmaktadır. Bu ziyaret yerleri arasında Hacı Bayram-ı Veli türbesi birinci sırada, Tâceddin-i Veli türbesi ikinci sırada, tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra yıktırılarak yerine önce "İnci Gazinosu"yaptırılan ve halen üzerinde Altındağ Belediye Sarayı'nın inşa edildiği mevkide bulunan es-Seyyid Hüseyin Bahâeddin Nakşibendî1 türbesi üçüncü sırada, dördüncü sırada Aslanhane Camii yukarısında Demirtaş Mahallesi Yasa Sokakta yer alan kadılar mezarlığı, sekizinci sırada da HıdırlıkTepe'deki İmruî-Kays türbeleri geliyordu. Diğer ziyaret yerleri belli bir protokol dâhilinde, bunların arasında ve sonunda sıralanıyorlardı2.

Bu bilgilerin verildiği Ankara salnamelerinde, "Haa Bayram-ı Veli'nin türbe-i münireleri, ziyaretgâh-ı enâm ve harigâh-ı âlileri ittisalinde medrese ve zaviyesi mamur ve abâd olduğu gibi, Tâceddin-i Veli ve Şeyh Hüseyin Bahâeddin-i Nakşibendi kuddise sırruhuma el-âlî hazretlerinin türbe-i şerifleri dahi ziyaretgâh-ı hass u âmdır"3 denilmektedir. Diğer bir salnamede4 Tâceddin-i Veli'nin türbesi için "ziyaretgâh ve bâb-ı safa, m erci'izuvvâr"5 nitelemesi yapılmaktadır. Halkın ve devlet yöneticilerinin gösterdiği yoğun saygının bir ifadesi olarak XIX. yüzyılda Hacı Bayram-ı Veli ile Tâceddin-i Veli mahalleleri sakinleri vergiden muaf tutulmuşlardır. Bu mahalleler, manevî şahsiyetlerin tesis ettiği zaviyeli camilerin etrafında kurulmuş olmaları, dergâhların ruhanî bir atmosfer oluşturması, halkın derin saygı duyduğu ulu kişilerin türbelerinin buralarda bulunması, hem dinî açıdan, hem de vergi muafiyetleri sebebiyle ekonomik açıdan cazip yerleşim yerleri idi6. Ankara Şer'iye sicillerinde yer alan 5 Ramazan 1283/16 Mayıs 1823 tarihli fermanda,'Te/cfce Ahm et Mahallesi'nin ekser ahalisi fukarâ-yı dervişândan olduğu için, yeni ihdas edilen bazı vergilerden Tâceddin-i Veli hazretlerinin yüzü suyu hürmetine muaf tutuldukları" 7belirtilmektedir.

2 .Mehmet Âkif Ersoy İstiklâl Marşını Tâceddin Dergâhı'nda Yazdı

Bu mekâna şeref katan ikinci şahsiyet olan Mehmet Âkif, aldığı davet üzerine 24 Nisan 1920 tarihinde Ankara'ya gelmiştir8. Bu tarihten, eşi ve çocuklarını Kastamonu'dan Ankara'ya getirterek, Aslanhane Camii çevresinde kiraladığı Çakallı Hoca'nın evine taşındığı Mayıs 1921 tarihine kadar9; yakın arkadaşları Haşan Basri (Çantay), Müftizâde Abdulgafur (iştin), Mehmet Vehbi (Bolak)'la birlikte, Tâceddin Şeyhi'nin önemli misafirlerini kabul edip ağırladığı ve ikramlarda bulunduğu, "kasr-ı ebniye"10 de ikamet etm iştir11. İstiklâl Marşı'nı 17 Şubat 1921'de burada/Tâceddin Dergâhı12'nda yazm ıştır13. Yarışmaya katılan şiirler arasından birincinin belirlenip istiklâl Marşı olarak ilan edilmesi amacıyla TBMM'de birincisi 26 Şubat 1921 'de, İkincisi 1 Mart 1921 'de üçüncüsü 12 Mart 1921 tarihinde olmak üzere üç ayrı oturum yapılmıştır. Üçüncü ve son oturumda, alkışlar arasında Mehmet Âkif'in şiiri istiklâl Marşı olarak kabul ve ilân edilm iştir14. Millet olarak genellemeyi severiz. Mehmet Âkif'in istiklâl Marşı'nı yazdığı Tâceddin Dergâhı'na ait selamlık binası/kasr-ı ebniyenin imam meşrutası/lojmanı olduğunu ileri sürenler olduğu gibi15; Mehmet Âkif'in Ankara'ya gelişinden İstanbul'a döndüğü Mayıs 1923 tarihine kadar Tâceddin Dergâhı'nda oturduğunu söyleyenler de bulunm aktadır16. Bir beige ve bilgiye dayanmadan, herhangi bir kaynak gösterilmeden yazılıp çizilen bu iki görüş de doğru değildir. Bilge mimar Turgut Cansever, "bilgiye dayanmayan eylem meşru değildir" der. Eğer yazarlarımız, hiç değilse bu yalın kurala uymuş olsalardı, millî şair Mehmet Âkif'in Ankara'da bulunduğu sürelerde nerelerde ikâmet ettiği konusunda, insanların kafasını karıştıran yanılgılar meydana gelmeyecekti. Yukarıda işaret edildiği gibi, aldığı davet üzerine Mehmet Âkif yanına oğlu Emin'i alarak 24 Nisan 1920'de Ankara'ya gelmiş; İstanbul'dan ayrılmadan aralarında vardıkları mutabakat doğrultusunda Eşref Edip, Sebilü'r-reşad'ın klişeleriyle birlikte ailenin diğer fertlerini, kendi çocuklarıyla beraber daha sonra Kastamonu'ya getirmiştir.

istiklâl Marşı yazılıp kabul edildikten sonra, ailenin Kastamonu'da bulunan bireyleri Mayıs 1921'de Aslanhane semtinde kiralanan eve getirtilmiştir. Mehmet Âkif ailesiyle birlikte Temmuz sonuna kadar burada oturmuştur. Ordunun Sakarya gerisine çekilmesi üzerine, Mehmet Âkif ve Emin yine Ankara'da kalmış; Trabzon Milletvekili Ali Şükrü ve diğer milletvekillerinin aileleri ile birlikte eşi ve öbür çocukları Kayseri'ye gönderilmiştir. Yunan Ordusu taarruzlarının durdurulması üzerine aile Kasım 1921'de tekrar Ankara'ya gelmiştir. Bu defa Mehmet Âkif, Tâceddin Dergâhı'nın bulunduğu mahalleden son Tâceddin Şeyhi, Tâceddin Mustafa'nın evini kiralam ıştır17. Seçimleri yenilem e kararı alınması ve kendisinin aday gösterilmemesi üzerine, İstanbul'a döndüğü Mayıs 1923 tarihine kadar kiraladığı bu evde ikâmet etmiştir. Özensizlik sebebiyle yer ve zaman konularında bazı karıştırm alar olsa da, Tâceddin Dergâhı'nın bulunduğu mekâna değer ve şeref katan Mehmet Âkif Ersoy hakkında her şey bilinmektedir. Müspet ve menfî yönden hakkında yapılan tartışmalar; fikirleri, sanatı ve hayat telakkileri etrafında cereyan etmektedir. Zaman zaman kantarın topuzu kaçırılarak ideolojik vadilere de sürüklenen bu tartışmaları matbuatta bulmak ve tetkik etmek mümkündür. Esas üzerinde durulması gereken, bilgi ve belge noksanlığı sebebiyle halk rivayetlerine kurban edilen, Tâceddin Külliyesi'nin kurucusu Tâceddin Sultan'dır.

3.Şeyh Tâceddin Mustafa bin Tâceddin'in Hayatı ve Eserleri

Geçen sene "Geçmişten Günümüze İstiklâl Marşı'nın Yazıldığı Mekân/Tâceddin Dergâhı" başlıklı çalışmamızda, eserden müessire hareketle mikro tarihçilik açısından bir başlangıç yapmış; Şeyh Tâceddin Mustafa ile Tâceddin Sultan'ın aynı kişi olduğunu, külliyenin bu şahıs tarafından XVII. Yüzyılın ilk yarısında yapılmış olabileceğini, bugünkü yapıların II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde yenibaştan inşa edildiğini, bugüne kadar türbe kapısı üzerinde bulunan 1319/1901 tarihli onarım kitabesinin doğru okunmadığını, cami, türbe ve selamlık binası hariç külliyeyi oluşturan diğer birimlerin ortadan kaldırıldığını, imar uygulamaları ve yapılan istimlâklerle camiin doğu tarafında olduğunu tespit ettiğimiz esas hazire dahil büyük çapta müessesenin talan ve tahrip edildiğini, bu dergâhta gönüllerin terbiyesine yönelik olarak yürütülen eğitim çabalarının Celvetî usul ve esasına göre yapıldığını ve ilâhiyat hocalarının aksi kanaatlerine rağmen Tâceddin bin Tâceddin Mustafa'nın Aziz Mahmud Hudâî halifelerinden olduğunu ifade etmiş; istiklâl Marşı'nın yazıldığı mekânın imam meşrutası olduğuna ilişkin gazeteci Orhan Karaveli18'nin iddiasını çürütmüş, söz konusu binanın posta oturan şeyh efendilerin selamlık binası olduğunu ve 1845'te Ankara İmar Meclisi'nin teklifi doğrultusunda Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti tarafından inşa edildiğini arşiv vesikalarına bağlı olarak ortaya koymuş, istiklâl Marşı'nın bu binada yazıldığını söylemiş ve bu konudaki çalışmalarımızın devam edeceğini ifade etm iştik19. Bu defa aradan geçen bir yıllık sürede elde ettiğimiz arşiv malzemelerini, m evcutlarıyla birleştirerek, ilk yaptığımız çalışmanın aksine, "müessirden esere hareket" metoduyla Tâceddin Sultan'ı daha yakından tanımaya çalışacağız.

a. Şeyh Tâceddin Mustafa'nın Hayatı

Babası gibi kendi adı da Tâceddin olan Tâceddinzâde Şeyh Mustafa Efendi'nin doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. Şakaik-i Nu'maniye Zeyillerinde, Osmanlı Müellifleri'nde, şuarâ tezkirelerinde ve diğer biyografi kitapları ile Osmanlı kroniklerinde Tâceddin Mustafa hakkında herhangi bir malumat bulunmamaktadır. Halk arasında yaygın bir şekilde dolaşan rivayetlere göre, Aziz Mahmud Hüdâî (1541-1628) ile birlikte Bursa'da Mehmed Muhyiddin Üftâde (1490-1580) hazretlerinin yanında tasavvufî eğitimini tamamlamış ve Kanunî (1520-1566) döneminde Ankara'ya gelerek Hamamönünde dergâhını kurmuş ve irşada başlamıştır. Tâceddinzâde Şeyh Mustafa'yı çok seven halkım ız ona Tâceddin Sultan, ve Tâceddin-i Veli unvanlarını uygun görmüştür. Arşiv belgeleri üzerinde iki yılı aşkın bir zamandan beri sürdürdüğüm üz araştırmalara ve bu sürede ulaşabildiğimiz vesikalara göre, kulaktan kulağa intikal ederek günüm üze kadar ulaşan halk rivayetlerine uygun olarak, şeyhimiz Bursa'dan Ankara'ya gelmiştir20. Şeyh Tâceddin Mustafa'nın Bursa'dan Ankara'ya gelmiş olması ve Ankaralı olduğunu ifade etmek amacıyla hemen isminin geçtiği her yerde "Ankaravî"2' mahlasını kullanması; muhtemel Tâceddinler arasında, Bursa Kaplıca Medresesi Müderrisliğinden 1010/1601 tarihinde Ankara Müftülüğüne atanmış ve bu görevde iken 1018/1609 tarihinde Ankara'da vefat etmiş olan, doğma büyüme Ankaralı Tezkireci Tâceddin22'in,Şeyh Efendi'nin babası olduğuna dâir düşüncemizi daha da kuvvetlendirmektedir. Tezkireci Tâceddin'in yaşadığı dönemlerde, Tâceddinoğulları'23na mensup bazı ailelerin Ankara'da bulunduklarını gösteren bir kayıtda Ankara Şer'iye sicillerinde geçmektedir24. Demek ki, XVI. Yüzyılda Tâceddinoğulları'na mensup bir kabile Ankara'da yaşamaktadır.

Bu durum da şeyhim izTâceddin Mustafa Ankara'ya; babası Tezkireci Tâceddin ile birlikte geldi ise 1600'lerin başında, Şeyhi Aziz Mahmud Hüdâî (ö.1628)'nin vefatından sonra teşrif etti ise de 1630'larda gelmiş olmalıdır. Osmanlı25 ve Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivlerinde 26 bulunan belgelerde, Tâceddin Külliyesi'nin vakfiyesinin olmadığı bildirilmektedir. Ancak müessesât-ı hayriyenin vakfiyesinin bulunmaması, bu yerlerin vakıf olmadığı anlamına gelmemektedir. Çünkü hüccet, ferman, berat ve şahsiyet kayıtları vakfiye yerine geçmektedir27. Ayrıca arşiv belgelerinde ve Ankara merkez hayrat vakıf kütük defterinde, söz konusu cami ve dergâhın Tâceddinzâde Mustafa'nın vakfı olduğu açıkça belirtilmektedir. Nitekim 62 pafta, 275 ada, 26 parselde 1285 m2 yüzölçüm ündeki Tâceddin Camii ve haziresi mazbut Tâceddinzâde Mustafa Vakfı adına kayıtlıdır28. Tekke ve zaviyelerin 1925'te kapatılmasından sonra okul olarak kullanılmak üzere Ankara Özel idaresi'ne devredildiği29 ve daha sonra 7044 sayılı Kanun30 ve bu kanunun uygulama şeklini gösteren Tüzük31 hükümleri uyarınca 11.11.1986 tarihinde yeniden vakıflara iade edildiği için Tâceddin Dergâhı selamlık binası/Mehmet Âkif Müzesi, tapuda 62 pafta, 275 ada, 25 parselde 485m2 avlulu ahşap mektep olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü m ülkiyetine geçm iştir32. Cami ve dergâhın Şeyh Paşa Zaviyesi yerine inşa edildiği33 dikkate alındığında, bu yapıların 1610 yangınından sonra34 yapılmış olduğunu kabul etmek gerekiyor. Diğer taraftan İçkale Mahallesi35 sakinlerinden Aslanağa ibni Muslu adındaki hayırseverin Bazar-ı Ganem Suki/Koyunpazarı Çarşısı'nda yaptırdığı iki katlı han36, kahvehane, mescid ve bitişiğinde bulunan üç dükkânın vakfedildiğini gösteren Gurre-i Şaban 1075/1664 tarihli vakfiyenin şuhudu'l-hâl listesinin başında"Umdetü'l-meşâyıhı'l-lizâm Mustafa Efendi ibni Tâceddinzâde" ifadeleriyle yer alması, Tâceddin bin Tâceddin Mustafa'nın bu tarihte Ankara'da hayatta olduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca aynı vakfiyede, diğer bir takım hayır şartlarının yanında37, Tâceddinzâde Mustafa Efendi'nin yaptırdığı cami-i şerifte imam olan kimsenin her gün öğle namazlarından sonra aşr-i 'amenerresulüyü tilavet edip vâkıfın ruhuna hediye etmesi ve buna karşılık yevmiye 3 akçe vazifeye mutasarrıf olması istenmektedir38. Vakfiyede geçen bu ifadeler, Şeyh Tâceddin Mustafa'nın 1664'lerde Ankara'da postnişin olarak görevinin başında olmasının yanında; bu tarihten önce dergâhla birlikte camiini de inşa ettirerek hizmete açtığını ve kendinden başka bir şahsın imamet vazifesinde bulunduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Vakfiyelerde, vakfın kurulduğu tarihte toplum nezdinde itibarlı ve saygın kimseler şahit gösterilmektedir. Bu genel kuraldan hareketle isminin önüne "dayanılıp güvenilecek büyük şeyh"anlamına gelen "'umdetü'l-meşâyıhi'l-'izâm"sıfatının konulmuş olması, o tarihte şeyhimizin Ankara'da meşhurlar arasında bulunduğunu ifade etmektedir. Enver Behnan Şapolyo'nun Celvetî/Tâcî öğretisini anlatan Tâceddin Risalesi'nin yazarı olarak takdim ettiği "Şeyh Derviş Muslu Ankaravî" ile bu bilgileri aynı düzlemde değerlendirdiğimizde, Ankara'nın eşrafından olduğu anlaşılan Muslu ailesinin39, Şeyh Efendi'nin müridi ve yakın ahbabı bulunduğunu söylememiz, olaylar örgüsüne uygun düşm ektedir.

Diğer taraftan, en sağlam arşiv vesikalarından olan vakfiyeden elde ettiğimiz bu bilgiler; Tâceddin bin Tâceddin Mustafa'nın Celvetî Şeyhi Aziz Mahmud Hüdâî'nin elinden icazet aldığını gösteren "Üsküdari Aziz Mahmud Efendi hülefâsından"40 ifadelerini doğrulamakta; zamanlama itibariyle Aziz Mahmud Hüdâî hazretleriyle görüşmesinin ve doğrudan ondan icazet almış olmasının imkânsız olduğunu söyleyenlerin41 argümanlarını ellerinden almaktadır. Tâceddinzâde Şeyh Tâceddin Mustafa, kız ve erkek çocuk bırakmadan vefat etmiştir42. Bu sebeple boşalan postnişinliğe, Bursa'dan Ankara'ya gelen Gizli Şeyh Mehmed Efendi, dışarıdan /(ecanibden) atanmıştır. Atama tarihlerini ve görev sürelerini bilmesek de, Gizli Şeyhin oğlu Mehmed ve bir torununun sıra ile Tâceddin Dergâhı'nda şeyh olarak görev yaptıklarını; 1130/1717'de Abdurrahman Efendi'nin Tâceddin Mustafa'nın türbesine türbedar tayin edildiğini biliyoruz43.1717'den geriye doğru gitsek ve görev yapan üç şeyh için ortalama bir görev süresi belirlesek Şeyh Tâceddin Mustafa'nın vefat tarihi ile ilgili bir tahm inde bulunabiliriz. Şeyh mürid ilişkileri açısından isimleri birlikte anılan Mehmed Muhıddin Üftade (1490-1580)'nin 90 ve Aziz Mahmud Hüdâî (1541-1628)'nin 77 yıl yaşadıkları dikkâte alınarak, Şeyh Tâceddin Mustafa'nın da ortalama 80-85 yaşlarına kadar ömür sürdüğü varsayılırsa; sağlam kaynaklardan aktardığım ız bilgiler ışığında, şeyhimizin 1580-1590'larda doğmuş ve yaklaşık 1670-75 yıllarında da vefat etmiş olabileceği tahmin edilebilir. Bu durumda, Kanuni ve Üftade hazretleri zamanına kadar geriye gitmese de, Aziz Mahmud Hüdâî Dergâhı'nda seyr-i sulûkünü tamamladığını ve şeyhinin elinden icazet aldığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Diğer taraftan, Tâceddin Külliyesi'nden bahseden belgelerde, es-Seyyid Şeyh Tâceddin Mustafa için; bazen "Tâceddinzâde Mustafa Efendi”44, bazen “Medine-i Ankara'da defîn-i hâk-ı 'ıtır-nâk olan meşâhir-i eizze-i kiramdan Tâceddinzâde-i Veli kuddise sırruhu'l-âli hazretleri"45, bazen de "Tâceddinzâde-i Veli"46 ya da doğrudan"Şeyh Tâceddin-i Veli"47 unvanları kullanılmaktadır. Tâceddin Külliyesi'ni vakfeden, Tâceddin Dergâhı'nı kuran, Tâcî/Celvetî evrâd-ı şerifini telif eden, Tâceddin Dergâhı tasavvuf anlayışını anlatan Tâcî Risalesi'ni yazan ve Divançede yer alan şiirleri söyleyen es-Seyyid Şeyh Mustafa Tâceddin bin Tâceddin'dir. Şimdiye kadar zannedildiği gibi Tâceddin-i Veli veya Tâceddin Sultan ayrı şahıslar olmadıkları gibi baba oğul da değildirler. AnkaralIların sevgi ve bağlılığını kazanan, resmî kayıtlarda "ve//" olarak geçen, halkın gönlüne "sultan" olarak nakşedilen esas ismi Tâceddin Mustafa, babasının adından dolayı "Tâceddinzâde" olarak anılan, köken itibariyle Ankaralı olduğu için "Ankaravî" mahlasını kullanan şahıs aynı kişidir. Açık ve kapsamlı adı es-Seyyid Şeyh Tâceddin Mustafa bin Tâceddin el-Ankaravî"dir. Tâceddinzâde Şeyh Mustafa, Tâceddinzâde-i Veli, kısaca Tâceddin-i Veli ve Tâceddin Sultan da diğer isimleridir. Bir evrâd-ı şerifin başında Şeyh Tâceddin Mustafa'nın "Tâceddinzâde" unvanıyla şöhret kazandığı açıkça yazılıdır48.

b.Şeyh Tâceddin Mustafa'nın Eserleri

Söylediğimiz bu hususların hepsini bir arada ifade eden ve Tâceddin Mustafa'nın bir risalesinin bulunduğunu kayda geçiren, kendisi gibi Ankaralı olan Dâru'l-hilâfe Müderrisi Osman Vasfî Ankaravî'nin istinsah ettiği Tâcî Evrâd-ı Şerifi'nin dibacesinde yer alan Türkçe açıklamayı aktararak, risalenin tanıtım ına geçmek istiyorum: "Kutbu dâire-i hakikat menba-i esrâr-ı tarikat ve künûz-i ma'rifet Şeyhu's-sakaleyn Tâceddin bin Tâceddin es-Seyyid Şeyh Mustafa kaddesallahu sırrehuma hazretlerinin te'lifât-ı a'liyesinden işbu zâkirân-ı evrâd-ı şerifenin ibtidâ-i kıraetlerinde ruhâniyet-i Resulullah ve cümle ehlullah hâzirûn oldukları halde ba'de salatu'l-fecr ihlasla bu evrâd-ı şerifeye her kim devam eder ise, sebeb-i selâmet-i dünya ve ahiret ve husûl-i muradetleriyle tâ'ûn, vebâ ve mesâibi def'içûn her du alem den masun ve mahfûziyetleriyçün ale's-sabah bir hasta üzerine kıraat olunsa şifâ bulur deyu Risâle-i Ş erifleri’nde şerh ve beyân olunmuştur. ETân dergâh-ı müşârunileyhde devam olunur. Ve minallahi't-tevfik"49. Bu açıklamanın arkasından "Evrâd-ı Şerif-i Tâceddin-i Veli” ana başlığının altında besmele ile Arapça vird metni başlamaktadır. Bütün çabalarımıza rağmen henüz bulup tetkik edemediğimiz Tâceddin Mustafa'nın telifi olan ve Şeyh Derviş Muslu Ankaravî'nin derleyip bir kapak içerisine topladığı Risaleyi, Enver Behnan Şapolyo 1958'de Ankara Belediye Dergisi'ne yazdığı bir makale ile tanıtmaktadır. Bu makalede verilen bilgilere göre Risale, dört bölüm ve yüz küsur sayfadan ibarettir. Birinci bölüm, Tâceddinoğlu Şeyh Mustafa Ankaravî'nin evrâd-ı şerifidir50. İkinci bölüm, Şeyh Tâceddin Sultan'ın silsilenamesidir. Tâceddin Mustafa'ya ait kısa biyografiyi bu kısım teşkil etmektedir. Üçüncü bölüm Tâceddin Sultan'ın esrâr-ı İlâhisidir. Bu bahsin içinde şeyhlere ve ashâb-ı güzîne ait birçok menkıbe bulunmaktadır. Dördüncü bölüm ise, ilâhiyât-ı Tâceddinzâde’dir. Bu bölümün içi çok değerli şiirlerle doludur. Bu şiirler okunduğu zaman Tâceddinoğlu Şeyh Mustafa'nın büyük bir şair olduğu meydana çıkacaktır. Bu eser bir Tâcî Divanıdır. Edebiyat tarihimizi zenginleştirecek bir mahiyet taşımaktadır51. E. Behnan Şapolyo'nun, Risaleyi oluşturan bölümlerin tanıtımına ait bu kısa cümleleri bile ne kadar önemli bir eserle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymaktadır. Şuana kadar Risale'nin bulunaraktetkik edilememiş olması, hiç kuşkusuz işlerimizi zorlaştırmaktadır. Fakat arşivlerden ve kütüphanelerin yazmalar bölümünden temin ettiğimiz belgeler, şeyh efendilerin menkıbelerinin anlatıldığı üçüncü bölüm hariç diğer bölümler hakkında fikir sahibi olmamıza yetecek düzeydedir. Tâceddin Külliyesi'nin banisi ve ilk postnişini Tâceddinzâde Mustafa Efendi'nin kesin ölüm tarihini ve yerine dışarıdan tayin edilen Gizli Şeyh Mehmed Efendi ve ondan sonra bu göreve getirilen oğlu Şeyh Mehmed Efendi'nin atanma tarihleri ile torun şeyhin ismini ve bu şeyhlerin görev sürelerini bilemesek de; Abdurrahman Efendi'nin 1130/1717 tarihinde türbedarlığa getirilmesinden sonraki silsilenameyi kesin bir şekilde bilmekteyiz.

Birinci bölümde yer aldığı söylenen Tâcî Evrâd-ı Şerifi'nin bugüne kadar altı istinsah suretini, kütüphanelerin yazmalar bölümlerinden mikrofilmlerini alarak temin imkânına kavuştuk. Bu çalışmanın kitaplaştırtm ası sırasında değerlendirilecektir. Bilindiği gibi "evrâd" kelimesi "vird" in çoğuludur. Allah'a yakınlaşmak amacıyla belirli zamanlarda ve belli sayılarda yapılan duâ ve zikri ifade eder.Tasavvuf terimi olarak; bir pîr veya şeyh tarafından düzenlenmiş olan, tarikat mensuplarının her gün veya belirli zamanlarda okudukları âyetler, salavat ve esmâdan oluşan duâ demektir. Bizzat tarikat kurucuları tarafından tertip edilirler52. Şiirlerinin tamamı olmasa da, Risale'nin dördüncü ve son bölümünde yer alan İlâhi formundaki Türkçe divanın bir parçasına da sahibiz. "Divân-ı Tâceddin-i Veli kuddise sırruhu'lcelî, der defini hâk-ı ‘ıtır-nâk-ı Ankara" başlığı altında dört ansiklopedik sayfada yer alan on üç şiir elimizde bulunm aktadır53. E.Behnan Şapolyo anılan makalesinde, Divançe'de yer almayan bazı şiirlerden örnekler vermektedir. Demek ki, Risale'nin dördüncü bölümünde bulunan şiirlerin tamamına henüz sahip değiliz. Şiirlerin tetkikinden anlaşılacağı üzere, XVI-XVII. yüzyıllarda herkesin Arapça ve Farsça yazmaya özen gösterdiği bir ortamda Şeyh Tâceddin Mustafa, dönemine göre sade bir Türkçe ile yazmayı tercih etmiştir. Bir örnek teşkil etmek üzere, iki İlâhisini orijinal metinleri ve transkripsiyonuyla birlikte yazının ekinde sunuyorum.

Sonuç

Elde ettiğimiz arşiv dokümanlarına dayalı olarak yaptığımız analizlerden; Şeyh Tâceddin Mustafa'nın zahirî ve batinî/şer'î ve manevî ilimleri tahsil ettiği, seyr-ü sülûkunu tam am ­ layarak Aziz Mahmud Hüdâî hazretlerinin elinden icazet aldığı, yaklaşık 1590-1670 yılları arasında yaşamış olabileceği, XVII yüzyılın ilk çeyreğinde memleketi olan Ankara'ya gelerekTekke Ahmet MahallesindeTâceddin Külliyesini yaptırarak vakfettiği, ömrünün sonuna kadar burada kurduğu Tâceddin Dergâhı'nda gönüllerin terbiyesi ile meşgul olduğu, Celvetî'nin Tâcî kolunu oluşturarak Arapça evrâd-ı şerifini tertip ettiği, bu kolun terbiye metodu ve usulünü anlatmak üzere Tâcî Risalesi'nı yazdığı, Arapça ve Farsça'yı bu dillerde eser telif edecek kadar iyi derecede bildiği, kökenleri Orta Asya'ya dayanan ve kurdukları beyliğin dilini Türkçe olarak kabul ve ilan eden Tâceddinoğullarına54 mensubiyeti sebebiyle hüzün ve coşkunun hakim olduğu tasavvufî şiirlerini sade bir Türkçe ile yazdığı, yaptığı hizmetler ve ortaya koyduğu örnek davranışlar sebebiyle yöneticisinden sade vatandaşına kadar herkesin gönlünde sevgi tahtı kuran ulu bir sultan; genelde Ankara'ya, özelde Tâceddin Dergâhı ve çevresine gerçek anlamda şeref bahşeden müstesna bir şahsiyet olduğu anlaşılmaktadır. Tâceddin Dergâhı'na bağlanan gönüllerde, Şeyh Tâceddin Mustafa’nın manevî tasarruflarıyla meydana gelen coşku, Mehmet Âkif Ersoy'un istiklâl Marşı'nı aynı mekânda yazmasıyla yeni bir ivme kazanmıştır. Dün mânâ meşalesinin yakıldığı bir ocak olan bu yerler, günümüzde bağımsızlık ve istiklâlimizin yedi düvele haykırıldığı bir merkez hâline gelmiştir. İstiklâl mücadelemizi yeni nesillere anlatacak, sesli ve görüntülü açık hava müzesi ile etrafının taçlandırılacağı günleri beklemektedir.

"Mehmet Âkif, Dönemi ve Çevresi" Vefatının 71. Yılında Mehmet Âkif Ersoy Bilgi Şöleninde sunulan bildirilerinden oluşan TYB'nin 32. Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin 3. kitabı. Mart 2008

 
 
Bu haber toplam 739 defa okunmuştur
  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim