Mesela Cumhuriyet Dönemi’nde Nurettin Topçu “Yarınki Türkiye” hayali kurarak bunun temelinde “Anadolu’nun toprağından kaynayan bir kan, cemaat için harcanan emek, bir yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet ve ebedi olduğuna inanmış bir ruh” diyerek gelecek tasavvurunu o kurucu ruha bağlar.
Hem ilim hem de fikir insanı olan Mehmet Kaplan inandığı temel kıymetler çerçevesinde bir Türkiye hayali kurarak “Büyük Türkiye Rüyası” kitabını yazar. Yine hem fikir insanı hem de şair olan Necip Fazıl, “İdeolocya Örgüsü” kitabında “Doğunun ruh kökü üzerinde, öz gövdesi ve dallarıyla iç içe, Batının maddi ağacını yetiştiren, böylece Doğu âlemi içinden bir Büyük Doğu’nun fışkırmasını hedef tutan bir mefkure”yi dillendirerek bir Büyük Doğu tasavvurundan söz eder. Güçlü bir fikir insanı ve şair olan Sezai Karakoç da “Diriliş” kavramı etrafında sanat, ekonomi, devlet, siyaset ve metafizik konular, etrafında yazdıklarıyla ve özellikle de “Diriliş Neslinin Amentüsü” kitabıyla gelecek tasavvurunu gerçekleştirecek neslin özelliklerini anlatır.
Bu durum, Osmanlının yıkılış sürecine girdiği Meşrutiyet devrinde de böyleydi. Ziya Gökalp “Ay Hanım” manzumesiyle Tevfik Fikret “Haluk’un Defteri” eseriyle kendi ideolojilerine göre bir Türkiye tasavvuru içinde oldular. Mehmed Âkif de bunu “Asım”la ifade etti. Asım, geleceğin Türkiye’sini kuracak bir nesil projesi idi. Ama o, söylediklerini bu eserle sınırlamadı. Bu düşüncesini bütün şiirlerinde de dile getirdi. İşte onun bu tasavvuru son olarak İstiklâl Marşı’nda dile getirdiğini görmekte ve bu marşa bir İstikbal marşı olarak da bakmak gerektiğini düşünmekteyiz.
Zamanın üç boyutu
Konuya girmeden önce şunu söylemek gerekir: Bir gelecek tasavvuru elbette önemlidir ama zaman dediğimiz kavram sadece gelecekten ibaret olmayıp geçmiş, bugün ve gelecek olarak üç boyutludur ve bunlar birbirlerinden ayrı ele alınamaz. Ama zaman algısı bakımından şairlerin/yazarların anlayışları hep aynı olmaz. Kimileri geçmişte kimileri şimdide kimileri de sadece gelecekte yaşarlar. Fakat ideal ve doğru olan tutum, şimdinin sorunlarını geçmişin tecrübelerinden de ders alarak çözerek geleceği tasavvur etmektir. Çünkü eğer sizin milletinizle ilgili bir gelecek düşüne, tasavvuruna sahipseniz bunun için önce geçmişle hesaplaşmanız gerekir. Tabi bunu yaparken geleceği de dikkate alarak geçmişin yeniden yorumlanması gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak böyle bir çaba ile geleceğe ışık tutulabilir. Tabi yaşanılan vakit merkezî nokta olmalıdır. Zira geçmişe de geleceğe de oradan bakılacaktır. Bu da bütün zamanları kuşatan bir anlayışla mümkündür.
İşte Mehmed Âkif Ersoy’u bu anlayışta biri olarak hem Safahat’ta hem de İstiklâl Marşı’nda zamanı üç boyutuyla da ele alan ama asıl hülyası, rüyası gelecek zaman olan bir şair hüviyetinde görmekteyiz. Çünkü gelecek, asıl özelliği itibarıyla istiklâldir, bir milletin yarınıdır, mevcut hâlden daha iyisine ulaşma idealidir. Böyle bir uzak görüşlülüğü olmayan milletler varlıklarını sürdüremezler. Mehmed Âkif ise milletin ve devletin bekasını her şeyin önünde gelir. Bu yüzden onda gelecek düşüncesi, mevcut hâlin sıkıntılarını aşmak için en gerekli olan ümit duygusunun da hep canlı olmasını sağlar. “Ye’s öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun. Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!” şeklindeki ikazları en çok da bu durumla ilgilidir.
Şimdi Âkif’te ve İstiklâl Marşı’nda bu üç zamanın özellikle de gelecek zamanın nasıl ele alındığına bakalım.
Zamana tanık olmak
Mehmed Âkif Ersoy, yaşadığı dönemde bizi millet ve devlet olarak önce çözülmeye ardından çöküşe götüren sebepleri ve bunlara bağlı olarak karşı karşıya kalınan problemleri gerçekçi bir dille anlatan bir şairdir. Bu yüzden yaşadığı döneme tanıklık etmiş ve öncelikle şimdinin (yaşadığı dönemin) şairi olmuştur. Şiirleri, adeta son yüzyılımızın günlüğü, tutanağı şeklindedir. Kendi döneminde yaşanılan eğitimden dinî hayata, ekonomiden ticarete, ilmî hayattan edebiyat hayatına, cehaletten umutsuzluğa, kavmiyetçilikten yanlış din ve tasavvuf anlayışına, ailedeki çözülmeye kadar her problem onun şiirlerinin ana konusunu teşkil eder. Bu sebeple Safahat, bir şiir kitabı olmanın yanı sıra yer yer bir tarih, sosyoloji, tiyatro, tenkit eseri olarak da okunabilecek özellikler taşır.
Bunları görmek için şu mısralar yeterince fikir vermektedir: Mesela “Ne kaldı? Bir edebiyâtımız mı? Vâ-esefâ!/Bırak ki ettiği yoktur bir ihtiyâca vefâ;/ Ya rûh-u milleti efsunluyor, uyuşturuyor; Ya sînelerdeki hislerle çarpışıp duruyor!” söyleyişleri edebiyatın, “İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh/O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekrûh/Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri... /Onlar azdırdı, evet, başlıca pes-pâyeleri. /Bu sıkılmazlara “medh et!” diye, mangır sunarak, Ne erâzil adam olmuş, oku târihi de bak! /Edebiyâta edepsizliği onlar soktu; yoksa din nâmına ahlâka taarruz yoktu.” İşte bunlar ve benzeri söyleyişler, bir şimdiki zaman eleştirisi özelliği taşırlar.
Geçmişe atıf yapmak
Mehmed Âkif, zamanına ayna tutarken işi o noktada bırakmaz. Bilir ki problemler sadece bugünün eseri değildir. Kökleri geçmiştedir. Yine geçmiş olumlu dönemlerindeki uygulamalarıyla şimdinin problemlerini çözme noktasında ders verici, ibret alınacak bir mahiyet taşır. Başka bir ifade ile geçmiş zaman onun şiirlerine bugünü anlatmakta bir karşılaştırma unsuru olarak girer. Bugünü daha iyi anlamamıza yarar. Bu sebeple o da “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz/Gelmişiz dünyâya millîyyet nedir öğretmişiz!” gibi söyleyişleriyle geçmişin bugüne ışık tutacak sayfalarını önümüze açar. Oradan problemlerin çözülebilmesi için neler alınabileceğine bakar. Böylece şimdiyi geçmişin tecrübesi ışığında anlamaya ve anlatmaya çalışır. O bunu yaparken geçmişle, tarihle hesaplaşarak geleceği inşa çabası içinde görülür. Çünkü bu inşada güçlü bir tarih şuuruna ihtiyaç vardır. Bu süreç, kendisinin de model aldığı Asr-ı-saadet Dönemi’nden başlayarak özellikle Anadoluda- ki hikayemiz açısından Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerini içine alan süreçleri ifade eder. Hatta yer yere Türk tarihinin önceki dönemlerine de atıflar yapar. Fakat geçmişe bakışı sadece olumlu olaylar için söz konusu olmaz. O günkü sorunları kökleri itibarıyla geçmişe ait ise geçmişteki bu problemleri de ele almaktan çekinmez.
Asıl olan gelecek
Mehmed Âkif için de yaşanılan olaylar elbette bir realitedir. Ama o, kendini o zamanla sınırlamaz. Onun için asıl olan şimdideki mevcut sorunlu hâlde kurtularak duraklatılmış medeniyetimizin ihyası ve yeni bir geleceğin, Türkiye’nin geleceğinin inşasıdır. Çünkü geçmiş her ne kadar ders almak adına ele alınsa bile geri dönülemeyecek bir zamandır. Şimdi ise problemler yüz yüze yaşandığı için bunları çözmenin zamanıdır. Ama aynı sorunlarla karşılaşmamak ve ideal olan devlet ve millet hayatının inşasıdır önemli olan. Çünkü ebediyyen var olmak arzusu esas alınmalıdır. O hâlde şimdiyle meşgul olmak geleceğe dair ilk adımları da atmak manasına gelmektedir. Bu yüzden “Ben ezelden beridir hür yaşadım” söyleyişine bu yüzden “hür yaşarım” sözünün ekler. Bu söz içerisinde “hür yaşayacağım” manasını da taşır. Âkif’in, buna göre ne geçmişi tümüyle red ne de geçmişi tümüyle kabul ikilemine düşmeden gerçeklerden kopmayan bir tarih okuması, bir gelecek tasavvuru içinde olduğu görülür.
Safahat’a bu gözle bakıldığında işte bu üç zaman boyutunda ele alınacak bir eser olduğu görülür. İstiklâl Marşı ise bütün bir Safahat’ı rafine bir şekilde anlatan ve özetleyen bir metin olarak dikkati şimdiye çevirip olup biteni ona göre anlatsa da söylediğimiz gibi merkeze şimdiye koymakla birlikte gerekli durumlarda geçmişe atıflar yapan ama asıl dikkati geleceğe çeviren bir şiir özelliğindedir. Şimdi ona bu gözle bakmaya çalışalım.
İstiklâl Marşı’nda zaman
İstiklâl Marşı’na baktığımızda özetlemeye çalıştığımız bu üç zamanlı anlatımı çok ayrıntılı şekilde görmemiz mümkün olur. Ağırlık elbette mevcut hâlde yani onun şimdiki zamanındadır. Bu zamanın özelliği ise şudur: Pek çok sebep bağlı olarak çözülmeye ve çökmeye doğru giden bir devlet ve millet yapısı vardır. Bu çöküş ve çözülmede önce propaganda ile gerçekleşen dış etkenler, ardından bunların açtığı gediklerden içeriye sızan/giren dış güçlerdir. İş öyle bir noktaya gelmiştir ki yurdun dört bir yanı fiilen işgal edilmiştir ve ülke bir beka meselesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu yüzden bu marşın adı olarak “istiklâl” kelimesi seçilir. Bu sıkıntılı süreç ise millette bir endişe uyandırmıştır. Şiir bu yüzden marşa “Korkma” ifadesiyle başlayarak şimdideki duruma dikkat çeker. Ama hemen peşinden “O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak” ifadesiyle bu endişenin gereksizliğini yıldızın her zaman parlayacağını belirterek şimdiden geçmişe ve geleceğe yönelir.
Buna göre inançlı bir vatansever olarak önce mevcut hâli teşrih masasına yatıran şair, mevcut olumsuzluğun tespit ve tahlilini yaparken zamanlar ara- sılık ilkesinden hareketle hem Orta Asya’dan başlayarak “Ben ezelden beridir hür yaşadım” mısrasında görüleceği gibi geçmiş zamana atıflar yapar. Bunu yaparken mısranın devamında da “hür yaşarım” “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” mısrası ifadesiyle de şimdiyle birlikte gelecek zamana dair bir tasavvur ifade edilir. Yine hem “korkma “sözüyle İslam tarihindeki Hicret olayına yaptığı atıfla ve ezandan bahsedilen mısrası ile geçmişi bir dayanak noktası olarak görür. Ama bu aynı zamanda geleceğe dair de bir söyleyiştir. Buna göre gelecekte de hür yaşamaya devam edilecek ve ezan sesleri semalarımızdan hiç eksilmeyecektir. Bu yüzden “Ebedi yurdumun üzerinde benim inlemeli” söyleyişindeki “inlemeli” fiilini “inleyecek, sen bundan asla endişeye düşme” manasında gelecek zamanlı bir fiil olarak okumak gerekir.
Bütün bunların olabilmesi yani geleceğin hür ve müstakil ülkesinin inşasında şiirde vurgu yapılan başta istiklâl olmak üzere aile, millet, devlet, bayrak, sancak, ezan, vatan kavramları kurulacak yapının temel değerleri olmasına bağlıdır. Türkiye bunu gerçekleştirdiğinde sadece kendi milletini özgür kılmayacak bu hâliyle işgal altındaki diğer milletlere özellikle de istiklâlini kaybetmiş İslam milletlerine örnek olacaktır. Bu da Türk milletinin tarihi misyonu bakımından da önem taşır. Zira adaleti, huzurlu bir hayatı biz bütün insanlık için isteriz. Bu bizim tarihimizden gelen bir vasfımızdır. Şair bu yüzden bu marşta “Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl”, “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.”, “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;”, “Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli/Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli”, “Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.” Mısralarında bu kavramları tek tek ele alarak bizi bunlar üzerinde tefekkür etmeye ve bilinç sahibi olmaya çağırır.
Buna göre geleceğin Türkiye’si marştaki bütün kavramları dikkate alarak söyleyecek olursak dört temel kavram üzerinde “din ü devlet, mülkü millet” üzerinde inanç, ümit, cesaret, gayreti ve güvenle inşa edilecek bir ülkedir. Böyle bir ülkede devlet, kendini milletin değerlerine göre konumlandıracak, devletle millet arasında bütünlük bulunacak, millet bir toprak üzerinde yaşayan bir topluluk değil ortak ideallere sahip bir topluluk, vatan bir toprak parçası değil şehitlerin emaneti kutlu bir yer, bayrak sadece siyasi bağımsızlığı değil her türlü bağımsızlığı ifade eden bir değer, ezan mana ve muhtevasıyla devlet ve millet olarak yaşamanın en temel değerleri olacaktır.
Sonuç olarak İstiklâl Marşı, başından sonuna üç zamanlı bir şiir ama en çok da gelecek tasavvuru olan bir şiir olarak tarihle bugün, bugün ile gelecek arasında inanç, irade ve ruh birliğini dile getirirken bir yandan da bu irade ve kararlılığı nesilden nesile taşıyacak, bizi millet olarak güçlü kılacak mukavemet unsurlarını söyleyen bir teminat belgesidir. İşte gelecek bu belgede ele alınan unsurlarla inşa edilecektir. Çünkü ortada bir hak vardır. Hakk’a tapan bir millet hür yaşama şiarından asla vazgeçemez ve onu elde etmek ve şimdiki zamanda onu ele ettikten sonra gelecekte de korumak ve yaşatmak ödevindedir.
Bu, gerçekleşmiş midir? Bu noktada bu soru da sorulmalıdır. Buna ne yazık ki olumlu bir cevap vermiyoruz. Zira yeni devleti İstiklâl Harbi’ni kazandıran değerlerle inşa etmek, zafere rağmen Batılı devletlerin Âkif’in düşlediği şekilde bir devleti yaşatmayacağı korkusu, Millî Mücadele Dönemi değerlerinden uzaklaşmaya yol açmış, böylece Âkif’in rüyası gerçekleşmemiş, o da Leyla’sına kavuşamamıştır. Onun geleceğe dair o gür ve coşkulu haykırışı yerini sessizliğe bırakmıştır. Fakat şunu unutmamak gerekir. Savaş kazanıldıktan sonra böyle bir sürece girilmiş olsa da bu Âkif’in milleti adına gördüğü gelecek rüyasının tamamen ortadan kalktığı söylenemez. Çünkü Anadolu’da bin yıllık bir medeniyetin tümüyle tasfiyesi söz konusu olamazdı. Diğer taraftan İstiklâl Marşı’ndaki istiklâl millet ruhuna kök salmıştı bir kere. Bunun üzeri ne kadar örtülmeye çalışılsa, adeta üzerine beton dökülmeye çalışılsa da er geç o tohum bir yolunu bularak o betonu delip filiz verecekti. Nitekim öyle de oldu. Çok zor zamanlar yaşandı ama İstiklâl Marşı bu ruhu korumamızda, diri tutmamızda en büyük teminatımız ve gücümüz oldu.
Sonuç
İstiklâl Marşı taşıdığı mana ile yazıldığı günlerdeki tazeliği ve gerçekliği ile her okunuşunda bize Âkif’in hayal ettiği o geleceğin mutlaka tahakkuk edeceğini göstermeye devam ediyor. Marşın hüküm ifadeleri olarak okuyabileceğimiz “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!/Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal/Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal/Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet/Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl” sözleri istiklâli her manada kazanarak istikbali gerçekleştirmemiz için bize müjdeler de içeren bir çağrı olmaya devam ediyor. Bu da bu milletin içinden çıkaracağı genç nesle, yeni Âkif’lere düşen bir görev olarak karşımızda duruyor. İşte bu sebeplerden dolayı İstiklâl Marşı’nı, Millî Mücadele Dönemi ile sınırlandırıla- mayacak ve İstiklâl Marşı olmasının yanında aynı zamanda bir İstikbal marşı olarak görmek gerektiğini bir kez daha belirtmek gerekmektedir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.