• İstanbul 13 °C
  • Ankara 12 °C

Prof. Dr. H. Yasemin Mumcu :İki Mütefekkir Şair Mehmet Âkif Ersoy ve Muhammed İkbal’in Gözünden İslâm Âlemi

Prof. Dr. H. Yasemin Mumcu :İki Mütefekkir Şair Mehmet Âkif Ersoy ve Muhammed İkbal’in Gözünden İslâm Âlemi

“Bu dünyanın gürültüsünde duyulmak istiyorsan, o zaman bırak da ruhuna bir tek fikir hâkim olsun. Adam bir tek fikirle siyasal ve sosyal ihtilaller yapar, krallıklar kurar ve dünyaya kanunlar koyar.” (1877 Pakistan/Siyalkut doğumlu Muhammed İkbal)

"Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim...

İnan ki her ne demişsem, görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!”

(1873 İstanbul/Fatih doğumlu Mehmet Âkif Ersoy)

İkbal ve Âkif, gerçek iman sahibi, İslâm âlemini yakından gözlemleyen, gözlemlediklerini yazıya geçiren; sadece olanı yazıya geçirmekle kalmayıp olması gerekeni de gösteren -hem de sert ve keskin bir dille, bir tokat gibi-, aydın olma bilinci ve sorumluluğunu hakkıyla ta­şıyan, ömürlerini İslâm’ın birliği, İslâm’ın yüceliği için harcayan iki samimi Müslüman... On­ların isminin önüne getirilebilecek daha pek çok güzel sıfat var; ama çalışmamızın konusu nedeniyle ancak yukarıdaki sıfatları kullanmayı gerekli görüyoruz.

Doğum tarihleri itibariyle aralarındaki fark, yok denecek kadar az; yani bir başka deyişle her iki mütefekkir de aynı dünyaya gözlerini açmış, İslâm’ın aldığı şekli benzer şekilde algılamış; bakış açıları benzer olunca etraflarına, olaylara, kişilere, gelişme/gerilemelere de benzer bir gözle dikkat etmiş, benzer sorunlara benzer çözüm önerileri sunmuşlardır.

Gerek Âkif gerekse İkbal, ikisi de gördüklerini, yaşadıklarını yazmışlardır. Eserlerinin her bir satırının, her bir mısraının gerçekçi olmasının en büyük sebeplerinden birisi budur. İkbal, Hindistan topraklarının uzun ve planlı bir çalışma sonucu nasıl İngiliz sömürgesi haline geldiğini yakından müşahede etmişti. “Batı karşısında yenilmekte olan, sömürgeleştirilmiş, zayıf düşmüş Müslümanların durumundan derin bir azap duymuş ve bu durumun düzeltil­mesi için neler yapılabileceği üzerinde düşünmüştür. İngiliz sömürgeciliğinin bütün şidde­tiyle devam ettiği bir coğrafyanın çocuğu olan İkbal, tıpkı Mehmet Âkif gibi yanmış, yıkılmış coğrafyanın içine düştüğü acıları derinden hissetmiş, şiirlerinde bu acıları dile getirmiştir.”1 “İkbal’in yaşadığı dönemde İslâm dünyası uykudadır. Kendisinden, değerinden ve içinde [1] bulunduğu çağdan habersizdir. Derin bir çöküş ve bunalım yaşamaktadır.”[2]

Âkif ise Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış aşamalarını takip etmiş, Kurtuluş Savaşı’nın en acıklı, en trajik sahnelerine bizzat katılarak şahit olmuştu. İki mütefekkir şairin ait olduğu iki ülke/millet için de söz konusu olan büyük problem, emperyalist güçlerin “böl ve yönet” politikasına en uygun hâle gelmiş olmasıdır.

Âkif’in tanıklık ettiği ortam şöyledir: “Osmanlı’nın dağılma/yıkılma dönemlerine, savaşlara ve ağır yenilgilere, kayıplara, işgallere, iç ve dış siyasetin bütün kirli yönlerine ve açmazla­rına, bütün olumsuzluklara rağmen bir milletin yeniden var olma mücadelesine, yeniden dirilişine ama aynı zamanda kendinden çok uzak siyasetlere maruz kalıp adeta kendine ya­bancılaşmasına tanık olan bir kişi olarak Akif, neredeyse kendi hayatının akışında milletin hayatını aynalaştırmıştır.”[3]

Çalışmamıza esas aldığımız eserlerden Âsım, bilindiği üzere Safahat’ın altıncı kitabıdır ve 1924’te basılmıştır. Uzun bir manzum hikâye tarzında yazılmış olan bu eserin ana konusu “vatanın bulunduğu şartlar, süregelen savaş ve yapılan hatalardır.”[4] Tabiî bu ana konunun yanında nesil çatışması da kendini aynı ağırlıkta hissettirmektedir.

Safahat’ının hepsine hâkim olan vatan hissi, Asım’da dikkate değer bir realizme bürünmüştür. Akif’in manzum romanı diyebileceğimiz bu idealist eserde en realist kalemle çizilmiş tabiat par­çalarının yanında Çanakkale Şehitleri’nin gömüldüğü ideal âlemi temaşa ediyoruz.”[5] der Nuret­tin Topçu.

Çalışmamızın diğer ayağında yer alan eserlerden Hareket Zili, Muhammed İkbal’in 1901­1924 tarihleri arasında Urduca yazdığı şiirlerin toplandığı kitabıdır ve Âsım’la aynı tarihte yani 1924’te basılmıştır. Eserin çevirisini yapan Celal Soydan’a göre eleştirmenlerce dört bö­lümde incelenen İkbal şiirlerinin ilk üç bölümü bu eserde yer almaktadır[6]:

“İlk dönemde şiirlerinde vatancılık ve milliyetçilik eğilimi yoğunluktadır. (...) fikir ve felsefi öğe­ler temel bir özellik olarak mevcuttur. (...) [1905-1908 arasında Avrupa'da yazdığı şiirlerinde] İkbal’i öncekinden farklı bir şair olarak görmekteyiz; o bir şairden daha çok öğüt veren, mesaj yollayan ve bazı amaçlar için şiiri kullanan bir şair olarak görünür. (.) İkbal’in şiirinin üçüncü dönemi, Hareket Zili’nin üçüncü bölümünü oluşturur ve 1908’den başlayıp eserin yayımlandığı 1924 yılına kadar devam eder. Bu dönemde İkbal, vatancılığı tamamen terk eder ve daha geniş bir ülkü olarak gördüğü millet görüşüne yönelir. Vatan coğrafyasının kısıtlı sınırlarına hapsol- mayı İslam’a aykırı bulur. Bu dönem şiiri bütünüyle İslami bir renge bürünür ve tamamen İslam dünyasını şiirine konu eder. İkbal bu dönemde gelişen tarihi olaylara daha geniş bir perspektif­ten bakmaktadır.”

1936 yılında yayımlanan Musa Vuruşu içinse şu açıklayıcı bilgi verilebilir[7]: “Bu sadece bir şiir eseri değildir; bu eser Müslümanların sosyal yaşamlarına ilişkin düşünürlerin altından kalkama­dıkları ve çözüm bulmak için sayısız kitap yazdıkları önemli meselelerin birkaç beyitle açıklandı­ğı, basiret sahiplerinin yollarını aydınlatan öğretilerle doludur.”

Bu eserle ilgili olarak vurgulanması gereken önemli bir nokta da Musa Vuruşu’nun alt başlı­ğıdır: “Yani Savaş İlanı, Çağa Karşı”. Bu alt başlık bile kitabın muhteviyatı hakkında bize bazı ipuçları vermektedir. Kitabın isminin hangi anlama geldiği konusunda Mustafa Şerif Onaran şu açıklamayı getirir[8]: “Hz. Musa’nın, kendi dönemindeki dine aykırı düşünceleri ortadan kal­dırması gibi, Muhammed İkbal de yaşadığı çağın sapkınlıklarına, dönemin Firavunluğuna karşı şiirleriyle karşı çıkmaktadır.”

Çalışmamızda bu iki mütefekkir şairi birlikte incelemeye almamızın sebebi, onların sadece aynı tarihte doğmuş, birbirlerine yakın bir tarihte ölmüş olması veya İslâm’a bakışlarının bir­birine çok benzer olması değildir. Onlar, resmen tanışmamış olsalar bile birbirlerinin yazdık­larını takip etmiş, birbirlerine duydukları hayranlığı dile getirmişlerdir. “Mehmet Akif, daha Ankara’dayken İkbal’in eserleriyle tanışmış, ufak bir risalesini okuyunca onu öncelikle duygu bakımından kendisine benzetmiş ve Ankara’da tanıtmaya başlamıştır. Bu duygu benzerli­ği, Akif’i düşünce bakımından da İkbal’i tanımaya götürmüştür. Nitekim ilk araştırmalarında onun Hint Müslümanları arasında hem Doğu sofizmini, hem Batı felsefesini incelikleriyle kavramış bir şair/düşünür olduğu tespitini yapmıştır.”[9]İkbal üzerine en güzel çalışmalardan birini yapan Annemarie Schimmel’e göre Mısır’da bulunduğu yıllarda İkbal’in eserini okuyan ve hayran kalan Türk İstiklal Marşı’nın şairi Âkif, onun eserinde kendi politik ve poetik ide­allerinden bazılarının beğenildiğini görmüştür[10] [11]. Âkif, İkbal’le ilgili olarak görüşlerini şöyle dile getirir11: "... Hakikaten yaman şair. Zaten Hind Müslümanları arasında ismini bilmeyen, şiirlerini ezberlemiş olmayan yok... Nezdimdeki iki eserinden biri; ‘Peyam-ı Meşrık’tır. Çok gü­zel kıtalarla gazelleri var. Gazellerin biri ikisi bana sarhoş gibi nara attırdı. İlmi, irfanı, kudret-i şairanesi benimkilerle kabil-i kıyas değil, çok yüksek...”

Mustafa Şerif Onaran da Akif’in, Doğu’nun bilge ozanı olarak Şeyh Sadi-i Şirazi’yi gördüğünü, Muhammed İkbal için de aynı inanışı duyduğunu ifade eder[12].

Öncelikle belirtilmesi gerek nokta Muhammed İkbal ve Mehmed Âkif’in çıkış noktalarının İslâm dini ve bu son dinin mukaddes kitabı Kur’an-ı Kerim olmasıdır. “Akif’in ‘Leyla’ diyerek sevdalandığı ve uğruna bir ömür gözyaşı döktüğü ‘din’, bugün insanımızın önüne çıkarılan hurafe ve taklit karışımı ‘din’ değildir. Safahat’ta inleyen ruhun dini, çağlar boyu üstü örtülen Kur’an’ın aydınlık ve berrak dinidir.”[13]İki şairin de dikkatleri, gözlemleri, çözüm önerileri hep bu minval üzerinedir. Eserlerinde, düşüncelerinde her bir satırda, her bir mısrada bu çıkış ve varış noktasının dışında bir gerçek söz konusu değildir.

Onların çıkış noktasını bu şekilde belirledikten sonra bu çıkıştan amaçladıkları hedefe doğru nasıl bir yol izliyorlar, bu sorunun cevabını aramaya başlayabiliriz.

Âsım’da Âkif’in sözcüleri konumunda eski nesli temsil eden Köse İmam ve karşısında yeni nesli temsil eden Hocazâde vardır. “Köse İmam, II. Abdülhamit devri insanının, Hocazade ise büyük mücadeleler sonunda II. Meşrutiyetin ilanını sağlayan ve hürriyeti elde eden yeni neslin temsilcisidir.”[14] Orhan Okay’a göre de Köse İmam ve Hocazâde, Âkif’in iki farklı cephesidir[15]:

“Çanakkale savaşlarına kadar, her muharebeyi kaybeden, iktisaden, ahlaken, hatta sıhhatçe çökmüş bir milleti görerek ümitsizliğe kapılan Akif’in bir parçasıdır Köse İmam. Buna mukabil, Köse İmam’ın bu ruh halini tenkid eden, onu haddinden fazla karamsar bulan, hatta onun men­sup olduğu medrese takımını da zaman zaman suçlayan, yer yer milletimizin şanlı geçmişinden ve cedlerinden bahsederek yeniden o günlerin geleceği ümidini veren Hocazade ise, Akif’in, Ça­nakkale savaşlarını görerek ümitsizliklerini inançla değiştiren Akif’i temsil eder.”

Bu iki neslin fikir çatışmalarından ortaya Âsım nesli çıkacaktır. Her cephesiyle realist man­zum hikâyede olayları bu iki kişinin gözlerinden görür, görmekle kalmaz tam anlamıyla gözümüzün önünde canlandırırız. Köse İmam, Hocazâde’ye göre daha karamsardır. Onun gözünden halkın durumu farklı cepheleriyle okura ulaştırılır[16]:

“Aile müessesesi çökmektedir. Köylünün sıhhati, ahlâkı, geçimi bitmiş, tükenmiştir. Millet basi­retsiz ve kötü idarecilere, gafletle ve körü körüne uymaktadır. Birbirlerini anlamayan eski nesil- yeni nesil, halk-idareciler, mektep-medrese ikiliği memleketi gittikçe derinleşen bir çatışmaya sürüklemektedir.”

