İstiklâl, fikren ve fiilen hiçbir konuda, kendinden başka bir güce bağımlı olmamak, yani davranış, karar alma, tutum, girişimde bulunma gibi konularda herhangi bir gücün etkisinde kalmadan hareket edebilme, müstakil, hür ve özerk olmadır. İstiklâl kavramı, daha çok siyaset ve devlet felsefeleriyle devletin yapısından söz edilirken rastlanan bir kavramdır.
Siyasi anlamda istiklâl sahibi olan devletler iç işleri, dış politika, ekonomik ve kültürel bakımdan tam bağımsız oldukları halde, bahsi geçen kurumlarda istiklâli olmayan devletler, her bakımdan başkalarına bağımlıdırlar. İstiklâl sahibi olmayan devletler, belki görünüşte bir devlet yapısına sahiptirler ama kendi kaderlerini belirleme hakları bulunmamaktadır. Rüzgârın önündeki yaprak gibi sürüklenip giderler. Oysa istiklâl sahibi devletler, uluslararası anlaşmalar ve devletlerarası hukuka bağlılıkları dışında hiçbir güce bağlı olmayıp müstakildirler. Kendi kaderlerini kendileri belirleme yetki ve güçleri vardır. İşte Türk milleti de tarih sahnesine çıktığı zamandan bu yana istiklâl aşığı bir millet olarak bağımsızlığa çok büyük önem vermiş, istiklâlini ve ona bağlı bütün değerlerini kutsal bilmiş ve el üstünde tutmuş, istiklâli tehlikeye düştüğü anda ölümden korkmadan mücadele etmiş ve ne pahasına olursa olsun bağımsızlığını korumuştur.
Milletimizin istiklâle bu derece önem vermesinin temel felsefesi, 1924 anayasasının 68. maddesinde bulunan “Her Türk hür doğar, hür yaşar” ifadesinde anlamını bulmaktadır. Bu ifade, Türk milletinin yaşama felsefesinin temelinde, istiklâlin ve başka bir milletin boyunduruğuna girmeme anlayışının bulunduğunu göstermektedir. Türk milleti, istiklâle ve hürriyete âdeta âşıktır. Bunu tarihimizin başlangıcından itibaren görmemiz mümkündür. Milletimizde istiklâl düşüncesi öylesine üst seviyede cereyan etmiştir ki vatan şairimiz Namık Kemal, bu aşkı,
“Ne efsunkâr imişsin ah, ey didar-ı hürriyet
Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten”
mısralarıyla, Türk milletinin istiklâlin büyüsüne kapılmasını ve bizzat istiklâlin bağımlısı oluşunu dile getirmiştir. İstiklâl sevdamızdır ki Türk milletinin tarih boyunca müstakil olma, asla boyun eğmeme ve kendinden başka güçlerin kontrolüne girmeme anlayışını hep ön planda tutmasına neden olmuştur.
İstiklâlin Kaynağı
Türk kültür tarihine bakıldığında sosyal yapının temelinde ailenin bulunduğu görülür. Aile yapısı ne kadar güçlü olursa, toplum ve devlet de o kadar güçlü olur. Aile bireyleri arasındaki dayanışma, daha büyük ölçekte millî birlik ve beraberliği ortaya çıkarmakta, milletin düzenli bir teşkilat oluşturmasıyla da il yani devlet meydana gelmektedir. Türk kültüründe devlet, siyasi bakımdan müstakil, muntazam teşkilatlanmış millet anlamını ifade eder. Bu teşkilatlanmada toprak bütünlüğü, yani ülke veya vatan, istiklâl[1] millet ve tabii ki uyulması gereken kurallar (hukuk ve ahlak) ön plana çıkmaktadır. Türk devlet yapısında bu dört kavram çok önemli olup bunlar arasında istiklâl, Türk’ün tarih sahnesinde bulunduğu ilk devirlerden beri bir kolektif şuur olarak Türk devlet geleneğinin hem devlet idarecilerinde hem de bizzat Türk halkında istenen, arzu edilen yüce bir duygu olarak öne çıkmaktadır. Aile birliğinin üst düzeyde olduğu Türk toplumunda bunun bir devamı olarak millî birlik ve beraberlik de tarih boyunca hep en üst düzeyde olmuştur. Nasıl ki aile ekonomik bakımdan başkalarına bağımlı olmadığında istediği gibi hareket edebiliyorsa, devlet de siyasi, ekonomik, kültürel, iç ve dış işleri bakımından başka bir devlete ya da güce bağlı olmadığında devletin yöneticileri halkının isteklerine yer verebilir, devleti, devletin kendi menfaatleri doğrultusunda yönetebilir ve menfaatlere aykırı durumlarda dış güçlere karşı çıkabilir.
Türk tarihinde milletimizin en önem verdiği husus, istiklâldir. Ancak tarihimizin bazı dönemlerinde görüldüğü gibi Türk’ün istiklâlini elinden almaya yönelik pek çok teşebbüs olmuştur. İstiklâli koruyucu en önemli mekanizma, halkın bizzat kendisidir. Millet, kendi istiklâline sahip çıkarsa elde tutulur; sahip çıkmadığında elden kaçıp gider. Bu bakımdan millî birlik ve beraberlik oldukça önemlidir ve devam ettiği müddetçe istiklâlimiz güvendedir. Millî birlik ve beraberlik, aynı zamanda devletin gücüyle de orantılıdır. Millî birliğin zayıfladığı ve istiklâlini kaybedecek duruma geldiği zamanlarda devlet de zayıflar; bu bakımdan Türk milleti, millî birlik ve beraberlik içerisinde hareket ettiği müddetçe istiklâlini de devam ettirmiştir. Tarihimizin her döneminde Türk milleti, millî birliğimize, yani istiklâlimize kastedenlere karşı önemli mücadeleler vermiş, kendi içinde yeniden yapılanmış, bir kahraman önderliğinde istiklâlini yeniden ve çok süratle kazanma başarısını göstermiş ve tarih, istiklâlimizi koruma ve elimizde tutma mücadelelerine pek çok kez tanık olmuştur. Türk milletinin tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalmamasının temel sebebi, bizzat Türk halkının istiklâli istemesinde ve ona sevdalı olmasında bulunmaktadır.
Birkaç örnekle bunu açıklığa kavuşturmak isabetli olacaktır. Asya Hun Devleti kağanı Mete Han, M. Ö. 209 yılında tahta çıktığında komşusu Tun- guzlar vergi olarak bazı şeyler istemiştir. Bu isteklere milletini korumak adına fazla itiraz etmezken bunlara ilaveten toprak da istemeleri üzerine bu isteğe karşı çok sert bir tavır almış ve devlet meclisinde toprağın kaybedilmesinin istiklâlin kaybedilmesi anlamını taşıdığını belirten bir konuşma yapmıştır. Toprağın milletine ait olduğunu ve onu korumakla bizzat yükümlü bulunduğunu ifade etmiştir. Çünkü Türk devlet geleneğinde ülke toprağı, siyasi istiklâl fikri ile beraber bulunmaktadır. Ecdadımız, hür ve müstakil yaşayabildiği, bayrağının her an dalgalandığı toprağı vatan saymış ve bunu korumak için de canını vermekten çekinmemiştir.
Bu anlayışı yine M. Ö. 55 yılında Asya Hun Devlet Meclisinde yapılan şu konuşmadan anlamak mümkündür: “Cesarete karşı hayranlık duymak ve tâbiiyeti yüz kızartıcı saymak bizim geleneğimizdir. Atalarımızdan, toprakla birlikte devraldığımız istiklâlimizi feda edemeyiz. Mücadele edecek savaşçılarımız hâlâ mevcut iken devletimizi korumalıyız” (Kafesoğlu, 2003: 234).
Ancak bazen mücadele edecek savaşçılar da kalmayabilir. Birinci Göktürk Devleti, Çin’in entrikalarıyla millî birlik, beraberlik ve istiklâlini kaybetmiş, bir kısım iç çekişmeler sonucunda yıkılmış, Çin Devleti’nin istilasına uğrayarak ordusu dağıtılmış ve bir müddet Çin’in boyunduruğunda kalmıştır. Bu durumdan duyulan rahatsızlık sonucunda, vatanını çok seven Kürşad ve 39 arkadaşı, Türk milletini bu esaretten kurtarmak için gönül ve güç birliği içinde Çin İmparatorunu esir alıp bir ayaklanmayla esaretten kurtulmayı planlamışlardır. Ancak o gece yağmur yağdığı için hükümdar saray dışına çıkmayınca, ani bir kararla sarayı basmışlar, fakat binlerce muhafızla baş edemeyeceklerini anlayınca saray ahırındaki atlara binerek mücadeleye dışarıda devam etmişler, etrafları sarılmasına rağmen kahramanca çarpışan kırk yiğidin hepsi sonuçta şehit edilmiştir.[2] Ama bu cesaret örneği, Çin esaretindeki bütün Türk illerinde karşı konulması zor bir istiklâl rüzgârı estirmiş ve bir müddet sonra Türk milleti 2. Göktürk Devleti’ni kurarak istiklâlini yeniden ilan etmiştir (Atsız, 2019).
Bu düşünce sadece siyasi anlamda değil, din tercihinde bile kendini göstermiştir. Nitekim 2. Göktürk Devleti zamanında bir grup Budist rahip, Bilge Kağan’a, Budist mabedi açma teklifiyle geldiklerinde, Bilge Kağan ve Tonyu- kuk, bu isteğe izin vermemişlerdir. Böyle bir girişimin, Türkler arasında da Budizmin yayılmasına neden olacağını, Budist inancında et yemenin bulunmadığını ve bu durumun gerçekleşmesi halinde Türklerin zayıflayarak Çin’in boyunduruğuna girip istiklâlin elden gidebileceğini düşündürtmüş ve bu istek reddedilmiştir.
Türkler, İslamiyet’i kabul etmeden önce, Hıristiyanlık ve Yahudilik mensuplarından da bu dinlere girme teklifi almışlar, fakat mevcut inançları olan Gök Tanrı inancına uygun olmayan bu dinleri bir-iki boy dışında kabul eden olmamıştı. Hıristiyanlıkta Hz. İsa’nın “bir yanağına vurana öbür yanağını da çevir!” ifadesi, bir içe dönüklük anlamı taşır. Bu da Türklerin hareketli hayat tarzına uygun değildir. Nitekim Bulgar, Macar, Kuman, Kıpçak ve Peçenek gibi Türk boyları Hıristiyanlığı kabul etmişler ve bu inancın kültürünü de benimseyip dillerini, törelerini, kısacası istiklâllerini kaybederek Türklüklerini de unutmuşlardır. Oysa 8. yüzyıldan itibaren İslamiyet’le karşılaşan Türkler gerek inanç benzerliği gerekse İslamiyet’in hayat anlayışının Türk kültür hayatına uygun öneriler ve fikirlerinden etkilenmişler, önce küçük gruplar halinde 10. asırda ise kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Bu benzerlikler arasında İslamiyet’in “vatan sevgisi imandandır” anlayışını getirmesi, vatan uğrunda savaşmanın yüceliğini ve bu uğurda ölenlerin şehitlik mertebesine ulaştıklarını, kalanlarınsa gazi olduklarını vurgulaması da bulunmaktadır. Vatan sevgisini ve istiklâli her şeyden üstün gören ve bu uğurda seve seve ölmeyi göze alan milletimiz, hiç tereddüt etmeden İslamiyet’i kabul etmiştir. Çünkü necip milletimiz, İslamiyet’ten önce de vatan uğrunda ölenlerin kutlu bir yolda can verdiklerine ve bundan dolayı da uçmağa gideceklerine inanmaktadırlar.
Anadolu Selçuklu Devleti, Moğollar tarafından istila edildiğinde bir otorite boşluğu meydana gelmiş ve kargaşa çıkmıştır. İstiklâlinin elden gideceğini gören Türk halkı, Moğol Devletine bağlı olarak varlığını sürdüren Anadolu Selçuklu yönetimini dikkate almayarak Ahi Esnaf Teşkilatı vasıtasıyla teşkilatlanıp istiklâline sahip çıkmıştır. Osman Gazi’nin liderliğindeki Osmanlı Beyliği bu mücadelede öne çıkarak uzun bir uğraş sonucunda Anadolu Türk Beylikleri arasında millî birliği kurarak Türk’ün istiklâlini yeniden ilan etmiştir.
Ankara Savaşı sırasında Osmanlı ordusunun Timur ordusuna yenilmesinden sonra Anadolu’da bozulan Türk birliği, kısa süreli bir fetret döneminin ardından Türk halkının Birinci Mehmet (Çelebi) etrafında toplanmasıyla yeniden sağlanmış ve bu yeni dönemde 50 yıl sonra İkinci Mehmet tarafından İstanbul fethedilerek güçlü bir devlet oluşturulmuştur. 17. yy’da dünyanın en güçlü devleti haline gelen Osmanlı Devleti, Avrupa’daki gelişmeleri takip edemediği ve kendisini yenileyemediği için giderek zayıflamıştır. Devletin son yılları, Türk tarihinin en zor ve sıkıntılı günlerinin geçtiği zamanlardır. Avrupa ülkelerinin uzun zamandan beri ‘hasta adam’ diye niteledikleri Osmanlı Devleti, birçok cephede savaşmak zorunda kalmasına ve bu savaşlarda sıkıntılı zamanlardan geçmesine rağmen galip gelmeyi başarmış, ancak ittifak ettiği devletlerin yenilmesi yüzünden mağlup sayılmıştır. Mondros Mütarekesiyle ordusu terhis edilmiş, donanması teslim olmak mecburiyetinde bırakılmış, Sevr Antlaşmasıyla da vatanımız bölge bölge işgalci güçler arasında paylaşılmış ve işgal edilmiştir. Sevr Antlaşması, tam anlamıyla istiklâlimizin elimizden alınması anlamını taşımaktadır. Mondros Mütarekesiyle eli kolu bağlanan Osmanlı Devleti işgalcilere karşı direnemeyince Trablusgarp’ta, Çanakkale ve Anafartalarda büyük kahramanlık destanları yazan Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’dan ayrılıp 19 Mayıs 1919 yılında Samsun’a, oradan Amasya’ya ve sonra da Erzurum’a geçerek 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi’ne katılmış ve burada tarihî kararlar alınmıştır.
Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıktığında ve Anadolu’nun çeşitli vilayetlerine gidip Türk halkıyla görüştükçe, istiklâlin yeniden kazanılacağına olan inancı da artmıştır. Çünkü millet desteği olmadan istiklâlin kazanılamayacağını çok iyi bilen Mustafa Kemal Paşa, istiklâli milletin gönülden arzuladığını ve Türk halkının bizzat mücadele vereceğini yakından görmüş ve millî mücadelenin başlatılabileceğine o zaman karar vermiştir.
İşte bu inancın bir göstergesi olan Erzurum Kongresi’nde istiklâl uğrunda yapılacak mücadelede, vatanı korumaya ve istiklâli elde etmeye İstanbul hükûmeti muktedir olamadığı takdirde bu gayeyi gerçekleştirmek için geçici bir hükûmet kurulması ve en önemlisi manda ve himayenin asla kabul edilemeyeceği kararları alınmıştır. Bu kararlar Sivas’ta millî bir nitelik kazanmış ve kısa süre sonra Ankara’da millî bir hükûmet kurulmuştur.
Türk milletinin, maddi gücü yeterli olmamasına rağmen, istiklâline yeniden kavuşacağına inancı tamdı. M. Kemal Atatürk Nutuk’ta bunu şu ifadelerle dile getirmektedir: “Türk halkı, istiklâlini ve varlığını imhaya yönelik acı darbeler karşısında kaldığı gün, insanlık dünyasında hiçbir dayanak noktasına sahip bulunmuyordu. Yalnız ve ancak kalp ve vicdanındaki azim ve imana güvenerek ya istiklâline sahip ve egemen olarak yaşamaya veyahut ölmeye karar verdi. Bu kararın tabii gereği olmak üzere şu anda devam etmekte olan millî mücadelesine başladı.” (Kocatürk, 1999: 9). Bu mücadelede Türk milletinin en ön saflarında yer alan Mustafa Kemal Paşa, Türk milletine olan güvenini, “milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır.” (Atatürk, 1991: 627; Kocatürk, 1999: 11). “Biz Türkiye’nin istiklâlini ve bütünlüğünü kurtarmaya çalışıyoruz. Allah’ın yardımı ve Türk milletinin yenilmez kuvveti sayesinde gayemize ulaşacağız” ifadeleriyle dile getirmiştir.
Türk milleti, bağımsızlığı bir yaşama amacı olarak benimsemiştir; istiklâlin elden gitmesi ise ölmek demektir. Başka bir milletin boyunduruğunda yaşamak, biz Türkler için ölümden bile ağır bir durumdur.
İkinci Göktürk Devleti’nin büyük hükümdarı Bilge Kağan, Orhun Kitabelerinde düşmanların hileler yoluyla Türk Devleti’ni yıktıklarını anlattıktan sonra 630 yılından, İkinci Göktürk Devleti’nin kuruluş yılı olan 682 yılına ka- darki yaklaşık 50 yıllık istiklâlsizlik dönemini Türk milletinin ölümü olarak nitelemiştir. Çünkü Türk’ün haysiyet ve onuruna en uygun durum, hürriyet ve istiklâlini koruması, kendi kendisini idare etmesidir. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk de Bilge Kağan’ın sözlerini hatırlatan şu ifadeleri kullanmaktadır: “Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam istiklâle sahip olmakla temin olunabilir. Ne kadar zengin olursa olsun, istiklâlinden mahrum olan bir millet, medeni milletler karşısında ancak uşak mevkiinde görülürler... Halbuki Türk’ün haysiyet, onur ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet, esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Binaenaleyh ya istiklâl ya ölüm!” (Atatürk, 1973: 13). “Türk halkı, asırlardan beri hür ve bağımsız yaşamış ve istiklâli, bir yaşama gereği saymış bir milletin kahraman evlatlarıdır. Bu millet, istiklâlden uzak yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır.” (Kocatürk, 1999: 28-29). Bu ifadeler, Türkler- deki şiddetli istiklâl tutkusunun açık delilidir.
Milletimiz bu istiklâl ateşiyle millî mücadeleye bin bir güçlük içinde başlamıştır. Ankara’da 23 Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meclisi, yeni bir ordu oluşturmuş, ordunun ihtiyaçlarını milletimiz yine zorluklarla ve kendi imkânlarıyla karşılamış, kendisi yememiş, giymemiş askerimiz yesin giysin diye cepheye göndermiştir. Cebindeki her kuruşu ordumuzun ihtiyaçları için bağışlamıştır. Türk milleti, istiklâli için bir yandan düşmanla amansız bir mücadele verirken, bir yandan da hastalıklarla, yoksullukla savaşmıştır. Cephede üniformalı askerlerimiz silahla savaşırken, cephe gerisinde bütün Türk milleti askerlerimiz için maddi desteğin yanında dualarıyla ve gönülleriyle manevi destek vermiştir. Bu nedenle Yahya Kemal, Türk milleti için ‘ordu millet’ terimini kullanır. Gerçekten de Türk milletinin her ferdi bir askerdir. İşte millî mücadele bu ordu milletin eseridir.
Bu mücadele sırasında savaşa fiilen katılamayanlar dualarla, şairlerimiz şiirleriyle, ediplerimiz makaleleriyle istiklâl mücadelemize destek vermişler, ordumuzu manevi olarak güçlendirmişlerdir. Bunlardan biri olan Yahya Kemal, Mondros Mütarekesi’ne rağmen istiklâlin mutlaka kazanılacağına olan inancını 1918 isimli şiirinde şöyle dile getirmiştir:
Ölenler öldü, kalanlarla muztarip kaldık.
Vatanda hor görülen bir cemâatiz artık
Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan
Ve Göz kapaklarının arkasında eski vatan
Bizim diyâr olarak kaldı tâ kıyâmete dek.
Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek
Harâb olup yaşıyor tâli’in azâbıyle;
Vatanda düşmanı seyretmek ıztırabıyle.
Vatanda korkulu rüya içindeyiz, gerçek.
Fakat bu çok süremez, mutlaka şafak sökecek
Ateş ve kanla siler, bir gün, ordumuz lekeyi,
Bu, insanoğluna bir şeyn olan, Mütâreke’yi.
Yahya Kemal gibi fiilen katılamamış olsa da kalemiyle, sesiyle, ruhuyla millî mücadeleye çok önemli destek verenlerden biri de Mehmed Âkif’tir. O, makaleleri ve şiirleriyle, camilerde ve meydanlardaki konuşmaları ve hutbeleriyle, Almanya ve Orta Doğu’da Teşkilat-ı Mahsusa için yaptığı Türkiye dışındaki faaliyetleriyle, millî mücadelenin görünmez kahramanlarındandır.
Mehmed Âkif ve İstiklâl Kavramı
Âkif, millî mücadelenin başlangıcında Ankara’ya davet edildiğinde derhal İstanbul’dan ayrılıp bu kutlu çağrıya icabet etmiş. Başından sonuna kadar manevi desteğini noksan bırakmamıştır. Millî mücadelede en önemli eksikliğin millî bir marş olduğunun farkına varılınca marş için çalışmalar başlatılmıştır. Millî marşın, Millî mücadelenin manevi desteğini artıracağı ve ordumuzun daha güçlü mücadele etmesini sağlayacağı su götürmez bir gerçekti. Yazılacak marşın da Türk milletinin, istiklâlini mutlaka kazanacağına daha kuvvetle inandıracak bir millî marş olması gerekliydi.
Büyük Millet Meclisi tarafından böyle bir millî marş yazılması için 500 altın ödüllü bir yarışma düzenlenmiş, katılan 724 şiirden hiçbiri Meclis tarafından kabul görmemiş, nihayet Hamdullah Suphi bunun ancak Mehmed Âkif tarafından yazılabileceğini düşünerek ona gitmiştir. Mehmed Âkif, millî bir marşın para karşılığında yazılmaması gerektiğini düşündüğü için bu yarışmaya girmediğini belirtince bu mesele ortadan kaldırılmış ve Âkif, Tacettin Dergâhı’na kapanıp kısa sürede marşı tamamlayarak meclise sunmuştur. Müzakerelerden sonra tekrar tekrar okunan marş, 12 Mart 1921’de son kez ayakta dinlenmiş ve kabul edilerek milletin malı haline gelmiştir. İstiklâl Marşımız, millî mücadelenin devam ettiği bir sırada yazılmıştır. Bu marş, küçüğünden büyüğüne, kadınından erkeğine, erinden komutanına herkesin zafere olan inancını gösteren kutlu bir marştır. Yazıldığı dönemde zaferin mutlaka kazanılacağı müjdesini vermekteyken, günümüzde de Türk milletinin ebediyen istiklâline sahip çıkacağının müjdesini vermektedir.
Bilindiği gibi istiklâlin sembolü, sancak ve bayraktır. Merhum Mehmed Âkif de İstiklâl Marşı’nda bayrağa ve sancağa sık sık vurgu yapmakta ve marşa Türk milletine seslenerek başlamaktadır.
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Eğer al sancağımız şafaklarda dalgalanıyorsa, evlerimizde yanan ocakların dumanı yurt semalarının üstünde tütmeye devam ediyorsa asla korkma ey Türk! Bayraktaki o yıldız bize aittir ve milletimiz var oldukça parlamaya devam edecektir. Parlayan o yıldız, Türk milletinin istiklâlidir.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
Madem ki istiklâlimiz ebedi olacaktır, o zaman hilalin yani milletimizin yüzünün de çatılmasına gerek yoktur. Anadolu Türklüğü, Türk ırkının mümessilidir; öyleyse ey Anadolu Türklüğü, istiklâline sahip çık ki yeryüzündeki bütün Türk boylarına umut olabilesin. Onlar da Anadolu’dan örnek alıp istiklâllerine sahip çıkabilsinler. Çünkü istiklâl, Hak’tan yana olan ve Hakk’a kulluk eden milletimin hakkıdır.
Mehmed Âkif, hürriyet ile istiklâl arasında doğrudan bir bağ olduğu kanaatindedir. İstiklâl, hakikatin, doğrunun yanında olan Türk milletinin hakkıdır; çünkü milletimiz, tarih sahnesinde olduğu günden itibaren hür yaşamış, bundan sonra da hür olarak yaşayacaktır. Bu hürriyeti, dünyanın en donanımlı güçleri de gelse milletimizin elinden alamayacaktır. Nitekim bir haçlı donanması olarak Çanakkale’ye saldıran dünyanın en donanımlı savaş gemileri, Çanakkale Boğazı’nın derin sularına gömüldüğü gibi, yine o günün şartlarında her türlü imkânlara sahip olan haçlı kara ordusu da her türlü imkânsızlıkla savaşan Türk ordusuna yenilmiş ve Türk’ün hürriyet ve istiklâlini elinden alamamıştır. Bu durum, tarihin her döneminde de böyle olmuştur. Türk milleti, geçmişte olduğu gibi millî mücadelede de geçmişteki başarılarını tekrar edecek ve önündeki her türlü engeli aşıp, dağları yırtıp, denizleri taşırıp ülkesini işgal etmek ve istiklâlini yok etmek isteyen düşmanına galip gelmeyi bilecektir. Bu keyfiyeti marşın üçüncü kıtasında
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
mısralarıyla ifade eden Âkif, dördüncü kıta ile dokuzuncu kıta da dahil olmak üzere Batı medeniyeti ile Türk-İslam medeniyeti arasında bir mukayese yapmakta, Batı’nın maddi kültür üzerinde yükselen ve sömürgeci, baskıcı, saldırgan ve kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımayan bir anlayışa sahip oldukları için insana değer vermeyen bir yapısı olduğuna işaret edip bunu en ağır şekilde eleştirirken, Türk-İslam medeniyetinin insana ve manevi değerlere kıymet veren bir yapısı bulunduğunu vurgulamaktadır. Âkif, Batılı zihniyetin bu işgalci ve sömürgeci anlayışla Türk vatanına saldırarak, diğer memleketler gibi sömürgeleştirmek, hatta Türkleri buradan çıkarmak için işgal ettiklerine dikkat çekmektedir. Halbuki üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanın, rastgele bir toprak olmayıp şehitlerimizin kanlarıyla sulanarak kutsal bir değer kazandığını ve vatan olduğu için kutsallaştığını, bu nedenle de ne pahasına olursa olsun düşmana karşı savunularak işgalcilerin çizmelerine çiğnettirilmemesi gerektiğini belirten Mehmed Âkif, Türk istiklâlinin yegâne temsilcisi olan bu vatanın, tek düşman kalmayıncaya kadar savaşılıp savunularak yurttan kovulduğunda ancak şühedanın rahat uyuyacağını ve bu kutsal toprakların o zaman bizlere hakkını helal edeceğini ifade etmektedir.
Bu abidevi marşın altı kıtasında kelimelerle bir vatan tablosu çizen Meh- med Âkif, onuncu ve sonuncu kıtada tekrar istiklâl, hürriyet ve bayrak ilişkisine dönmekte ve şu ölümsüz mısraları terennüm etmektedir.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!
Mehmed Âkif, istiklâlimizin kazanılacağına olan sarsılmaz inancını, İstiklâl Marşı’nı yazarak, önce cephede savaşan kahraman askerlerimize, sonra da cephe gerisinde bulunan milletimize aktarmış ve onların da yeniden bağımsız bir devlet olma inançlarını güçlendirmiştir. Nihayet Türk milleti, hakkı olan o zaferi 30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Muharebesi’yle kazanmış, 23 Temmuz 1919’da Erzurum, 4 Eylül 1919’da Sivas kongreleriyle manda ve himayeye hayır diyen Türk milleti, 29 Ekim 1923’te ise istiklâlinin şahsiyet kazandığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuştur.
Mehmed Âkif, İstiklâl Marşı’nı Safahat adını verdiği ve yedi bölümden oluşan kitabına “bu milletime aittir” diyerek almamış, kendisine sorulan bir soru üzerine de “Allah bu millete bir daha istiklâl marşı yazdırmasın” cevabını vermiştir. İstiklâl Marşı’nın Safahat’a alınmayışının herkes tarafından bilinen bu cevabının dışında kanaatimizce istiklâl kavramıyla doğrudan ilintili olan bir başka cevabı daha olmalıdır.
Bilindiği gibi kitap, düşüncelerin kelimelere ve cümlelere yansıtılarak somutlaşmış halidir. Düşünceler, kitap kapaklarının arasına girmeden önce hür ve müstakildir; bu düşüncelerin iki kapak altına alınarak kitaplaştırılması, düşüncelerin hürriyetini kaybedip artık belli kalıplara dökülmesi ve bağımsızlığını yitirip o kitaba ait hale gelmesidir. İstiklâl Marşı, Türk milletinin ilelebet hür ve müstakil olmasının teminatı ve sembolü olmuştur. İstiklâl Marşı’nın iki kapak arasına girmesi demek, Safahat’a ait olması ve istiklâlini kaybetmesi demektir. İstiklâlini kaybetmiş bir marş, bir milletin ilelebet müstakil olmasının sembolü olmasını yitirmek demektir. Merhum Mehmed Âkif, İstiklâl Marşı’nı Safahat’a almayarak onun ilelebet bağımsız olacak Türk milletinin yine ilelebet bağımsız olma sembolünün de bağımsız kalmasını sağlamıştır. İki kapak arasına girmemiş olan bu marş, yedisinden yetmişine bütün Türk milletinin hafızasına girmiş ve 12 Mart 1921’den bu yana Türk milletinin olmuştur. Milletimiz, İstiklâl Marşı’nı ezberden okuyarak, her okuyuşunda istiklâlini güvence altına almaktadır; adeta sigortalamaktadır.
Kırk bir mısradan ibaret olan İstiklâl Marşı, her okunuşunda Türk milletine kırk bir kere maşallah demektedir. Bize bu kadar anlamlı bir marş bırakan merhum Mehmed Âkif Ersoy’u rahmet ve minnetle anıyoruz.
KAYNAKÇA
Atatürk, M. K. (1973). Nutuk (Vol. I). Millî Eğitim Bakanlığı Yayınevi. İstanbul.
Atatürk, M. K. (1991). Nutuk-Vesikalar. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara.
Atsız, N. (2019). Bozkurtlar. Ötüken Neşriyat. İstanbul.
Kafesoğlu, İ. (2003). Türk Millî Kültürü. Ötüken Neşriyat. İstanbul.
Kocatürk, U. (1999). Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara.
Turan, O. (1978). Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi. Nakışlar Yayınevi. İstanbul.
[1] Eski Türkçede istiklâl, oksızlık kavramıyla karşılanmaktaydı. Ok ya da ök, anne anlamında olup oksız ya da öksüz, annesiz kalmak anlamına gelirdi. Günümüzde de öksüz, annesi ölmüş çocuklar için kullanılmaya devam etmektedir. Annesi hayatta olan çocuk, annesine bağlıdır ve annesinin güdümündedir. Annesi vefat edince öksüz olur; yani annesinden bağımsız hale gelerek kendi başına ve kendi isteklerine göre hareket eder. Bundan dolayı öksüzlük ya da oksızlık, müstakil olmak, bağımsız hareket edebilmek anlamlarını ifade eder (Kafesoğlu, 2003: 233-235).
[2] Geleneksel Türk dininde vatan uğrunda can feda edenlerin kutsal ölüler olduğu inancı bulunmakta ve bu uğurda ölenlerin uçmağa vardığına inanılmaktaydı. Bu inanç, İslam dininde de bulunduğu için, milletimizin müslüman olmadan önceki vatan uğruna ölmeleri ne de şehit kavramını kullanmanın uygun olduğunu düşünerek bu terimi tercih ettik (Turan, 1978: 227).
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.