“Ben insanı gözünden tanırım” deyimini sıkça çevremizde duyarız, bazı hallerde yeri geldiğinde biz de kullanırız. İnsanın, yüzünden, alnından, kaşından, kulaklarından, ellerinden ve ayaklarından değil de, “gözünden” tanınması, bir bakıma “göz”ün adeta tanık yerine konulması dikkate şayandır. Gerçekte beş duyu organının sağladığı, elde ettiği algılar, bunların mahiyetlerini yansıtıcı özellikler gösterirler. Her bir duyu organının elde ettiği algı, diğerine göre biraz doğru ya da yanıltıcı nitelikte olabilir. Bu anlamda felsefenin önemli ve bir yönüyle de öncelikli alanı olan “bilgi kuramı” (epistemoloji) kapsamında, bilginin kaynağını duyuma dayandıranlardan bazı filozoflar duyuları güvenilirlikleri bakımından sıralamışlardır. Mesela sofist Protagoras, güvenilirlik açısından dokunma duyusuna öncelik tanır. Çünkü nesne hakkında güvenilir algıyı ancak dokunma duyusu sağlar. Gerekçe olarak da dokunma duyusu, diğer duyulara nispetle doğrudan, hiçbir aracıya ihtiyaç hissetmeden nesneyle “temas” sağlar. Görme, işitme ve tat alma duyuları dış şartlardan daha çok etkilenirler.
Fakat insanı tanımada gözün öne çıkartılması nedendir? Diğer duyulara göre, göz/görme, konusu olan nesneyle karşılıklı etkileşme içindedir. Karşınızdakinin gözüne bakarken, o da size karşı aynı hareketi gerçekleştirir. Yani özneyken aynı zamanda da nesne durumunda kalırsınız. Bakılan nesnenin somutluğunu biçimlendirirsiniz ve kategorize etme imkânınız derhal sonuç doğurur.
Maksadım, burada felsefenin bilgi kuramı konusunda yapılagelmiş tartışmaları, iddiaları sıralamak değildir. Sonuçta duyu organları özelliklidir ve değişkendir, ama aynı zamanda adeta sınırsızdır. Hakikati, doğruyu, iyiyi ve güzeli algılamada önemli bir işleve sahip olmakla birlikte, bunlar hakkında sağlam ve güvenilir bilgilere ulaşma hususunda son sözü söylemeleri daima tartışmalıdır.
İnsanın gözünden tanınması, bizi insan hakkında sağlam ve güvenilir bir yargıya ulaştıramaz. Kuşkusuz buradaki “tanıma”da itibari ya da izafi bir anlama sahip olmalıdır. Diyeceğim insanı, insan olarak tanıma konusunda, insanın pek başarı elde ettiğini söylemek, fazla iddialı bir söz gibi durmaktadır.
Tanıdığımızı iddia ettiğimiz insan, gerçekten kendi varlık bütünlüğü içindeki insan mıdır, yoksa bizim tasavvur ettiğimiz insan kavrayışımızın bir yansıması, bir gölgesi mesabesinde olan insan mıdır? Çünkü tasavvur ettiğimiz insan, somut gerçekliğinin ötesinde, birtakım ilke ve değerlerin atfedildiği bir varlıktır. Yani ideal insandır. İdeal insan tasavvuru dini değerlerden ahlâki değerlere, estetik değerlerden toplumsal değerlere varıncaya kadar birçok unsurun oluşturduğu insan prototipinden izler taşımaktadır.
Eğer birtakım ilke ve değerlerin ölçü olma işlevlerini esas alarak insanı tanımaya yönelir ve çaba gösterirsek, belki yanılabiliriz ama bu yanılmamız bile güvenilir yargıya ulaşmamızda etkili ve belirleyici olabilir.
Akılla, izanla, sağduyuyla ve ferasetle anlamada, kavramada, açıklama, yorumlama ve değerlendirmede şaşkınlık, hayret ve dehşet içinde kaldığımız zamanlarda ve bugünlerde, aslında basit olanın zorluğunu, güçlüğünü, hatta imkânsızlığını yaşıyoruz. Münferit bireyler, ihtimal bütün toplum olarak. Duyuları, yani “nefsi” temel aldığımızda basit ve sade olanın nasıl zora ve güçlüğe sarmalandığı görülür. Oysa hakikat, doğru, iyi ve güzel basittir, sadedir.
19.03.2014 Milli Gazete 































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.