Ancak belki de işin en acı noktası halkın büyük bir kısmı bu yokluk, yoksulluk, yoksunluk içinde yaşam mücadelesi verirken, mahrumiyetlere katlanıp, sefalet içinde ölürken bir başka zümrenin refah içinde yüzmesidir. Toplumda “..cehalet, anlaşmazlık, tefrika, içtimaî bünyeye fesat tohumları” ekilmekte, “telifi imkânsız çeşitli telakkiler zuhur” etmektedir[17].

Başka bir açıdan ise bu kötü şartlar altında yaşayan halkın hâlâ bir şeylerin farkında olmayı­şı, sesini çıkarmadan her şeyi kabullenmiş olması da en büyük sorunlardan biridir. Âkif bu sükûnete dayanamaz ve şöyle seslenir[18]:

“Ey Müslümanlar! Sizde ruhtan, histen eser yok mu? Ne zamana kadar bu zillete tahammül edeceksiniz? Lanet o zelilane hayata ki, sahibini dünyada sefil, ahirette rezil eder. İman demek, zillet demek değildir; iman demek, taarruza, tecavüze, hakarete tahammül etmek, a’da-yı di­nin tahakküm-i kâhirine serfürû eylemek değildir. İman demek, izzetle yaşamak, izzetle ölmek demektir. İslam’ın asırlardan beri duçar olduğu zilletin kâl ü kalemle tasviri mümkün değildir.” Bu genel girişten sonra iki şairin adı geçen eserlerinde ortaya koydukları İslâm âlemi, İslâm âleminin güncel sorunları ve bu sorunlara karşı dile getirdikleri çözüm önerilerine kısaca değinebiliriz.

Tevekkül, tembellik

Âkif’e göre İslâmiyet tembelliği değil, çalışmayı emreder. Ancak tüm İslâm âleminde görü­len yanlışlıklardan biri uyuşukluk, tembellik, tevekkül ardına saklanılmış gaflettir. Âkif’in bu konudaki dileği şöyledir[19]: “Ah biz Şarklılara vazife hissini ihsas edecek bir aşı keşf olunsa!.. Nereye gittimse, insanlarında vazife duygusunu göremedim. Bu şuurun uyandığı gün, Şark, yakasını kurtarmış demektir.”

“Dikkat et: 1000 senesinden beri, a’sâbı harâb,

Yatıyor koskoca bir âlem-i îman, bîtâb.

Pıhtı halinde yürekler, cevelansız kanlar;

Çevirip yastığı tekrar uyuyor kalkanlar!

Gözünün gördüğü yok beynine çarpan güneşi!..” (s. 410)[20]

“İslâm toplumlarının tamamı, tembelliğin bir sonucu olarak büyük bir yoksulluk ve zillet için­dedir. Buna ahlakî sukutun da ilavesiyle bu toplumlar içinde bulundukları durumun farkında bile değillerdir. Maddî ve manevî her türlü hastalık Doğu’yu içten içe kemirmektedir.”[21] Fazıl Gökçek’in de ifade ettiği gibi Müslümanların düştüğü durum, tembellikleriyle doğrudan iliş­kilidir.

“Köylünün bir şeyi yok, sıhhati, ahlâkı bitik;

Bak o sırtındaki mintan bile tiftik tiftik.

Bir kemik, bir deridir ölmedi kaldıysa diri;

Nerde evvelki refâhın acaba onda biri?

Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi icrâ ister;

Bir kalem borca bedel fâizi defter defter!

Hiç bakım görmediğinden mi nedendir, toprak,

Verilen tohmu da inkâr edecek, öyle çorak,

Bire dört aldığı yıl köylü emîn ol, kudurur:

Har vurup bitmeyecekmiş gibi, harman savurur.

Uğramaz, gün kavuşur, çiftine yahut evine;

Sabah iskambil atar kahvede, akşam domine.” (s.384)

Müslümanlar için en kötü sonuçlardan birisi de ye’se kapılmalarıdır ve bu ye’s, beraberinde tevekkül ve tembelliği getirmiştir.

Ya senin âlem-i İslâm’ın inanmış ye’se;

Din-i resmîsi odur, vazgeçemez kim ne dese!

Önce dört kıt’ayı alt üst eden îmân- metîn;

Sonra, dört yüz bu kadar milyon adam, hepsi cebîn!

Şarka in, Mağribe yüksel görmezsin galeyan...

Nasıl olmuş da uyuşmuş bütün ümmetteki kan?

Neye tutmuş da bu şevket, bu şehâmet dini,

Benden imsâk ediyor ceddime bezl ettiğini?

Yaşamak hakk-ı sarihim mi? Evet. Bir mantık, Bunu inkâr edemez, çünkü bedihi artık.

Bir bedâhet de bu öyleyse: “Çalışmak borcum.”

Yok irâdem ki, fakat, dipdiri bir meflûcum!” (s.409)

İkbal için de İslâmiyet’in kanaat, tevekkül, teslimiyet ve rıza gibi kavramları yanlış anlamla­ra bürünmüş ve Müslümanları hâkimiyeti altına almıştır[22]. “İkbal’in yaşadığı dönemde İslâm dünyası uykudadır. Kendisinden, değerinden ve içinde bulunduğu çağdan habersizdir. Derin bir çöküş ve bunalım yaşamaktadır. [Ancak İkbal’in daha büyük üzüntüsü] çok önemli şahsiyetler yetiştiren, medeniyetler kuran Müslümanların böyle bir durumu kabullenmiş olmaları ve değiş­tirme yolunda çaba sarf etmemeleri, var olan enerjilerini kullanmamaları ve eyleme geçememe­leridir. İkbal, düşüşün başka sebeplerle birlikte İslamî öğretiyi kavrayamayış ve fikrî durgunluk­tan ileri geldiğini düşünür.”[23]

“Allah modern Müslümanlara tembelliklerini, zayıflıklarını ve beceriksizliklerini göstermek için şöyle seslenir:

Sabahları ibadet için uyanmak sizlere pek zor geliyor!

Erkenden bana vecd ile yönelmek yerine uykuya sarılıyorsunuz!

Siz şımarıklara ve şaşkınlara oruç bile ağır geliyor-

Siz söyleyin: acaba siz buna “ sahih bir iman” mı dersiniz?”[24]

“İkbal’e göre, işgal ve köleliği kabul eden Hintli Müslümanların karakteri insana yakışmayan bir karakterdir. Bu karakter onların, bireysel ve ulusal morallerini mahvetmiştir. Ve bu karaktere ye­nik düşen Müslümanlar, işleri ve kazançları, mevki ve siyasal kariyerleri ne olursa olsun, çöküşe, mahvolmaya mahkûmdurlar. Çünkü onlardaki “hayat coşkusu, varoluş aşkı ve bağımsızlık sev­dası" mecalsiz kalmış, sönmüştür. ... Ölümsüz düşünüre göre, bu karanlık kaderin müsebbipleri Hintli Müslümanların bizzat kendileridir. Çünkü onlar, Türklerin aksine, özgür ve bağımsız yaşa­mayı sağlayacak bir karaktere sahip olamamışlardır."[25]

Aşkımızda eski yakıcılığın kalmadığı doğrudur,

Teslimiyet ve rızada asıldan sapıldığı doğrudur,

Çarpan kalplerin Kıble sıfatı almadığı doğrudur,

Ayrıca kanunlarına bağlı kalınmadığı doğrudur; (Hareket Zili, “Şikâyet”, s. 201) İkbal “Şikâyet” şiirinde Allah’a sitem eder, Müslümanların bugünkü duruma düşmelerinde biraz da O’na sorumluluk verir, çaresiz bir şekilde. Daha sonra yazdığı “Şikâyet’e Cevap”ta bu defa Allah’ın ağzından Müslümanların eleştirisini yapar:

Biz rahmete hazırız! Ancak isteyen yok.

Kime yol gösterelim? O yolda yürüyen yok.

Feyzimiz umumi, cevher sahibi olan yok.

Âdem yaratmaya yarayan toprağın yok.

Hak edene Keyhüsrev gibi şanlar da veririz.

Arayan olursa ona yeni dünyalar da veririz.( Hareket Zili, “Şikâyete Cevap”, s. 235)

İkbal’in Doğu insanı hakkındaki kanaati şudur[26]: “Şark’ın cânındaki o eski ateş, hayat ateşi söndü, nefesi tükendi, bedeninden cân uçup gitti. O, şimdi nefes almadan yaşayan bir resim gibidir. Hayat zevki nedir, bilmiyor. Gönlünde bir davası yok; ney’ terennüme yabancı..."

Yeni yöntemlerden korkmak, eski tarzlara sarılmak,

İşte en zor aşama budur ulusların hayatında.

Bu hayat kafilesi öyle hızlı yürüyüşlüdür ki,

Ezilip gider uluslar onun yürüyüş hızında. (Hareket Zili, “Yıldızlar Birliği”, s.208)

“Müslüman uluslarda İkbal’i en fazla üzen şey onların uygarlık düzeylerinin düşüklüğü, geri kalmışlığı, yozlaşmaları ve esaret altında olmaları değil, bu durumu kabullenmeleri, mevcut durumlarına rıza göstermeleri ve değiştirmek için harekete geçmemeleridir. Müslümanlar- daki bu boyun eğiş ve amelsizlik -ki kaderle ilgili yanlış bir anlayıştan kaynaklanmaktadır- hayatın hemen her alanında görülmektedir.”[27] Bu konuda da Mehmet Âkif’le İkbal arasında bir fikir ortaklığı söz konusudur.

Mümini ay ve yıldızların yöneticisi yapan Kur’an’dan

Dünyayı boşlama telkinleri çıkarılıyor şimdi.

Bugün amel anlayışı ‘Kadere teslimiyet’ olanların

Bir zamanlar niyetlerinde Allah’ın iradesi gizliydi.

Kötü kabul edilen şey zamanla iyi olarak görüldü

Zira kölelikte değişir ulusların karakterleri. (Musa Vuruşu, “Kadere Teslimiyet”, s. 23)

Tevekkül, teslimiyet ve miskinlik sonucunda asıl zarar gören Müslümanlar değil, İslâmiyet’tir. İnsanların hem yaşam hem de inanç anlayışları değişir bu teslimiyetle...

Hint ülkesinde tuhaf bir temaşadır süre gider

Orada İslam tutuklu fakat Müslüman özgürdür. (Musa Vuruşu, “Özgürlük”, s. 82)

İslâm’ı Algılayış

Akif’e göre İslâm dini geçmişe ait, geçmişe hitap eden bir din değildir. Onun en büyük özel­liklerinden biri “İslâm[ın] dünün, bugünün, insanına olduğu kadar yarının insanına da hitap edecek” olmasıdır. “Esasen onun cevherinde bu ebedilik vardır.”[28]

İkbal’in eserlerinde de İslâm’ın algılanışı genel olarak bu çerçeve dâhilindedir[29]: “İkbal’in eser­lerinde İslam’ın geçmişteki gücü, günümüzdeki gerileyişi ve gelecekteki olası bir yeniden dirilişi bağlamında bir araya gelme ve yeniden inşa arasında karşılıklı bir etkileşim vardır. İkbal, eserlerinde kopma ile devamlılık çerçevesinde eski ile yeni arasındaki karşılıklı ilişkiyi irdelemektedir.”

İkbal ile Âkif arasında şiirlerinde hâkim olan zaman dilimiyle ilgili de bir benzerlik söz konusudur. Âkif nasıl sadece geçmişe veya şimdiye değil, geleceğe de dönükse şiirlerinde, İkbal de “İslam tarihinden verdiği örneklerle Müslüman geçmiş ve şimdiki hallerini hatırlatarak içinde bulunulan sıkıntıların nasıl aşılacağı konusunda çözümler sunar. Ancak İkbal, maziden bahse­derken geçmişte takılıp kalmaz; “geçmiş” ve “şimdi”nin analizini yaparak geleceğe bakar. Birey, toplum, din, kültür, politika ve diğer pek çok konuyu müstakil olarak incelerken onların birbir- leriyle ilişkileri ve sonuçları hakkında çıkarımlarda bulunur ve geliştirdiği fikirleriyle Müslüman ulusların geleceğine ışık tutan mesajlar üretir.”[30]

Âkif’in gözünden İslâm’ın o günlerdeki halinden küçük bir alıntı:

“Ah o din nerde, o azmin, o sebâtın dini;

O yerin gökten inen dini, hayatın dini?

Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek?

Müslümanlık mı dedin?.. Tövbeler olsun, ne demek!

Hani Kur’an’daki ruhun şu heyûlâda izi?

Nasıl İslam ile birleştiririz kendimizi?

Ye’si tedrîc ile zerk etmiş edenler dine..

O ne mel’un aşı, hiç benzemiyor, hiçbirine!” (s. 410)

Âkif, Hocazâde’nin ağzından geçmiş nesillerin yeni nesillere ümit aşılayamadığından da bahseder ve bu ümitsizlikle İslâmiyet’in farklı bir şekil aldığını vurgular:

Bize telkîn-i ümid etmediler, yoksa bu din,

Yine dünyalara yaymıştı yeşil gölgesini;

Yine hakkın sesi boğmuştu dalâlin sesini.

Müslümanlık bu değil, biz yolumuzdan saptık,

Tapacak bir putumuz yoktu, özendik, yaptık! (s. 409)

İkbal’e göreyse:

Mümin için bu hayat ağırdır artık;

Din ve devlet kumarbazlık olmuştur.

Çalışma meyiyle mest insanlar kalmadı,

Sadece nefsini besleyenler kalmıştır. (Musa Vuruşu, “Cavid’e”, s. 122)

Tıpkı Mehmet Âkif gibi İkbal de, İslâm dünyasının içinde bulunduğu çöküşün dinden değil, dinin anlaşılma biçiminden kaynaklandığını düşünmektedir. Onlar, İslâm’la mevcut inanma ve yaşama biçimleri arasındaki çelişkiyi görerek bunun ortadan kaldırılması yolunda müca­dele etmişlerdir[31]. İkbal’e göre Müslümanların önemli bir sorunu dini yanlış anlamalarıdır. “Bu, yanlış anlaşılan kader inancını, yanlış anlaşılan tasavvuf inancını, yanlış uygulanan din pratiklerini doğurmuştur.”[32] Müslümanlar İslâm’ı yaşamamakta, “İslâm’a göre yaşıyormuş gibi” davranmaktadırlar[33].

Yönetici kapısı senin için şükür makamıdır

Siyasette Ayaz’ın zülüflerinden daha karmaşıksın.

Diğer insanlar gibi sen de saklayabilmektesin

Dine hizmet perdesinde, makam hırsındasın.

Bayram günleri sen de camide görünürsün

Hatta vaazın etkisiyle gözyaşı da akıtırsın.

Eline bakan ülke gazeteleri de var

Şöhretinin sazını çalmayı onlara farz kılarsın. (Hareket Zili, “Nasihat”, s.211)

Gerek Âkif gerekse İkbal açısından İslâm âleminin bu hale gelmesinin en büyük sebeple­rinden birisi, kendi benliklerini kaybederek Batılılaşma adı altında tüm üstünlüklerini, güzel özelliklerini yitirmeleridir.

İslâm’ın yanlış algılanışı, yorumlanışı ve hayat tarzı hale gelmesinde Âkif ve İkbal’e göre, dini kendi çıkarları doğrultusunda kullanan, onu amaçlarına uygun şekilde değiştirmekten çe­kinmeyen din adamlarının da önemli bir rolü vardır. Aynı mahallede oturan emekli paşalar­dan biri Köse İmam’a gelir bir gün, evindeki Rum hizmetçiyle evlenmek için izinname almaya gelmiştir. İmam buna şiddetle karşı çıkar; çünkü bu durum paşanın iddia ettiği gibi bir sün­net değil tam anlamıyla haramdır. Tartışmalardan sonra paşa para verdiği bir hocadan bu izinnameyi alır ve hizmetçisini nikâhına alır. Artık hocalar da parayla, din adına yanlış şeyleri onaylamaktadır[34].

Mehmet Âkif, medrese ile mektep tartışmalarında iki tarafa da aynı mesafede durmaya özen gösterir. Çünkü sadece müderrisler/ mollalar veya sadece mektep çıkışlı hocalar değildir so­run. İki tarafın kendine göre eksikleri, yanlışları vardır. Yeni neslin en büyük özelliklerinden birisi eskiyi yıkmakla övünmeleridir. “Fakat yıktıkları kavramların yerini dolduracak sağlam yapılar inşa edemezler. (...) Âkif yıkıcı zihniyeti eleştirir”[35] bu noktada.

Söyle, mirasyedi bey, kimdi yıkan medreseyi?

Biz miyiz, siz misiniz? Sizsiniz elbet.

-Elbet!

-Yıktınız kazmaya kuvvet, ne de sür’atle!

Evet!

  • Bir hünermiş gibi ikrâr ediyor ağzıyle..
  • Çünkü mektep yapacaktık onun enkazıyle.
  • Çünkü mektep yapacakmış!.. ne kolay söylemesi!
  • Bir kümes yaptığınız var mı ki, bir kaz kümesi?
  • İnkılâp ümmetinin şânı yakıp yıkmaktır.
  • Size çılgın demeyen varsa, kuzum, ahmaktır. (s. 398)

Âsım’ın önemli konularından biri olan medrese mektep ikiliği Köse İmam ile Hocazâde arasındaki önemli tartışmalara sahne olur. “Eserde eski neslin ve dolayısıyla medresenin tem­silcisi olan Köse İmam yeni nesli, memleketin bir uçuruma doğru sürüklenmekte olduğunu görmemekle ve bu gidişi durdurmanın başlıca yolu olan eğitime gerekli önemi vermemek­le itham eder. Medresenin yüzyıllardır toplum için eğitim hizmeti verdiğini belirten Köse İmam, “nesl-i hâzır”ın medresenin bu hizmetini inkâr ettiği gibi medrese mensuplarını da halkın gözünden düşürmeye çalıştığını, buna karşılık herhangi bir alternatif de üretemedi- ğini söyler. Ona göre yeni neslin tek yaptığı geçmişi eleştirmek ve medreselileri küçük dü­şürmeye çalışmaktır:”[36]

İki tarafın birbiriyle anlaşamamasının başlıca sebebi ortak bir dil kullanmamalarıdır. Aslında iki taraf da -Köse İmam ve Hocazâde- vatanın kurtuluşunu istemektedir; İslâmiyet’in tekrar dirilmesini, Müslümanların gaflet uykusundan uyanmasını..

Memlekette hızla yeni usul üzere mektepler açılır; tıbbiye, Mülkiye, mühendishane, vb. An­cak buradan mezun olanların yapması gereken işler için biri gerektiğinde yine dışarıdan ge­tirilir ustalar. Âkif’in en çok kızdığı şeylerden biri de budur.

İşimiz düştü mü tersaneye, yahut denize, Mutlaka, âdetimizdir, koşarız İngiliz’e.

Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir;

Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedilir.

Mesela bütçe hesâbâtını yoktur çıkaran...

Hadi maliyeye gelsin bakalım Mösyö Loran.

Hani tezgâhlarınız nerde? Sanayi nerde?

Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, ya Mançester’de!

Biz ne müftî, ne imam istemişiz Avrupa’dan;

Ne de ukbâda şefaat dileriz Rimpapa’dan.

Siz gidin bunları ıslaha bakın peyderpey. (s. 393)

Din adamı kisvesi altında İslâm’ı kendi çıkarları doğrultusunda bir araç olarak kullanan kişi­ler; onların yüzünden hurafeler dinine dönmüş bir İslâmiyet’in, üzerlerine ölü toprağı serpil­miş gibi gaflet uykusuna dalmış ve bunun adını tevekkül koymuş Müslümanların en önemli müsebbibidirler.

İkbal de “Öncelikle İslam’ı yanlış yorumlayan ve kitleleri yanlış yönlendiren cahil, şekilci ve hurafeci “molla”ya karşı savaş ilan etmektedir. Zira din otoritesi sayılan ve tüm İslam ülkele­rinde etkin bir figür olan İkbal’in savaş açtığı molla tipi, İslam’a ve Müslümana zarar vermek­ten öte bir işlev görmemektedir.”[37]

Allah’a ermiş olmana şaşırmam senin!

Ama insanın mertebesinden haberin yok.

Senin namazında artık ne celal var ne cemal!

Senin ezanında benim seher mesajım yok. (Musa Vuruşu, “Harem Mollası”, s. 33) İkbal Müslüman ulusların dinin özünden uzaklaştıkları inancındadır. Kur’an’ın yanlış yorumlanması ve hilafet kurumunu yönetme erki şekline dönüştürmek isteyen zihniyetlerin, çıkarlarına ters düşen hükümleri kendi gayelerine uygun şekilde yorumlamaları sonucunda oluşan tahrifat yüzünden Müslüman ulusların hurafeler dinine saptıkları kanaatindedir.”[38]

Hindistan’da dinin hikmetini nereden öğrensinler?

Ne bir yerde nitelik lezzeti, ne görüşlerde derinlik var.

Tutkunlar zümresinde o atılganlık nerede artık Ah esaret! Taklit ve çökmüş halde bir tetkik var.

Kendileri değişmez ama Kur’an’ı değiştirirler;

Harem fakihlerinde garip bir kısırlık var.

Bu kölelere göre Kitap yetersizdir zira onda

Mümine köleliği öğretme yönteminde eksiklik var. (Musa Vuruşu, “İçtihat”, s. 30)

Dün bir divane Peygamber hanesinde ağlayarak şöyle diyordu: Mısır ve Hindistan Müslümanları millet binasını yok ediyorlar. O, Batı Harem’i ziyaretçileri, bize binlerce rehberliğe kalksa Senden uzak duranlarla bizim ne işimiz olur?

Bu ‘çıkarcı mürşitler’ felaket, Allah ümmetini kurtarsın Müslümanları bozarak kendi saygınlıklarını artırırlar.

Bu lafları kim dinler İkbal, toplum artık değişti,

Bu yeni dönemde sen bize eski şeyleri anlatıyorsun. (Hareket Zili, “Kıta”, s. 195) Bir zamanlar Müslümanları galeyana getiren, onların ufuklarını aydınlatan mollaların yerini alanların özellikleri artık şöyledir:

Ulusun vaizlerinde o fikir derinliği kalmadı,

Şimşek kişiliği, ateş saçan hatipliği kalmadı, Sırf ezan geleneği var, ruh-ı Bilali kalmadı, Felsefe hala mevcut, Gazzali telkini kalmadı.

Cami mersiye okur; namaza duran kalmadı

Hicaz’a has o eski sıfatları taşıyan kalmadı. (Hareket Zili, “Şikâyet’e Cevap”, s. 237)

Mustansir Mir de İkbal’in İslâm toplumuna sinmiş olan durgunluk ve gerilemenin yanında başka bir zaaf noktalarının da din adamları daha doğrusu onun deyişiyle ulema ve manevî mürşitler olduğunu belirtir. “Mollalar dar görüşlülüğe teslim olmuş ve bir ibadet mahalli olan camileri kendi yurtluklarına çevirmişlerdir.”[39]

İkbal, çok önemli eseri Cavidnâme’de, “iftira dinciliğiyle suçladığı kara yobazın dinini “Fisebîlillah fesat” yani “Allah adına bozgunculuk” olarak nitelendirir.”[40]

Gruplaşma, tefrika

Tevekkül, tembellik, gaflet uykusunun yanında İslâm âlemindeki en büyük sıkıntılardan bi­risi de gruplaşma, tefrikadır.

“Akif, “İttihat yaşatır, yükseltir

Tefrika yakar, öldürür”

başlıklı bir mevizesinde Kur’an-ı Kerim’deki “hepiniz Allah’ın ipine sarılınız” ayetinden ve Peygamberimizin “hevanıza uyar tefrikaya düşerseniz biliniz ki başka milletler sizi esaret alır, onların hükmü, onların zulmü altında ezilir, mahvolursunuz. Sizin bu perişanlığınızdan din-i İslam da zarar görür” sözlerinden hareket ederek geçmişte Müslümanların birlik ve beraberlik içinde büyük işler başardıklarını, büyük devletler ve medeniyetler kurduklarını, mazlum insanları kurtardıklarını söyledikten sonra; araya giren fitne-fesat ve tefrika yüzün­den Müslümanların birbirine düştüğünü, bunun neticesinde de ilim ve fennin ilerlemesinin durduğunu ve nihayet Müslüman memleketlerinin düşman eline geçmeye başladığını ifade eder. Endülüs, Tunus, Cezayir, Fas, Türkistan, Buhara, Kırım, Kazan mahvolan ve düşman eli­ne geçen Müslüman ülkeleridir. Romanya, Bosna, Bulgaristan’da geride kalan Müslümanlar ne oldu diye soran Âkif, buralarda eskiden milyonlarla Müslüman varken, tefrika yüzünden mahvolup gittiklerini, sürüden ayrıldıkları için kurtların ağzına düştüklerini ve gitgide o bü­yük âlemin darlaştığını ifade eder. Bizi bu hale düşüren ona göre hep tefrika, hep nifaktır.

Bunun için tefrikayı bırakmalı ve birleşmelidir.”[41]

Safahat’ın genelinde gruplaşmadan, tefrikadan bahseden Âkif, Âsım’da bu konuyu çok be­lirgin bir şekilde işlememiştir. İkbal bu konuyu adı geçen iki eserindeki şiirlerde daha fazla ele almıştır. Âsım’da milliyetçilik fikrinin doğrudan işlendiği satırlar yerine genel anlamda yapılan savaşlardaki birleştirici bir unsur olarak din ve vatan sevgisinin işlenmesi söz konu­sudur. Milliyetçilik düşüncesinin Müslümanlar arasında bir ayrışmaya sebep olacağı görüşü Safahat’ta değişik sayfalarda karşımıza çıkmasına rağmen, belirttiğimiz gibi Âsım’da bu, çok belirgin olarak görünmez.

Âsım’da halkla aydınlar arasındaki farklılaşma, halkın kendi içindeki zengin-fakir ayrımı da bir gruplaşma, bir tefrika olarak değerlendirilebilir. Aydınlar köylüden, halkın ezilen sınıfın­dan kaçarken onlara destek veren ancak müderrisler olmuştur. Müderrislerle köylüler ara­sında kurulan âhengi bozanlar ise mektepliler olmuştur:

“Sizdiniz köydeki unsurla beraber yaşayan.

Ruhunuz halkımızın, köylümüzün ruhuna denk;

Sözünüz bir, özünüz bir, o ne mes’ûd ahenk!

Biz bu ahengi harâb etmeyecektik, ettik;

Kapanır türlü değil açtığımız kanlı gedik.

Ne kadar benziyoruz şimdi sakat bir duvara...” (s. 393)

Gruplaşma, tefrika konuları İkbal’in ele aldığımız eserlerinde geniş ölçüde ele alınmıştır. Bu gruplaşmanın temelinde yatan fikir İkbal’e göre milliyetçilik cereyanıdır ve bu, Batı dünyası­nın Müslümanları zayıflatmak ve ele geçirmek için uyguladığı planın bir parçasıdır.

“İkbal’e göre İslâm dünyasının içinde bulunduğu dağınıklık, durağanlık ve geri kalmışlık, on­ların bir görüş ve hedef etrafında” birleşememeleri sonucudur[42].

Yeni uygarlığın yonttuğu bu put

Muhammed’in din sarayını yağmalayandır.

Ey Müslüman, senin kolun Tevhitle güçlenmiştir

İslam senin yurdundur, sen Müslümansın.

Eski günleri dünyaya bir daha göster,

Ey Müslüman! Bu putu yerle bir ediver.

...

Siyaset dilinde vatandaki anlam başkadır

Peygamberin irşatlarında vatan başkadır.

Dünya ulusları arasında rekabet işte bu yüzdendir,

Ticaretin amacı sömürü olmuşsa işte bu yüzdendir

Siyaset dürüstlükten yoksunsa işte bu yüzdendir

Güçsüzün yuvası yağmalanıyorsa işte bu yüzdendir.

Allah’ın kulları uluslara onunla bölünür

İslam milliyetçiliğinin kökü onunla kesilir. (Hareket Zili, “Vatancılık”, s. 193.

Bir başka şiirinde ise fırkacıların, ırkçıların İslâmiyet’i ne hale getirdiğinden bahseder İkbal:

Menfaati bir bu ümmetin, zararı bir

Peygamberi bir, dini bir, imanı bir

Harem’i bir, Allah’ı bir, Kur’an’ı bir

Keşke Müslümanlar da olsaydı bir.

Kimi yerde fırkacılar, kimi yerde ırkçılar aşırıdır!

Dünyada ilerleme unsurları acaba bunlar mıdır? (Hareket Zili, “Şikâyet’e Ce­vap”, s. 237)

“Vatancılık, milliyetçilik ve ırkçılık akımlarının Avrupa’da aldığı hali gören İkbal, bunun sonuç­larının sadece Müslüman uluslar için değil bütün dünya ulusları için felaket olacağına kanaat getirir. .. Muhammed Saîduddin Caferî’ye 14 Ekim 1923’te yazdığı bir mektupta, İslam birliği ve İslam evrenselliğinin ırk ve coğrafi sınır tanımadığını belirtir: “Bana göre İslam, ulusları coğrafi sınırlardan kurtarmak, ırk ve milliyetçiliğin suni fakat insanlık gelişiminin ilkel aşama­larında sınırlı ayrıcalıkları ortadan kaldırmak için fiili bir vasıtadır. Bu yüzden diğer dinlerden (yani Hıristiyanlık, Budizm vs) daha başarılı olmuştur. Zira şu anda vatan ve ırk milliyetçili­ği dalgası Avrupa’dan Asya’ya doğru yayılmaktadır ve bana göre bu, insanlık için büyük bir felakettir.”[43]

Alamut sihirbazı sana haşhaş kadehi sundu

Ey akılsız, sen sanıyorsun ki o meşrubattır!

Irk, milliyet, mezhep, saltanat, kültür, renk

Emperyalizm seçe seçe ne uyuşturucular çıkarır.

Ey akılsız, o hayali tanrılar için ölüp durdun,

Sarhoşluk zevkinde, hayat malın çalınmıştır. (Hareket Zili, “Hızır”, s. 304)

Millet sadece inanç birliği ile hayatta kalır

O birliği bozan ilham bile olsa, ilhat olur. (Musa Vuruşu, “Hint İslâmı”, s. 48)

İkbal, Müslümanlar için büyük bir tehlike olarak gördüğü ırk ayrımcılığı ve coğrafi vatancılık düşüncesinin farkına Avrupa’da bulunduğu yıllarda vardığını ve bu fark edişle düşüncele­rinde büyük bir inkılâp oluştuğunu söyleyerek Avrupa’nın bu havasının kendisini Müslüman yaptığını vurgular44.

Batılılaşma, Din - Medeniyet

İkbal’in dikkat çektiği önemli sorunlardan birisi -bir anlamda tüm sorunların temelinde de yatan asıl sorun - din ve medeniyet kavramları arasındaki çatışmadır. “İkbal’in dinle kastettiği İslam, medeniyetle kastettiği Batı’dır. Dolayısıyla Müslümanların problemi, İkbal’in yaşam tarzı olarak benimsemek istediği İslâm’ı değil, özünü boşaltıp yanlışlıklarla doldurdukları İslâm’ı yaşamaları ve karşılarında güç ve medeniyet modeli olarak gördükleri Batı’yı ideal olarak kabul etmeleridir. Bu şekilde Müslümanlar, medeniyeti var edecek bütün’ü, tecrübe­nin bütünlüğünü parçalara ayırmışlardır. Bu ise toplumda birçok sorunun doğmasına yol açmıştır.”45

Kalp ve gönül için fesattır Batı medeniyeti

Zira ruhu pak kalamadı o medeniyetin.

Ruhu pak kalamadığı için onun

Ne özü pak, ne fikirleri yüce, ne tutkusu içten. (Musa Vuruşu, “Batı Medeniyeti”, s. 96)

Batı medeniyeti böyle içten çürümüşken Doğu medeniyetine ne gibi bir faydası olacaktır?

Avrupalı’ya bırak bedenin kıvır kıvır raksını

Kelimullah vuruşu ruhun yaptığı rakstadır.

O raksın karşılığı, ağız sulanması ve boğaz kuruması;

Bu raksın karşılığıysa dervişlik ve hükümdarlıktır. (Musa Vuruşu, “Raks”, s. 183)

Batı’nın medeniyet anlayışı şöyledir:

Medeniyet meleğine nerede ihtiyaç olsa

Mevcut çağ onu sağlamakta zorlanmaz:

Kumarı yok ve kadını yarı çıplak değilse,

44 Soydan, a.g.y.

45 Çelik, a.g.m., s. 229

Alkol haram sayılıyorsa bir yerde,

Bedeninde sabırsız ve derin bir ruh varsa,

Ataların geleneklerinden bıkkınlık oluşmamışsa,

Cesur, akıllı ve güçlü bedevi çocukların diyarında

Okulların o feyiz akıtan çeşmeleri akmıyorsa,

Böyle yerler hakkında Avrupalıların fetvası:

O topraklar henüz medeniyetten uzaktır. (Musa Vuruşu, “Mandacılık”, s. 209)

İkbal, Batı’ya, Batı medeniyetine tamamen karşı değildir. Ancak İslâm âleminin oradan alabi­leceği şeyler, kendi benliğini yitirmesine sebep olmadığı sürece.. “Çağımızın en dikkat çekici olgusu, İslâm dünyasının manevî bakımdan büyük bir sür’atle Batı’ya yönelmesidir. Bu akım­da sakıncalı bir yön yoktur, zira entelektüel yönüyle Avrupa kültürü aslında İslâm kültürünün çok önemli bazı yönlerinin gelişmiş bir şeklidir. Ancak tek endişemiz o kültürün parlak dış görünümünün bu akımda ön plana çıkması ve onun asıl özüne kadar ulaşmamıza engel olmasıdır.”[46]

Gençlerin ilerlemesi beni de mutlu eder ancak

Bir feryat çıkar dudağımdan gülümsemeyle birlikte.

Sanıyordum ki eğitim refah getirecek,

Ne bilirdim ki ilhat da gelecek onunla birlikte. (Hareket Zili, “Eğitim ve Sonuç­ları”, s. 244)

Hint Müslümanları’ndan bahset biraz,

Mücadele ederler mi, yoksa yol yorgunu mudurlar?

Bir zamanlar haykırışları gökleri yakan

O din aşkı, damarlarında biraz olsun baki mi?

...

Yaşlı felek zaman sayfalarını çevirdiğinde

Eğitimle saygınlık kazanacaksın, sesi geldi.

Ne yazık ki onunla inançlar sarsıldı,

Dünyayı kazandık ancak, din kuşu uçtu gitti.

Din inancı varsa amaçlarda yücelik oluşur,

Gençlerin doğası artık dünyalık peşindedir.

Din sayesindedir fertlerin uyumlu yaşayışı;

Millet birliği saz ise, din onun tezenesidir. (Hareket Zili, “Cennette Bir Diyalog”, s. 285)

Batı kültürünün şarabı muazzam yakıcıdır,

Müslüman’ın saf vücudu birden alevleniverdi.

Geçici ışık vererek zerreyi ateşböceği yaptı,

Hele bir bak bu güneşin gösterişli cilvesine.

...

Rekabet, bencillik, ihtiras, tamah gibi

Yeni hayat, beraberinde türlü lezzetler getirdi. (Hareket Zili, “Çağdaş Kültür”, s. 265)

Abdüllatif Tüzer’e göre “İkbal’in Batı’yı reddinin en önemli gerekçesi, Müslüman dünyada gide­rek etkisi artan Batı taklitçiliği, yani Müslümanların kendi benliklerini kaybetmiş, kendi kendile­rine yabancılaşmış olmaları ve bu nedenle kendi içlerindeki birliğin dağılmış olmasıdır. .. Gençler kişiliksiz, kendini inkâr eder bir hale gelmişler, imanlarını kaybetmişler(dir).”[47]

Müslüman yok oluyor diye kıyamet koparılıyor

Biz diyoruz ki Müslüman var mı ki yok oluyor?

Görünüşte Hıristiyan; kültürü Hindu’ya benziyor

Şunlar mı Müslüman? Görünce Yahudi de utanıyor.

Sözde siz Seyitsiniz, Mirzasınız, Afgansınız,

Her şeysiniz, peki ne kadar Müslümansınız? (Hareket Zili, “Şikâyet’e Cevap, s. 238)

İkbal’e göre Yunan felsefesi de Müslümanları olumsuz bir şekilde etkilemiştir. Çünkü “Yunan felsefesinin etkisiyle konuşan İslam filozofları tıpkı Yunanlılar gibi hayal dünyasına dalmışlar ve Kur’an’ın bilimsel tavrından uzakta kalmışlardır.”[48]

Âkif, ne tam anlamıyla Batı hayranı ne de Batı düşmanıdır. Batı’dan alınması gereken unsur­lar onun kafasında belirlidir ve bunların dışına çıkmak, İslâmiyet âlemi için tekrar bir tehlike­nin doğması anlamına gelecektir:[49]

“Gelenek-modernlik karşılaştırmasında yer yer modern tezlerle, modern bir söylemle ortaya çıkan ve geleneğin kimi yanlarını sert bir şekilde eleştiren Akif, sanıldığının aksine ne tesli­miyetçi bir edayla ortaya çıkmış bir modernist ne de kör bir inatla savunma yapan gelenek­çidir. Gelenekten tümüyle ayrılmadığı gibi modernliğin kapısında beklememektedir. .. Gele­neğin kimi yaşanma biçimleri üzerine eleştirel yaklaşan Akif, özellikle bazı kavramların yanlış anlaşılması ve uygulanması konusunda hayli öfkelidir. Tevekkül, sabır, hurafe gibi kavramlar paralelinde ortaya çıkan yanlış pratikleri sert bir şekilde eleştirir. Aynı şekilde modernlik adı­na ortaya konan pratikler karşısında da aynı eleştirel tutuma sahiptir. Taklit, yabancılaşma, medenileşme gibi kavramların bir başka dünya algısına yol açtığını gören Akif, sıkı bir mo­dernlik eleştirisi de yapabilmektedir.”

Âsım’daki Batılılaşma düşüncesi Hocazâde’nin ifadesiyle onun bilim ve teknolojisini almayı ifade eden Batılılaşma’dır. Eserin son mısralarında Âsım’a Almanya’ya giderek eğitimini ta­mamlaması gerektiğini öğütler:

“Sade Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.

O çocuklarla beraber, gece gündüz didinin;

Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin!

Fen diyârında sızan na-mütenâhi pınarı,

Hem için, hem getirin yurda o nâfi suları.

Aynı menbaları ihyâ için artık burada,

Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada. (443)

-İnkılâbın yolu mâdem ki bu yoldur yalınız,

“Nerdesin hey gidi Berlin!” diyerek yollanınız.

Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek...

Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!

Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;

Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz!

Şark’ın âguşu açıktır o zaman işte size;

O zaman varmanın imkânı olur gayenize;

O zaman dinlerim artık seni, Âsım, bol bol.” (s. 444)

İslâm âlemini etkisi altına alan, Müslümanları rezil duruma getiren “fuhuş, içki, kumar” gibi türlü salgınlar da Batı dünyasının bir armağanıdır[50]. İkbal de Mehmet Âkif gibi Batı’nın bize hediyesi olan salgınları şöyle dile getirir:

Avrupalılara, Suriye toprakları bahşetmiştir

İffet, dert ortaklığı ve üzmeme öğretili peygamberi.

Suriye için Avrupa’dan gelen karşılık ise

İçki, kumar ve fahişe kadınlar zenginliği! (Musa Vuruşu, “Avrupa ve Suriye”, s. 206)

İkbal’in şiirlerinde ve yazılarında, konuşmalarında üzerinde en çok durduğu kavramlardan birisi “benlik”tir. Ona göre İslâm âlemi benliğini kaybetmiştir. Bunun en büyük sebeplerinin başında kendi değerlerine sahip çıkamaması, hatta kendi değerinin farkında bile olmayan Müslümanların körü körüne Batı’nın cazibesine kapılmış olması gelmektedir. İkbal’e göre Batı medeniyetinin gücüne hayran olan Müslümanlar arzuladıkları hayatı yaşamak için onun materyalist anlayışına tutunarak kendi benliklerini, özlerini, kimliklerini kaybetmişlerdir[51].

İslam’ın ruhu benlik nuru ve benlik ateşidir.

Yaşam için benlik ateşi nur ve huzurdur.

...

İslam sözünden Avrupa rahatsızsa, varsın olsun

“Onurlu dervişlik” bu dinin diğer adıdır. (Musa Vuruşu, İslamiyet”, s. 42)

Ancak İkbal’e göre benliğini kaybedenler sadece Müslümanlar değildir. Avrupa’da eğitim alan, orada uzun zaman geçiren İkbal Batı’daki benlik kaybına da yakından tanık olmuştur. Müslümanların Batı’yı bu kadar örnek almalarına biraz da bunun için karşıdır. Çünkü Batı da artık çöküşe geçmiştir.

Benliği öldüğü için Batının ruhu nursuz,

Benliği öldüğü için Doğu cüzzama yakalandı.

Benliği öldüğü için Arap ruhu cansız ve hareketsiz

Irka ve Acem bedeni damarsız ve kemiksiz kaldı.

Benliği öldüğü için kırık kanatlıdır Hintli,

Kendine kafesini helal, yuvasını haram kıldı.

Benliği öldüğü için Harem piri de

Müslüman’ın ihramını satmaya mecbur kaldı. (Musa Vuruşu, “Benliğin Ölü­mü”, s. 108)

Gözleri esaret ve taklitten dolayı kör olanlar

Göremiyorlar ortaya dökülmüş gerçekleri.

İran ve Arap’a nasıl can verebilecekmiş

Şu can çekişmekte olan Avrupa medeniyeti? (Musa Vuruşu, “Doğu Ulusları”, s. 93) Medeniyet beşiği olarak kabul edilen Batı’da da durum böyleyse o zaman belki de dünyanın sonu gelmiştir:

Ne Asya’da ne Avrupa’da hayat ısısı var

Burada benliğin ölümü, orada özün ölümü.

Gönüllerde devrim hengâmesi doğmakta

Belki yaklaşmıştır yaşlı dünyanın ölümü. (Musa Vuruşu, “Devrim”, s. 189)

İkbal “benliği yok etmeye çalışan ve hatta yok sayan, dünyayı hakir ve önemsiz gören, din­den sapmaya götüren, insana amelsizlik, atalet ve uyuşukluk telkin ederek kendisini tama­men kadere teslim eden statik tasavvufa” da karşıdır[52].

Ey Allah âşığı! Sende o kuvvet yok,

Bir mağaraya çekilip Allah, Allah deyip dur.

Miskinlik, esirlik ve daimi karamsarlık;

Tasavvufu bunlar olan bir İslâm oluştur. (Musa Vuruşu, “Hint İslamı”, s. 48)

İnsan-ı Kâmil, Âsım’ın Nesli

Daha önce de belirtildiği gibi Âsım, iki neslin -Köse İmam ve Hocazâde- çatışmasından or­taya çıkar. “Akif böylece, milletin de içinde bulunduğu bu birbirine zıt iki ruh halini büyük bir ustalıkla Asım’ın kahramanlarında sembolleştirmiş, bu iki zıtlığın çatışmasında galibiyeti

Asım’ın ruhen, bedenen güçlü, ümitli, imanlı nesline yüklemiştir.”[53]

Peki Âsım’ın neslinin özellikleri nelerdir ve Âkif, bu nesilden neler beklemektedir?

Âkif’e göre, “bütün Müslüman unsurlar irşad ve ikaza muhtaçtır. Fakat bu irşad vazifesini her kavmin; lisanını, âdetlerini, mizacını, ruhunu daha iyi bilen ileri gelen aydınları yapmalıdır. Her kavmin bu önde gelen kimseleri bir araya gelirler, ne yapacaklarına karar verirler, son­ra Müslümanlar arsındaki bağı kuvvetlendirmek şartı ile, mensup oldukları kavmi okutmak, yazdırmak, ilim ve irfan sahibi etmek, servet, sanat, ticaret hususunda geliştirmek için geceli gündüzlü çalışırlar. Bunun neticesinde bütün Müslümanlar gelişirler ve “Hilafet-i İslamiyye ve Saltanat-ı Osmaniyye”nin ebediyen yaşamasına hizmet ederler.”[54]

Mehmet Âkif, öncelikle savaş meydanlarındaki Âsım’ı anlatır bize; gözünü kırpmadan savaşa koşan, vatanı, milleti; ama her şeyden önce dini için kendini feda etmeye hazır bir gençtir Âsım ve tabii onun şahsında biçimlenen bir nesil...

-Güzel amma, ne faziletleri var evladım?

-Ne fazilet mi? Çocuklar koşuyor, aç çıplak,

Cepheden cepheye arslan gibi hiç durmayarak.

Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile;

Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsiyle!

Cephenin her biri bir kıt’ada, etrafı deniz;

Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var, ne de iz.

Harekâtın görüyorsun ya, Hocam, en kolayı,

Yalnayak Kafkas’ı tutmak, baş açık Sinâ’yı!

Yapılır zannediyorsan, bakalım, sen de soyun.

Kıt’a kapmak köşe kapmak değil artık bu oyun. (s. 424)

Âsım’ın şahsiyetinde toplanan Âsım’ın nesli, Âkif’e göre İslâm âleminin tek kurtuluş çaresi olarak görünmektedir. Hocazâde’nin gelecek konusunda Köse İmam’a göre daha iyimser ol­duğunu belirtmiştik. “Akif’in, ülkenin geleceğini kurtaracağına inandığı yeni nesil hakkında- ki bu iyimser tavrının zirve noktası, Asım’da yer alan Çanakkale şehitlerine seslendiği meşhur mısralardır.”[55]

Köse İmam, Âsım’ın savaş sonrasında toplum içinde yaptığı bazı davranışlardan rahatsızdır; çünkü Âsım, bozulduğuna inandığı toplum düzenini kendi kurallarına göre yeniden şekil­lendirmek düşüncesindedir. Onun için yeni savaş meydanı, büyük düzensizliklerin ve farklı­laşmaların hüküm sürdüğü toplumdur. Ancak Hocazâde bu konuda da Köse İmam’ı sakinleş­tirme yoluna giderek onda gördüğü olumlu özellikleri saymaya devam eder:

Hocam, evladına benzer bulamazsın arasan,

Görmedim ben bu kadar dörtbaşı mâmur insan.

Ne büyük hilkat o Asım, ne muazzam heykel!

Dalgalandıkça içinden taşan iman denizi.

Dökülen hisleri gör: İncilerin en temizi.

Gövde yalçın kayadan âbide, lâkayd-ı ecel;

Sonra, irfânı için söyleyecek söz bulamam;

Oğlanın bildiği, öğrendiği her şey sağlam.

Boynu dehşetli, evet, beyni de lâkin zinde;

Kafa enseyle beraber gidiyor seyrinde. (s. 430)

Asım’ın en güzel özelliklerinden birisi de tevazuudur. Güçlüdür, gücünün bilincindedir; an­cak bu gücü kendisinden güçsüzler üzerinde kullanmayı, onları daha fazla ezmeyi düşün­mez bile...

Yenemezmiş onu: bir kerre değilmiş dengi, Bir de bîçare adam pek muteazzım şeymiş, Kahrolurmuş kederinden tutarak yenseymiş. (s. 431) Sonra, layık mı imiş yerlere sermek şimdi,

Böyle düşmanla bütün gün dövüşen bir yiğidi?” (s. 432)

Köse İmam’la Hocazâde’nin konuşmalarında Âsım’a henüz sıra gelmediği mısralarda, eski nesli temsil eden Köse İmam, geçmişteki özelliklerini sıralarken aslında yaptığı, milletinin özelliklerini saymaktır ve bunları biz, konuşmalar ilerledikçe yavaş yavaş Âsım’ın şahsında buluruz:

Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdadıma saldırdı mı, hattâ, boğarım..

-Boğamazsın ki!

-Hiç olmazsa yanımdan koğarım!

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;

Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle, Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle. Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum. Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim. Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim. Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım: Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.

Zâlimin hasmıyım amma severim mazlumu. (s. 400)

Âsım’ın neslini değerlendiren Sezai Karakoç’a göreyse[56]:

“Akif’in alkışladığı Asım nesli, savaş içinde birdenbire olağanüstüye yükselen gününün nesliyse, sulh içinde de aynı başarı, üstünlük ve fazileti gösterecek geleceğin neslidir. Savaşta ge­çici olarak gelen bu üstün-insan, gelecekte her gün ve her işteki durumuyla böyle olan bir kuşa­ğın özlemidir. “Şimdiki zaman” şairi olan Akif, bu şiirinde gelecek zamanı da gününe taşımıştır. Daha doğrusu, olağanüstü şartlarla, şimdiki zaman kendini aşarak geleceğe ulaşmış, gelecek de, şairin özlemiyle şimdiki zamana gelmiş, böylece şiir çift katlı bir zaman dokusu kazanmıştır. Ve böylece realitenin içinden ideal bir neslin çizgileri doğar; savaş içinde bütün gündelik iğre­tiliklerden kurtulan Asım nesli, geleceğin nesli haline gelir, şimdiki zaman içinde. Ve yazdırdığı destan bu yüzden devirlere sığmaz. Önceki şiirlerde geçmiş zaman şimdiki zamana girerken, bu sefer gelecek zaman giriyor ve böylece, şimdiki zaman öbür zamanların da desteğini ve kıvamını kazanarak bütünlenmiş oluyor. Ve destansı karakteriyle, Cihan ve İstiklal savaşlarını yapan mil­letin, saf ve berrak, idealist Asım neslinin destanı olarak şiir yer yer en yüksek edebî parçalar ha­lini alır. Ve ilk defadır ki, kalemini hep cemiyeti hırpalamakta kullanan şair, övgüye tahsis etmiş olur.”

Her ne kadar Âkif, devrini yaşamış adamdır dense de aslında o devrinin dışına taşmış, gele­cek nesillere önderlik etmiştir. Günümüz için bile geçerli olan gençliği çizmiştir bize. “Âsım, bu şuur inkılâbının cevheridir. Batılı kafasını veren hamurun mayasıdır. Çanakkale’nin şehide, kana doymuş havasını çölün kızgın ateşine kavuşturduktan sonra, gazi Asım Berlin’e gider. Tahsilini tamamlayacaktır. .. Akif, Asım ile gerçekleşmesini istediği şuur inkılâbını gür, ölüm­süz sesiyle Büyük Türkiye’yi şekillendiren müstakbele haykırır: “İnkılâp istiyorum, ben de fa­kat Abduh gibi!...”[57]

Bir bakıma Âsım nesli, İslâmiyet’in kurtarıcısı rolüne soyunmuş insan-ı kâmildir. Muhammed İkbal, Âkif gibi bu ideal insanına bir isim vermez; ama iki mütefekkir şairin gözünde canlanan iki insan-ı kâmilin benzer özellikleri vardır. “Âkif, Asım’ın ismi etrafında aynı zamanda sahte ölçülerinden kurtulmuş münevvere, öz Türk düşüncesini gerçekleştirecek batılı kafaya ait fikrî organizmayı örmüştü. Nitekim İkbal de öyle yaptı. Adeta ‘İslam üstü insanı’ üzerinde kendi teorilerini tatbik etmeye çalıştı.”[58]

İkbal’e göre insan-ı kâmilde olması gereken özelliklerden bazıları şöyledir:

Bugün kendini parlatan ve yüreğini yakmayan

Yarının derdi ve keyfinde hak sahibi olamaz.,

Kaderinde “bugün” kavramı yoksa eğer

O ulus “yarın” kavgasına layık olamaz. (Musa Vuruşu, “Bugün ve Yarın”, s. 195) İkbal’in amacı, dinin gereklerini ve gerçek anlamını unutan Müslümanların birbirleriyle ve İslamiyet’le tekrar irtibatını sağlamak ve bu amaç doğrultusunda “İslâm’ın değerini tekrar gündeme” getirmenin yanı sıra “çağdaş Batılı insanın gözünde de bu değeri tecrübî açıdan ortaya” koymaktır. “O, bir milletin çöküş ve yıkılış güçlerine karşı, benliğinin derinliklerine nüfuz etmiş bireyler yetiştirmek ister. Ancak bu kişiler, hayatın derinliğine dalıp onun özünü bulabilirler. Bunlar, gözümüzün önüne yeni standartlar getirirler ki bunların ışığında çevremizin her zaman değişebileceğini ve yeniden organize edilip düzeltilmesi gerektiği gerçe­ğini anlamaya başlarız. İkbal’in arzuladığı insan, çağının insan-ı kâmilidir. Bu insan, çevresin­dekilere yol gösterecek ve onlara liderlik yapabilecektir.”[59]

“Dert Tasviri” şiirinde kendini anlatırken İkbal aynı zamanda yol göstericilik vasfını da dile getirmektedir:

Ağlayışım bana değil, bütün bahçeye ağlayıştır

Ben her gülün hazanını kendi hazanı sayan bir çiçeğim. (s. 76)

Ağlatır beni görünen bu halin ey Hindistan İbret vericidir hikâyen bütün hikâyeler arasında. (s. 77) ..................

Vatan düşün ey nadan, felaket gelmek üzere, Seni yok etme önerileri yapılıyor semalarda. Biraz incele var olan durumu ve olacakları Tekrarlayıp durursun, ne var o eski destanlarda?

Anlamazsan bunları yok olacaksın ey Hindistanlı

Senden bir hikâye bile kalmayacak destanlar arasında. (s. 78)           

İç yanışımla her gönül meşalesini tutuşturacağım Senin karanlık gecelerini fener alayı yapacağım.

Tomurcuk kalplerde dert tanırlık oluşsun diye

Bir avuç toprağımı bahçeye saçacağım.

Bir tek tespihe dizmeliyim dağınık taneleri

Zor iş bu; bu zoru başarmadan bırakmayacağım. (s. 79)

Hindistan reformistlerinden Sir Seyyid Ahmed Han için yazdığı bir şiirde bu insan-ı kâmilden beklediklerini buluruz bir anlamda:

Amacın din öğretmekse bu dünyada

Sakın dünyayı boşlamayı öğretme ulusa.

Gruplara ayırmak için sakın ağzını açma.

Mahşer hengâmeleri saklıdır gruplaşmada. (Hareket Zili, “Seyyid’in Mezar Taşı”, s. 55)

İkbal’in yol göstericilik veya rehberlik etme konusunda önerileri ise şöyledir: Ey umursamaz huylu! Amacın dünyada yaşamaksa, Senden olanlara sırtını dönme, selametin bundadır.

Kadeh ve sürahi olmadan bana mest olmayı öğretti,

Zira insanlık sevgisi, ruhu besleyen şaraptır.

Sevgiyle şifa bulur hasta uluslar

Uyuyan bahtlarını uyandırır uluslar. (Hareket Zili, “Dert Tasviri”, s. 81- 82)

İkbal’e göre her insanın yetenekleri vardır ve bu yetenekler, çok sıkı bir eğitimden geçirilmek suretiyle örnek ve ideal insanlar ortaya çıkarılabilir. Böylece kişilikleri ve dolayısıyla dünya­yı değiştirmek de söz konusu olacaktır. İkbal’in bu insan görüşünün beslendiği kaynaklar hakikat ve dinî duygulardır. Çok sıkı eğitimden geçirilerek ideal insan haline gelen bu kişi, insanlığın gizli güçlerini harekete geçirip bunları insanlığın hizmetine sunacaktır[60]. Batı tarzı bir eğitim, çok da sağlıklı bireylerin yetiştirilmesini sağlayamayacaktır; çünkü:

Olgun düşünceleri kimse boşuna aramasın

Bu çağın havası her şeyi ham bırakmakta!

Okul, aklı özgür etmeye eder ancak

Fikirleri tutarsız ve kuralsız bırakmakta.

Dinsiz fikirler yüzünden Batı’da aşk ölmüştür,

Tutarsız fikirler yüzünden akıl köledir Doğu’da. (Musa Vuruşu, “Bu Çağ”, s. 110)

“İkbal’in ideal insan tipi, Batı’nın tanımladığı insan tipi değildir. Çünkü Batı kültürünün insan tasavvuru hakkında materyalistik, natüralistik eğilimlerin tehlikeli olduğunu söylemektedir. Ona göre ideal insan aşk, gerçeklik ve ilim peşinde olan insandır. Bu yönüyle sezgi, duygu ve aklı kendi bünyesinde birleştirmiştir.”[61] Batı’daki eğitim sistemi, dinî duyguları yok etmekte ve inanç paramparça olmaktadır. İkbal’in ideal insanı, bu tarz bir eğitime güvenemez.

Batı felsefecilerinin verdiği eğitime göre,

Görünmeyen bir varlığı arayanlar ahmaktır.

Göz, varlığı tanımıyorsa ne anlamı var onun?

Şeyh de tıpkı Brahman gibi put yontucudur.

Somut veriler üzerine kuruludur çağdaş bilimler

Bu çağda inanç kadehi paramparça olmuştur.

Din denilen şey ham bir divaneliktir

Zira onunla insanın hayal gücü keyif bulur. (Hareket Zili, “Din”, s. 287)

İkbal’in insanı uyuşturan statik tasavvufa karşı olduğunu daha önce belirtmiştik. Onun aradığı ideal insan bu tasavvuf düşüncesinden uzak “somut dünyadan uzaklaşarak soyut âlemlerde gezinen ve oralarda inşa ettiği kurgusal, kendi içine kapalı, hayatiyetten yoksun binalarda yaşayan birey değil, dünyayı fethetmeye ve imar etmeye muktedir bir bilimsel güç ve yaratıcılıkla donatılmış bir bireydir.”[62]

Dünyada hayat, hareketten ibarettir,

Bu, buranın eskiden beri geleneğidir.

Sürekli koşmaktadır, zaman atı

Yiye yiye talepler kamçısını.

Bu yolda konaklamak uygun değildir,

Duraklamakta ecel gizlidir.

Durmadan yürüyenler ilerleyip giderler,

Birazcık soluklananlar ezilip giderler. (Hareket Zili, “Ay ve Yıldızlar”, s. 141-142)

İslâm dünyasına ayrıntılı, realist bir gözle bakan İkbal, Müslümanların neredeyse karakteris­tik özelliği haline gelen “dağınıklık, durağanlık ve geri kalmışlık” gibi hastalıkların Müslüman uluslardaki benlik yoksunluğuna bağlamaktadır. “İkbal’e göre esir ulusların ve onun birey­lerinin benlikleri gelişemez. (...) başkalarına muhtaç olmak, benliğin gelişimini engelleyen ulusların başında gelir.”[63]

Saygınlığın milletin birliği sayesindeydi,

Birliğin yok olunca, dünyada kepaze oldun.

Birey, millet birliği ile kaim; tek başına hiçtir,

Dalga, denizde dalgadır, deniz dışında hiçtir.

Kendi öz varlığını tanı ey gafil ki sen,

Damlasın ama özün sahili olmayan deniz gibidir.

Kendini hakir görme büyüsüne nasıl kapıldın?

Kendine gel, sende bir fırtına şanı gizlidir. ((Hareket Zili, “Meşale ve Şair”, s. 225-226)

Benlik kaybının telafisi için neler yapılması gerektiğini ise şöyle sıralar İkbal[64]: “Kişiliği bozma eğilimi gösteren tüm aktivitelerden kaçınmamız gerekir. Örneğin acizlik, tevazu, kanaat, kö- lecesine boyun eğme vb. gibi. Bunların aksine yüksek cesaret, yüce gönüllülük, cömertlik ile kendi geleneklerine ve gücüne karşı duyulan yerinde övünç.” Yani bir başka deyişle Eskiye çok bağlı olmadan eskinin aynasında kendini seyretmek ve geleceğini bu şanlı eskinin te­melleri üzerinde inşa etmek, onun isteği işte budur:

Arkadaş! Müslüman’ım, tevhidi taşıyanım ben,

Onun doğruluğuna ezelden şahitlik edenim ben.

Tüm varlığın nabzındaki hararet ondandır,

Müslüman’ın hayal gücündeki cesaret ondandır.

Geçici dert manzaralarından korkum yok benim

Milletimin geleceğine güvenim tamdır benim.

Evet doğrudur, gözümü geçmişe çevirdim ben

Mahfil ehline eski destanlar anlatırım ben.

Maziyi anmak toprağımın iksiridir

Benim mazim geleceğimin tefsiridir.

O rahatlatıcı dönemi karşıma koyuyorum

Dünün aynasında yarına bakıyorum. (Hareket Zili, “Müslüman”, s. 229-230)

İkbal’in benlik anlayışı geniş bir kavramdır. Benlikle kastettiği sadece ferdi anlamda sahip olunan benlik değildir. Çünkü onun gözünde ferdiyetçilik ile toplumculuk birbirini tamam­layan unsurlardır ve bu da beraberinde ‘sosyal benlik’ kavramını getirir. “İslâm’da cemaat, gerçekte birbiriyle ilişkili bireylerden oluşmaktadır. Cemaatin kuvveti de bireylerin kuvvetin- dedir. Kuvvetli mümin, zayıf müminden hayırlıdır.”[65]

“Şikâyet’e Cevap”, Hareket Zili'nin en güzel şiirlerinden biri... Bu şiirde İkbal, eski ile yeniyi pek çok yönden karşılaştırıp bozulan İslâmî değerleri anlatırken insan-ı kâmilde bulunması gereken özellikleri de sıralamaktadır:

Herkes rahatlık sarhoşu, düşünür rahatını.

Siz Müslüman mısınız? Bu mu Müslüman tarzı?

Ne Osman sermayesi var sende, ne Ali fakrı,

Ecdadınla hiçbir ruhani bağın kaldı mı?

Onlar dünyada saygındılar Müslüman olarak

Siz rüsva olursunuz böyle, Kur’anı’ı boşlayarak. (s. 238)

...

Siz yok olmaya meyilli, kendini koruyandı onlar

Siz birlikten kaçarsınız, birliğe kurbandı onlar

Siz laf üretir durur, amaç peşinde koşardı onlar

Siz goncaya muhtaç, bahçenin ortasındaydı onlar.

Bütün ulusların aklındadır onların hikâyesi

Yaşam sayfasına işlenmiştir onların sadakati! (s. 239)

Yeniçağ yıldırımdır, her harmanı ateşe verir

Ondan ne çöl kurtulur, ne bahçeye aman verir

Bu yeni ateşin yakıtı köklü medeniyetlerdir

Ümmetin eteğini saran da aynı alevdir.

Bugün de bir yerde İbrahim imanı çıksa ortaya

O ateş, ateş olmaktan çıkar, dönüşür gülistana.

Bahçenin halini görüp perişan olma bahçıvan,

Dallar parlamak üzere, tomurcuk yıldızlardan

Bahçe temizlenmek üzeredir, kuru otlardan

Gül yağdırır bahçeye, şehitlerinin akıttığı kan.

Gökyüzüne bir bak, şafak vaktinin alaca ışıltısı

İşte doğmak üzere olan güneşinin gök parıltısı. (s. 240)

İkbal’in insan-ı kâmil düşüncesi için tüm söylediklerimizi en iyi özetleyen ve vurgulayan bel­ki de şu cümleler: “İkbal’in hayal ettiği insan: Doğu’nun yüreğine, Batı’nın beynine sahip bir insan. Hem doğru ve derin düşünen hem de en güzel ve en muhteşem şekilde aşk duyan bir insan. Hem Allah’ı hem halkı tanıyan bir insan. .. Esaret altındaki milletlerin kaderine karşı siyah gaflet ve cehalet perdelerinin bir an olsun keskin görüşlü gözlerinin önüne çekileme- diği birisi.”66

Buna bağlı olarak yine İkbal’in olanı söyleyerek olması gerekeni ifade ettiğini söyleyebilece­ğimiz bir şiiri:

Dünyada özgür kulun nice müşahedeleri vardır,

Senin gözün köleliğe alışmışsa ne yapılabilir!

Dervişlik mertebesi çok yücedir sultanlıktan

Kişinin tarzı dilencilik olursa ne yapılabilir! (Musa Vuruşu, “Tevhit Noktası”, s. 71)

Çözüm Önerileri

Mehmet Âkif ve Muhammed İkbal’in İslâm âleminin içinde bulunduğu durum, bu durumun sebepleri ve sonuçları hakkındaki düşüncelerini bu şekilde verdikten sonra iki mütefekkir şairin sorunlar karşısında ortaya koydukları çözüm önerilerinden de bahsetmemiz gerekir. Çünkü iki şair de sadece sıkıntıları, problemleri ortaya koymakla kalmamış, bilinçli birer Müs­lüman aydın tutumuyla olanı verdikten sonra olması gerekeni de sert ve kesin bir tarzda dile getirmişlerdir. Öncelikle vurgulanması gereken nokta, ikisinin de tüm bu olumsuzlukla­ra rağmen gelecekten, İslâm âleminin ve İslâmiyet’in geleceğinden ümitsiz olmamalarıdır. Ümitlerini yitirmemişlerdir. Örneğin İkbal “İslam ülkelerinden, İslam kültüründen, Müslüman ulusların birlik ve beraberliğinden bahsederken daha çok maziden örnekler verir. Bugünkü İslam ülkelerinin geri kalmışlığı, taklitçiliği, amelsizliği, esaret altında oluşları gibi olumsuz­luklardan esefle bahsederken şanlı bir gelecek müjdesini vermekten de geri kalmaz.”67

Bugün de bir yerde İbrahim imanı çıksa ortaya

O ateş, ateş olmaktan çıkar, dönüşür gülistana.

Bahçenin halini görüp perişan olma bahçıvan,

Dallar parlamak üzere, tomurcuk yıldızlardan

Bahçe temizlenmek üzeredir, kuru otlardan

Gül yağdırır bahçeye, şehitlerinin akıttığı kan.

66 Ali Şeriati, Biz ve İkbal, Fecr Yay., Ankara 2010, s. 40-41

67 Soydan, a.g.m., s. 206

Gökyüzüne bir bak, şafak vaktinin alaca ışıltısı

İşte doğmak üzere olan güneşinin gök parıltısı. (Hareket Zili, “Şikâyet’e Cevap”, s. 240)

Benzer bir tutumla Hocazâde de geleceğe dair inancını Âsım’da çeşitli vesilelerle dile getirir. İki mütefekkir şair de çıkış noktaları olarak İslâm’ı almalarının yanında, çözüm olarak başvu­rulması gerektiğine inandıkları değerler sisteminin İslâmiyet olduğu konusunda da hemfi­kirdirler.

Âkif, özelde Müslüman Türk toplumu ancak genelde tüm İslamiyet âlemindeki sorunlara değindikten sonra, başka bir deyişle bir kere yarayı belirledikten sonra onun tedavi şeklini göstermiştir. “Cemiyetin temeli olan İslam ülkülerine sıkı sıkıya sarılmak, yeni ve taze bir ruh­la, İslâm’ı, çağın maddi ve teknik güçleriyle de donandıktan sonra, içimizde dışımızda ihya etmektir.”[68]

Âkif’e göre yapılması gerekenlerin başında dinin yanlış anlaşılmasının sona erdirilmesi gelmektedir. Artık İslâm’ı asrın idrakine söyletme zamanı gelmiştir; ancak bir şartla: İlham Kur’an’dan alınacak ve ilimle beslenecektir:

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.

Kuru dâvâ ile olmaz bu, fakat, ilm ister; (s. 418)

Ve ne yazık ki o kudrette adam yoktur etrafta. İşte Âkif’in çözüm önerilerinin en önemlisi: Temeli Kur’an’dan alınmış, Batı’nın ilmiyle desteklenmiş yeni bir düzen... Şiirin devamında İslamiyet’in özelliklerinden bahseder Âkif:

Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din,

Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin.

Neye israf edelim bir sürü iknâiyyât?

Hoca, mâdem ki bu din: din-i beşer, din-i hayat,

Beşerin hakka refîk olmak için vicdânı,

Beşeriyyetle beraber yürümektir şânı.

Yürümez dersen eğer, ruhu gider İslâm’ın;

O yürür, sen yürümezsen, ne olur encâmın? (s. 418)

Gerek İslâmiyet’in gerekse insanlığın kurtuluşu -Sûre-i Ve’l-Asr’da geçen- dört kavrama bağ­lıdır:

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh:

Başta îmân-ı hakikî geliyor, sonra salâh.

Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık.

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık. (s. 419)

Âkif, geçmişe tamamen bağlı olmayı reddettiği gibi geçmişi silip atma taraftarı da değil­dir. “Geçmiş kültürü tanımak, bilmek, onlardan faydalanmak başkadır, yeniye açık olmak başka.”[69]

Mehmet Âkif, eserin son mısralarında Hocazâde’nin ağzından Âsım şahsında gelecek ne­sillerden neler beklediğini, onların neler yapması gerektiğini nasihatlerle verir. “Hocazâde genç kuşağı takdir ederken, onların toplumdaki bazı ahlaki bozuklukları kaba kuvvetle bas­tırmaya çalışmasına karşı çıkar. (...) inkılâbın eğitimle olacağını savunur. Eğitimin her ne ka­dar meyvelerini geç veren bir yol olduğunu bilse de başka çözüm yoktur. Bu yüzden Âsım’a yarım bıraktığı tahsilini Avrupa’da tamamlamasını tavsiye eder.”[70]

Hâdisât etmesin oğlum, seni asla bedbin..

İki üç balta ayırmaz bizi mazimizden.

Ağacın kökleri madem ki derindir cidden,

Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş ne zarar?

O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar,

Yükselir, fışkırıp âfâk-ı perişanımıza;

Yine bin vaha serer kavrulan imanımıza.

Vakıa ortada yüzlerce mesavî yüzüyor;

Sen bu kâbusu bütün şerre değil, hayra da yor.

Çünkü yoktur birini kalb-i cemaatte yeri;

Arasan: hepsi beş on maskara ferdin hüneri!

Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz;

Sade Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.

O çocuklarla beraber, gece gündüz didinin;

Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin!

Fen diyârında sızan na-mütenâhi pınarı,

Hem için, hem getirin yurda o nâfi suları.

Aynı menbaları ihyâ için artık burada,

Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada. (s. 443)

-İnkılâbın yolu mâdem ki bu yoldur yalınız,

“Nerdesin hey gidi Berlin!” diyerek yollanınız.

Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek...

Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!

Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;

Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz!

Şark’ın âguşu açıktır o zaman işte size;

O zaman varmanın imkânı olur gayenize;

O zaman dinlerim artık seni, Âsım, bol bol. (s. 444)

İkbal’in Mehmet Âkif’e göre Batı’yı daha yakından tanıma gibi bir fırsatı olmuştur. Kendi me­deniyetini, kültürünü de çok iyi bilen İkbal, her iki medeniyetin hem artılarının hem eksileri­nin farkındadır. Ona göre İslâmcı düşüncenin en çok kafa yorduğu meselelerden biri modern dünyada akıl-inanç ilişkisinin ne şekilde kurulduğudur. “Çoğu İslamcı için Batı, teknolojik olarak ilerlemesine vesile olan rasyonel düşünce ve bilim bakımından çok ilerlemiştir ve bu alandaki üstünlüğü tartışılmaz. Doğu’yu yakıp kavuran da Batı’nın bu alandaki ilerlemişliği- dir. Ancak Batı bunu yaparken Doğu’nun en önemli vasfı olan Allah’a doğrudan bağlanan kalple ilişkisini kaybetmiş, aç gözlülüğüne yenik düşerek kendisi dışında kalan toplumları tarumar etmiştir.”[71]

Gözleri esaret ve taklitten dolayı kör olanlar

Göremiyorlar ortaya dökülmüş gerçekleri.

İran ve Arap’a nasıl can verebilecekmiş

Şu can çekişmekte olan Avrupa medeniyeti? (Musa Vuruşu, “Doğu Ulusları”, s. 93)

Başka bir şiirden:

Kalp ve gönül için fesattır Batı medeniyeti

Zira ruhu pak kalamadı o medeniyetin.

Ruhu pak kalamadığı için onun

Ne özü pak, ne fikirleri yüce, ne tutkusu içten. (Musa Vuruşu, “Batı Medeniyeti”, s. 96)

Dinsiz fikirler yüzünden Batı’da aşk ölmüştür,

Tutarsız fikirler yüzünden akıl köledir Doğu’da. (Musa Vuruşu, “Bu Çağ”, s. 110)

Bu çağ, dinin yok edicisidir;

Onun yapısı tamamen kâfircedir.

Şahlar şahının sarayından yeğ olanı

Allah erlerinin eşikleridir. (Musa Vuruşu, “Cavid’e”, s. 118)

Ne Asya’da ne Avrupa’da hayat ısısı var

Burada benliğin ölümü, orada özün ölümü. (Musa Vuruşu, “Devrim”, s. 189)

Kendi milletini batı uluslarıyla kıyaslama

Haşimi Resul’ün milletinin bileşkesi başkadır.

Onların birliği ülke ve nesle dayalıdır

Seninkiyse dinin gücü sayesinde sağlamdır.

Din elden giderse birlik mi kalır geriye?

Birlikler son bulursa millet de son bulacaktır. (Hareket Zili, “Din”, s. 289)

İkbal, İslâm âleminin sıkıntı ve problemlerini tespit ettikten sonra, “dinî ve siyasî değerlerin iç mücadelesi yüzünden manevî birliğini kaybetmiş Batı uygarlığına karşı Müslümanların galip gelmesi, kendi var oluşunu idrak etmesi ile mümkün olacaktır.” görüşüne sahiptir[72].

Ey Batılılar! Allah’ın mülkü dükkân değildir!

Senin som dediğin şey, sonunda kalp sikke çıkacak.

Senin medeniyetin kendi hançeriyle intihar edecek

Zayıf dala yapılan yuva kalıcı olmayacak. (Hareket Zili, “Mart 1907”, s. 169)

“İkbal’e göre ‘Batı kaynaklı ideolojiler, özellikle de milliyetçilik/vatancılık ve sosyalizm bir kur­tuluş çaresi olarak düşünülemez, tek çare yeni ve aydınlık bir İslâm düşüncesine dönmektir.”[73] İkbal’in en çok üzüldüğü konulardan birisi de medeniyetin beşiği olarak gösterilen Batı’nın bu özelliğini İslâm eserlerine borçlu olmasıdır:

Senin, atalarınla hiçbir benzerliğin olamaz

Sen afazan, o amel adamı; sen sabit, o seyyar.

Geçmişimizden gelen mirasımızı kaybettik biz

Süreyya’dan, yeryüzüne savuruverdi bizi felek.

Devlet için ne ağlayayım, o geçici bir şeydir,

Dünyanın bu genel kuralından kurtuluş çaresi yok.

Ama atalarımızın o bilim incileri olan kitaplarını

Avrupa’da görünce yürek parça parça olmaktadır. (Hareket Zili, “Müslüman Gençlere Sesleniş”, s. 216-217)

İkbal için İslâm âleminin kurtuluş çaresi, yukarıda insan-i kâmil olarak nitelendirilmiş bireyle­rin çoğalmasıdır. “İşe bilim ve rasyonellikten başlar İkbal; çünkü İslam dünyasının içinde bu­lunduğu çöküntü, kendine güvensizlik, yabancılaşmışlık ve acziyetin en önemli nedeninin bilim ve teknolojideki geri kalmışlık olduğunun farkındadır. Çünkü modern Batı’nın pençesi, bilimden ve teknolojiden aldığı güçle Müslümanların vücudunu parçalamakta ve dünyayı sömürge krallığına dönüştürmektedir uzunca zamandır. Güçlü bir birey yaratabilmesi ve İslam toplumunu diriltebilmesi kaya gibi sert, elmas gibi değerli, kılıç kadar keskin, kartal gibi göklerde süzülüp pençeleriyle avını parçalayabilecek, merhametsiz, alçak gönüllükten ve yumuşaklıktan nefret eden bir birey yaratabilmesine bağlıdır. Batılı güçlüdür, gücünü ve merhametsizliğini sonuna kadar göstermektedir, bunun için Batılı kadar hatta ondan daha da fazla güce ihtiyaç vardır diriliş için.”[74]

Benliği korumanın yollarından biri de inancına sahip çıkabilmektir:

Köleler için iksir olan bir şeyi

Doğu ve Batı ilmi bana öğretmiştir.

Din de felsefe de dervişlik de sultanlık da

Hepsi sarsılmaz inançlar üzerine bina edilir.

Özü güçlü inançlardan mahrum kalan ulusun

Çalışması meyvesiz ve boş, söylediği etkisizdir. (Musa Vuruşu, “Köleler İçin”, s. 199)

Modern yaşamla dinî yaşam arasında bir tezatın söz konusu olmadığına inanır İkbal. Ona göre “modern yaşamın dinî imandan kopması gerekmez; hatta aslında onun tarafından bilgilendirilmelidir, daha fazla modernlik daha az din anlamına gelmez. Gelenek ile yenilik arasındaki karşılıklı etkileşim, bu yenileşmenin “yeniden şekillendirilmiş bir İslam”ı “yeniden ta­nımlanmış bir politik estetikle” bir araya getiren bir mecraya doğru hareket eder. İkbal kendi maneviyat felsefesini politik bir amaca doğru konumlandırır ve Müslüman dünyanın ve özel­likle de sömürge Güney Asyasındaki Müslümanların ahlakî yükselişleri için bir araç olarak kullanır. İkbal bu mesajla “taptaze bir ülküler dünyası” yaratarak bu alt-kıta Müslümanlarını uyuşuk hallerinden “uyandırmaya” çalışmaktadır.”[75]

Özünde La İlah varsa korkmana ne gerek

Eğitimin Frenk tarzında olsa bile.

Gül dalında da cıvıldaş, fakat

Kendi benliğinde kur yuvanı. (Musa Vuruşu, “Cavid’e”, s. 118)

Müslüman toplumlar için önerilen çözüm yollarından biri de geçmişe çok fazla, sıkı sıkıya bağlı kalmamaktır. Tıpkı Âkif gibi İkbal de hem eskiye bağlılık hem de yenileşmeye açık ol­maktan bahseder. “İkbal’e göre Batı medeniyetinin ilim ve fennini yani bilim ve teknolojisini isteyen Doğulu milletler, özellikle de Müslümanlar için bu medeniyetin bütün zahiri olay­larını taklit etmek şart değildir. ... Müslümanlar, Batı medeniyetinin kültürel değerlerini bir kenara koyarak sadece bilim ve teknolojilerini almalıdır. Çünkü “zahiri bir taklit milletlerin kökünü söker, onları Garpla Şark arasında ahenksiz bir duruma sokar.” Ancak Müslümanların Batının ilim ve fennini alırken kendi geçmişleriyle olan bağlantıyı koparmadan geleneklerini muhafaza etmesi gerekir.”[76]

Aşk, artık Allah vergisi aklın ardına takılsın;

Saygınlığını sevgilinin sokağında harcamasın.

Ya eski bedenin içine yeni bir ruh katsın,

Veya eski ruhu, taklitçilikten kurtarsın. (Musa Vuruşu, “Edebiyat”, s. 144)

Doğrusu ne Doğu’dan bıkmak, ne Batı’dan kaçınmaktır,

Doğanın bize işareti her geceyi gündüz yapmaktır. (Musa Vuruşu, “Umut Işığı III, s. 150)

30.12.1930 tarihinde Allahabad’da Tüm Hint Müslümanları Birliği önünde yaptığı konuşma­da İslâm’ın kurtuluşu için şunları vurgular İkbal[77]: “Müslümanların tarihinden şu dersi öğren­dim. İslam, tarihlerinin kritik anlarında Müslümanları kurtarmıştır, yoksa Müslümanlar İslam’ı değil. Şayet onlar bugün bakışlarını İslam’a çevirip ve ilhamlarını onun içinde tecessüm et­miş canlı fikirlerde ararlarsa; dağınık kuvvetlerini tekrar toplayacak, kaybolmuş bütünlükle­rini yeniden kazanacak ve bu şekilde kendilerini top yekûn tahriften kurtaracaklardır.”

Sonuç

Mehmet Âkif’in Safahat adlı büyük eserinin 6. Kitabı Âsım, Muhammed İkbal’in Musa Vuruşu ve Hareket Zili, bu çalışmamızın çıkış noktası oldu. Adı geçen bu eserlerde iki mütefekkir şair Âkif ve İkbal’in İslâm dünyasına bakışı, bu dünya içinde gördükleri yanlışlar, eksikler, İslâm âleminin içine düştüğü büyük gaflet, her yanlış için tevekkül ardına saklanma ve nihayet tüm bu olumsuzluklar için sundukları çözüm önerileri ...

Âkif de İkbal de gördükleri manzaradan hiç memnun değillerdir. İslâm’ın yüceliği, İslâm’ın birliği diye bir şey kalmamıştır. Müslümanlar benliklerini kaybetmiş, ne olduklarını unutmuş, yaşanması gereken hayatın sadece Batı’da olduğuna inanarak oraya öykünmüş ve bunun sonucunda tüm değerlerini yitirmiş, başlarına gelen her kötü olay için bunu değiştirmek, düzeltmeye çalışmak yerine tevekküle sığınmış güçsüz insanlardır artık. Oysa son dinin kita­bı Kur’an-ı Kerim’e uygun hareket edilse, İslâm doğru bir şekilde yaşansa, İslâm birliği tekrar sağlansa İslâm’ın yüceliği de tekrar yaşanacaktır, İslâm dünyası gerçek değerine ulaşacaktır. Aradan 90 yıl geçtikten sonra günümüze baktığımızda, günümüzdeki İslâm âlemine baktı­ğımızda Âkif’in ve İkbal’in çözüm önerilerinin uygulanmadığını, onların özlediği dünyadan çok daha kötü bir hale gelindiğini görmekteyiz. Belki İslâm dünyasının kurtuluşu ileriye bak­makta değil, geçmişi, geçmişin büyüklüğünü, geçmiştekilerin büyüklüğünü tekrar hatırla­mak ve bize gösterdikleri yoldan yürümekle mümkün olacaktır.

İki Mütefekkir Şair Mehmet Âkif Ersoy ve Muhammed İkbal’in Gözünden İslâm Âlemi

Özet

Birbirine yakın tarihlerde doğmuş olan Mehmet Âkif ve Muhamed İkbal’i, iki farklı millete mensup olmala­rına rağmen birleştiren ortak nokta, İslâm âleminin en iyi gözlemcileri arasında gösterilmeleridir. Bu iki mü­tefekkir şair, Batı dünyasını da yakından tanımakta, gösterdiği gelişmeyi bilmektedir; ancak Batı’nın ilerleyişi karşısında İslâm âleminin içinde bulunduğu rehavetin, tembelliğin, daldığı gaflet uykusunun da farkındadır. Müslümanlar için bu gaflet uykusundan daha kötü olan ise durumun vehametinin hâlâ farkına varamamış olmalarıdır. İslâm âlemi, tevekkül ve rıza kavramları arkasına sığınarak gittikçe daha fazla uyuşmuş, daha fazla yoksullaşmıştır.

Muhammed İkbal de Mehmet Âkif de İslâm âleminin içinde bulunduğu bu acı durumun sebeplerini araştır­mak, ortaya koymak ve tedavi yollarını göstermek amacına ulaşmak için sanatlarını bir araç olarak kullanmış ve sadece kendi milletleri için değil tüm İslâm âlemini bir bütün halinde düşünmüşlerdir.

Bu bildirinin amacı, iki farklı milliyete mensup iki mütefekkir şairin eserlerinden yola çıkmak suretiyle dönem şartları içinde İslâm âleminin durumu ve çözüm önerileri konusunda birleştikleri ve ayrıldıkları noktaları tespit etmektir. Mehmet Âkif’in düşünceleri için çıkış noktası olarak Âsım, Muhammed İkbal’in düşünceleri için de Musa Vuruşu ve Hareket Zili adlı eserleri alınacaktır.

 

Mehmed Âkif, Âsım ve Gençlik, 2015

Kitabın tamamı: https://kitap.tyb.org.tr/kitap/asim.pdf 


[1] Alev Erkilet, “Muhammed İkbal’de İslamcılık Düşüncesi”, Boyun Eğmeyen Ateşin Dili Muhammed İkbal, Hece Özel Sayı, Ankara 2012, s. 71

[2]      İsa Çelik, Muhammed İkbal’in Tasavvufi Düşüncesi, Kaknüs Yay., İst. 2004, s. 35.

[3] Köksal Alver, “Mehmed Âkif Şiirinin Sosyo-Politiği Üzerine”, Hece Mehmet Âkif Özel Sayısı, sayı 133, Ocak 2008, Ankara, s. 353.

[4]      A. Ali Ural, “6. Kitap: Asım ya da Asım Nerede?” Hece Mehmet Âkif Özel Sayısı, s.310

[5] Doç. Dr. Nurettin Topçu, “Mehmed Âkif Sanatı ve İdealizmi”, Mehmed Âkif, Milliyetçiler Derneği Neşriyatı, İst. 1961, s.50- 51

[6]      Muhammed İkbal, Hareket Zili, Çev: Celal Soydan, Hece Yay., Ankara 2013, s.13-14.

[7] Muhammed İkbal, Musa Vuruşu, Çev: Celal Soydan, Hece Yay., Ankara 2013, s.13.

[8] Mustafa Şerif Onaran, “Bir Bilge Ozan: Muhammed İkbal”, Boyun Eğmeyen Ateşin Dili Muhammed İkbal Hece Özel Sayı, Ankara 2012, s. 500

[9] Recep Duymaz, “İki Ruh Akrabası”, a.g.e., s. 490.

[10] Annemarie Schimmel, Muhammed İkbal, Ötüken Yay., II. Baskı, İst. 2012, s. 42

[11] Selami Turan, “Mehmet Âkif’in Safahat’ında Farsça Yazan Ediplerin Bulduğu Yansımalar”, 1. Uluslararası Mehmet Âkif Ersoy Bildiriler Kitabı, 19-21 Kasım 2008, Burdur, s. 718.

[12] Onaran, a.g.m., s.503.

[13] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Uyarıyor, Yeni Boyut Yay., İst. 1994, s. 37

[14]    Fazıl Gökçek, Mehmet Âkif’in Şiir Dünyası, Dergâh Yay., İst. 2005, s. 221

[15] Orhan Okay, Mehmed Âkif, Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Akçağ Yay., Ankara 1998, s. 84

[16] Okay, a.g.e., s. 42-43

[17] Ferruh Bozbeyli, “Âkif’in Leylası”, Mehmed Âkif, Milliyetçiler Derneği Neşriyatı, İst. 1961, s. 80

[18] Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, Kültür Bak. Yay., Ankara 2002, s. 206

[19] Düzdağ, a.g.e., s. 210

[20] Bu çalışmada M. Ertuğrul Düzdağ tarafından hazırlanan eser dikkate alınmıştır ve sayfa numaraları da bu esere aittir.

[21] Fazıl Gökçek, a.g.e., s. 120

[22] İsa Çelik, Muhammed İkbal’in Tasavvufi Düşüncesi, Kaknüs Yay., İst. 2004, s. 112

[23] Çelik, a.g.e., s. 35

[24] Schimmel, a.g.e., s. 32

[25] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış, Yeni Boyut Yay., İst. 2012, s. 86.

[26] Ahmet Metin Şahin, Muhammed İkbal Külliyatı, Irmak Yay., İst. 2010, s.9.

[27] Celal Soydan, “İkbal’in İslâm Dünyasına Bakışı”, Boyun Eğmeyen Ateşin Dili Muhammed İkbal Hece Özel Sayısı, s. 212

[28] Okay, a.g.e.,s. 63.

[29] B. Zeyneb Ali, “İkbal’in İslam Modernizmi Anlayışı”, Boyun Eğmeyen Ateşin Dili Muhammed İkbal, Hece Özel Sayısı, s.216

[30] Soydan, a.g.m., s. 213

[31] Vefa Taşdelen, “Muhammed İkbal’de Aşkın Ben”,a.g.e., s.26.

[32] Kevser Çelik, “İkbal’in Medeniyet İdeali: Müslüman Medeniyet”, Boyun Eğmeyen Ateşin Dili Muhammed İkbal Hece Özel sayı, s. 233.

[33] Çelik, a.g.m., s. 242

[34]    Safahat, s. 371-375

[35] Ural, a.g.m., s. 312

[36] Gökçek, a.g.e., s. 227

[37] Soydan, a.g.m., s. 210-211

[38] Soydan, a.g.m., s. 211-212

[39] Mustansir Mir, “İkbal’in Şiirinin Ana Uğrakları”, Boyun Eğmeyen Ateşin Dili Muhammed İkbal Hece Özel Sayı, s. 343-344

[40] Öztürk, Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış, s.160

[41]    Kâzım Yetiş, Mehmet Akif’in Sanat-Edebiyat ve Fikir Dünyasından Çizgiler, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara 1992, a. 176.

[42]    Soydan, a.g.m., s. 207

[43]    Soydan, a.g.m., s. 210

[46] Muhammed İkbal, İslâm’da Dini Düşüncenin Yeniden Yapılandırılması, Çev: Prof. Dr. Celal Soydan, Hece Yay., Ankara 2013, s. 7-8

[47] Abdüllatif Tüzer, “İkbal’in Modernlik Paradoksu”, Boyun Eğmeyen Ateşin Dili Muhammed İkbal Hece Özel Sayı, s. 90

[48] Tüzer, a.g.m., s. 93

[49] Alver, a.g.m., s. 354-355

[50] Safahat, s. 384

[51] Çelik, a.g.m., s.227

[52] Çelik, a.g.e., s. 118

[53] Okay, a.g.e., s. 84.

[54] Yetiş, a.g.e., s. 202

[55] Gökçek, a.g.e., s. 210

[56] Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, Diriliş Yay., İst. 1996, s. 40-41

[57] Ömer Uğur Kökden, “Asım Nesli”, Hece Mehmed Âkif Özel Sayısı, s. 99

[58] Kökden, a.g.m., s. 98

[59] Ahmet Albayrak, “Düşünür, Şair ve Bir Aydın Olarak Muhammed İkbal Portresi”, Boyun Eğmeyen Ateşin Dili Muhammed İkbal Hece Özel sayı, s. 16

[60] Albayrak, a.g.y.

[61] Albayrak, a.g.m., s. 17

[62] Tüzer, a.g.m., s. 93

[63] Soydan, a.g.m., s. 207

[64] Çelik, a.g.m., s. 228

[65] Albayrak, a.g.m., s. 24

[68] Karakoç, a.g.e., s. 33-34

[69] Okay, a.g.e., s. 63

[70] A. Ali Ural, “6. Kitap: Asım ya da Asım Nerede?”, Hece Özel Sayısı, s. 313

[71] Erkilet, a.g.m., s. 74-75

[72] Albayrak, a.g.m., s. 25

[73] Erkilet, a.g.m., s. 73

[74] Tüzer, a.g.m., s. 91

[75] B. Zeyneb Ali, a.g.m., s. 220

[76] Çelik, a.g.m., s. 236

[77] Schimmel, a.g.e., s.113

Bu haber toplam 992 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim