• İstanbul 13 °C
  • Ankara 15 °C

Prof. Dr. Özlem Fedai: Mehmet Âkif’in Mısırdaki Mağarasından Yansıyan: Gölgeler

Prof. Dr. Özlem Fedai: Mehmet Âkif’in Mısırdaki Mağarasından Yansıyan: Gölgeler
Mehmet Âkif, Türk şiirinde inançlı duruşu ve kendini adadığı dava uğruna verdiği mücadele sebebiyle örneğini Namık Kemal, Necip Fâzıl gibi şairlerde gördüğümüz bir tavra sahip şair­lerdendir.

Onun şiiri ile yaşamı arasındaki tutarlılık, ömrünün son on yılını geçirdiği Mısır’da da sürmüştür. DanimarkalI filozof ve teolog S0ren Kieryıkegaard, Korku ve Titreme kitabında, şairin halkın nabzını elinde tutabilme ve onlara değerlerini sınamayı öğretebilme gücüne işaret eder ve bu özellikleriyle şairi bir “iman şövalyesi”ne benzetir. Kierkegaard “Şair; kala­balığı kontrol altında tutmaya, insanları kahramana ağlamak için kendi değerlerini sınamaya, insanları disipline etmeye cüret ettiği için yücedir. Ancak bütün bunlardan daha yücesi kendisi için ağlayacak soylu kişiye bile ‘Benim için ağlama, kendin için ağla’ demeye cesaret ettiği için iman şövalyesinin kendisidir[1] [2] der. Şairin büyüklüğünün yazdıklarında değil, yazdıklarıyla ör- tüşen yaşamındaki duruşta saklı olduğunu vurgulayan Kierkegaard’ın “iman şövalye” teşbihi, şövalyeliğin bir kurum olduğu Avrupa toplumundaki anlamından biraz farklı olsa da, bizim toplumumuzda “imanın koruyucusu” olarak “fedai, serdengeçti” gibi kavramlarla karşılanabi­lir. Âkif’in bir tüm yaşamı boyunca bir “dava adamı” oluşu ve şartlar ne olursa olsun değişme­yen kişiliği, Mısır’da yayınladığı yedinci şiir kitabı Gölgeler’de de kendini göstermiştir.

Eyledikleri, Söyledikleri ve Kişiliği Tutarlı Bir Adam: Mehmet Âkif

Safahat’ta “Zaman geçer, nice bin inkılâb olur zâhir;/ Fakat bu şair-i pejmürde hep o Âkif’tir” di­yen Mehmet Âkif, nerede ve hangi şartlarda olursa olsun ‘daima aynı kalarak’ kalemini; şahsi­yetinde barındırdığı ahlâk ve imanla sivriltmiştir. Kendini bu imanla; tıpkı bir iman şövalyesi/ fedaisi gibi vicdan ve iradesine seslendiği cemiyeti ise yönelttiği eleştiri oklarıyla disipline etmiştir. Böylece ardından gözyaşı dökenleri bile kendileri için ağlamaya, bu yolla kendilerini ve toplumu onarmaya sevk etmiş; yani Kierkegaard’ın işaret ettiği gibi bir iman şövalyesi veya Şark dünyasının “iman fedâisi” olmuştur

Âkif’e şiiriyle, söyledikleri ve eyledikleri arasındaki tutarlı duruşla, topluma ibret vermek için çizdiği kahramanlarla (Âsım, Köse İmam vb.) yakıştırdığımız bu sıfat, en karanlık işgal gün­lerinde köy köy, kasaba kasaba dolaşarak cesur bir şövalyenin yüreğiyle cemaatleri kendi değerlerini/vatanlarını savunmaya davet eden vaazlar vermesiyle de haklılık kazanır.

Mehmet Akif’in üzerinde duracağımız yedinci ve son şiir kitabı Gölgeler’deki şiirlerinin önemli bir kısmı memleketindeyken yazdığı, az miktardaki diğer bir kısmı ise Mısır’da vata­nından uzakta kaleme aldığı şiirlerdir. Şair, Gölgeler’i, Cumhuriyet’in eski harfleri tamamen tarihin sayfalarına gömdüğü yıllarda, 1933’te Kahire’de Arap harfleriyle yayımlamıştır. Çün­kü Âkif, burada da kendisi için değil, inanç ve değerlerinden kopmuş milleti ve Müslüman Şark cemiyetleri için ağlayan, Kierkegaard’ın tabiriyle bir iman şövalyesi/fedâisi olmayı sür­dürmüştür.

Safahat boyunca Âkif’in; şiirle, İslâm ve Batı dünyasıyla, Batı’nın “medeniyet” maskesi altın­da yaptıklarıyla yumruğu havada hesaplaştığını gördüğümüz gibi son kitabı Gölgeler’deki şiirlerin çoğunda da şairin Müslüman Şark’la hesaplaştığını görürüz. Şark’a yönelttiği eleşti­rilerin yer aldığı şiirlerin dışında bu kitaptaki bazı şiirlerinde ise şairi, Mısır’da kendi yalnızlığı içinde ve kendisiyle hesaplaşırken buluruz. Bu yüzden Gölgeler, kâh acılı bir ağıt, kâh bir vasiyet, kâh şairinin kendi iç âlemindeki “gölgeler”in dışavurumudur.

Âkif, bu eserinde Şark âlemi üzerinde Garb’ın kurguladığı “gerçek”le tek başına hesaplaşmış; Şark’ı “gölgeler”e dalarak oyalanmaya değil asıl gerçeği görüp fark ederek mücadele etmeye davet etmiştir.

Şark dünyasının “birlik/cemaat” olma ruhundan giderek uzaklaşmaya başlayan nefsini, artık mutad hâle gelmiş tembelliğini, çabuk kırılan şevkini, her an birbiriyle kavga hâlinde oluşu­nu eleştirmek için yazmıştır. Kitapta, aralarında “Şark”, “Alınlar Terlemeli”, “Yeis Yok”, “Bülbül”, “Leylâ”, “Süleyman Nazif’e” gibi şiirlerin de bulunduğu 11 şiir, yukarıdaki tespit ve eleştirileri yansıtan, 1918-1922 arasında memleketinde yazdığı şiirlerdir. İslâm dünyasının vahdetten kopuşu yüzünden başına gelenleri, izlenmesi gereken yol haritasını yine kitabının başına eklediği ve Âsım adlı kitabından önce yazdığı şiirlerle çizmiştir

Genel bir değerlendirmeyle Âkif’in, Gölgeler kitabında; aslında zihninin ve kalbinin içindeki mağaradan dışarı taşan gölgeleri Müslümanlara haykırdığını söylemek mümkündür.

Âkif’in Mısır’da bireysel yalnızlık ve sosyal davaya adanma arasında geçen psikolojisini Platon’un “mağara” teşbihi üzerinden de ele almak mümkündür.

Platon, ölümsüz olan ruh ve ölümlü olan bedenden ibaret bir varlık olarak gördüğü insa­noğlunun, dışarıda “gerçek” zannettiği ve inandığı “gölge”lerin aslında gerçek olmadığına ünlü “mağara” metaforunda[3] işaret etmiştir. Ona göre, insanlar karanlık bir mağarada yüz­leri mağara duvarına dönük, elleri zincirlenmiş biçimde durmakta ve dışarıdan sızan ışıkla mağara duvarındaki gölgeleri gerçek zannetmektedirler. Eğer zincirlerinden kurtulabilse- ler, duvarda gördüklerinin sadece “gölge” olduğunu, asıl gerçeğin ise bu “gölge” olmadığı­nı anlayacaklardır. Platon, bu teşbihle insanın ölmeden önce aklını, duyularının kontrolün­den kurtarması gerektiğine; aynı zamanda aklını ve kendini gerçek zannettiği “maddeler dünyası”nın kontrolünden kurtarması gerektiğine işaret etmiştir. Çünkü ona göre, insanın Tanrı’ya kavuşması ruhunun bedeninin/maddesel varlığının hatta etrafında “gerçek” sandığı maddesel varlıkların esaretinden kurtulmasıyla mümkün olabilir. Platon’un bu fikirleri, ta­savvufla da örtüştüğünden, Şark dünyasınca benimsenmiştir.

İşte Mehmet Âkif de Gölgeler kitabında belki Mısır’da iken belki yaşadığı zorunlu “sürgün”ün ruhunda yarattığı tahribattan belki de yaşadığı yalnızlıktan biraz daha kabuğuna yani “mağara”sına çekilmiş gibidir. Bu durum, son kitabında şiirlerinin sayıca azalmasına, 11 kadar eski şiirine bu kitapta yer vermesine neden olmuştur. Ayrıca sanatçı, memleketinde ve Şark dünyasında olup bitenleri öfkeyle seyredip elinden bir şey gelmemesinin yarattığı üzüntüy­le biraz daha metafiziğe meyletmiştir. Mısır’daki yıllarında Âkif’in, insanın yeryüzünde bu­lunuşunun gerçek hikmetini unutup kendi “ben”i için verdiği anlamsız savaş üzerinde kafa yorduğu dikkat çeker. Gölgeler’deki şiirler, onun Mısır’daki yalnızlık dolu “mağara”sındaki bu düşünüşünün tezahürüdür. Bu kitapta artık yaşça da ilerlemiş olan sanatçının, Şark dünya­sının bu âlemde “gerçek” zannettikleri uğruna yaptığı çekişmelerin boşluğuna dikkat çekip hayıflandığı, ne kadar acı duyduğu görülür.

Yaşadığı onca yıllık tecrübe nihayetinde, Mısır’da yalnızken daldığı tefekkür âlemi içinde bu kitabında “insan için asıl gerçek ne? Üzerindeki yükler mi bıraktığı eser mi?” sorusunu sor­muştur. Ancak içinde bulunduğu karamsar psikoloji ile bu soruya verdiği cevap “Ne Eser Ne de Semer” olmuştur. Bu soruyu “Firavun ile Yüz Yüze” şiirinde tekrar soran sanatçı, kendisi için kölelerine saray gibi piramitler yaptırması sebebiyle Firavun’a, “en iyisi bu dünyadan gösteriş ve görkemle değil sessizce “öte âlem”e göçmektir” mesajını verir. Firavun’a ‘beka devâsa taş­larla olmaz’ mesajını veren şair, onun kendisini “Tanrı”laştırmaya çalışması, tapılmak için eser yaptırması üzerinden Şark’ın nefsine olan düşkünlüğünü de şiddetle eleştirir.

Bunun yanında kendisinin heykeline tapan beşerin nefsini ise “Nefs-i Nefîs” adlı kıt’sında aşağılar. Nefis, bütün gün Allah’ı takdis etse de onun tarafından dinlenmeye değmeyecek mertebede görülerek aşağılanır.

Kitaptaki (1930 -1933 arasında yazıldığı görülen) 17 adet kıt’a da Âkif’in, nefisle, insanla ve onun gerçek zannettikleriyle olan hesaplaşmasından payını alır. Aynı zamanda Âsım’da, şai­rin idealize ettiği iki simge kişiden -Köse İmam ve Âsım- sonra, çizmeye çalıştığı ideal aksiyo- ner insan modeli, Garb’ın “ilmini san’atını çalışmasına verdiği son sür’at[4]le alan, ahlâkını buna köle yapmayan, özüne sâdık, İslam’ın bütünlüğünü koruyan “yeni”liği adının anlamında da sembolize eden “Nevruz”a, bir kıt’a içinde şu vasiyette bulunur:

Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek

Lâfı bol, karnı geniş soyları taklîd etme;

Sözü sağlam, özü sağlam adam ol, ırkına çek[5].

Bu kıt’a ile artık Âkif, bir iman şövalyesi olarak, arkasında bırakacağı genç neslin atalarından tevarüs etmesini istediği ahlâk modelinin son veçhelerini de bir vasiyet olarak dile getir­miş olur. “Kıssadan Hisse” adlı dörtlüğünde, tarihin tekerrür etmemesi için ondan ibret alın­ması gerektiğini yine bir vasiyet olarak sunar. Âkif, Görüldüğü gibi Gölgeler’deki bu şiirler, artık yaşlanmış Âkif’in içe dönerek insan nefsine yönelik yaptığı sorgulamaları ihtiva eder. “Çocuklara”[6] adlı kıtada “kafanızın içindeki düşünceleri yontun ama bedeninizi asla” vasiyetini bırakır. Aksiyoner bir şair olarak bazen altmış yıllık ömrünün hesabını bir kıtaya sığdıran şai­rin bu tavrında bile ironik bir yan bulmak mümkündür.

Gölgeler’de diğer kitaplarında da gördüğümüz gibi sanata değil sembolik kahramanlara, di­yaloglara, birbirini bütünleyen kurgulara başvuran Âkif; öfkeli, heyecanlı, inançlı bir hatip edasıyla geçmişten telmihler yaparak milleti geleceğe sevk etmeye çalışır. Bu sebeple onun şiiri, Sezai Karakoç’un ifadesiyle bir “günlük” (jurnal) olmuştur. Ancak bu günlük, “bir şairin (ben)i etrafında toplanan eşya ve olayları anlatışının değil, bütün bir toplumun günlüğü... ”[7]dür.

Âkif’in bu eserdeki ruh hâli ile Namık Kemal’in, Osmanlılara, onları aşiretten cihan-şümûl bir devlet olmaya götüren aksiyoner bilinci hatırlatmak için yazdığı “Hürriyet Kasidesi”ndeki ruh hâlinin birbiriyle örtüştüğü de dikkat çeker. “Namık Kemal’in;

Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar

Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten

diyerek bitirdiği kasidesindeki ikazı, Mehmet Âkif, diğer altı kitabında olduğu gibi Gölgeler’de de sürdürmüştür. Özellikle Âkif’in beşinci kitabı olan Hâtıralar’daki “Uyan” şiiri ile Gölgeler’deki “Alınlar Terlemeli” ve “Hâlâ mı Boğuşmak?” şiirleri, bu açıdan Namık Kemal’in kasidesiyle benzerlik gösterir. 1915 tarihli “Uyan”[8] şiirinde Âkif, Namık Kemal’in yıllar evvelki davetine katılır:

Bunca zamandır uyudun, kanmadın;

Çekmediğin kalmadı uslanmadın

Çiğnediler yurdunu baştanbaşa,

Sen yine bir kere kımıldanmadın!

Gaflet uykusundan uyanmayan Şark’ın ileride başına gelecekleri ise Âkif:

Korkuyorum, Garb’ın elinden yarın, Kalmayacak çekmediğin mel’anet.

dizeleriyle anlatır. Hatıralar’da bu şiirden sonra, İslâm dünyasındaki birliğin bozulmasına kar­şılık olarak Gölgeler’de Türk milletini yine “uyanma”ya çağırma vazifesine devam edecektir. Şarkı gözleyen şair, tıpkı Ziya Paşa gibi “Mülk-i İslâm”ı dolaşıp “bütün vîrâneler” görecektir. Nitekim Âkif’in gözüyle “Şark”[9]; Harâb iller;serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler/(...) Tegal- lübler, esâretler; tehakkümler, mezelletler/ Riyâlar; türlü iğrenç ibtilâlar; türlü illetler’in diyarı ol­muştur. “Şark”ın Emek mahrumu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar’ına ağlayan şair, O mâzîler İlahî, bir yıkık rü’yâ mıdır şimdi? diye üzüntüsünü dile getirmeden edemez.

Gölgeler’in başındaki birkaç şiirin yazılmasına sebep olan 1918 yılında vatanın içinde bu­lunduğu esaret durumu Âkif’e göre, yine millet evlâdının içindeki İslâm inancıyla aşılabi­lir. İslâm’dan uzaklaşmak, ülkenin sonu, felâketlerin de başı demektir. Ona göre, Meşrutiyet sonrasında ülkenin içine düştüğü kaos, bir yandan İslâmcıların diğer yandan Türkçülerin ve Batıcıların kendi fikirlerinde direnerek halk içinde yarattıkları “sen-ben” kavgasının sonucu­dur. Bu kavganın milletin felaketini hazırladığını gören ve devrilen padişahın yerine birli­ği sağlayacak bir gücün konulamadığını acıyla fark eden Âkif, Eşref Edib’le kurduğu Sırat-ı Müstakim’de, şiir ve yazılarıyla milletin kurtuluşunun İslâm birliği ile gerçekleşeceğine olan inancını açıklar. Dolayısıyla Âkif’in epik ve didaktik karakter taşıyan ve birçoklarınca ‘şiir de­ğil manzume’ niteliği taşıdığı söylenen şiirleri, birkaç cümle ötede ifade ettiğimiz kaygılarını dile getiren, İslâm dünyasını eyleme çağıran birer beyannâme niteliğinde olmuştur. Örneğin Gölgeler’deki “Halâ mı Boğuşmak?” şiirinde “Turancılık” mefkûresine bir efsane gibi inanan Türkçülerin, İslamcıların “birlik” çağrısına kulak vermeyişlerine ve birlik olmayışlarına öfkelen şair, yine Namık Kemal’den itibaren süregelen, kurtuluş için cemiyeti uyandırmak idealini Ey millet-i merhûme, güneş battı. Uyansan![10] [11] mısraıyla deklare etmiştir.

Türk tarihinin en acıklı günlerinin yaşanmış bir destanı, yas yaprakları11 kabul edilen Safahat’ın ilk altı kitabıyla İslâm ümmetinden sesine yeterince yankı bulamadığından olsa gerek Âkif, yalnızlığına çekildiği Gölgeler kitabının dibâcesi olan “Hüsrân”da İslâm âleminin içine düştüğü karanlığı ve sesine ses gelmemesinden duyduğu çaresizliği;

Ben böyle bakıp durmayacaktım dili bağlı

İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım

dizeleriyle dile getirir. Öte yandan öfkenin ve eylemsizliğin verdiği hırsla dişlerini sıkıp Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz İnler “Safahât”ımdaki hüsran bile sessiz.

diyerek acı çektiği görülen Âkif’in, bir aksiyon adamı olarak ümitsizliğini hemen sildiğine ve izlenmesi gereken yolu “Alınlar Terlemeli”de ifşâ ettiğine tanık oluruz. Âkif’in işaret ettiği yol, Namık Kemal’in de yıllar evvelinden dile getirdiği, hürriyet uğruna elbirliği ile mücade­le etmek ve ölmek düşüncesidir. Namık Kemal’in kasidesinde, insan olmanın erdemiyle bir tutulan ve:

Ne gam pür-âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet

Kaçar mı merd olan bir cân için meydân-ı gayretten

beyitiyle ifadesini bulan hürriyet kavgasının nasıl olacağı, Âkif’in Gölgeler’indeki “Alınlar Terlemeli”[12] şiirinde:

Hayır, hürriyetin, hakkın masûn oldukça insansın.

Bu hürriyet, bu hak bizden bugün âheng-i sa’y ister:

Nedir üç dört alın? Bir yurdun alnından boşansın ter.

mısralarıyla formüle edilir.

Gölgeler’de yer alan İslâm âlemin değerlerinin birer birer çiğnenmesini (Osmanlı’nın gözbe­beği Bursa başta olmak üzere tüm topraklarının düşman çizmeleri altında ezilmesini) ve ya­şanılan ıstırabı, epik ve didaktik söylemden çıkararak semboller dünyasına taşıyan “Bülbül” ve “Leylâ” şiirleri, şairin şiir estetiği açısından da birbiriyle yarışabilecek kıymettedir. Aynı za­manda bu şiirler, Âkif’in dış dünyada reel olarak seyrettiği “görüntü”lerden kendi iç mağara­sına yansıyan “gölgeler”in en koyusunu yansıtırlar. Bu iki şiir, bizce Safahat’ta şairin yaşadığı azabı ifade ediş kudretleri itibariyle en hissî ve en güzel şiirler olmalarının yanında aynı za­manda “bülbül” ve “Leylâ”nın Doğu’nun kalbinde simgeledikleri değerleri de ihtişamla anla­tabilen şiirlerdir. Şairin “Leylâ”da, gölgelerin arasından İslâm’ın kurtuluşu için çağırdığı “can­dan yakın cânan”[13], Müslümanlara dünyadaki varlık sebeplerinin ne olduğunun ve ne için savaştıklarının telmihidir. Âkif’in sözleriyle “Cemaatlerin ona köle, Kâbelerin halce, âlemlerin ise ona cihâz” olduğu Leylâ, yıllarca mesnevîlerde sevgiliden vefa/umut ışığı bekleyen Şark dünyasının, âşığı/güneşi yani Tanrısıdır. Bu şiirle yine bir bütünlük taşıyan “Gece” şiiri, “Leylâ” ile aynı havayı taşır. 1925 Kasım’ında Mısır’a göçmek zorunda kalan Âkif’in Gel ey dünyâların Mevlâ’sı, ey Leylâ’yı vicdânım/Senin yâd olduğum sinende olsun, varsa, pâyânım![14]diyerek sonunun Mevlâ’dan olmasını isteyecek kadar yeni Cumhuriyet’in kucağında baskı altında olduğu ve bu ruh hâlini “gece” sembolü altında içindeki yalnızlığı anlatması, “Leylâ” dediği Tanrı’ya sığınması dikkat çeker.

Şairin, birçoğu metafizik bir içe dönüşü yansıtan ve birbirleriyle çelişen ruh hâllerini yansıtan son kitabı Gölgeler’deki şiirleri, kurgu olarak bir sepet gibi örülmüştür. Birbirlerini tamamla­yan bu şiirler; şairin önce ümitsizliğe kapılıp (“Hüsran”, “Şark”) sonra yapılacakları göstermesi (“Alınlar Terlemeli”, “Halâ Mı Boğuşmak?”), ardından tekrar acze düşmesi ve yine İslam bir­liğine olan inancından güç alarak izlenecek yolu göstermesi şeklinde zikzaklar çizer. Şairin hâlet-i ruhiyesindeki bu gelgitler, inançlı bir insanın ümit ve ümitsizlik arasındaki bocalama­larını gösterir. Gölgeler’de yer alan ve 1918 tarihli “Şark”, “Alınlar Terlemeli”, “Umar mıydın?”, “Hâlâ mı Boğuşmak” “Mehmed Ali’ye”, “Hüsran” gibi şiirler, Mısır’a zorunlu bir sürgün olarak giden ve orada gittikçe yalnızlaşıp kendi içine (mağarasına) kapanan Âkif’in hassas ruhunun duvarlarına geçmişten yansımış birer gölge gibidir. Bu şiirlerde kâh öfkelenen, umutsuzluğa kapılan kâh umutsuzluğu def eden şairin, yurdudan uzakta olduğunda da devam eden so­rumluluk duygusu dikkat çeker:

“Umar mıydın?”[15] şiiriyle:

İlâhî! Bir müeyyed, bir kerîm el yok mu tutsun da,

Çıkarsın Şark’ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?

diyerek Allah’a Şark dünyasını kurtarması için acıyla yakaran ve ondan yardım isteyen Âkif, bu şiirle ortak bir ruh hâlini taşıyan “Hâlâ mı Boğuşmak?” gibi feryat dolu şiirlerin ardından tekrar topluma bir çıkış yolu gösteren “Yeis Yok!” adlı şiirini yazmıştır. “Hâlâ mı Boğuşmak”ta, İslâm dünyasındaki boğuşmaların Şark’ı batışa sürüklediğini haykırırken, “Yeis Yok!” şiirinde toplumun önünde, ondan sorumlu, mütedeyyin bir aydın olarak umutsuzluğa kapılmamayı salık verir:

Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;

Tek sen uluyan Ye’si gebert, azmi uyandır[16]

diyen sanatçı, Şark’a karanlıktan çıkış yolu olarak “Allah’a dayan”mayı, “Sa’ye sarıl”mayı ve “hikmete râm ol”mayı öğütler. “Azimden Sonra Tevekkül” ve “Süleyman Nazif’e” şiirleri de hem hislerin hem de mâzi-âtî bütünlüğünün şiirleri olarak karşımıza çıkarlar. Bu şiirler, Mısır’da yalnız ve Şark dünyasından sorumlu bir şair olarak Âkif’in İslâm dünyasının geleceği için yazdığı “büyük mektup”un parçaları gibidir. Bir vasiyet niteliğindeki bu mektupla, yine milleti uyanışa davet etmiştir. Ancak Âkif, bu şiirleriyle iman sahibi, fakat eylemsiz bir toplu­luğa değil; inançlı ve onun için savaşan bir millete ihtiyaç olduğunu haykırmış, bu yönüyle toplumun nabzını elinde tutarak başından beri savunduğumuz “iman şövalyeliği” (fedailiği- ni)ni sürdürmüştür.

Son eseri Gölgeler’de 1921 tarihli “Süleyman Nazif’e” şiirinde de Âkif’, İslam’a olan inancını ve onun getirdiği kurtuluş ümidine mukabil İslam dünyasının çöküntü içindeki hâlinden dolayı hissettiği ümitsizliği dile getirir. Bu şiirde “Şark’ın ezelî fecri yakındır, doğacaktır”[17] diyecek­tir. “Süleyman Nazif’e” adlı şiirinde Âkif, yaşamı boyunca savunduğu ideali yineler. Bu ideal, ‘bütün İslam âleminin birliği”dir. Şair, idealini bu şiirde, yine hikmet ile umudun getirdiği coşkuyu birleştirerek şöyle ifade eder:

Saldırsa da kırk Ehli Salîb ordusu kol kol

Dört yüz bu kadar milyon esîr olmaz, emîn ol”[18]

Bu şiirle şair, bir kez daha tüm Safahat boyunca hâkim olan duygusunu tekrar etmiş olur. O da, “en koyu karanlığın yaşandığı devrenin fecre en yakın zaman” olduğudur. Böylece yine kararlı “iman şövalyesi” sıfatıyla yeisten uzak durmayı salık verir. Şairin (15 Nisan 1921’de) yazdığı “Süleyman Nazif’e” adlı şiirinden kısa süre sonra (7 Mayıs 1921’de) Sebilürreşad’ın 479. sayısında yayınladığı “Bülbül” şiirinde ise umudunun zayıfladığı, karamsarlığa boğul­duğu dikkatlerden kaçmaz. Ayrıca bu eserde, Şark dünyasında düşüncenin sahipsiz kaldığı­na da işaret eden şair, sen-ben kavgaları yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan İslâm medeniyetine sahip çıkılması gerektiğinin altını çizer.

Son kitabı olması sebebiyle şairin kişisel hayatından önemli ölçüde izler de taşıyan Gölgeler, altmış yıllık ömrünün muhasebesi gibidir. Âkif’in, bu kitabında dış dünyanın, cemiyetin ce­reyanlarından, kendi iç âlemine, mağarasına ve -zorunlu- bir yalnızlığa çekildiği de görülür. Zira memleketinden ve dostlarından uzaktadır. Bazen bu ortamda “kendi”ne ve “iç âlemi”ne öylesine dalar ki eserde, tüm Müslüman Şark adına muhasebe yapan inançlı bir şaire tanık olduğumuz kadar yaşlanmış bir birey olarak şairin kendi muhasebesine de tanık oluruz. Bel­ki de bu yüzden bu kitapta kendi resmine uzun uzun bakıp dalan, yalnızlığını dile getirmeye çalışan Âkif’in “ben”ine rastlarız. Gölgeler’de belki de yalnızlığının getirdiği bir içe/kendine dalışla “Yaş Altmış” adlı şiirini ve “Resmim İçin” başlığını taşıyan 3 kıta ile “Resim İçin” başlığını taşıyan bir kıta yazdığını görürüz. Bu şiirlerde, sanatçı artık yaşlı, yalnız, bedbin bir adam olarak psikolojisini ortaya koyar.

Örneğin “Resmim İçin” adlı bir kıtasında; fotoğrafından ya da aynadaki görüntüsünden ha­reketle iç âlemine gözlerini çeviren şair, ölümünün nasıl olacağını da sıkça düşünmektedir. Âkif, sessizce yaşadığını ve ölümünün de öyle olacağını dile getirirken aslında hatırlanmaya­cağına ya da kadrinin bilinmeyeceğine de işaret edecektir:

Toprakta gezen gölgeme toprak serilince

Günler şu heyûlayı da er geç, silecektir.

Rahmetle anılmak, ebediyet kadar amma, Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir[19].

Yaşlanmış yüzünü seyreden şair, fotoğrafından hareketle artık ölüme ne kadar yaklaştığının da farkındadır. “Resmim İçin” adlı bir başka kıtasında şairin yaşlılığa bağlı olarak karamsar psikolojisi dikkat çeker:

Beni kendimden utandırdı, hakîkat, şimdi,

Bana hiç benzemeyen sûretimin manzarası! [20]

Mısır’da geçen yıllarında düştüğü karamsarlıkla yazdığı aynı adlı bir başka kıtada öldükten sonra insanlar tarafından hatırlanmayacağından duyduğu kaygıyı “Ey gölgemden ümmîd-i vefâ eyleyen insan!/ Kaç gün seni hatırlayacaktır şu karaltı”[21] dizeleriyle samimi olarak dile ge­tirir.

Bu şiirlerde inançlı bir Müslüman aydın; şiirini inandığını savunmak için bir “cihaz” (vasıta) yapmasından dolayı yerden yere vurulmuş bir şair ve dünyadaki vazifesini icra edememe kaygısı taşıyan bir kul olarak, sürekli kendisiyle hesaplaştığı ve “hisse” çıkardığı da görülür. Sağlığında yayımladığı en son şiiri olan “San’atkâr”[22] (1933) şiirinde, kendi iç âlemine daldığı­nı gördüğümüz Âkif, yalnızlığının karanlığı ile açılan her perdede İslâm dünyasının ahvâli ile kendi ‘ben’ini çarpıştırır. Hem kendi iç dünyasında hem de İslâm dünyasında koyu karanlıklar gören şair, kendisini âdeta “sularla engine düşmüş bir eski teknede” kabul eder. Gurbette yal­nız olan şair, bu “hayalî tekne” içinde “tutunduğu iki bîçâre tahta parçası” olduğunu söyleyerek kendini hayata bağlayan iplerin de kopmak üzere olduğunu ifşa eder.

Zafer hayâlini geçtim, hâl’as ümidi uzak” diyerek sadece Şark’ın değil kendi ruhunun da koyu karanlık mağarasını açan şair; ruhunun bu ıstıraplı atmosferinden geriye dönüşün olmadı­ğını da vurgular. “San’atkâr” şiirinde, şairin ölüm ve hayat arasında bir yolda yürüdüğü, dibe batıp çıktığı yani â’rafta olduğu hissedilir. Ârafta bile Şark’ı uyarmadan edemeyen Âkif, ateş­ler içindeki bir hastanın sayıklayan psikolojisi ile davranmıştır. Şiirde dışarıda gördüklerinin ruhuna yansıyan acı görüntüleri dışında içindeki mağaradan dışarıya yansıyan koyu karanlık da dile getirilir:

Sağım, solum, önüm, arkam yığın yığın zulmet, Ne gâye belli, ne mevki’, ne veche var, ne cihet.. Döner döner çıkamam, ye’s içinde kıvranırım;

Mezara canlı giren bir zavallıyım sanırım[23]

Şiir şairin yalnız, elemli ruh hâliyle biterken ardından gözyaşı dökeceklere de şairin nasihatini içererek son bulur. Bu bitiş, Kierkegaard’ın çalışmanın başında alıntıladığımız düşüncesinde geçen, toplumun nabzını elinde tutan, onlara şair için değil kendileri için ağlamayı öğreten “iman şövalyesi” tarifine de uygundur.

Bırak, ben ağlayayım, sen çekil de karşımdan.

Belâ mı kaldı ki dünya evinde görmediğim?

Bırak, şu yaşları, hiç yoksa, görmeden gideyim!

Elbette ki Cumhuriyetin “Batıcı” ideolojisi ve onun taraftarları olan şairler, Şark dünyasını “İslâm birliği” düsturu ile birleştirmek isteyen Âkif’le çatışmıştır. Söz konusu aydınlar, Âkif’in halk üzerindeki etkisini yok etmek, onun itibarını düşürmek için şaire, küçümseyici sözler sarf etmişlerdir. Örneğin Cumhuriyet’in Batıcı ideolojisinin taraftarlarından Yusuf Ziya Or­taç, İslâmcı şiirin gür sesi Mehmet Âkif’e, “yeşil edebiyatın yegâne câzibeli mümessili”[24] de­miş; Şukufe Nihal Başar, Âkif’i bir “şair değil din adamı”[25] olarak görmüştür. Nurullah Ataç ise biraz daha ileri gidip âdeta Âkif’in itibarını yok etmek istercesine ona “mahalle kahvesi hatibi”[26]demiş hatta onda fikrin bulunmadığını öne sürüp Âkif’i “şiirin ifade vasıtasını ba­yağılaştırmış” olmakla suçlamıştır. Ancak Âkif, ömrünün sonuna dek şartlar ne olursa olsun duruşunu, davasını değiştirmemiş, inançlı ve onurlu biçimde yaşamış ve ölmüştür. Zaman, her durumda milletini düşünen, onlara armağan ettiği Marş’ını bu yüzden eserine bile alma­yan Âkif’i, millet nazarında unutturmamış, söz konusu edebiyatçıların eserleri ise devirlerini tamamlamıştır.

Sonuç

Mehmet Âkif, Safahat’ın bütününde cemiyetin geldiği sosyal çöküntüyü göstermeyi, tek tek fertlerin kalbine girerek inançlı fertleri kuşatmayı, sen-ben kavgasına son vererek şiirleriyle vahdeti sağlamayı düşleyen bir şairdir. İslâm cemiyetinden sesine yankı bulmayı uman Âkif, bu düşünceyle Gölgeler’i yazmış; Şark’ın gerçek zannettiği aslında gerçek olmayan “gölge­ler” için boş yere boğuştuğunun, oysa zamanın birlik zamanı olası gerektiğinin ısrarla altını çizmiştir.

Kaynaklar

ÇANTAY, Hasan Basri, Âkifnâme, Mürşit Çantay bsm., İst.,1966.

EFLATUN, Devlet, (çev. S. Eyüboğlu-M. A. Cimcoz), Remzi Kitabevi, İst., 1980.

ERSOY, Mehmet Âkif, Safahat, Yedinci Kitap: Gölgeler (haz. M. Ertuğrul Düzdağ), Şûle Yay., İstanbul, 1999

KARAKOÇ, Sezai, Mehmed Âkif, Diriliş Yayınları, 2. b., İstanbul, 1974, s. 37.

KİERKEGAARD, S0ren, Korku ve Titreme, (çev. İbrahim Kapaklıkaya), Anka Yay., İst., 2002.

Özet

Bu çalışmada, Platon’un “Gölge” istiaresinden ve S0ren Kierkegaard’ın şairi toplumsal sorumluluğuyla “iman şövalyesi”ne benzeten anlayışından hareket edilerek Mehmet Âkif Ersoy’un ömrünün son on yılında yazdığı ve Mısır’da yayımladığı son kitabı Gölgeler üzerinde durulacaktır. Bu eserle şairin İslâm cemiyetlerine vermek istediği mesajlar ile Mısır’daki yalnız günlerinde kendi iç âlemini yansıtan şiirleri ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Mehmet Âkif, Gölgeler, iman, İslam cemiyeti, Şark.

Abstract

In this study will be focused on Shadows by Mehmet Âkif Ersoy, which his last book, wrote and published in Egypt in the last decade of life. Will be interpreted Mehmet Âkif Ersoy’s poems in this book, based on Platon’s “Shadow” metaphor and S0ren Kierkegaard’s “knight of believe” who the poet of the social responsibility what you look like understanding Will be interpreted in this book (Shadows), the messages which the poet’s wants to give to the Muslim community. Will be discussed on the poems his alone days in Egypt.

Keywords: Mehmet Âkif, Shadows, belief, Muslim community, East.

TYB Kitaplığının 57. kitabı, "Mehmet Âkif ve Gölgeler" başlığı ile 2014'ün mart ayında yayınlanan bildiriler kitabı...
 
[1]     *Bu çalışma, Hece dergisi (Karakter Âbidesi ve Bir Çığlık Olarak Mehmet Âkif Ersoy Özel Sayısı, nr. 133, Ocak 2008, s.314-
322)’teki makalenin değiştirilmiş şeklidir.
[2] Korku ve Titreme, (çev. İbrahim Kapaklıkaya), Anka Yay., İst., 2002, s. 113.
[3] Bkz. Eflatun, Devlet, (çev. S. Eyüboğlu-M. A. Cimcoz), Remzi Kitabevi, İst., 1980, s. 282-284.
[4] Şair, Safahat’ın ikinci kitabı olan Süleymaniye Kürsüsünde’de İslam medeniyetinin bekası için, önerdiği fikir modelini Muhammed İkbal misali bir ideolog gibi dile getirmiştir:
Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini,;
Veriniz hem de mesâînize son sür’atini
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok san’atin, ilmin; yalnız,
(...)
Bütün edvâr-ı retakîyi yarıp geçmek için,
Kendi “mâhiyet-i rûhiyye”niz olsun kılavuz.
Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Beşinci Kitap: Hâtıralar (haz. M. Ertuğrul Düzdağ), Şûle Yay., İstanbul, 1999, s.170. (Yazıdaki tüm alıntılarda eserin bu baskısı kullanılmıştır.)
[5] a. g. e., s. 466.
[6] a. g. e., s. 452.
[7] Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, Diriliş Yayınları, 2. b., İstanbul, 1974, s. 37.
[8]      Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Beşinci Kitap: Hâtıralar (haz. M. Ertuğrul Düzdağ), Şûle Yay., İstanbul, 1999, s. 265-266. (Yazı­
daki tüm alıntılarda eserin bu baskısı kullanılmıştır.)
[9]      “Şark”, Safahat, Yedinci Kitap: Gölgeler, s. 411.
[10] “Hâlâ mı Boğuşmak”, Gölgeler, s. 419.
[11] Sezai Karakoç, a. g. e, s. 21.
[12] “Alınlar Terlemeli”, Gölgeler, s. 414.
[13] “Leylâ”, s. 432.
[14] “Gece”, s. 444.
[15] “Umar Mıydın?" Gölgeler, s. 415-416.
[16] “Yeis Yok”, a. g. e., s. 421-422.
[17] “Süleyman Nazif’e", Safahat: Gölgeler, s. 427-428.
[18] a. g. .e. s. 428.
[19] a. g. e., s. 450.
[20] a. g. e., s. 451.
[21] “Resmim İçin”, a. g. e., s. 450.
[22] “San’atkâr”, s. 467-474.
[23] a. g. e., s. 473.
[24] Yusuf Ziya Ortaç’a ait olan bu sözler, “(...) Onun eserini okuduğumuz zaman nelerden kurtulduğumuzu anlıyoruz. (...) Onun istediği kendi fikir terbiyesinden doğan bir şeriat dünyasıydı” şeklinde devam eder. Nakleden, Hasan Basri Çantay, Âkifnâme, İstanbul, 1966, s. 382-383.
[25]    Şükûfe Nihal, Mehmet Âkif için: “Âkif, muayyen bir sınıfın şairi değildir. Ben, onda bir halk şairi vasfını da pek göremiyorum.
O, ümmetçi bir adamdır. En karakteristik tarafı koyu bir din adamı oluşudur. Safahat’ı baştan başa karıştırınız her fikirde her mevzuda hep Allah hep Nebî” demiştir. a. g. e., s. 376-380.
[26] Nurullah Ataç, Âkif için şunları söyler: “Âkif’in bir insan olarak kıymeti ne olursa olsun, bir şair sayılması hayli zor işlerdendir.
Hele onda fikir aramak fikre hürmetsizlik olur. Din şairi, din filozofu değil, mahalle kahvesi hatibi.” (...), a. g. e., s. 361.
Bu haber toplam 757 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim