• İstanbul 13 °C
  • Ankara 12 °C

Prof. Dr. Mustafa Gencer: ‘‘Dinleri var, işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi’’: Mehmet Âkif’in, Avrupa ve Osmanlı Modernleşmesi Hakkındaki Düşünceleri

Prof. Dr. Mustafa Gencer: ‘‘Dinleri var, işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi’’: Mehmet Âkif’in, Avrupa ve Osmanlı Modernleşmesi Hakkındaki Düşünceleri
Mehmet Âkif Ersoy (1873-1936), Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal ve sosyal birçok sorunla karşı karşıya olduğu bir dönemde yaşamıştır.

Âkif, Tanzimat Fermanı’yla (3 Kasım 1839) yasal bir boyut da kazanan eski yeni çatışması, Islahat (1856) ve Meşrutiyet (1876, 1908) süreç­lerinin yanı sıra Balkan Savaşları (1911-1912) ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ile Milli Mücadele’nin nihayetinde imparatorluğun tasfiyesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna tanık olmuştur.

Veteriner hekimliği eğitimi almış olmakla birlikte, gazeteci ve siyasetçiliğinden öte Âkif’in şair kimliği, hayatında ve eserlerinde daha belirgin bir rol oynamıştır. Yaşadığı dönemin olaylarını ve entelektüel tartışmalarını yakından takip etmekle birlikte görüşlerini eser ve söylemlerinde dile getirmiştir. Hatta özgün fikirleri ve eylemleri ile yaşadığı dönemin top­lumsal sorunlarına ve gelecek tasavvurlarına katkıda bulunmuştur. Burada Âkif’in geç Os­manlı modernleşmesine bakışı, temsil ettiği görüşleri ile dönemin diğer fikir tartışmaları ele alınacak ve Âkif’in özgün değeri vurgulanacaktır.

Osmanlı Modernleşmesine Entelektüel Yaklaşımlar

Osmanlı İmparatorluğu’nda modernleşme ve batılılaşma hareketleri Tanzimat ve Meşruti­yet dönemlerinde yoğunluk kazanmıştır. Osmanlı Devleti’nde değişik toplumsal gruplar, Tanzimat Fermanı ve akabindeki süreci kendi bakış açılarıyla analiz ettiler ve yorumladılar. “Islahat”, “Muasır medeniyete ulaşma”, “Garplılaşma” ve “Modernleşme” ve benzeri kavramlar, o dönemde olduğu gibi günümüzde de Türk düşün dünyasının değişmeyen tartışma konu­ları olmuşlardır. Kimi entellektüeller bu kavramları hararetle savunurlarken, kimileri şiddetle karşı çıkmakta, bir kısmı da nefretle yaklaşmaktadırlar. Batı medeniyeti hakkında günümüze kadar geçerliliğini koruyan bir ayrım, dikkat çekmektedir. O dönemde (bugün de tartışıl­makta olan) Batı’nın bilim ve tekniği iyi ve alınmaya değer, buna karşın ahlakı ve kültürü ise bozuk olarak addedilmekteydi. Dönemin tartışmalarında modernleşme ve Batılılaşma süreçlerine ne gibi sınırlamalar getirileceği konularına odaklanmış, Batı medeniyetinin bö­lünmez bir bütün olup olmadığı veya kısmen taklit edilebilirliği tartışılmıştır1.

Batılı eğitim görmüş entelektüel seçkinler olan Genç Osmanlılar sayesinde imparatorlukta 1876’da Kanun-i Esasi ve parlamenter sisteme geçilmişti. Ancak Genç Osmanlıların, Batılı eğitimlerine rağmen düşünce dünyaları islamî kategoriye göre şekillenmişti. Bu dönemde modernleşmenin sınırları ve bunun İslam ile uygun olup olmadığı Ahmet Cevdet ve Namık Kemal gibi yazarların çıkış noktasını teşkil etti. Buna en belirgin örneği Namık Kemal’in dü­şünce ve yayınları sunmaktadır. “Meşveretin metodu” hakkındaki bir yazısında Namık Kemal, İslam Devleti’nin temelde Cumhuriyet olduğunu ve halkın her zaman Cumhuriyeti ilan ede­bileceğini belirtmektedir. Batı’ya malolmuş adalet, hürriyet ve insaniyet kavramlarının islami konsept ve idealden geldiğini, hatta Vatanseverlik kavramını da “Vatan sevgisi imandan ge­lir” sözüne - ki bu söz Genç Osmanlı gazetesi Hürriyet in parolasıydı - dayandırılması gerekti­ğini savunmuştur[1] [2]. 1873’teki duygusal, yurtsever ve islami karakterli “Anavatan” kavramı XX. yüzyılda bu çift anlamından hızla uzaklaşarak milliyetçi bir çerçeveye oturmuştur.

Batı’yla uyum sağlama sorunu Osmanlıların kültürel kimliğiyle ilgiliydi. İkinci Meşrutiyet dö­neminde (1908-1918) Osmanlı İmparatorluğu’nda üç belirgin ana ideolojik akım vardı: İslam­cılık, Batıcılık ve Türkçülük. İttihat ve Terakki Cemiyeti taraftarları arasında, Batı’dan gerekli teknik ve değerlerin alınmasını şiddetle savunan Batıcıların yanında, bir o kadar da, batılı teknolojilerin sadece kontrollü transferini kabul eden geleneksel İslamcılar bulunmaktaydı.

Dönemin Batıcı entelektüel dünyasının zihinsel dinamiklerinde ise sadece XIX. yüzyılın ikin­ci yarısında şekillenen, “eşitlik” ve “kardeşlik” anlayışının değil, gücün ve güçlünün yanında olunması gerekliliğinin savunulduğu ve alt yapısını Malthus’un nüfus teorisi, Spencer’in ‘en iyinin hayatta kalması anlayışı ve Darwin’in doğal ayıklanmacı evrim teorisini birleştiren bir içerik öne çıkmaktaydı. Bu düşünce sistematiğini savunan dönemin entelektüelleri arasında Ahmet Mithat, Abdullah Cevdet, Beşir Fuad ilk sıralarda yer alan isimlerdir[3].

Reformlar konusundaki farklı yaklaşımlar Tanzimat Dönemi’nde ivme kazanan eğitim re­formu üzerinde de kendini göstermekteydi. Batıcı reform hareketinin laik ve siyasi felse­fesi, geleneksel medrese sisteminin dini tarzına doğrudan doğruya tezat teşkil ediyordu. 1839’dan sonraki modern okul sistemi eski sistemin anti tezi niteliğindeydi. Yeni sistem, eski sistemi kökünden kazıyor ve onun yerini alıyordu. XIX. yüzyılın ikinci yarısındaki geliş­me, eğitim sistemindeki düalist yapıların sabitlenmesi ile tanımlanabilir. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuna kadar eğitimdeki düalizm devam etmiş, Laik eğitim sektörü Batı örneğine uygun olarak yeni seçkinler yetiştirmeyi sürdürmüş, dini okullar ise Osmanlı halkı­nın geniş kesimlerine yönelmişti[4].

Eğitim kurumu olarak medrese ile ilgili anlaşmazlıkların temelinde politik-ideolojik zıtlıklar ve farklılıklar yatıyordu. Bu konuda ileri sürülen görüşler üç grupta toplanılabilir: En radikal fikri, devletin ve toplumsal yaşamın tüm İslami etki ve temayüllerden arındırılması için mü­cadele eden ve bu nedenle de medreselerin kaldırılmasını isteyen Batıcılar savunuyorlardı.

Bu görüşler Dr. Abdullah Cevdet tarafından çıkartılan İctihad dergisinde yayınlanıyordu[5]. Abdullah Cevdet (1869-1932) gibi radikal Jöntürk sekülaristleri modernleşmenin dinin üs­tünde ve dışında gerçekleştirilmesini savunuyorlardı. Batıcılar (Garbcılar)’ın önde gelen isim­lerinden olan Kılıçzade Hakkı’nın [Kılıçoğlu] (1872-1960) kaleme aldığı ve İctihad dergisinde yayınlanan “Batıcı Türk Aydınlarının toplum ve devlet yapısında radikal değişiklikler içeren programı” Osmanlı toplumunu “modern-bilimsel” topluma dönüştürmeyi hedefliyordu. Daha sonraki dönemde Cumhuriyet rejiminin gerçekleştirdiği latin alfabesine geçiş, fesin şapka ile yer değiştirmesi ve medreselerin kapatılması gibi reform adımları da bu program­da yer alıyordu[6].

İkinci grupta, dine tamamen kültürel ve vicdani bir işlev yükleyerek laik bir devlet için gayret gösteren Türk milliyetçileri yer almaktaydı. Bunlar medreseyi, Şeyhülislam’ın hizmetinde bu­lunacak görevlileri yetiştirecek bir eğitim kurumuna dönüştürmek istiyorlardı. Bu durumda medrese genel eğitim kurumu gibi bir işleve sahip olamayacaktı. Dönemin Aydın mebusu Muhammed Abidullah’a göre medreseler ilahiyat yüksekokulları olarak tanımlanmakla kal­mamalı, hem dini-ilahi, hem de modern bilimlerin okutulduğu üniversiteler haline gelmeliy­di. Celal Nuri (1882?-1938) de medreseleri üniversitelere dönüştürmek istiyordu[7].

Celal Nuri, Abdullah Cevdet’in İctihad dergisinde eski rejim, İslam ve Batılılaşma fikirleri hak­kında yazılar yazıyordu. İslamda Vücûb-ı Teceddüd isimli ilk makalesinde batının ilerlemesini tasvir ettikten sonra Müslüman ülkelerin geri kalmışlığını eleştiriyordu. İslamın ilerlemeci ve reformist karakterine karşın “İslam Dünyası”nın hali hazır durumunun “tutuculuk, zayıflık ve entellektüel köleliği” anımsattığını ileri sürüyordu. Ancak topyekün Batıcılık taraftarı olan Abdullah Cevdet’ten farklı olarak Celal Nuri, dönemin büyük olayları olan 1911 Osmanlı- İtalyan Savaşı, 1912-13 Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’ndan etkilenmişti. Bu sa­vaşlar Celal Nuri’nin fikirlerine öylesi bir etki bırakmıştır ki, o 1920’lere kadar Batı’ya karşı eleştirel bir tutum izlemiş ve “kısmi Batıcılık” olarak tanımlanabilecek ve detayda Batı’nın bilim ve teknolojisini benimsemek ve en önemli bileşeni İslam olan Osmanlı kültürünü ko­ruma şeklinde özetlenebilecek bir yol takip etmiştir. Birinci Balkan Savaşı devam ederken yayınladığı Kendi Nokta-i Nazarımdan Hukuk-ı Düvel adlı kitabında uluslararası hukukun tek değil çift olduğunu ileri sürüyordu. Ona göre bu hukuk anlayışının ilki Avrupalılara, diğeri ise Osmanlı ve Müslüman Dünyasının içinde bulunduğu “öteki”lere uygulanıyordu[8].

Radikal Batıcı kanadın temsil ettiği görüş Batı medeniyetinin eklektik/ pragmatist formüller­le değil, bir bütün olarak alınması gerektiği yönündeydi. Örneğin bu kanadın temsilcilerin­den Ahmet Rıza Bey imparatorluğun içine düştüğü kötü durumun, bilimin doğrularını halka öğretilerek aşılabileceğini savunuyordu. Özellikle laik eğitim yaygınlaştırılmalıydı. İyi bir eği­tim ziraat ve sanayinin de gelişmesini beraberinde getirecekti. Abdullah Cevdet ise biyolojik materyalizmi topluma kurtuluş reçetesi olarak sunuyor, toplumu ilerletme misyonunu da zeki bireylere yüklüyordu. Prens Sabahattin ise devletin yaşadığı ekonomik sorunlara bu alanda yapılacak ciddi değişim ve dönüşümlerle çare bulunabileceği kanaatini taşımaktay­dı.

Jöntürkler’in fikir önderlerinden olan Ziya Gökalp geç Osmanlı-Türk toplumunun girdiği milli kimlik hassasiyeti ile Avrupalılaşmak ihtiyacından doğan gerilimi “Kültür” ve “Medeni­yet” arasında kavramsal bir ayrım yaparak çözmeye çalıştı. Gökalp, İslam, Türklük ve batı eğilimli modernleşme ile Osmanlı Devleti ve bundan türeyen Türk kimliği sentezini şu söz­lerle özetliyordu: “Biz Türk milletine, İslam dinine ve Avrupa medeniyetine aidiz.” Bu üç köşe taşı değişik kombinasyonlarda bireysel dünya görüşlerini mümkün kılıyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndaki askeri yenilgi ideolojik bağlamda Jöntürk yorumlu milliyetçiliğin de yenilgisi anlamına geliyordu. Gökalp’in yazıları, özellikle “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” ve “Türkçülüğün Esasları” Türk milliyetçiliğine teorik bir temel oluşturuyordu[9]. Birinci Dünya Savaşı’ndaki askeri yenilgi ideolojik bağlamda Jöntürk yorumlu milliyetçiliğin de yenilgisi anlamına geliyordu.

Batıcılar, Avrupa kültürünün faziletlerinin Osmanlı toplumunca benimsenmesini bir ihtiyaç olarak görürken gelenekçiler ve muhafazakârlar zengin islamî mirası Batıcılık adına bırakma­ya gönüllü görünmüyorlardı[10] [11]. Her halükarda İttihatçıların büyük kısmı kültürel kimlik olarak Müslümanlığı benimsemişlerdi.

Devlet ideolojisinin en temel sorunu devletin meşruiyet esasıyla da yakından ilgiliydi. Dev­letin ideolojik kimlik arayışındaki üç köşe taşı Osmanlıcılık, İslamcılık ve Turancılık kronolojik ve içerik olarak aşağıdaki gibi sunulabilir:

1913 yılına kadar, 1878 yılındaki sınırlarla Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden oluşturulması umudu taşınmaktaydı. Osmanlıcılık 1913’e kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin resmi ideo­lojisi olarak kaldı. Fakat Jöntürkler giderek Müslüman, hatta Türk milliyetçiliği anlayışı ile ha­reket ettiler. 1890 sonrasında İstanbullu entelektüellerin geliştirdiği Türk milliyetçiliği, uç bi­çimi Turancılık ile Türk halklarını ve onların Orta Asya’daki yurdunu yüceltiyordu. Tekin Alp’in 1914 yılında yayınlanan Türklerin büyük hedefini konu alan yazısı Birinci Dünya Savaşı’nda meşhur oldu. Çünkü bundan Avrupa’da Osmanlıların savaştaki gayeleri çıkartılmıştı. Gerçek­te ise Turancılık o zamanlar oldukça tesirsizdi. XX. yüzyılın başlarında Anadolu’daki Türk köy­lüsünü idealize eden bir edebiyat gelişmeye başladı. İttihat ve Terakki Cemiyeti savaşta bu edebiyatı ele alarak “Halkçılık” düsturuyla propagandasını yaptı. İslamcılık ise en sonunda - gerek Panislamizm’den ötürü, gerek Said Halim Paşa ve Mehmet Âkif [Ersoy] gibi İslami mo- dernistlerin meşruti reform hareketlerinden ötürü - diğer dünya görüşleriyle iç içe geçti.11

Toplumun her alanını kapsayan bu tartışmalarda eğitim-öğretim ise ayrı bir yer tutmaktaydı. Bu nedenle hem o dönemin aydınlarının hem de Akif’in görüşlerini daha sağlıklı değerlendi­rebilmek için eğitim-öğretim konusundaki gelişmelere kısaca bakmak faydalı olacaktır.

Mehmet Âkif’in Modernleşme Modeli

Mehmet Âkif Osmanlı modernleşmesine model olarak Avrupa’nın kaynak olarak görülme­sini reddetmemiştir. Ona göre Osmanlı Devleti batılı modernleşme uygulamalarının çeliş­kilerinden kurtarılmalı ve yerel kültür korunmalıdır. Genel olarak islamcı modernistler de milletin dini karakterinin batı prensiplerinin kontrollü kabulü ile kaybolmayacağını belirti­yorlardı. Mehmet Âkif daha 1912’de Japonya’nın batı medeniyetinin bilim ve teknolojisini alıp yüzeysel yönlerini reddettiğini, aynı cesareti ise Müslümanların gösteremediğini be­lirtiyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın başında Berlin’e gönderilen şair burada Batı’yı daha ya­kından tanıma fırsatı buldu. Batı’nın geldiği noktanın ve gelişmişliğinin seviyesini ve sırrını görerek doğu ile batıyı karşılaştırdı. Ona göre Almanya ve Alman halkı çalışmanın değerini ve emeği doğru takdir etmekteydiler. Âkif, Almanya’nın kalkınmasını, toplumla din, devlet ve sanat arasındaki uyuma bağlıyordu[12].

1913-16 yılları arası son dönem Osmanlı sadrazamlarından olan Said Halim Paşa da dinin hiçbir zaman terakkiye mani olmadığını savunuyor ve bu fikrini kaleme aldığı eserlerinde açıkça ortaya koyuyordu[13].

Şair ve yazar Mehmet Âkif hem Batı’nın körü körüne taklit edilmesine, hem de uç milliyet­çiliğe karşı çıkıyor, bunun yerine aydınlanmış, geleneksel etkilerden arındırılmış bir İslam’ı savunuyordu. O da medresenin İslami-bilimsel eğitim kurumu olarak işlev görecek durum­da olmadığı görüşündeydi. Mehmet Âkif üzülerek böyle bir tespiti yapıyor, ancak medrese kurumunu haksız ve keyfi saldırılara karşı savunuyordu. Devletin güçlü şekilde desteklediği ve teşvik ettiği modern okullar henüz kendilerinden bekleneni yerine getirecek durumda değilken, medresenin berbat donanımına ve eskimiş sistemine rağmen imam, vaiz ve mü­ezzin gibi görevlilerin yetiştirilmesi işlevini gördüğünü ve böylelikle halka önemli bir hizmet verdiğine dikkat çekiyordu[14].

Osmanlı aydınları arasında süren tartışmalarda Âkif ve çevresi, ideoloji olarak İslâmcılık yaf­tasını da benimsemezler. Hatta Babanzade Ahmed Naim bu isimlendirmeyi tenkit eder. On­ların kanaatlerini en iyi “Sadr-ı İslam’a rücu” etmek kavramı karşılamaktadır. Mehmet Akif ve çağdaşı diğer mütefekkir ve sanatkârların temel iddiaları şu şekilde özetlenebilir. Öncelikle bilinmelidir ki İslâm teceddüde mâni değildir. Ancak mevcut Müslümanlık anlayışı ve uygula­ması böyle bir görüntü sunmaktadır. Zira yanlış ehl-i sünnet telakkisi ve mevcut akaid bilgisi ve hâl ilmi, İslam’ın aslından kopartıldığı için, İslam teceddüde mani görünmektedir. Öyleyse onlara göre yapılması gereken şey, Lafzî Müslümanlıktan Aslî Müslümanlığa dönmektir. Yan­lış ehl-i sünnet telakkisinin aşıladığı ferdi Müslümanlık yerine, içtimaî Müslümanlık düşüncesi hayata geçirilmelidir. Müslümanlar aklı hor görmekten vazgeçip, akıl ile vahiy arasında bir çatışma olmadığını görmelidirler[15].

Mehmet Âkif’in Osmanlı toplumuna reçete olarak tasarladığı İslâm Milleti Fikri bütün taas­supları, etnik aidiyetleri, mezhepleri, tarikatları, hurafe ve bid’atları, dinî ortadan kaldırmaya çalışan reformistleri, memleketi Batılaştırmak isteyen taklitçileri, uydurma ıslahatçıların yak­laşımlarının üstünde ve ötesinde bir anlayıştır[16].

Âkif’in Batı’ya dair düşünce dünyasının şekillenmesindeki önemli aşamalardan biri de, kuş­kusuz Birinci Dünya Savaşı sırasında, Max von Openheim’in yazdığı memorandum doğrul­tusunda Harbiye Nezareti’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olarak Berlin’e gitmesidir. 1914 yılında Berlin’e giden Âkif’in görevi, Almanlar’ın esir aldığı yüz bin kadar esiri ‘aydınlatmaktır’. Üç aylık görevi sırasında Almanya’yı gözlemler ve Batı kültürünün Alman versiyonundan çok etkilenmiştir[17].

Mehmet Âkif’in “Berlin Hatıralar’ı” manzumesi bir gerçeği ortaya koymaktadır. Bu gerçek şu­dur ki, Akif’e göre Almanlar, Avrupa’nın vicdan sahibi kavmidir. Diğer bir ifadeyle Almanlar o dönem içerisinde İngiliz ve Fransızlar’a göre daha müspettir. Bu manzumede İngiliz ve Fransızlar’ın geri kalmış ülkelerde uyguladıkları sömürgeciliğe bağlı zulüm Akif tarafından sert bir dille eleştirilir. Mehmet Akif’in ortaya koyduğu son derece müspet Alman imgesinin sebebi Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar ile aynı cephede olmamıza ve Almanya’nın geç sanayileşmesi gereği çok fazla sömürgeye sahip olmamasına bağlanabilir. Bir diğer sebepte İttihat ve Terakki yöneticilerinin özellikle Enver Paşa’nın Almanya hayranlığı gösterilebilir[18].

Safahat’ın Beşinci kitabındaki Berlin Hatıraları adlı şiirin yazılışına ilham kaynağı olan önemli yerlerden biri de Berlin yakınlarında bulunan Wünsdorf’taki esir kampıdır. Doğu ve Batı’nın gelişmişlik ve kalkınma ile ilgili durumu bu şiirde Berlin şehri gözlemlenerek verilmiştir. İslam dünyasından insan manzaraları ise esir kampı gözlemlerinden hareket­le yazılmıştır. Wünsdorf’taki Hilal Kampı’ndaki (Halbmondlager) müslüman esirlere, sava­şın kim ile kimler arasında olduğu anlatılacak, gerçeğin bilinmesi sağlanacaktı. Burada Âkif, Alman-Osmanlı ittifakının dostluk nişanesi olarak yaptırılan camide Müslüman esirlere cehaletin ve hürriyetsizliğin yol açtığı esareti anlatıyor ve esirleri bilgilendirmek için çıkartı­lan Cihad adlı gazetede yazıyordu. Akif Safahat’ta “cehalet denilen yüz karasından” kurtulmayı bu sebeple sık sık dile getirmiştir[19].

Âkif’in Batı’ya olan bakış açısının şekillenmesinde şüphesiz yaptığı seyahatin ve Almanya’da geçirdiği zaman diliminin de etkisi olmuştur. O, toplum ve devletin Batı’yla olan münasebe­tinde medeniyet ithal edilerek sorunun çözülemeyeceğini düşünmektedir. Âkif Süleymaniye Kürsüsü’nde medeniyet ithalinde ihtiyatlı olunması gerektiğini söyler. Alınacak medeniyet değerlerinin toplum bünyesiyle uyumlu olması gerektiğini savunur. Bu alış veriş sırasında medeniyetin asıl değerlerinin de gözden çıkarılmaması gerektiğini vurgular. Eğer bu alış­verişte toplumun öz değerleri devreden çıkarılırsa bunun o toplumda yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini vurgular[20].

Sonuç

İmparatorluğun son yüzyılı, Osmanlı aydını için birbiriyle ilişkili birçok soruna çözüm arayı­şının ağırlıkta olduğu bir görünüm arz etmektedir. Var olan görünümün ağırlık noktasını ise dolaylı ya da dolaysız imparatorluğun geleceğine dair duyulan kaygılar teşkil etmekteydi.

Dönemin Osmanlı aydınları Avrupa’da yaşanan devrimlerin tetiklediği birçok değişim ve dönüşümün toplumlara ve yönetim biçimlerine olan yansımalarına şahitlik etmekteydiler. Gözlemledikleri gelişmelerin imparatorluk bünyesine etkileri, uygun olup olmadığı veya nasıl uygun hale getirileceği ise kafalarında yeni soru işaretleri meydana getiriyordu. Fakat belli ki hepsinin ortak kanaati artık yeni bir çağın yaşandığı gerçeğiydi. Bir önceki yüzyıla ka­dar tipik ve yaygın yönetim biçimi olan monarşiler sorgulanıyor, Fransız İhtilali’nin toplum- ların hafızasına taşıdığı “kardeşilik”, “hürriyet”, “eşitlik” gibi kavramlar imparatorluklarda derin krizlerin ayak seslerine işaret ediyordu. Böylesine muazzam siyasal ve sosyal dönüşümlerin varlığı ise aydınlar arasında da önemli, hatta zaman zaman birbiriyle derin uzlaşmazlıklar içeren farklı reçeteler üretilmesine kapı aralamaktaydı.

“İmparatorluğun en uzun yüzyılında” dünyaya gelen  kif de şüphesiz, doğduğu çağın ve yaşadığı toplumun sorunlarına hayatı boyunca yoğun mesai harcamış bir şahsiyettir. Devrin birçok aydını gibi o da sorunlara kayıtsız kalmamış, çözümler üretmeye çalışmıştır. Ürettiği çözüm önerileri aktif yaşamının da gereği olarak dönemin politik sürecinden de derin izler taşımaktadır.

Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, imparatorluğun tasfiyesi, yeni bir devletin doğum sancılarının yanında; içinde olmak ya da olmamak arasında derin buhranların yaşandığı “Batı medeniyeti” Akif’in kaleminde de karşılığını bulur. Toplumun, din ve ilim adamlarının içinde bulundukları “ümmiliği” eserlerinde acı acı eleştirirken Batı medeniyetinin “ilim” saye­sinde nasıl geliştiğini ve ilerlediğini dile getirir.

Âkif, Havaya hükmediyor kani olmuyor da yere’ derken Dönün de atıl olan Şarkı seyredin: Ne geri!, Yakında kalmayacak belki yeryüzünde yeri diyerek sadece Batı medeniyetinin teknolojik alandaki gelişmelerinden değil, Şark ile karşılaştırıldığında aradaki zihniyet ve ideal farkını da tespit ediyordu.

Eserlerinde Batı medeniyetinin ilim anlamında ilerde olduğunu kabul etmekle birlikte, yüz­yıllardır mücadele içinde olunan bu medeniyetten nasıl istifade edileceği yönünde öneriler­de bulunmaktan geri durmamıştır. Nitekim Berlin Seyahati’nin de tesiriyle yazılan ve kendisi için ideal genç karakterini sembolize eden Asım’da Fen diyarından sızan nâ-mütenahî pınarı, Hem için, hem getirin yurda o nafi suları demiştir.

Âkif, Batı medeniyetiyle olan münasebette farkında olunması gereken önemli bir konunun da neyin nasıl ve ne kadar alınacağına dikkat çekmiş, bu hususta alınması gerekenin ilim ol­duğunu, Sade Garbın, yalnız ilmine dönsün yüzünüz dizesiyle ifade etmiştir. Doğrudan doğru­ya Kur’an’dan alıp ilhamı dizesinde vurguladığı gibi işin ilham boyutu ise Kur’an’dadır, çünkü toplumun temel referansı Kur’an olmalıdır.

Eserlerinin tamamında rahatlıkla fark edilebileceği gibi Akif yaşanılan çağın gereklerini re­alist bir gözlemle incelemekle kalmayıp toplumun ve bilim adamlarının da çağa ayak uy­durmaları gerektiğini ifade etmektedir. Ancak, çağa ayak uydurmak taklit etmekle karıştı­rılmamalı, topluma ait olan öz değerler korunmalı ve hatta onların rehberliğinde hareket edilmelidir.

Mehmet Âkif 100 Yıl Sonra Berlin'de / 2015
TYB'nin 62., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 10. kitabı...

 


[1] Ayşe Kadıoğlu, “Milletini Arayan Devlet. Türk Milliyetçiliğinin Açmazları”, Türkiye Günlüğü, 1995, 33, 91-100, s. 93.

[2]     Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset: Makaleler 3, 2. Basım, İstanbul 1992, s. 279.

[3] Atila Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm, Küre Yayınları, İstanbul 2012, s. 7.

[4] Marlene P. Hiller, Krisenregion Nahost. Russische Orientpolitik im Zeitalter des Imperialismus (1900-1914), Frankfurt a. M. [u.a.] 1985, s. 30.

[5]     M. Şükrü Hanioğlu, Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul 1966, s. 128.

[6] M. Şükrü Hanioğlu, “Garbcılar: Their attitude toward Religion and Their Impact on the Offical Ideologie of the Turkish Republic”, Studia Islamica, No. 86. (1997), 133-158, s. 143.

[7] Muhammed Abidullah, Islâh-i Medâris-i Kadime, İstanbul 1328 (ca. 1912), s. 9-13.

[8] Ş. Tufan Buzpınar, “Celal Nuri’s concepts of Westernization and religion”, Middle Eastern Studies, Volume 43, Issue 2, March 2007, 247-258, s. 247-249.

[9] Hüseyin Tuncer, Türk Yurdu üzerine bir inceleme, Ankara: Kültür Bakanlığı yay., 1999, s. 22-25; ayrıca bkz. Ziya Gökalp: Türkçülüğün Esasları, Ankara: İlke yay., 2003, s. 32-47.

[10] David Kushner, Türk Milliyetçiliği’nin Doğuşu (1876-1908), Çev. Şevket Serdar Türet, Rekin ve Fahri Erdem. İstanbul: Kervan Yayınları, 1979, s. 128.

[11]   Zafer Toprak, Millî İktisat-Millî Burjuvazi, İstanbul 1995, S. 4.

[12] Dündar Akünal, “Mehmet Akif’in Kızına Yazdığı Mektuplar”, Tarih ve Toplum, Şubat 1989, Cilt 11, Sayı 61, s. 78-81; ayr. bkz. Nazım Elmas, “Mehmet Akif’in Berlin, Necit ve Mısır seyahatleri”, Vefatının 71. yılında Mehmet Akif Ersoy Bilgi Şöleni: Mehmet Akif Dönemi ve Çevresi, Ankara 2008, 140-147, s. 142.

[13] Renee Worringer, “’Sick man of Europe’ or ‘Japan of the Near East?’: Constructing Ottoman modernity in the Hamidian and Young Turk eras”, International Journal Middle Eastern Studies, 2004, 36, 207-230, s. 217-218.

[14] M. Akif Ersoy, Safahat, (haz.) Ömer Rıza Doğrul, İstanbul 1966, s. 503.

[15] M. Önal Mengüşoğlu, “Sadrı İslam’a Rücu”, Vefatının 71. yılında Mehmet Akif Ersoy Bilgi Şöleni: Mehmet Akif Dönemi ve Çevresi, Ankara 2008, 110-115, s. 113.

[16] Mengüşoğlu, “Sadrı İslam’a Rücu”, s. 115.

[17] Rıza Filizok, “Mehmet Akif’in Batı Medeniyeti’ne Bakışı”, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif, Marmara Üniversitesi Yayınla­rı, No: 439, İstanbul 1986, s. 54.

[18] Mehmet Uysal, “Mehmet Akif’in Berlin Hatıraları’nda Batı(lı) İmgesi”, 1. Uluslararası Mehmet Akif Sempozyumu, Burdur 2009, s. 539-547.

[19] http://www.mehmetakifarastirmalari.com/index.php?option=com_content&view=article&id=445:doc-dr-nazm- elmastan-berlinde-bir-milli-air-mehmet-akif-ersoy-&cat (30.11.2014)

[20] M. Ertuğrul Düzdağ (Haz.), Mehmed Âkif Ersoy: Safahat, M.Ü İlahiyat Fakültesi Araştırmaları Merkezi, İstanbul 2006, s. 154.

Bu haber toplam 2555 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim