• İstanbul 16 °C
  • Ankara 17 °C

Kâmil Yeşil: Saygı, Saygısızlık, Darbeye Gerekçe Bağlamında İstiklâl Marşı’na Bakış

Kâmil Yeşil: Saygı, Saygısızlık, Darbeye Gerekçe Bağlamında İstiklâl Marşı’na Bakış
“6 Eylül 1980 Kudüs’ü Kurtarma ve Millî Gençlik Yürüyüş ve Mitingi”

Toplum hayatında yazılı olmayan ancak ihlal edildiğinde bir dışlanma se­bebi, bir ayıplama vesilesi olan kurallar vardır. Ahlak, adabımuaşeret, teamül gibi dinden, örften, gelenekten beslenen bu kurallar, toplumu ayakta tutar, bir­birine bağlar; bazen yazılı kurallardan daha çok etkilidir. Uyulmaması bir suç teşkil etmez, kişi mahkemede yargılanmaz, mahkûm olmaz ve fakat devletin mahkemesinden daha tesirli olan maşerî vicdan onu yargılar. Bundan dolayı tarihi, kültürü, geleneği derin olan milletlerde toplumun huzuru, geleceği bi­raz da yazılı olmayan bu kurallara uymaya bağlıdır.

Toplumun bu işleyişini bilen idare sisteminin de yazılı olmayan bu ku­rallara kendini teslim ettiği görülür. Teamüller devlet işleyişinde böyle orta­ya çıkar. Devlet-millet kaynaşmasının müşahhaslaştığı bu tür uygulamaların başında “saygı” kavramı gelir. Manevi bir mekân olarak camilerin, türbelerin, millete hizmet etmiş kişilerin hatırasına hürmet bu cümledendir; onu ziyare­tin bir adabı vardır, işlemler yazılı olmayan bu adaba göre yapılır.

Çerçevesi yasal olarak tanımlanıp sınırlandırılmamış olsa da ziyareti kuralına göre yapmak veya yapmamak suç değilse de zihinlerde, gönüllerde, dillerde yargılama o rutinler üzerinden yapılır. Basın yayın organlarında yer alması da farklı bir yaptırım olarak karşımıza çıkar.

Milletimizin çok büyük değer atfettiği ve daha sonra yazılı kural hâline gelen davranış kalıplarından olan saygı/hürmet; özel olarak milletin ortak malı, ortak değeri olan şeylerde daha açık görülür ve bu davranış tarzı daha sonra bir millî kural, millî görgü, millî saygı hâline gelmiştir; İstiklâl Marşı’na olan saygı böyle bir saygıdır.

İlkokuldan lise son sınıfa kadar bütün talebeler; bayrağa, İstiklâl Marşı’na saygıyı törenlerde, kutlamalarda, anmalarda gösterdikleri bir dizi davranış ka­lıbını idareci ve öğretmenlerin uygulamalarından hareketle öğrenirler. Okul­larda kazandırılan bu tür davranış kalıpları, bir zaman sonra yaptırımı olan disiplin kurallarına dönüşmüştür. Bazı anma ve kutlamalarda trafiğin durdu­ğunu, insanların sokakta saygı duruşuna geçtiğini bu bağlamda hatırlamak yerinde olur. Bir disiplin gereği olduğu, biraz zorakilik barındırdığı için bazı kişilerin saygısı görünüştedir. Özellikle okulların bayrak törenleri başta olmak üzere, resmî kutlamalar ve anmalar rutinleştiği, konuşmalar gereksiz uzatıldığı için böyle törenlerden uzak durmak, öyle yerlerden kaçmak da okul dönemle­rinden beri görülen bir şeydir.

Gönülden, içten gelmesi gereken bir duygu olarak saygının/hürmetin bu tür yaptırımlarla sağlanamayacağı açıksa da genel olarak uygulama budur. As­kerî okullarda, polis kolejlerinde, güvenlik merkezli eğitim kurumlarında bu hususa daha millî, daha devletçi bir anlam ve değer yüklenir, yaptırımlar daha ağır olur. Bu yerlerde davranış tarzı; içten sevmek, benimsemek, gönüllülük gibi yazılı olmayan uygulamaları aşar; şekilsel, törensel bir davranış hüviyeti kazanır ve bu hâl esas olanın yerine geçer. Saygı duruşu olarak isimlendirilen bu hareket tarzı artık kalıplaşmıştır. Vücut diktir, bakışlar serttir, gözler ileri bakar, eller yanlara yapışmıştır, vs. sinek uçsa duyulur; ortam o kadar sessizdir. Yılan soksa duruşunuzu bozmamalısınız derler ve de bozulmaz. Bu aşamadan sonrası artık sevgi, saygı değildir. İçine korku, cezalandırma katılmış bir disip­lin, bir davranış kalıbı, bir şekilciliktir.

Özde değil, sözde saygı söz konusudur.

Konu İstiklâl Marşı da olsa durum değişmez. İnsanlar anlamlarını bil­medikleri, telaffuzunu beceremedikleri sözleri tekrar ederken bulur kendi­lerini. Genellikle söyleyişte birlik sağlanamaz. Son zamanlarda dinleyicilerin play-back yani ses cihazından gelen sese dudak uydurmasıyla birliktelik sağ­lanır oldu. Uygulamadaki bu tür aksaklıklara, yer yer uyumsuzluklara rağmen İstiklâl Marşı hem resmî düzeyde hem toplum nezdinde yine de saygı, hürmet hissi ile birlikte anılan, icra edilen bir ritüeldir. Bunun dışına çıkıldığı yerlerde hele medya çağında bu tür aksamalar hemen haber olur, oluyor. Ses düzeninin bozukluğu, sözlerdeki şaşırmalar, bazı kişilerin okumaya katılmayışı, az katıl­ması, tören esnasında hazır ol hâlinin bozulması gibi hususların bu bağlamda yazılı ve görsel basına haber olarak yansıdığını biliyoruz.

“Hazır Ol” Yoksa Darbe Yaparım

Sivilliğin baskın olduğu dönemde kısık sesli bir kınama, “daha dikkatli olalım lütfen” uyarısı ile geçiştirilen İstiklâl Marşı’na saygısızlık, askerî darbeye gerekçe olmuştur. Evet; İstiklâl Marşı’nın okunmaması, okunmasının engellen­mesi, marş okunurken gösterilmesi gereken saygının vücut diline yansıtılma- ması 12 Eylül darbesinin gerekçelerinden biridir. Bir ritüele olduğundan daha fazla hem de şeklî anlam yüklerseniz, bir gün gelir onun kötüye kullanacaklara gün doğar. Kendileri içten hissetmeseler de verilen mesajı tam anlamasalar da hatta metnin ruhuna aykırı davransalar da bir şekilci, bir merasimci olarak onlar bunu tepe tepe kullanacaktır ve nitekim kullanmışlardır.

İstiklâl Marşı’nın okunması/okunmaması olayını darbeye gerekçe yap­mak isteyen 12 Eylülcülerin hazırlıklarını bir plana göre yaptıkları anlaşılıyor. Bunu Kenan Evren’in hatıralarından öğreniyoruz. 27 Ağustos 1979 Pazartesi, günlüğüne şöyle yazıyor Kenan Evren:

Ordunun tansiyonunu kontrolde tutmak gittikçe güçleşiyor. Bir yandan alt kademelerin huzursuzluğu, bir yandan komutanların sabırsızlığı. Ekonomik durum bir yana, ODTÜ’de öğrencilerin İstiklâl Marşı’na ayağa kalkmamaları, marş bittikten sonra kalkıp Enternasyonal Mar- şı’nı söylemeleri gibi olaylar karşısında hiç olmazsa yaklaşan ara se­çimlere kadar sakin olmaları ve bizim müdahaleyi düşündüğümüzü bilip sabırla beklemeleri açısından, zafer haftasından yararlanarak bir mesaj yayımladım. (Oran, 1989: 26).

Dikkat edilirse darbeye daha bir sene var. Ve fakat gerekçeler üretiliyor. İstiklâl Marşı’na gösterilen saygısızlık da bu bağlamda yerini alıyor. Paragraf bize aynı anda birden fazla gerekçe sunuyor. ODTÜ’lü gençlerin İstiklâl Mar- şı’nda ayağa kalkmamaları (muhtemelen bazıları okumamıştır, okumaya katıl­mamıştır) ve buna alternatif olarak söyledikleri Enternasyonal Marş. Talebeler ve üniversite yönetimi bilmemektedir ki disiplin suçu bağlamında ele alınabi­lecek bir husus, darbenin gerekçesi olarak tarihteki yerini almaktadır.

Denilebilir ki komünist zihniyet İstiklâl Marşı’na karşıdır. Bu karşı oluşta ideolojinin çizdiği üniversal anlayış önemli bir faktördür. Komünist anlayışın İstiklâl Marşı’nın muhtevasına itirazını, şairin Mehmed Âkif oluşu ve muh­tevası bağlamından bakarsak bunu anlaşılır da bulabiliriz. Onlara göre Tür­kiye Cumhuriyeti gerici, faşist bir devlettir. Bu gericilik ve faşizm, ritüellerle kendini ifade etmekte, korumakta, kutsallaştırmaktadır vs. 12 Eylül darbeci askerlerin bunu bir vesile olarak kullanmalarından, darbeye daha birkaç sene öncesinden benzeri hadiseleri kayda geçirmelerinden anlaşılıyor ki bu tür ha­diseler özel olarak kurgulanmış, provokasyon hadiselerdir. Şüphesiz eylemin isnat edildiği kesimde bu anlayış ve benzeri tavırlar vardır. İstiklâl Marşı’na saygısızlık, marşı okumamak ya da laubali okumak, İstanbul’daki üniversiteler başta olmak üzere büyük şehirlerdeki hemen bütün sol örgütlerin gösterilerin­de görülen ve zamanın basınında yer alan hadiseler cümlesindendir. Tekraren diyoruz ki -eğer tamamen provokasyon, kurgu değilse- ODTÜ’lü öğrenciler Marksist ideolojiyi savundukları için, İstiklâl Marşı’na saygısızlık yapmışlardır, çünkü onların Enternasyonel Marşları var. 12 Eylülcüler bunun izahında ve propagandasında zorlanmaz. Çeşitli çevrelerden bir destek bulmaları da ko­laydır. Ancak İslamcılar yani 12 Eylül öncesinde MSP’nin temsil ettiği siyasal İslamcıların İstiklâl Marşı ile bir meseleleri olabilir mi? Onlar İstiklâl Marşı’na protesto edebilirler mi? Böyle bir anlayışa nasıl gelmiş olabilirler? Türk dü­şünce tarihinde İslamcılık düşüncesinin en önemli kalemi ve portresi; üstelik Cumhuriyet’in gadre uğrattığı şair Mehmed Âkif’e ait; muhteva olarak siya­si söylemlerinden daha derin, daha köklü, daha edebî ve etkin, resmiyetten aldığı destek ve kuvvetle bütün okullarda okutulan İstiklâl Marşı’na MSP ve onun gençlik kollarının, MSP’ye oy veren kitlenin, gençlik kolları ile MTTB’li, Akıncılar veya Akıncı-Güç gibi gençlik kuruluşlarına mensup olabileceği tah­min edilen protestocu gençlerin marşa karşı olmak, ona saygısızlık etmek gibi bir tavrı olacaksa peki neden diye sormamız gerekir. Eğer provokasyon değil, kurgu değilse bu sorulara cevap bulmak gerekir. O günkü İslami basına baktı­ğımda buna bir cevap buldum.

Bu cevapta şunlar var:

  1. İstiklâl Marşı tahrif edilmiştir.
  2. İstiklâl Marşı o günkü yükselen İslami hareketin gençlerine hitap et­memiştir, yetersiz bulunmuştur.
  3. İstiklâl Marşı, başka İslam ülkelerinin marşları ile karşılaştığında millî oluşla maluldür. Oysa gençler ümmetçi bir anlayışa sahiptir.
  4. İstiklâl Marşı, o günkü İslamcı gençlik için kendi geleneklerinin, dü­şünce tarihlerinin bir parçası, bir ifadesi değildir; tam tersine laik, Ata­türkçü statükoyu kuvvetlendiren, ona payanda bir metindir.
  5. İslam dini/Müslümanlık gibi evrensel ve kıyamete kadar yaşayacak bir değer varken İstiklâl Marşı bir consensus olarak kabul edilemez.
  6. Vatan, bayrak, millî ordu, millî para, millî marş gibi modern değerler Müslümanların kardeş oluşu ilkesine/itikadına aykırıdır.

İstiklâl Marşı Tahrif Edildi mi?

Dönemin İslamcı basınına baktığımızda bu hususları bütünüyle doğrula­yan yayınlar görüyoruz. Şöyle: Marksist- Leninist öğrencilerde İstiklâl Mar- şı’na karşı nasıl Enternasyonal Marşı’n hâkim olduğu bir sistem özlemi varsa; İslamcı genç yazarlarda da 79’da İran’da gerçekleşen İnkılaba ve inkılap marşı­na bir özlem ve özenti vardır. Pakistan’ı da tesiri altına alan, Türkiye’de heyecan dalgası oluşturan bu inkılaptan sonra bazı yazarlar, İslami bir marş gözü ile bakmadıkları için, İstiklâl Marşı üzerinde bir tartışma açmışlardır. Tartışma İstiklâl Marşı temelinde görülse de aslında müzakere edilen şey, memleketin “Darülislam” olmadığı düşüncesinden hareketle “vatan” mefhumudur. İstik­lâl Marşı da bu vatan, bayrak, ulus devlet, Türklük, milliyetçilik mefhumları ile birlikte ele alındığı için öncelikli hedef olarak seçilmiştir. Yazarlar, İstiklâl Marşı’nı doğrudan hedef almamış, İslamcı, muhalif ve de mazlum şair Meh- med Âkif’e söz söylememiş, muhtevaya itiraz yöneltmemiş ve fakat marşın tahrif edildiği noktasında bir tartışma açmaya çalışmışlardır. Bu genç yazarlar, daha düşünce sürecini tamamlamamış, yaşları 30 civarında, elleri kalem tutan, oldukça heyecanlı cümleler kuran ve bundan dolayı hem yaşıtları hem de ken­dilerinden yaşça küçük olanlar tarafından kanaat önderi, üstat olarak görülen (bu kisve onlara yakıştırılmış da olabilir) haftalık Tevhid ve Hicret gazetesinin asli kadrosunu meydana getiren Selahattin Eş Çakırgil, Hüsnü Aktaş ve Fatih Selim(Ali Ünal)dir.

Dediğimiz gibi İstiklâl Marşı’nı tartışmaya açılabilmenin yolu memleketin “Darülislam” olmadığı ve dolayısıyla vatan kavramının modern kutsallardan olduğu anlayışı ile paralel yürütülmüştür. Bu konuda işaret fişeğinin Selahattin Eş tarafından atıldığı görülüyor.

Selahattin Eş, Eylül 1979’da “Consensusumuz Demokrasi mi İslam mı?” adlı yazısında şöyle diyor:

Şimdilerde yeni bir “consensus” unsurları daha piyasaya sürülmeye başlandı: İstiklâl Marşı gibi. Kapitalist demokratlar komünist demok­ratların karşısında güçlerini, bir bir yitirdikçe, çok daha yeni “consen- sus”lar icad edecek ve halk yığınlarını bu sun’i mukaddesler ardında koşturmaya yelteneceklerdir. Ama unutmayalım ki, onların arasında­ki bu mücadelenin temelinde demokrasi ortak değer, asgari müşterek, (consensus) olarak kabul edilmiştir; onların her türlü çıkar çatışmaları esnasında vazgeçemeyecekleri “consensus”ları demokrasidir (Eş, 1979: 2).

Başlıktan ve alıntıdaki dilden anlaşılacağı gibi demokrasi hem dünyada tam uygulanmadığı, içinde propaganda (aldatma/manipülasyon) olduğu, idari değer olarak batı(l)ı esas aldığı, İslami yönetimle karşılaştırıldığında yetersizli­ği vs. bakımından reddedilmiştir. Yazar devlet ile toplumun ve toplumu mey­dana getiren etnik unsurların kaynaşmasının temel harcı olarak İslam varken; (o günlerde İslamcı denilebilecek bazı siyasiler, yazarlar, dernekler vs. marşın consensus olduğu konusunda bir kelam etmiş olmalılar) İslam’ın öne çıkarıl­mayıp onun yerine İstiklâl Marşı’nın ihdas edildiği düşüncesindedir ve Eş’e göre İstiklâl Marşı toplum ve devletin ortak değeri, bugünkü ifadesiyle “millî mutabakat”ı olamaz, olmamalıdır. “Consensusumuz” olamaz denilen marşın, 42 yıl sonra, TBMM ve Cumhurbaşkanlığı tarafından “gerçek bir millî muta­bakat metni” olduğunun ilan edildiğini hatırlatmakta yarar var sanırım.

Yine 79’dayız. Selahaddin Müneccid imzası ile yayımlanan makale “Nere­de Müslümanların Marşı?” başlığını taşıyor.

Arab devletleri, bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra resmi “ulusal marşlar” edindiler. (...) Ulusal marşlar Müslümanlara Batıdan gelmiş bir şeydir. Arab devletlerinin ulusal marşları, “Arab Kavmiyetçiliği” düşüncesi teması üzerine yazılmıştır (.) Bu ise onların Müslüman Osmanlılara karşı ayaklanmalarını sağlamak için olmuştur (.) Kav­miyet düşüncesinin etkisiyle ulusal Arab marşları İslam’ı hatırlatan işa­retleri bile ihtiva etmekten uzak kalmıştır.” denilen yazıda görüldüğü gibi muhtevaya karşı çıkılmakta ve söz bir dipnotta bizdeki millî marşa getirilmektedir. “Halkı Müslüman bir ülke olarak, Türkiye’nin ulusal marşının durumu, yani muhtevası Türkiye Müslümanlarınca malum­dur. Ancak, bu marşın yazılmasında bazı hadiselerin geçtiği ve tari­hin karanlığına iteklenerek ört bas edildiği şüphelerini doğrulayacak emareler bulunmaktadır ki Hüsnü Aktaş kardeşimizin hazırladığı bu mevzundaki bir incelemeyi yakında okuyucularımıza sunacağız (Mü- neccid, 1979: 9).

Notta belirtilen yazı bir hafta sonraki sayıda yayımlanır. Hüsnü Aktaş’ın makalesi “İstiklâl Marşı Tahrif Edilmiştir” başlığını taşıyor.

Hüsnü Aktaş’a göre İstiklâl Marşı tahrif edilmiştir. Çünkü Mehmed Âkif:

Hani milliyetin İslam idi, kavmiyet ne! Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine. Arnavutluk” de demek? Var mı Şeriatta yeri?...

Küfr olur, başka değil kavmini sürmek ileri! (Aktaş, 1979: 8)

gibi mısralarında ve başka yerlerde tekrar ettiği gibi kavmiyet düşüncesine muhaliftir. İslam inancı, o günkü İslam milletlerinin içinde bulunduğu inkı­raz, Osmanlıyı parçalayıp yutmak isteyen dünya siyaseti, İttihat ve Terakkinin Türkçü söylemleri ile birlikte düşünüldüğünde Mehmed Âkif’in kavmiyetçi olması mümkün değildir. Dolayısıyla böyle bir kişi “Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celâl” demiş olamaz.

Bu mısra aslında

Kahraman millete bir gül ne bu şiddet bu celâl” şeklindedir. Fakat şiir Türk­çü Hamdullah Suphi tarafından tahrif olunmuş ve BMM’de o şekilde okunmuş ve basılmıştır. Mehmed Âkif de memleketin içinde bulunduğu oldukça nazik durumu göz önünde bulundurduğundan bu tahrife itiraz etmemiş, itikadına açıkça küfredildiği için tavrını şiiri Safahat’ına almayarak göstermiştir.

Bu noktada, ‘Efendim o marşı kahraman ordumuza ithaf ettiği için Safahat’a almamıştır. Siz gerçekleri tahrif ediyorsunuz’ diye itiraz ede­ceklerdir. Bu noktada Mehmed Âkif’in gerek şahıslara gerek kurumlara ithaf ettiği şiirleri Safahat’a almadığı söylenecektir. Bu iddianın tutar­sızlığı ortadadır. Şimdi, Safahat’ta yer alan ve çoğunluğu ithaf olan şi­irleri sıralayalım (Aktaş, 1979: 8).

diyen Hüsnü Aktaş yazısında Safahat’ta ithaf edilen şiirlere yer veriyor. Aktaş’a göre Âkif, şiirinin tahrif olunduğunu gördüğü ve itikadına uymayan kısımlar eklendiği için Safahat’a almamıştır.

Telefon görüşmemizde Hüsnü Aktaş, bize, İstiklâl Marşı’nın tahrif edildi­ği bilgisini Âkif’in yakın arkadaşı merhum Eşref Edip’ten aldığını söyledi. Sö­zün sahibi Eşref Edip olduğu için Hüsnü Aktaş’ın ona itimat etmesini anlaya­biliyoruz. Ancak Eşref Edip’in olayı tam olarak hatırlayıp hatırlamadığından, meramını tam olarak anlatıp anlatamadığından emin değilim. Eşref Edip ilgili mısranın “ırkıma” yerine “millete” dendiğini söylemiş. “Milletimin” denmesi vezni bozacağı için mısranın “millete” şeklinde olması, şiirin geneline hâkim olan (benim, benimdir, benim milletimindir) söyleyişine aykırıdır. Bizim ka­naatimiz Âkif’in vezni tutturmak istemesinin yanı sıra “ırk” kelimesini ter­cih etmesinin sebebi, onun kavmiyetçi olmadığının bilinmesi, bu fikrini daha önce açıkça ifade etmesidir. İkinci olarak Mehmed Âkif’in diğer bir yakın dos­tu Mahir İz aynı dönemde Mecliste zabıt kâtibidir ve olayların yakın şahidi­dir. Eşref Edip’den gelen rivayet; Mahir İz, Hasan Basri Çantay, Mithat Cemal gibi diğer Âkif dostları tarafından teyit edilmemiştir. Üçüncü olarak, “Bu şiiri sadece siz yazabilirsiniz, sizden rica ediyoruz. Talebiniz üzerine müsabakayı da kaldırıyoruz.” diyen Hamdullah Suphi’nin şiir üzerinde böyle bir tasarrufta bulunması ihtimalini ve hele hele Âkif’in bu tahrifi kabul edebileceğini düşü­nemiyoruz. Dolayısıyla İstiklâl Marşı’nın tahrif edilmesi ile ilgili sözler yorum veya yanlış/eksik anlamadan kaynaklanmıyorsa tamamen spekülasyondan ibarettir.

Görüldüğü gibi İslami söylemin İstiklâl Marşı’nın temel muhtevası ile esaslı bir sorunu yoktur. Fakat ulus devletin ırkçılık temelinde kendini tanım­laması ve kutsallaştırma eylemleri; İslam daha üst bir şemsiye iken, consensus olarak dinin yerine ikame edilmesi fikrine muhaliftir bu yazarlar.

Hüsnü Aktaş’ın bu yazısını teyit sadedinde aynı konuda başka bir yazar da yeni iddialar ileri sürer ki yazarların bu konuda birbirleri ile konuştukları ve ortak bir dil ve temadan hareket etmeye gayret gösterdikleri anlaşılıyor.

Günümüzün fetöcü yazarlarından, hâlen tutuklu bulunan (Fatih Selim) Ali Ünal’a ait yazı “Vatan Mefhumu Etrafında Düşünceler ve Müslümanın Va­tanı” başlığını taşıyor. Daha önce söylediğimiz gibi İstiklâl Marşı bağlamında millet, devlet, vatan kavramları da tartışmaya açılmıştır. Eğer gözden kaçırma- dımsa bu ekip ulus devleti temsil eden bir unsur olarak sadece “bayrak”ı tartış­maya açmamıştır veya açmaya cesaret edememiştir ve fakat dergide kapaktan iç sayfalara kadar kelimeitevhid, Allahuekber görselleri bayraklaştırılmış gör­seller bol bol öne çıkarılmıştır.

Allah insanı iddiasından vurur, diye bir söz vardır. Ali Ünal’ın vatan mef­humunu teşrih masasına yatırdığı yazıdaki düşüncelerle; peşinden gittiği fe- tönün bugün vatan bellediği ve fırsat bulsaydı Ünal’ın da vatan belleyeceği ABD’yi vatan tutma arasındaki çelişik durumu dikkatlerinize sunuyorum.

Günümüz vatan tariflerine göz attığımızda görürüz ki, genellikle “Bir ulusun oturduğu” tabiri geçmektedir. Ulus, eski anlamıyla “millet” keli­mesi yerine oturtulmuş bir kelimedir. Fakat bugün, bizim anladığımız manada aynı “millet”in mensublarının onlarca ayrı vatanı vardır (..) bu uydurulmuş vatanları adına aynı milletin, hatta aynı ırkın mensub- ları birbirleriyle vuruşmakta, vuruşturulmaktadır. Dünya, kavmiyetçi­lik çağından, ümmet çağına doğru hızla yol aldıkça, vatan kavramı da yeni sistemler adına şüphesiz gözden geçirilecektir (Ünal, 1979: 8-9).

Bu girişten sonra yazar konuyu İstiklâl Marşı’na getiriyor ve şöyle diyor:

Âkif e göre vatan, “inancının hakim olduğu yerdir, bir toprak parçası değildir.”

  1. Mehmed Âkif; ırkçılığın küfür olduğunu birçok şiirinde zikretmiş­tir. Esasen bütün resmi tarihlerde ve edebiyat kitaplarında ümmetçi” olduğu zikredilmiştir. Gerçekten de Âkif’e göre, Mü’minler tek bir üm­mettirler. Düşmanlarının ortak adı da Ehl-i Salip’tir. İstiklâl Marşı’nda “Irkıma yok izmihlal” şeklinde tahrif edilen mısra; “Milletime yok iz­mihlal” şeklindedir.

Görüldüğü gibi Fatih Selim, ikinci bir tahrif olduğu iddiasındadır. Ona göre: “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal” söyleyişinde “ırkların ebediliği” diye bir husus itikaden caiz değildir ve Âkif de hem itikadî hem antropoloji ve biyoloji bilen biri olarak böyle bir şey söylemiş ola­maz.

  1. İstiklâl Marşı tahrif olunduğu için eserine almamış ve bu yarışma sonucunda ortaya konan ödülü de reddetmiştir.

Mehmed Âkif, ırkçılığın “ilericilik” olarak nitelendirildiği günlerde bile, ırkçılıkla mücadele etmiş bir müslümandır. O’nun şiiri tahrif edilmek suretiyle, bir marş ortaya çıkarılmıştır.

Eğer “İstiklâl Marşı tahrif edilmemiştir” iddiası ortaya atılacaksa, el ya­zısı ile olan orijinali yayınlanmalıdır. (TBMM’nin el yazısı tutanakları yayınlanmıştır ve herhangi bir tahrifin olmadığı görülmektedir.)

Hem de en kısa zamanda, onun adına, onun yazışına benzer bir hile yapılmadan...Türkiyeli Müslümanlar, size İstiklâl Marşı diye sunulan ve Mehmed Âkif Ersoy’a ait olduğu iddia edilen şiir, Âkif’in yazdığı şi­irin tahrifi ile ortaya çıkmıştır. İstiklâl Marşı’nı tahrif edenler, hesap vermelidirler (Ünal, 1979: 8-9).

Diyoruz ki eğer o günün gençleri bu yazılardan haberdar ise -ki lise 1’de okuyan biri olarak haberdar olduğuma göre onlar da haydi haydi haberdar­dır- bu yazılar doğrultusunda telkinler yapıldı ise Konya’daki mitingde oturan gençler kaç kişi olursa olsun, İslamcı gençliğin içinden çıkmıştır ve marşı, İs­lamcılar protesto etmiştir diye düşünebiliriz.

Acaba başka yayınlar da yapılmış ve o gençler bunun tesirinde kalmış ola­bilirler mi diye sorduğumda bu kez karşıma İsmet Özel çıktı. Çünkü İsmet Özel o aylarda Abdülkadir Es-Sufi’nin “Cihad” adlı eserini tercüme ediyor ve Yeryüzü Yayınları da bu eseri yayımlıyor. Bu yayınevine ait kitapların yayın haberi Tevhid ve Hicret gazetelerinde vardı. Gazetelerin haftalık tirajlarının üç yüz elli binden fazla olduğu düşünülürse bu ihtimal hiç de hesap dışı olmaz. Acaba diyoruz İstiklâl Marşı’nı protesto eden kişiler Cihad’ı okumuş ve on­dan etkilenmiş olabilirler mi? Okuyanlar hatırlayacaklardır, Es-Sufi; Cihad’da ümmet(çilik) düşüncesine/itikadına aykırı bulduğu için İslam ülkelerine ait sınırları suni sınırlar olarak niteler, yer altı ve yer üstü zenginliklerin ümmetin ortak malı olduğunu söyler, para birimi, vatan, bayrak, millî ordu, millî marş gibi hususların itikada aykırı olduğu görüşünden hareketle bu hususları tenkit süzgecinden geçirir. Eğer böyle bir şey varsa Konya’daki mitingde İstiklâl Mar- şı’nı protesto edenlerin fikrî zemininin kaynağı ve muharrik eserleri/kişileri bu söylediklerimizdir diyebiliriz. Burada bir parantez açarak şunu hatırlat­mam yerinde olur:

İsmet Özel bir röportajında Ian Dallas’tan çevirdiği Gariplerin Kitabı’nda- ki hidayet öyküsünün kendisine aitmiş gibi okunduğunu söyler ve bu nispet­ten rahatsız olmaz. Şüphesiz mütercim, bir kitabı, telif sahibinin iddialarına katılıp katılmamasına göre çevirmez. Ancak gene de bazı mütercimleri bazı müelliflere yakın buluruz. Bu yakınlığı üslupta da hissederiz. Yine yayımlan­mış eserlerden biliyoruz ki mütercim; kitaptaki düşünceler/bilgilerle, gerçeklik arasında bir uyuşmazlık bulursa, ilgili sayfalara geldiğinde dipnot ile bazı açık­lamalar yapar, yanlışı reddeder veya tashih eder.

“Ben on beş yaşından itibaren kendimi ‘Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı’ ile kayıtlı sayıyordum. Komünist dönemimde ‘nasıl olsa sağlam bir metin var’ fikrini içimde taşıyordum” (İMDER, 2008b) diyen, şiirin bir dünya görüşüne, bir düşünceye, dayandıracağı bir temele sahip olması gerektiğini söyleyen şair

İsmet Özel, bu hedefin İstiklâl Marşı’nın hedefleri olduğunu ta o zaman belir­lemişse; acaba niye bir dipnot ile açıklama düşmemiştir tercüme ettiği esere? Yine diyoruz ki şair, bu sarahate kavuşmuş olsa idi o zamanlar, İstiklâl Marşı Derneği kurucusu ve onun onursal başkanı İsmet Özel, bu eseri yine tercüme eder miydi? Tercüme etse bile ilgili yerlere dipnotlarla açıklamalarda bulunur muydu? Bunun bizde bir cevabı var. İsmet Özel o eseri tercüme etmezdi, etse bile vatan, millî marş gibi hususlara gelince mutlaka açıklamalar yapardı diye düşünüyorum. Çünkü İsmet Özel, Gariplerin Kitabı’nın yeni baskılarını yaptı, yapıyor. Enteresandır, Cihad adlı tercüme eserini bir daha basmadı. Bunun, ki­tapta bahsettiğimiz düşüncelerle bir ilgisi var diye düşünüyorum. Çünkü İsmet Özel’in kaleminden çıkmış bir eser aynı zamanda onun tavsiyesi, o düşünceleri paylaşan bir yazar olarak anlaşılır; en azından bu duygu ile okuyacakların var­lığından haberdardır Özel.

Bugünden geriye baktığımızda İstiklâl Marşı ile doğrudan veya dolaylı olarak yapılan bu yayınların, düşünme şeklinin altında düşünce merkezimizin Türkiye’nin olmaması yatmaktadır. İsmail Kara’nın koyduğu bu teşhise göre Türkiye’yi merkez olarak görmemek, merkezini Türkiye dışında bulmak ister milliyetçi ister Marksist ister İslamcı olsun 60’lı yıllardan bu yana Türkiye için mücadele verdiklerini söyleyenlerin genel karakteristiğidir. Bunlardan hiçbiri ülkesini, vatanını, milletini ve ilmî, siyasi, tarihî, kültürel birikimini merkeze almamıştır. Dolayısıyla bu toprakların potansiyelini merkeze almayanlar, buna uygun gerekçeler üretmekte zorlanmamışlardır (Böhürler & Kara, 2021).

Bütün bu spekülasyonlardan sonra sadede geldiğimizde görüyoruz ki Konya’daki mitingde oturan gençlerin bu yazılardan ve de kitaptan haberleri yoktur. Çünkü onlar birer “görevli”dir, olay da bir provokasyondur. Daha sonra adı geçen yazarların, yayınevlerinin, mütercimlerin yargılanmamasından da anlıyoruz ki 12 Eylül kafasının bu yayınlardan bile haberi yoktur. Onlar hal­ka niçin darbe yaptıklarını anlatmak için bir gerekçenin peşindedir ve birkaç kiralık/görevli kişi ile bunu gerçekleştirmeyi düşünmüşler ve öyle de yapmış­lardır.

Dememiz odur ki 6 Eylül 1980’de Konya’da gerçekleştirilen “Kudüs’ü Kur­tarma ve Millî Gençlik Yürüyüş ve Mitingi”nde, İstiklâl Marşı okunurken ya­pılan oturma eylemi bir provokasyondur. Hem de devlet provokasyonu olarak niteliyoruz; çünkü bu hadise iddianamelere geçmiştir.

Beraatle sonuçlanan dava, resmî belgelere dayanmakta, dönemin hatıra­larında yer almaktadır.

Darbenin gerçekleşmesinden sonra İstiklâl Marşı ile ilgili haberleri açık seçik hatırlıyorum. Çünkü Kenan Evren darbenin gerekçelerini açıklarken Konya Mitingi’ne özel olarak yer veriyor, dincilik, şeriatçılık, laiklik, Atatürk kelimelerini sayarken İstiklâl Marşı’nın okunmadığını, okunurken bin kişi kadar bir grubun ayağa kalkmadığını, marşı protesto ettiğini söylüyor; siyah beyaz TRT televizyonu da ekranlara Konya Mitingi görüntülerini getiriyordu. Bu manzara, siyasilerin yargılanma süreçlerinde hep tekrar tekrar gösteriliyor­du. 12 Eylül darbesinin elebaşı Kenan Evren’in darbe gerekçeleri arasında yer alan ve dönemin Askerî Başsavcısı Nurettin Soyer’in iddianamelerine giren bu hadiseyi en doğru şekilde takip, mahkeme kayıtları ve hadisenin içinde yer alanların yazdıkları ile mümkündür.

İstiklâl Marşı okunduğu esnada 3000 kişinin ayağa kalkmadığını, inadına oturduğunu, ‘İstiklâl Marşı değil ezan isteriz’ diye bağırdıklarını iddia eden Başsavcı N. Soyer’e karşı bir numaralı sanık Necmettin Erbakan şunları söy­lüyor:

Bu mitingde kanundışı bazı davranışlarda bulananların, TRT yayı­nında, MSP yöneticileri ile ilgisi varmış gibi gösterilmesi üzerine Sayın Savcılık bu yanlış haberden hareketle hakkımızda soruşturma açmış­tır. Nitekim TRT mezkûr yayınında mitingi takip etmek üzere özellikle gönderdiği muhabirlerinin haberlerini bir kenara bırakarak belli siyasî görüşü istikâmetinde taraflı haber veren özel bir ajansın yanlış habe­rini esas almıştır. Ayrıca bu haberi de değiştirerek, haberde herhangi bir rakam verilmediği hâlde, İstiklâl Marşı söylenirken 3000 MSP’linin protesto maksadıyla yere oturduğunu bildirmiştir. Hâlbuki dosyada­ki resmî zabıtlara göre oturanların adedinin 30-40 civarında olduğu tesbit edilmiş ve bilahare yapılan soruşturmada bu şahısların MSP ile hiçbir ilgileri olmadığı gibi MSP’ye karşı oldukları da kendi ifadeleriyle sabit olmuştur. (...) (Albayrak, 2018: 33-91).

Duruşmada Konya’da düzenlenen Kudüs’ü kurtarma mitinginde görevli olarak bulunan gazeteciler şahit olarak dinleniyor ve İstiklâl Marşı’nın okun­ması için defalarca anons yapıldığını, MSP Genel Başkanı Erbakan’ın bizzat mikrofonu alarak İstiklâl Marşı’nı söylediğini anlatıyorlar. Tüm MSP’liler 24/25Temmuz 1981’de tahliye oluyor (Keçeciler, 2014).

Mehmet Keçeciler’in şahitliğinden de anlıyoruz ki Necmettin Erbakan’ın o günkü tavrı bu tespitimizi açıkça doğrulamaktadır. Dönemin bütün basın organlarını kontrol eden Kenan Evren ve tayfası; 12 Eylül’de maksatlarına nail oldukları için, İstiklâl Marşı okunurken oturan, onu protesto eden kişilerin be- raatine ses çıkarmamış görünüyor. Onlar da biliyor ki böyle bir cürüm işlense bile bunun cezası darbe yapmak, Anayasa’yı askıya almak, partileri kapatmak, siyasi yasaklar getirmek değildir.

Suç icat edenler; delil icat edememiştir.

12 Eylül’den sonra yazılan hatıralarda görüyoruz ki İstiklâl Marşı okunur­ken kaç kişinin oturduğunda bile ortak kanaat/bilgi yoktur. Rivayetler 4-5 ki­şiden 30-40 kişiye ve üç bin(3000) kişiye kadar çıkıyor. Bu hususta dönemin Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler’e itimat etmek yerinde olacaktır sanırım. O dönem MSP’nin Konya Belediye Başkanı olan Keçeciler bu hususu bir gazeteciye soru cevap şeklinde şöyle açıklıyor:

“6 Eylül sabahı bir şey dikkatimi çekti. Konya’da ne kadar meczup in­san varsa, zararsız deli insanlar, onlara mehter kıyafeti gibi kıyafet­ler giydirilmiş, boyunlarına da kocaman tespihler asılmış. Yeşil sarık, ayaklarında çizme. Deli Mustafa, İbibik Selahattin, Hasan Hüseyin ortalıklarda o garip kıyafetlerle dolaşıyor. Ben kendilerini tanıyorum ama dışarıdan gelen bilmez. Onlara, “Sizi kim giydirdi?” diye sorunca “Ağabey nasıl olmuş. Güzel olmuş muyum?” diyorlar. Adam deli zaten ne bilsin ki?! Hemen il başkanının yanına gittim, “Kim giydirdi bunla­rı?” diye sordum. O da “Bilmiyorum. Biz giydirmedik” dedi. Sonuçta kim bunları böyle giydirdi belli değil. (...) Tertip Komitesi İstiklâl Mar- şı’nın kasetini yanlarına almayı unutmuş. O kalabalıkta ulaştırmak da mümkün değil. Hoca sinirlendi. Sonra da İstiklâl Marşı’nı kendisi okuttu. Hoca “ses veriyorum” dediği sırada kalabalıktan bir ses “Ezan sesi istiyoruz, İstiklâl Marşı istemiyoruz” diye bağırdı. Hoca, duymaz­dan geldi, coşkulu bir İstiklâl Marşı okuttu. Fakat kalabalığın içinden beş kişi İstiklâl Marşı okunurken yere oturdu. Bunlar Konyalı değildi. Kimse tanımıyor bunları. MSP’li değil, Konyalı değil, tanıyan, bilen yok. Ertesi gün gazetelerde fotoğrafları çıktı. Fakat bu beş kişi, yüzleri açık açık bilinmesine karşın bugüne kadar yakalanamadılar. Kanaa­timce onlar devletin ajanlarıydı. 7 Eylül günü savcılığa giderek bu ki­şiler hakkında suç duyurusunda bulundum. O kişilerin devletin ajanı olduğundan çok eminim. Keçeciler “O dönemlerde “derin devlet asker­di” demek mi diyorsunuz?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Derin devlet ihtilali yapanlardı. İhtilale zemin hazırlayanlar, ihtilale karar verenler, demokrasiyi kesenlerdi. Asker yapacağı işin tutması, halk tarafından benimsenmesi için millî duygulara karşı olan kişilerle ülkeyi ele geçir­meye çalıştı. Bu bir organizasyondu. Düşünün, o kalabalığın içinde sa­dece beş kişi oturuyor. O kalabalığın içinde oturabilmek için bir yerlere güvenmek lazım (Keçeciler, 2014: 64-72).

Saygısızlıktan Darbe Çıkaran 12 Eylül İstiklâl Marşı’nı Yasaklıyor

Hülasa ederek diyoruz ki 12 Eylül darbecileri İstiklâl Marşı dâhil bütün değerleri kendi lehlerine kullanmaktan çekinmemişler, istismar etmişlerdir. Darbenin gerekçesi olarak provokasyona alet edilen İstiklâl Marşı, darbeden sonra cezaevlerinde tutuklu olan bütün siyaset adamlarına, gazetecilere, aka­demisyenlere, öğretmen ve tahsili, görevi ne olursa olsun herkese başka bir zulmün vasıtası olarak kullanılmıştır. Bu hususta Mamak ve Diyarbakır ce­zaevleri meşhur olsa da aslında ülke sathında aynı uygulama söz konusudur. Sağ, sol, İslamcı, Kürt, Alevi hangi cenaha mensup olursa olsun, 12 Eylül’den sonra hatıralarını yazan herkes bu hususa değinmektedir. Zamanın MHP’sin- de önemli mevkilerde bulunan ve Mamak’ta tutuklu Rıza Müftüoğlu “Copların Askerleri” adlı hatıralarında bu hususta şöyle diyor:

Sabah altıda kalkıyorduk. Bir kere sayıma çıkıyorduk. Her gün bir saat süren beden eğitimi ve koşu yapıyorduk. Tabi coplar ve komutlarla be­raber. Marş söyleme saatlerimiz oluyordu. Bazen marşları yüksek sesle okumadığımız gerekçesiyle coplanıyorduk. Zaten Mamak’ta coplanmak için her zaman bir sebep vardı (Müftüoğlu, 2000: 57).

İstiklâl Marşı’na saygısızlık yapılmıştır bahanesiyle darbe yapan, Meclisi kapatan, siyasileri yargılayan, Anayasa’yı yürürlükten kaldıran bir anlayış için bu tür davranışlarda tabii ki bir sorun yok. Peki, İstiklâl Marşı’na karşı saygı­sızlık yapıldığı için darbe yapan 12 Eylül’ün elebaşı Kenan Evren’in döneminde İstiklâl Marşı’nın söylenmesinden rahatsız olan, bir daha söylenmemesi için önlem alan, söyleyenlere de soruşturma yoluyla baskı yapan mahkemeye ne dersiniz?

— Trajikomik.

Hadiseyi yine Rıza Müftüoğlu’ndan takip edelim (Müftüoğlu, 2000: 74­77):

Mahkeme salonu yeni yapılmış büyük bir barakaydı. Önce barakanın önünde dizildik sonra sırayla içeri alındık. Salonun içi oldukça genişti.

600 kişilik bir tutuklu bölümü vardı (...) En arkada yüz kişinin otura­bileceği dinleyici bölümü mevcuttu. Salonun en ön tarafında çok yük­sek bir yere mahkeme heyeti için bir yer düzenlenmişti (.) Sanıklar iddianamedeki sıraya göre oturtulmuştuk. En ön sırada partililere yer ayrılmıştı. Bizler yerimize oturur oturmaz, en arkadaki ziyaretçiler bö­lümüne bakmaya başlamıştık (.) Konuşmak, arkaya, yana dönmek yasaktı. Salonda bütün bloklardan gelen 587 sanık vardı. (.) Hemen hemen her sıranın iki başında iki asker duruyordu (.) Ben en önde ikinci sırada oturuyordum. Türkeş ve arkadaşları en son getirildiler. En önde Türkeş görüldü. Mahkeme salonu bir anda sessizliğe gömüldü. Sonra hiç kimsenin beklemediği bir olay oldu. İstiklâl Marşı okunmaya başlandı. Herkes ayağa kalktı. Herkes İstiklâl Marşı’nı okumaya baş­ladı. Ama nasıl? Var gücüyle. Ve gözlerden akan yaşlarla. Bu benim Mamak’ta ikinci ağlayışım oluyordu. Sesimiz bütün nizamiyeyi kap­lamıştı. Ne olduğunu anlamayan askerler de dışarıda dikkat komutu çekerek hazır ola geçmişlerdi. Mahkeme salonunda ağlamayan yok gi­biydi. Mamak’ta bir mânâ yaşanıyordu. Bir tepki. Bir isyan. Bir uya­rı. Bir bağımsızlık aşkı. Ülkücülerin Mamak’ta toplu olarak yaptıkları tek eylem buydu. Ama anlamlı bir eylem. Devlete karşı ama devletin bir manasıyla; bağımsızlık marşıyla. Herkes yerlerine oturunca men­dillerle, ellerle gözyaşları siliniyordu. Sanki bir yıllık çile, yorgunluk, acı, zülüm böylece gönüllerden atılmak istenmiş, boşaltılmak istenmişti aynı zamanda. Türk devletinin bağımsızlığı için ihtilal yapanlara, ba­ğımsızlık marşı okunarak sanki “Siz ne yaptığınızın farkında mısınız.” deniyordu. Bir müddet çıt çıkmadı salondan, bizler rahatlamıştık. As­kerler ise şaşkındı. Mahkeme heyeti bu olaydan dolayı olacak ki salona mahkemenin başlama saatinden oldukça geç geldi (...) Mamak’ta her sayımda tutuklulara toplu olarak İstiklâl Marşı okuturlardı. Okuma­yan coplanırdı. Yüksek sesle okumayan da coplanırdı. Ancak MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın ilk mahkeme gününde İstiklâl Mar­şı okuduğumuz için o günden itibaren tam on gün Mamak’ta İstiklâl Marşı okutmadılar. İstiklâl Marşı okumak yasaklanmıştı. Mamak’ta askerî yönetim altındaki idarenin en çarpıcı olaylarından biri de buy­du. Yüksek sesle dahi okumayanların coplanmasına sebep olan İstiklâl Marşı şimdi MHP’lilerce mahkeme salonunda emir dışı okunduğu için yasaklanıyordu. Yani o günkü askerî yönetim diyordu ki “İstiklâl marşı bile, biz istersek okunur, istemezsek okunmaz.”

(.) Birkaç gün sonra koğuşlara, içinde çeşitli soruların olduğu bir tek­sir kağıdı dağıtıldı. Hepimizden yazılmış soruların cevaplandırılması istendi. Sorular şunlardı: “İstiklâl Marşı okudunuz mu? Okudunuzsa niçin okudunuz? Önce kim İstiklâl Marşı okumaya başladı? Bu eyle­mi kimlerin başlattığı öğrenmek isteniyordu. Hiç kimse isim yazmadı. Herkes “İstiklâl Marşı okunuyordu, ben de ayağa kalktım ve okuma­ya başladım” şeklinde cevaplar vermişti. Sorgudan bir netice çıkmadı (Müftüoğlu, 2000: 74-77).

Biz tarihten ibret almaktansa tarihi tekerrür ettirmeyi yeğ tutan bir anlayı­şın temsilcileriyiz. Isırıldığımız delikten defalarca ısırıldığımız vakidir. 60’tan sonra 71, 80, 28 Şubat bu ısırık dönemlerini işaret eder. 15 Temmuz hain dar­be teşebbüsünün en önemli söyleminin “yurtta sulh cihanda sulh” olduğu ha­tırlanırsa darbeci anlayışın istismar ve provokasyon araçları arasında bundan böyle laiklik, Atatürkçülük gibi söylemlerin yanında irtica tehdidi olacağı gibi İstiklâl Marşı’nın da alet edileceğini tahmin edebiliriz. Çünkü bazı konularda gereğinden fazla hamaset göstermek; bizi bu konularda istismar edebilirsiniz, provokasyona açığız, yumuşak karnımız burası demektir. Bu hususu en az 12 Eylülcüler kadar bilen Batılılar aynı metotla önemli sonuçlar almışlardır ki bunların başında Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına dönmesi gelir.

Bilindiği gibi Yunanistan, Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a yaptığı müdahaleyi önlemediği gerekçesiyle NATO’nun askerî kanadından çekilmişti. Ancak 79’da İran’da meydana gelen Şii-İslam devrimi, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekilmek zorunda kalması, Ege Denizi’nde ve hava sahasında yeni imkânlar bulan Türkiye’nin bu avantajlı durumunu kullanması ve bunun nereye vara­cağının belli olmayışı, bundan doğan endişeler sebebiyle Yunanistan’ın tekrar NATO’nun askerî kanadına dönmesi istenir. Bunu hem Avrupa hem ABD iste­mektedir. Ancak bir sorun vardır. Yunanistan’ın dönebilmesi için Türkiye’nin veto etmemesi gerekir. Dönemin NATO Avrupa Kuvvetler Başkomutanı A. Haig ve General Rogers girişimlerde bulunur. Bu işte Türkiye’nin onayının en kolay şekilde nasıl alınacağı konusunda çalışmalar yaparlar. Dönemin Ulu­sal Güvenlik Konseyi Üyesi Paul Henze, Kenan Evren’in özel olarak Mustafa Kemal’i çok sevdiğini, giyim, kuşam, söz ve mimikleri ile onu taklit etmeye çalıştığını söyleyerek Rogers’e “Kenan Evren ile görüşmenizde Atatürk’e özel bir yer ve zaman ayırın, onu çok övün, Kenan Evren’in davranışlarının, kişili­ğinin Atatürk’e çok benzediği için ayrıca hem çok memnun olduğunuzu söy­leyin hem sözü “yurtta sulh cihanda sulh” sözüne getirin, etkilenecektir,” di­yor. Rogers denilenleri uyguluyor ve Evren’i ikna ediyor; Evren’in ‘Yunanistan yapılan anlaşmaya, fiilî duruma uymazsa o zaman ne yaparız’ endişesini dile getirince de Rogers “asker sözü” diyor. İki asker yazılı bir kayda bağlamadan “asker sözü” ile anlaşıyor. Türkiye veto yetkisini kullanmıyor ve Yunanistan, NATO’ya dönüyor. Ancak döndükten sonra Yunan, anlaşmaya uymayacağı­nı söylüyor ve siyasetini buna göre belirliyor. Bir toplantıda bu “asker sözü” Rogers’e hatırlatıldığında “Ne yapayım, görev sürem bitti, artık yetkili ben de­ğilim.” diyerek kendini sıyırıyor. (Bu husus Ufuk Güldemir’in Kanat Operas­yonu adlı kitabında etraflıca anlatılmaktadır.)

Bu hadise de gösteriyor ki bir kişi, bir obje, bir metin gereğinden fazla kutsallaştırılır, mitleştirilir, olağanüstüleştirilirse; kendi elinizle istismara açmış olursunuz ki İstiklâl Marşı’nın böyle bir tehlikeden masun olduğunu söyleyemeyiz. İstiklâl Marşı’na karşı saygısızlık gösterildi diyerek bunu önce provokasyona alet edip sonra da darbe gerekçesi yapan 12 Eylül zihniyeti bilin­diği gibi 82 Anayasa’sında ilk üç maddeyi değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez ifadesiyle dokunulmaz kılmıştır.

İstiklâl Marşı da bu maddelerdendir.

Acaba İstiklâl Marşı’nın böyle bir madde ile korunmaya ihtiyacı var mı? Bunu yeni anayasa yapımı tartışmaları bağlamında yeniden düşünmeliyiz. Çünkü yaşadığımız süreç bize burada bir hinlik, bir kamufle, bir art niyet ol­duğunu söylüyor. Hepimiz yaşayarak öğrendik ki bu ülkede İstiklâl Marşı’na alternatif olarak Onuncu Yıl Marşı öne çıkarılmaya çalışılmış ve fakat devlet erkânından kimse bundan rahatsız olmamıştır. Yine bu çevrelerin İstiklâl Marşı’nın bestesinden hareketle bir değiştirme arayışına girdiklerine de şahit olduk. Yine şundan eminiz ki bu ülkede bundan böyle eğer bir müdahale söz konusu olacaksa bu Atatürkçülük, laiklik, ilkeler adına olacak ve fakat İstik­lâl Marşı bu müdahalede görünüşte bir sebep ya olacak ya hiç olmayacaktır. İstiklâl Marşı’nın ruhuna, muhtevasına, diline, tasavvuruna, şairine zıt olan bir çevreden bunları nasıl bekleyebiliriz ki! Devletin temeline ideolojik yapıyı koyanlar öncelikle İstiklâl Marşı’nı değil Kemalist, ideolojik yapıyı garanti al­tına almak istemişler ve muhtemel itirazları önlemek için İstiklâl Marşı’nı da buna dâhil etmişlerdir. Bize göre korunmasını istedikleri, değiştirilmemesini, sabit tutulmasını gözettikleri şey İstiklâl Marşı değildir, devletin ideolojik, kişi kültüne bağlı bir yapı olarak devam ettirilmesidir. Yani İstiklâl Marşı yine istismar edilmiştir/edilmektedir. Herkes biliyor ki bahsedilen ideolojik devlet anlayışı, o anlayışın medeniyet, kültür, din ve toplum tasavvuru; İstiklâl Marşı ile taban tabana zıttır. Anaya- sa’nın girişi ve bu maddeler o kadar önemlidir ki kendinden sonra gelen maddeleri hem hükümsüz bırakmakta hem de onlarla çelişmektedir. Bu konuda Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in “Türkiye’de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor” kitabındaki bir bilgiyi hatırlatmakta yarar görüyoruz.

Profesör Ömer Dinçer’in, Bilgi ve Hikmet dergisinde yayımladığı bir makalesi; Dinçer, Başbakanlık müsteşarlığına getirilince keşfedilir! Zamanın basın yayın organları makaleden Dinçer’in “laik devlet yapısını İslami devlet yapısı ile değiştirme amacı güttüğü” sonucunu çıkararak müsteşar olmaması gerektiğine dair yayınlar yaptıkları gibi, akademik eserlerde intihal yaptığını “ispatlarlar” ve bu “ispatlar” üzerine YÖK, Dinçer’in profesörlüğünü geri alır. Bu arada manşetlerde ve köşe yazılarında epeyce hakaret de sıralanır. Dinçer, iddiaları red ve kendisine hakaret edenlerin cezalandırılması ile ilgili yargı sü­recini Yargıtaya taşır. Yargıtay, hakaretleri düşünce ve eleştiri özgürlüğü bağla­mında değerlendirir. Dinçer’in mahkûmiyetini Anayasa’nın 2. ve 4. maddeleri­ni gerekçe göstererek onaylar, Dinçer’in başvurusunu reddeder (Dinçer, 2020).

Dememiz odur ki bugün; darbe yapmak, siyasileri idama varan cezalarla yargılamak için başka maddelere ihtiyaç yoktur. Anayasa’nın girişindeki mad­deler bunun için yeterlidir. Diyoruz ki Anayasa’nın girişinde yer alan “değişti­rilemez, değiştirilmesi teklif edilemez” maddesi; aslında İstiklâl Marşı’nı değil devletin ideolojik zihniyetini korumaktadır, İstiklâl Marşı CHP’nin altı oku­na ve vesayet anlayışına sahip kişilere kalkan olmakta ve üstelik darbe yetkisi vermektedir. Durum böyle olunca İstiklâl Marşı’na saygı, saygısızlık kavram­larının yeniden yorumlanmasında yarar vardır, diyoruz. Ayrıca başlıkta yer verdiğimiz saygı ve saygısızlık kavramlarına tekrar gözden geçirmekte yarar var diyoruz. Acaba biz “hazır ol” vaziyetinde, put gibi, yılan soksa kılını kıpır­datmayacak bir diklikte, ayakta İstiklâl Marşı dinlemeyi ona saygı olarak kabul etmeli miyiz? Genel olarak güvenlik güçleri için resmedilen bu dinleme tavrını sivil bütün vatandaşlara ve okullardaki tüm öğrencilere teşmil etmeli miyiz? Bu esnada heyecanla marşın sözlerini atlayan, unutan, yanlış söyleyen, maçın heyecanı sebebiyle gülen, kıpırdayan vs. kişiler için İstiklâl Marşı’na saygısızlık yapıyorlar, diyecek miyiz, demeli miyiz? Yukarıda işaret ettiğimiz gibi İstiklâl Marşı’nın kelime olarak tahrif edildiği ile ilgili iddia; şiirin üslubu, şahitler, vesikalandırma, Âkif’in kişiliği gibi hususlar göz önünde bulundurulduğunda gayet zayıf kalıyor. Ancak kelime merkezli olmasa da İstiklâl Marşı’nın mana, muhteva ve bütünlük bakımından tahrif edildiğini söyleyemeyiz miyiz? İstik­lâl Marşı denilince ders kitaplarında, devlet duvarlarında, dairelerde her ne kadar on kıta gösterilse iki kıtası bestelendiği ve söylendiği için resmî söylem marşın bütününü ve marşa hâkim olan diğer değerleri ıskalamakta değiller midir? Hatta tahrif iddiasını doğrularcasına; resmî yayınlarda, basın yayın or­ganlarında ve resmî söylemlerde/söylevlerde marştaki “ırk” kavramı ve o ırka ebediyen izmihlalin olmaması; Türklük, Türk milliyetçiliği olarak bile değil; ulusçuluk, tek parti zihniyeti ile şekillenen ulus devletin ve CHP ilkelerinin ebediyen yaşatılması olarak ele alınmakta, yorumlanmakta ve marş bu iddiaya alet edilmekte değil midir?

İstiklâl Marşı’nın bu şekilde uğratıldığı mana ve muhteva kaybının sebebi, resmî söylemin kendini iki kıta ile sınırlaması, diğer kıtalara dönüp bakmamasıdır. Acaba İs­tiklâl Marşı’nın ulus devletin kutsalları arasında olması ve üstelik bunun muhtevaya rağ­men yapılması, yapılmak istenmesinde Selahaddin Eş, Hüsnü Aktaş tamamen, yüzde yüz haksız mı? Bugün geldiğimiz noktada tamamen şekilciliğe, törenciliğe indirgenen ve bu indirgemeden bir darbe çıkaran uygulamalara bakarak bu soruya gönül rahatlığı ile “evet haksızlar” diyemiyoruz.

İstiklâl Marşı’na saygı denilince ne anlamalıyız? Sadece bestelenmiş dörtlükleri ile yetinilen, sınırlandırılan İstiklâl Marşı’nın geri kalan kıtaları, o kıtaların anlaşılması, memleketin istikbali ile irtibatının kurulması gibi bir sorumluluk bu tür şekilci saygıla­rın altında kaybolup gitmeli mi? En önemlisi milletin kalbinde, zihninde, dilinde taht kuran ve bu zamana kadar yapılan bütün saldırılara göğüs gerip ayakta durmayı başaran, millî mutabakat metni hâline gelen İstiklâl Marşı’nın gölgesine sığınan ideolojik devlet aygıtının ve zihniyetinin devamına göz yummalı mıyız? Milletin koruma altına aldığı İstiklâl Marşı’nın (çünkü İstiklâl Marşı da milleti koruyor) korunmaya ihtiyacı yoktur ve fakat CHP’nin altı oklu ideolojik devlet yapısının korunmaya ihtiyacı vardır. Çünkü bu ülkede darbe ancak o maddelere istinat edilerek yapılabilir. İstiklâl Marşı böyle bir devlet yapısına payanda olmamalıdır; kağıt üzerinde “değiştirilemez” maddesinin kaldırılması pahasına bunu düşünmeliyiz ve sağlıklı bir cevaba ulaşmalıyız.

 

KAYNAKÇA

Aktaş, H. (1979). İstiklâl Marşı tahrif edilmiştir. Tevhid (32).
Albayrak, S. (2018). İrticanın tarihçesi, MSP Davası ve 12 Eylül. İz Yayıncılık. İstanbul.
Böhürler, A. & Kara, İ. (2021, 24 Ocak). Türk Kahvesi Programı. Tvnet.
Dinçer, Ö. (2020). Türkiye’de değişim yapmak neden bu kadar zor. Alfa Yayınları. İstanbul.
Eş, S. (1979). Consensus’umuz demokrasi mi, İslam mı?”, Hicret (2).
Keçeciler, M. (2014). Merkez siyasetin perde arkası. İstanbul: Hayy Kitap.
Müftüoğlu, R. (2000). Copların askerleri. Ocak Yayınları. Ankara.
Müneccid, S. (1979). Nerede Müslümanların marşı? Tevhid (31).
Oran, B. (1989). Kenan Evren’in yazılmamış anıları. Bilgi Yayınevi. Ankara.
Ünal, A. (1979). Vatan mefhumu etrafında düşünceler ve Müslümanın vatanı. Tevhid (29).
Not: YÖK hazırladığı raporda Sayın Dinçer’in intihal yapmadığı gerçeğini tespit etmiş ve bu hususu rapora bağlamış, “üniversitede çalışamaz” cezasını kaldırmıştır. Basında geçtiği gibi pro­fesörlük de geri alınmamıştır.
 
100. Yılında İstiklâl Marşı Büyük Bilgi Şöleni
12 Mart 2021 - TBMM
100. Yılında İstiklâl Marşı ve Mehmed Âkif Kitabı
Bu haber toplam 4034 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim