• İstanbul 13 °C
  • Ankara 14 °C

İbrahim Eryiğit: "Kocakarı ile Ömer" Şiiri Örneğinde Âkif'in Duyarlı Bir Aydın Olarak Portresi

İbrahim Eryiğit: "Kocakarı ile Ömer" Şiiri Örneğinde Âkif'in Duyarlı Bir Aydın Olarak Portresi
Akif'in şiirlerindeki ve hayatındaki en önemli ilkesi şudur:

"Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem" 

Bizlere de önemli bir tavsiyesi vardır: 

“Ne büyük söyle, ne çok söyle;yiğit işte gerek! Lafı bol karnı geniş soyları tâklid etme; Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek." 

Akif'in en başarılı olduğu şiirleri, manzum hikaye formatında yazdığı şiirleridir bence. Bu manzumelerin en önemli özelliği, gerçekçi ve canlı tasvirlere yer verilmiş olmasında yatar. Mehmet Akif Ersoy'un, 'Kocakarı ile Ömer' adlı şiirini hepiniz biliyorsunuzdur, en azından bu şiirin hikayesini biliyorsunuzdur. Burada, şiirin tamamını okumak güzel olurdu; ama sanırım zaman sorunumuz var... Bu şiiri hiç okumayanlardan özellikle istirham ediyorum, bugün mutlaka bu şiiri okusunlar. 

Şiire konu olan hikayeyi hatırlayalım: Hz. Ömer, hemen hemen her gece yaptığı gibi halkın yaşantısından haberdar olmak için Medine şehrini dolaşmaya çıkar. Peygamberimizin amcası Abbas; Hz. Ömer'le karşılaşır. Abbas'ın anlatımını şiirleştirir Akif: 'Kocakarı ile Ömer'. Akif, bu şiirleştirmeyi o kadar başarılı yapar ki, kendinizi, şehrin sokaklarında Hz. Ömer ve Abbas'la yürüyor bulursunuz. Muhtemelen onlar sizden bir adım öndedirler, soluk alışverişleri, kısa ve kesik konuşmaları sarar her yanınızı: 

"Ne yürüyen uyanık biri, ne bir ses var; Bir ahiret sessizliği içindeydi civar. Ömer gezmekte hakkın koruyucusu olarak... Şu yatan beldenin huzuruna bak! O gökler kadar yücelmiş alın, Çakarak ta içinden ufukların, Hiçbir zaman sönmeyen bakışı ile, Uyanık yıldızlarda sanki bir hale! Duruyor her evin önünde Ömer, Dinliyor habersiz içerdekiler. Geçmedik en harap bir yapıyı, Yokladık sağlı sollu her kapıyı. Geldik artık Medine dışına; Bir çadır gördü, durdu kaldı yine."

Mehmet Akif'in, olayı şiirleştirme tekniği, sadece ölçü (aruz) ve kafiye uyumundan ibaret değildir. Aruzu doğal, rahat bir biçimde Türkçe'yle uyum içinde kullanır. Söz konusu olay, yaklaşık 1400 yıl önce yaşanmış olsa da sanki şimdi yaşanıyormuşçasına gözlerinizin önüne serilir. Duyarlı bir aydının yüreğinin derinliklerinden çağıldayarak gelen bir duygu seliyle karşı karşıya kaldığınızı, beyninizde ve yüreğinizde oluşan anafora bütün benliğinizle kapıldığınızda anlayabiliyorsunuz. Akif'in şiirlerindeki tasvirler, sadece görülen veya duyulan bir nesnenin ya da olgunun resmedilmesi değildir. Ondaki tasvirler, tüm duyu organlarınca kavranan bir olgunun, yürek ve beynin oluşturduğu manevi prizmaya yansıtılarak, kamilleşmiş ruh potasında ergimesinin doğal bir sonucudur. Yaşadığı çağı, her anlamda tanıyan ve çağının getirdiği olumsuzluklara karşı alternatif direnç noktaları oluşturmaya çalışan Akif, toplumu bilgilendirme ve bilinçlendirme düzleminde olanca çabasını ortaya koyar. Akif'teki tasvirler o kadar doğal ve içtendir ki, Ömer'in ve Abbas'ın her adımında, hatta her sağa sola dönüşlerinde mahcubiyetin sarmaladığı tatlı bir tedirginlik kaplar her yanınızı. Bu atmosferi o kadar canlı yaşıyor ve yaşatıyor ki şair, 'okurluk' sıfatı dar gelir size, çadıra onlarla beraber girersiniz:

"Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın 'Açız! Açız!' diye feryat eden çocuklarının, Karıştırıp duruyorken pişen yemeğini;" 

Çadırdaki tablo hüzün vericidir: Kadın tencerede çakıl taşları kaynatmaktadır çocukları avutmak için. Ömer'le kadın arasındaki diyalog yürek burkucu bir biçimde gelişir, ikisinin arasında oturup kalmışsınızdır; bir yanınızda sürekli doğruları haykıran bir kadın; diğer yanınızda kadının serzenişlerinde ezilen Ömer vardır. Kadın, karşısındakinin Halife Ömer olduğunun farkında değildir: 

Ömer sorar kadına: 

“Adam Emîr'e gidip söylemez mi halini?" 

Kocakarı, bütün nefretiyle bağırır: 

“Ah! Emîr'e öyle mi? Kahretsin en tezinden Allah! Yakında bahtının bayrağı yerlerde sürünsün... Ömer, belâsını dünyada isterim bulsun!" - Ne yaptı, teyze, Ömer, böyle beddua edecek? - Ya ben yetim avuturken, Emir uyur mu gerek? Onun emrindeyiz, ona bizler Allah'ın emanetiyiz; Gelip de bir aramak yok mu? -Haklısın, yalnız, Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez; Gidip de söylememişsen ne haldesin bilemez. -Niçin halifeliği zamanında kabul etti öyleyse? Sonunda böyle çürük özrü kabul eder mi kimse? Zavallının işi çokmuş!.. Nedir, savaş mı? işitme sen de etrafında yükselen acı çığlıkları, Medine halkını çıplak bırak, Mısır'da dolaş... ‘Gazâ! Gazâl' diye git soy cihanı, gel paylaş!" 

Şair, toplumun iktidardan beklentisini, -kocakarınınağzından- şiirselliğe halel getirmeden sürdürür. Duyarlı bir aydının kaleminden, iktidarın yüklendiği sorumluluğun çerçevesinin çizilmesi ve iktidarın yüklendiği misyonun koordinatlarının belirlenmesi, şiirin bütün imkânlarının sonuna kadar kullanılmasını gerektirse de Mehmet Âkif bunu en ideal biçimde yerine getirmenin kıvancını paylaşır okuruyla. Sanki, okurunun elinden tutarak keyifli; ancak aynı oranda da sorumluluk yüklenilen bir gezintiye çıkarır onu. Her mısrası bir gülle gibi ağır olan sözler, Ömer'den önce okurun yüzünde patlar adeta. Ömer'le Abbas geri plandadır artık, bağırıp çağıran kocakarının karşısında yalnızca siz varsınızdır artık:

"Çocukların bu sefer yükselince feryadı, Kadının öfkesi artık çılgınlığa vardı: - Şu ağıtlar ki çıkar tâ bulutların içine, Ömer! Lanet yıldırımları olur, iner tepene! Yetimin âhını yağmur duâsı zannetme: O çığlık, bir gök gürlemesidir ki gönderir ölüme! “Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver... " "Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer!" Gidip de söyleyeyim ha?.. Dilencilikyapamam! Ömer de kim! Benim ondan cömert adamdı babam. Ölür de yüz suyu dökmem sizin halifenize!.. Ömer vuruldu bu son sözle... - Haklısın, teyze! Avut çocukları, ben şimdicek gider gelirim."

işte, Akif'in şair olarak farklılığı buradadır. O, geçmiş bir olayı şiir tarzında naklederken, aslında, günümüz insanına sorumluluğunu hatırlatmaktadır, ama bunu yaparken de asla söylevci konumunda olmaz, tam tersine, yürekten doğal bir tonda seslenir, size kendi benliğinizin doğal halini yansıtır sadece. Akif'in yüreğini ortaya koyarak yazdığı bu şiirin, sizde yaşattığı yürek depremleri sonucunda kelimenin en yalın ve doğal haliyle siz Ömer'sinizdir artık:

Halife önde, bitik, suçlu, üzgün, pişman; Ben arkasında, perişan, çadırdan ayrıldık. Sabaha karşı biraz başlamıştı aydınlık. Köyün köpekleri ejderha misali saldırıyor, Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor! Medine'nin dalarak eğri büğrü sokaklarına; Dönüp dönüp hele geldik zahire ambarına. Halife girdi açıp, ben de girdim emriyle. Arandı her yeri bir mum yakıp çok acele. - Şu tek çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana; Bu testi yağ doludur, elverir o yük de sana. Çuval Halifede, yağ bende, çıktık ambardan; Kilitleyip geri döndük deminki yollardan. Mesafe, baktım, uzun; yük yaman; Ömer yaralı; Dedim ki: - Ben götüreydim... Verir misin çuvalı? - Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın: Vebali kendine dittir İbni Hattâbin. Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin? Yarın, Allah'ın huzurunda, kimseler, Ömer'in Zararına ortak olmaz, bugünlük olsa bile; Evet, halifeliği yüklenmeyeydi vaktiyle. Dicle kenarında bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelirde İlâhi adalet sorar Ömer'den onu! Bir ihtiyar kadın kimsesiz kalır, Ömer sorumlu! Yetimi yoksunluk gözyaşları alır, Ömer sorumlu! Bir yoksulun yuvası bakılmayıp göçse: Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse! Dünyada haksız yere bir damla kan dökünce biri: 0 damla bir koca girdap olur boğar Ömer'i! Ömer duyulmada her kalbin beddualarından; Ömer kovulmada her matemin bulunduğu yerden! Ömer halife iken başka kim sorumluluğu yüklenir? Ömer ne yapsın, Allah'ım, insan çok zalim ve cahildir! Ömer'den isteniyor beklenen Muhammed'den... Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu yükü sırtına sen?

Ömer'in devlet başkanı olarak yaşadığı bu sıkıntı, Akif'in yüreğinde şiirselliğin en üst zirvesine çıkarak, sonsuz çağlayanlar olarak yüreklerimizde ve beyinlerimizde çağıldayarak, edinmesi gereken yeri edinecektir kuşkusuz: 

"-Se/ı al masan acaba kim gelip de senden iyi, idare edecek düştüğün bu mücadeleyi? Evet, adaleti "mutlak" diye hayal edersen eğer, Ömer değil ya ne olsan bırak ki hepsi boştur!

Adaleti "mutlak" olarak hayal ederse insan, Ümidi karamsarlığa mahkum olur her zaman. Sen ey Ömer, ne meleksin, ne de zalim bir emir... Fakat insan mazlum yaratılmış, elden ne gelir? Görür gökteki burçların bütün yıldızları, Karanlık içinde, yük altında inleyen Ömer'i! Hakkın huzuruna çıkarken bu unlu alnın ile, Değil yeryüzünü, şâhit göster gökleri bile! - Uzak mı yol? Daha çok var mı? - Ancak üç beş adım. Gücü kalmamış artık zavallının... Baktım: Olanca azmini zorlayıp, nefes nefese; Yavaş yavaş yürüyor. Geldi bin belâ ne ise! Sokuldu çadıra, indirdi arkasından unu: - Bırak da testiyi yerleştirin kenara şunu. Hemen çakılları çömlekten indirip attı, Uzandı testiye, yağ koydu, sonra un kattı. Oturmak istedi, ancak belâya bak ki: Ocak Hemen sönüp gidecek... - Teyze, yok mu hiç yakacak? Kadın getirdi beş on parça yaş diken Ömer'e; Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere. Ocak tüter, Ömer üfler ateşli soluğuyla; Yeri darmadağınık beyaz sakalıyla, Secdedeymiş gibi huşuyla, sürekli süpürür; İçinde ruhu yanar, alnında ter köpürür! Döner gözlerinin önünde yığın yığın duman; Bulut geçer gibi bir yıldızın ince ışığından! Ocak tutuştu, yemek pişti; -Var mı teyze kabın? Getir de indirelim... - Var büyükçe bir kap, alın. Yemek sıcaktı, fakat kim durup da bekleyecek! Ömer, çocuklara bir bir yedirdi üfleyerek! Kesildi çadırda mâtem, uyandı sevincin ruhu; Çocuklar oynaşıyorlar, kadın sevinçli mutlu. Ömer bu âlemi gördükçe kendinden geçti... Dedim: - Sabâh oluyor kalkalım... - Evet, haydi! Yarın devlet hâzinesine gel teyze, öğleyin beni bul; Hatife'ye söyleriz umarım sonuç hayırlı olur. # # * Yüzü gülmüştü teyzenin, baktık, Biz de çıktık vedâ edip artık Hiç görünmeksizin gelip geçene, Doğru indik Halife'nin evine. "Şimdi nerdeyse gün doğar, kalıver." Diye, koyuvermiyordu, çünkü, Ömer. Biraz sonra sabahın gürültüsü Uyandırdı şehirdeki herkesi. Öğle geçmişti, çıktı geidi kadın. -Galiba teyze uykusuz kaldın! İşte bağlanmak üzeredir nafakan, Alacaksın her ay gelip buradan. Şimdi affettin değil mi beni? -Böyle göster fakat adaletini.

Mehmet Âkif Ersoy, bu şiirinde, bizim gibi günde üç öğün yemek yiyen değil, torunlarına günlerce bir öğün bile yemek yediremeyen kocakarıyı o kadar güzel anlatıyor ki kadının serzenişleri ve çocukların ağlamaları yüreklerimizde yankılanıyor. Bu ağlama seslerini hiç olmazsa bir kez hayalinizde dinlemenizi rica ediyorum. Başka bir şey değil, sadece bu... Sadece bu...

(Yazıdaki şiirlerin sadeleştirilm iş biçimleri, Vahap Akbaş'ın Beyan Yayınları için hazırladığı Safahat'tan alınmıştır.)

Mehmet Âkif: Edebî ve Fikrî Akımlar/3. Mehmet Akif Ersoy Bilgi Şöleni’nde sunulan tebliğlerin kitap haline getirilmesi ile oluşan kitap TYB'nin 39, Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 3.kitabı

https://kitap.tyb.org.tr/kitap/akif3edebivefikri.pdf

Bu haber toplam 1257 defa okunmuştur
  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim