• İstanbul 17 °C
  • Ankara 19 °C

Prof. Dr. Yaşar Şenler: Safahat’ta Aydın Profili

Prof. Dr. Yaşar Şenler: Safahat’ta Aydın Profili
Aydın kavramı tarih boyunca değişiklikler geçirmiş, dönemine ve tanımlayanına göre farklılıklar kazanmış, bazen adını hak etmiş, bazen yabancılaşmanın adı olmuş bir kavramdır.

Diyebiliriz ki her düşüncenin, düşünce gurubunun, her siyasi bakışın, her toplum­sal yapının kendine has farklı bir aydın tanımı vardır. Elbette bu tanımlar, kişinin kabul ve redlerine göre biçimlenir. Herkes kendi duygu, düşünce, ideal, sosyal bakış açısına göre bir tanım ve an­layış ortaya koyacaktır.

Peki nedir bu “ağyârını mânî, efrâdını câmî” aydın kavramı?

Osmanlı’nın güçlü zamanlarında ilim adamları, müderris’ler, en azından medrese mezunları, şeyhler, tarikat mensupları ve Enderun’dan yetişen devlet adamları aydın kabul edilebilir. Osmanlı’nın son zamanlarında, Tanzimat’tan sonra aydın kav­ramının birden çok karşılığı ortaya çıkar. Her şeyiyle batıyı be­nimseyip olduğu gibi almak isteyen batıcı tip ile batıyı tümüyle reddederek kendimiz kalmayı tercih eden şarklı tip arasında ara renklerden oluşan bir tayf meydana gelir. Birçok düşünür, yazar, çizer bu tayfın kendilerine göre bir yerinde dururlar. Kimi batıcı, kimi Osmanlıcı, kimi Türkçü, kimi İslamcı bakışla yaklaşırlar Aydın kavramına.

Âkif, kâliyle, haliyle ve ef’âliyle bir aydın, bir münevver profili çi­zer. Bu bildiride bu son seçenekten hareketle Aydın kavramına İslamcı açıdan bakan Âkif’in çizdiği profil tespit edilmeğe çalı­şılacaktır.

“Merhum İbrahim Bey” manzumesinde Âkif, İbrahim Bey’i bize örnek bir insan olarak gösterir. İbrahim Bey için söyledikleri, onun aydın kavramı hakkındaki düşüncelerini derli toplu bir biçimde ortaya koyar. Âkif, İbrahim Bey’deki özellikleri bize şöyle tanıtır: Önce irfan ve fazîlet, sonra Şark’ın ve Garb’ın ilmî ve fennî gü­zelliklerini kendinde toplamış olmak, zengin bir hayat tecrübesi­ne sahip olmak, edebiyatlarını bilecek kadar birkaç yabancı dile vÂkif olmak, mütevâzî olmak ve son olarak bir hakîm-i zû-fünûn olmak.

Âkif’in aydın anlayışı elbette bunlarla sınırlı değildir. Şimdi, onun Safahat’ta yer alan şiirlerinde, aydın kavramını ve karakterizasyonunu ele alalım.

Âkif’e göre Aydın’da en önce lazım olan kavî bir îmandır. Gerideki her şey o kuvvetli iman üzerine inşa edilecektir. Asım’da bu imanı şöyle tanımlar:

“— İşte gördün ya, Hocam, millet için lâzım olan,

Hoca Mandal’daki îman gibi sağlam îman.

Titretirsin yine dünyâyı, emîn ol, tir tir;

Hele sen Şark’a o îmanda beş on sîne getir.”

Bu kuvvetli imanın kaynakları Allah ve Peygamber sevgisidir. Müslümanlara dini tebliğ eden, tanıtan ve sevdiren Hazret-i Peygamber’dir. O’nun doğduğu gece için yazmış olduğu “Mevlid-i Nebi” şiirinde Âkif, o gecenin kendisi ve insanlık için anlamını ifade etmeğe çalışır. Gönlündeki ilahi aşkı ve Peygamber sevgisini coşkun bir deyişle dile ge­tirir. Bu ifadeler, imanlı bir aydının kalbinde nasıl coşkun bir Allah ve Peygamber sevgisi taşıması gerektiğini gösterir:

“Ne lâhûtî geceymişsin ki teksin sermediyyette; Meşîmenden doğan ferdâya hayrânım, ne ferdâdır! Işık nâmıyle vicdanlarda ondan başka bir şey yok; O bir sönsün, hayât artık müebbed leyl-i yeldâdır. Perîşan sözlerimden bıkma, hoş gör, yâ Resûlâllah, Kulun şeydâdır ammâ, açtığın vâdîde şeydâdır!”[1]

İnançlı bir aydının gönlünde taşıması gereken bir diğer duygu Allah korkusudur. Çünkü sonunda ölüm olan bu hayat, insana kişisel ve toplumsal sorumluluklar yükler. Ölüm sonrası bu sorumlulukların hesabı vardır. Âkif, inançlı bir aydının ölüm gerçeğini asla unutmaması gerektiğini söyler. Çünkü inanan insan için ölüm bir son değildir. Ardından hesap günü gelecektir. Âkif, bir mezar taşı için yazmış olduğu şiirinde, ölüm gerçeğini idrak eden aydın bir insanın, hayatını hesabını verebilecek tarzda yaşaması gerektiğini söyler. Mezarın lisan-ı haliyle anlattıkları iyi anlaşılmalıdır.

“Yâ Rab ne hatîbdir ki makber: İnsanlara en derin meali, Bir vahy-i bülend kudretiyle, Telkîn ediyor lisân-ı hâli! Ondan da alınmıyorsa ibret, Yok bir daha almak ihtimâli! Binlerce vücûd-i nazeninin Bir servi hayâl-i yâl ü bâli,

 

Binlerce ser-i semâ-güzînin

Bir kabza türâb olur zevali.

Her seng-i mezar bin hayâtın

Fânilere karşı infiali.

Görsün de bu inkılâbı insan,

Dehrin nedir anlasın kemâli!”[2]

Bu ibretin verdiği dersle hayata bakan insanın kalbinde uyanan Allah korkusu onun nef­sini, ahlakını, dünyaya bakış tarzını ve yaşama üslubunu terbiye etmesi için yeterli bir etkendir. Âkif’in Aydın’ı bu terbiyeyi kendine mal etmiş, bu ahlak çerçevesinde yaşayan ahlaken ve vicdanen yüksek bir insandır. Ona bu yüksekliği kazandıran Allah korkusu­dur. Âkif bu hakikati “Hatıralar” bölümünde “Ey Müslümanlar, Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkunuz...” ayet-i kerîmesinin meâl-i celîli’nin ilhamıyla kaleme aldığı manzumesinde dile getirir. Der ki:

“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan’ın...

Ne irfanın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdanın.

Hayat artık behîmîdir... Hayır, ondan da alçaktır.”[3]

Ahlakın, namusun, milliyetin, istiklalin varlığı ancak Allah korkusunun kalplere yerleş­mesiyle mümkündür. Bu duygunun kaybedilmesi cemiyetin çökmesine sebep olur. On­dan sonra da tüm milli varlık ayaklar altına düşer.

“Meğer kalbinde Mevlâ’dan tehâşî hissi yer tutsun...

O yer tutmazsa hiç rna’nâsı yoktur kayd-ı namusun.

Hem efradın, hem akvamın bu histir, varsa, vicdanı;

Onun ta’tîli: İnsâniyyetin tevkî’-i hüsranı!

Budur hilkatte carî en büyük kânunu Hallâk’ın:

O yüzden başlar izmihlali milletlerde ahlâkın.

Fakat, ahlâkın izmihlali en müdhiş bir izmihlal;

Ne millet kurtulur, zîrâ, ne milliyyet, ne istiklâl.

Oyuncak sanmayın! Ahlâk-i millî rûh-i millîdir;

Onun iflâsı en korkunç ölümdür: Mevt-i küllidir.

Olur cem’iyyet artık çaresiz pâmâl-i istilâ;”[4]

 

diyen Âkif, ahlakın korunmasının ancak Allah korkusuyla mümkün olabileceğini vurgu­lar. Âkif’e göre, çağın aydınlarının istenen inkılabı yapabilmeleri için iki önemli özelliğe sahip olmaları gereklidir, Bunların birincisi marifet, ikincisi ise fazilettir. Zaten ahlâk beraberinde marifet ve fazileti getirir. Bunlardan birinin eksikliği toplumun yük­selmesini, refaha ve mutluluğa ermesini engeller. Marifet, sahip olduğu bilgiyi, toplu­mun medeni milletler seviyesine gelmesi için gereken teknik imkanları sağlayabilmek için devreye sokar. Fazilet ise, toplum düzeninin ahlak ve kanunlar çerçevesinde deva­mı için şarttır. Âkif bu gerçeği “Asım”da şöyle dile getirir:

“Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım, Ma’rifet, bir de fazilet... İki kudret lâzım. Ma’rifet, ilkin, ahâlîye sa’âdet verecek Bütün esbabı taşır; sonra fazîlet gelerek, O birikmiş duran esbabı alır, memleketin Hayr-ı i’lâsına tahsis ile sarf etmek için. Ma’rifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer, Tek faziletle teâlî edemez, za’fa düşer.”[5]

“Seyfi Baba” şiirinde ise, onun yine kendi şahsını örnek göstererek belirttiği bir başka özellikle karşılaşırız. Bu özellik aydın bir insanın olmazsa olmaz denecek kadar sahip olması gereken merhamet ve yardımseverlik duygusudur. Hasta olduğunu duyduğu yaşlı dostunu ziyaretten çıkarken elinden geldiği kadar yardım etmek isteyen şair, boş kesesine bakarak içi yanar ve üzülür.

“Ortalık açmış uyandım. Dedim, artık gideyim, Önce amma şu fakîr âdemi memnun edeyim.

Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;

Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!

O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:

Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!”[6]

Âkif’in bir aydında bulunmasını istediği önemli bir özellik de samimiyet ve duygulara değer vermektir. Şair hayatını ve sanatını bu samimiyet üzerine kurmuş, yüreğinde his­settiklerini dile getirmiştir. Şiirleri hakkında,

“Bana sor sevgili kâri’, sana ben söyleyeyim,

Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım:

Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;

Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.

Şi’r için «göz yaşı» derler; onu bilmem, yalnız,

Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!”[7]

mısralarını söylerken, bu samimiyeti ortaya koymaktadır. Aczinin ve bu aczini idrakten doğan duyguların ifadesi olan şiirleri, kalbinin dili ve itirafı olmuştur.

“Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!

Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;

Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa.”[8]

Bu duygu yoğunluğu, bu hisseden kalp, içinde yaşadığı zamanın ihtiyaçlarından biridir. Çünkü insanlık, büyük bir çılgınlık döneminden yeni çıkmış, ölmüş, öldürmüş, kırmış, dökmüş, yakmış, yıkmıştır. Birinci Dünya Harbi ve onun ardından acılar, merhametli, duygu dolu yürekler ve incelmiş ruhlar tarafından dindirilecek, yaralanan ruhlar yine onlar tarafından tedavi edilecektir. Devir kabalıktan kurtulma, incelme, medeniyette yükselme devridir:

“Meşe hâlinde yaşanmaz, o zamanlar geçti;

Gelen incelmiş adam devri, hemen yontulunuz.”[9]

Fakat bu incelme kafaca, bilgi ve nezaket olarak incelmedir. Yoksa Âkif, gücünü kaybet­meğe sebep olacak bir incelmeyi istemez:

“Ama dikkatli olun: Bir kafanız yontulacak;

Sakın aldanmayın: İncelmeye gelmez kolunuz!”[10]

Âkif’in aydınında bulunması gereken bir diğer özellik doğruluktur. Hayalcilik, yalan söz söy­lemek onun anlayışında yer bulamaz. “Fatih Kürsüsünde” manzumesinde her zaman ha­kikati hayale tercih ettiğini söyler. Bütün söylediklerini inanarak söylemiştir. İnanmadığı bir şeyi söylememiş ve müdafa’a etmemiştir. Sözlerinin bazen kaba saba olmasına bile aldırmaz. Onun için önemli olan sözlerinin arkasında bir yaşanmışlık bulunması ve doğ­ru olmasıdır.

“— Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim...

İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek!”[11]

O, eğriliğin nüktesine bile razı değildir. “Hüsam Efendi Hoca” manzum hikâyesinde Âkif, nükteyle ve bir fıkra havasında bir ders vermek ister. Bir mesnevîhan olan Hüsam Efendi Hoca’nın şahsında, doğru yolda gitmek isteyen, her ne olursa olsun doğru yoldan şaş­mayan bir aydın tipi çizer. Bu küçük hikayeyi beraber okuyalım :

“Nasılsa ismini duymuş ki bendegânından,

Hüsâm Efendi’yi aldırmak istemiş Sultan.

İrâdeler geledursun, o, i’tizâr ederek,

Saray civarına yaklaşmamış, değil gitmek.

Bu izz ü nâz üzerinden epey zaman geçmiş;

Günün birinde, Beşiktaş taraflarında bir iş,

Sürüklemiş o havaliye Mesnevî-hânı.

Duyunca vak’ayı Abdülmecîd’in erkânı,

«Çağırtalım mı?» demişler; «evet» demiş, Hünkâr;

Takım takım yola çıkmış hemen silâhşorlar.

Hüsâm Efendi henüz Dolmabahçe’lerde iken,

Gelip yetişmiş adamlar, üçer beşer, geriden.

— Efendimiz bizi gönderdi, çok selâm ediyor;

«Görüşmek istiyorum, kendi istemez mi?» diyor.

Uzun değil ki saray, işte dört adımlık yer;

Hemen dönün, gidelim, hiç düşünmeyin bu sefer!

Dönün, rica ederiz...

— Dinleyin, sabırlı olun:

Ben elli beş senedir teptiğim yegâne yolun,

Henüz sonundan uzakken, tükendi gitti ömür;

Tutup da bir geri döndüm mü, yandığım gündür!”[12]

Bütün bu üstün meziyetlerine rağmen aydın bir insan alçak gönüllü olmak zorundadır. Çünkü, tevazuyla birleşmemiş bir marifet ve fazilet düşünülemez. Bu özelliğe yine kendi şahsiyetiyle örnek teşkil eden Âkif’ sahip olduğu sükuneti, derin ve içten tevazuu, yaşa­dığı mütevazi hayatı, “Resmim İçin” adlı kıtasında gözler önüne serer:

“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,

 

Günler şu heyulayı da er, geç, silecektir.

Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,

Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?”[13]

Evet, çünkü Âkif, kendi dünyasında sakin ve sessiz bir hayat sürmüş, şöhret peşinde koş- mamıştır. Ancak, kendini ve hayatını adadığı büyük dava onu elinden tutmuş, serviye sarılan bir sarmaşık gibi yüceltmiş, ebedi kılmıştır. Burada şu beyti hatırlamadan geçe­meyeceğim.

Münenâbî olamaz düşmeyicek hâke nebât

Mütevâzî olanı rahmet-i Rahmân büyütür.

Âkif’e göre inançlı bir aydında bulunması gereken önemli bir özellik de azim ve çalış­kanlıktır. Bize Sâdî’den örnekler veren şair, gerçek bir aydının emel ve azim sahibi ve her ne olursa olsun ye’se ve ümitsizliğe düşmeyen bir yapıda olması gerektiğini hatırlatır. Aşağıdaki mısralar onun bu görüşünün veciz ifadesidir:

“Bir gâye-i maksûda şitâb eyleyen âdem,

Tutmuşsa bidayette eğer azmini muhkem,

Er geç bulacak sa’y ile dil-hâhını elbet.

Zîrâ bu şu’un-zâr-ı tecellîde, hakikat,

Tevfîk, taharriye, taharri ona âşık;

Azmin de emel lâzımıdır, gayr-ı müfârık.

Olsun da emel azm ü taharriye mukârin;

Tevfîk zuhur eylemesin sonra... Ne mümkin!

Ba’zen iki üç haybet olur rehzen-i ümmîd...

İnsan o zaman etmelidir azmini teşdîd.

Ye’sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen

Hüsrana düşersin, çıkamazsın ebediyyen!”[14]

Başarı kazanmak için, azminde sabit ve ısrarlı olmak, daha önce aynı yollardan, aynı zor­luklardan geçmiş olanların hikayelerini bilmek, tecrübelerinden faydalanmak şarttır.

“Varmak istersen -diyor Sâdî- eğer bir maksada?

Tuttuğun yollar tükenmekten muarrâ olsa da;

(........ )

İbret al erbâb-ı ikdâmın bakıp âsârına:

Dağ dayanmaz erlerin dağlar söken ısrârına.”[15]

Bütün tabiat, kainat çalışmakta iken insana, hele de aydın olana çalışmamak, bir köşede atâlete mahkûm beklemek asla yaraşmaz. Bu atâlet ve donukluk ancak bir ölüde görü­lebilir.

“Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!

Bunların hakkında bilmem bir bahânen var mı? Dur!

Mâsivâ bir şey midir, boş durmuyor Hâlık bile:

Bak tecellî eyliyor bin şe’n-i gûnâgûn ile.

Ey, bütün dünya ve mâfîhâ ayaktayken, yatan!

Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah’tan utan.”[16]

Âkif’in aydını, çalışmayı bütün değerlerin ve hakların temeli sayar. Çalışmanın olmadığı yerde hiçbir şey meydana gelmez. Aydın insan çalışkandır. Çünkü daha önce de belirtil­diği gibi bütün kainat, varlık, madde ve zaman çalışmaktadır. İnsan bu oluşun, bu akışın dışında kalamaz. Kalırsa, hareketsiz kalarak donar ve ölür.

“Bekâyı hak tanıyan, sa’yi bir vazîfe bilir;

Çalış çalış ki bekâ sa’y olursa hakkedilir.”[17]

Terakkî, yani ilerleme, yükselme denilen gelişme de ancak çalışma sayesinde vücuda gelir. İnsan ruhunda ve fıtratında mevcut olan yükselme arzusu onu geleceğe taşıyan sihirli bir kanattır. Bu istek insana yalnız kendi varlığını değil, tüm kainatı araştırma, öğ­renme merakı vermiştir. İşte bir aydın, bu istek ve meraka sahip olmalı, geleceğe kendi eliyle katkıda bulunma iradesi gösterebilmelidir. Çünkü insan fıtratı bunu emreder:

“Teharrîden usanmazsın, tealiden teâlîye Atıldıkça, atılsam şimdi, dersin, başka atîye! Senin en şanlı eyyamında, en mes’ûd hâlinde, Bir istikbâl-i dûra-dûr vardır hep hayâlinde. O istikbâledir şevkin, odur ma’şûk-i vicdanın, O kudsî neşvenin şeydâ-yı bî-ârâmıdır canın. O şevkin dâim ilcâsıyle seyrin ıztırârîdir;

Terakki meyli artık fıtratında rûh-i sârîdir!

Bütün esrâr-ı hilkatten haberdâr olmak istersin.”[18]

Aydın, vazifesinin ve sorumluluğunun idrakinde olan, bugünün işini yarına bırakma­yan, çalışkan ve çalışmayı bir ahlak meselesi kabul etmiş kişidir. Çünkü aydın, bir “gâye-i âmâl”e sahiptir. Bu gaye, ilmini artırma ve hakikati öğrenme arzusudur.

“Bugünlük iş bugün lâzım yapılmak, yoksa ferdâya

Bırakmışsan... O ferdâlar olur peyveste ukbâya!

(...... .)

Sakın ey nûr-i dîdem, geçmesin beyhûde eyyâmın;

Çalış hâlin müsâidken... Bilinmez çünkü encâmın.

(...... .)

Diyorlar: «Ömrü insanın yetişmez kesb-i irfana...»

Bu söz lâkin değildir her nazardan pek hakîmâne.

Muhakkaktır ya insanlar için bir gâye-i âmâl;

Edenler ömrünün sâ’âtini hakkıyle isti’mâl,

Zafer-yâb olmasın isterse varsın asl-ı maksûda,

(...... .)

Fakat insanlığın ma’nâsı olsun öğrenilmez mi?

Cibillîdir taharrî-i hakikat hırsı âdemde,

Onun mahsûlüdür meşhûd olan âsâr âlemde.

Atâlet fıtratın ahkâmına madem ki isyandır;”[19]

İnançlı bir aydın, İslâmın rûhunu anlamış olmalıdır. Hakkı, emeği ve çalışmayı esas alan bu ruh ne yazık ki artık layıkıyla anlaşılamamaktadır. Müslüman olduğunu söyleyen birçok kimse vardır. Ancak aralarında İslâm’ın ruhunu anlayan ya hiç yoktur, ya da çok sınırlıdır..

“Müslüman unsuru gayet mütedennî, doğru,

Şu kadar var ki değildir bu, onun mahzuru.

Müslümanlık denilen rûh-i İlâhî, arasak,

Müslümânız diyen insan yığınından ne uzak!”[20]

İslâm dini terakki dinidir. Daimi bir emek, gayret ve azim, terakki fikrini besler. Bazı ülkelerin gelişmesinin, ileriye gitmesinin arkasındaki sırrı araştıran Âkif bulduğu şu gerçeği bizimle paylaşır:

“Şark’ı baştan başa yıllarca dolaştım, gezdim;

Hem de oldukça görürdüm... Kafa gezdirmezdim!

Bu Arap’mış, bu Acem’miş, bu Tatar’mış, demedim.

Müslüman unsurunun hepsini gördüm kendim.

Küçük âdemlerinin ruhunu tedkîk ettim.

Büyük âdemlerinin fikrini ta’mîk ettim.

İstedim sonra, neden böyle Japonlar yüksek?

Nedir esbâb-ı terakkisi? Yakından görmek.

Bu uzun boylu mesaî, bu uzun boylu sefer,

Bir kanâat verecekmiş bana dünyâda meğer.

kanâat da şudur:

Sırr-ı terakkinizi siz,

Başka yerlerde taharriye heveslenmeyiniz.

Onu kendinde bulur yükselecek bir millet;”[21]

Çalışmayan insanların gelecekten bir şey beklemeye hakları yoktur. Onları terakki yerine çöküş, sefalet ve en sonunda esaret bekler. Âkif, “Meyhane” şiirinde çalışmayan, mey­hane köşesinden ayrılmayan bir adamın kendisini ve ailesini nasıl bir felakete sürükle­diğini gösterir.

“Kızın yetişti, alan yok, nasıl olur ki? Soran

Şu sarhoşun kızı İffet değil mi? Vazgeç aman!

Diyen kadınlara; Pek doğru, pek deyip gidiyor.

Bu söz zavallıyı bilsen ne türlü incitiyor!

Benim güzel meleğim, hiç de tâli’in yokmuş:

Anan benim gibi sersem; babansa bir sarhoş!”[22]

Bu örnek bizim için tersten okunması gereken bir metindir. Yani Âkif bir aydının asla böyle bir hayata saplanmaması gerektiğini ihtar eder.

Âkif, “Mahalle Kahvesi” manzumesinde yine aile meselesine değinir. Aydın bir insan “ev hayatı”na önem vermeli, aile saadetini tesis edebilmek için, akşamları kahvehane gibi yerlerde oyalanmadan vaktinde evine gelmelidir.

“«Hayât-ı aile» isminde bir ma’îşet var;

Sa’âdet ancak odur... dense hangimiz anlar?

Hayât-ı aile dünyâda en safâlı hayat,

Fakat o âlemi bizler tanır mıyız? Heyhat!

Sabahleyin dolaşıp bir kazanca hizmetle;

Evinde akşam otursan kemâl-i izzetle;

Karın, çocukların, annen, baban, kimin varsa,

Dolaşsalar, seni kat kat bu hâleler sarsa;

Sarây-ı cenneti yurdunda görsen olmaz mı?

İçinde his taşıyan kalb için bu zevk az mı? ”[23]

Aydın, kadına ve kadın haklarına saygı gösterir. Tek eşliliğin, bilen için daima daha doğ­ru olduğunu savunur. Bu fikirlerin yaygınlaşması ve kabul görmesi için eğitim şarttır. Meşrutiyetle halka sınırsız ve nizamsız bir şekilde tanınan fikir özgürlüğünün, nasıl kul­lanılacağı ve ne demek olduğu anlatılmalı, halk bu konuda eğitilmelidir. Hatta, fikir hür­riyetinin daha iyi anlaşılabilmesi için terbiyeye aileden başlamak gerekir. Zira toplum bu cehaletle fazla yaşayamayacaktır:

“Bu cehâlet yürümez; asra bakın: Asr-ı ulûm !

Başlasın terbiyeniz ailelerden oğlum.

Sade hüriyyeti i’lân ile bir şey çıkmaz;

Fikr-i hürriyeti hazm ettiriniz halka biraz.”[24]

Âkif, aydın bir insanın, sahip olduğu bilgileri halkla paylaşmak, gerekirse halkı eğitmek gibi bir sorumluluğu olduğu görüşündedir. “Süleymaniye Kürsüsünde” manzumesinde bütün İslâm alemini gezerek her yerde vaazlar veren, matbaalar kurarak halkı bilinçlen­diren eğitici ve lider bir aydın tipi çizer. Bu tip, mütefekkir, halkıyla bütünleşmiş, onun değerlerini benimsemiş, halkla iç içe olmalı, halk-aydın kopukluğuna sebebiyet verme­melidir.

“Sizde erbâb-ı tefekkürle avamın arası

Pek açık. İşte budur bence vücûdun yarası.

Milletin beyni sayarsak mütefekkir kısmı, Bilmemiz lâzım olur halkı da elbet cismi.

Bir cemâat ki dimağında dönen hissiyyât,

Cismin a’sâbına gelmez, durur âheng-i hayât;

Felcin a’râzını göstermeye başlar a’zâ.

Böyle bir bünye için vermeli her hükme rızâ.”[25]

Fatih Kürsüsü manzumesinde de Fatih Camiinin mimarisi, sebili, şadırvanı ve kemeri gibi unsurlardan hareketle Osmanlı mimarisine ve medeniyetine uzanan Âkif, mısralarında eski medeniyetimize duyduğu hayranlığı dile getirir. Aydın, kendi milletinin kültürüne ve değerlerine bağlıdır.[26]

Âkif’in aydını, zulme direnen, tarihine bağlı, ecdadına saygılı, haksızlıklara karşı çıkan bir mizaçtadır. Adalete yürekten bağlı ve onuruna düşkündür. Merhametli ve yardımsever­dir. Âkif, “Asım”da bu özellikleri kendi şahsında toplar. Köksüzlüğe doğru gittikçe süratli bir şekilde kaymakta olan Türk toplumunun mâşeri vicdanına şöyle seslenir:

“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;

Gelenin keyfî için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdadıma saldırdı mı, hattâ, boğarım...

— Boğamazsın ki!

— Hiç olmazsa yanımdan koğarım.

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;

Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.

Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.”[27]

Başkaları için, toplum için fedakarlık, bir aydının önemli vasıflarındandır. Sosyal gaye için çalışmak, fedakarlıkta bulunmak, belirli bir olgunluk ve insan sevgisi ister. Âkif, Yermük Harbi gazilerinden Huzeyfetü’l-Adevî’nin başından geçen bir hadise anlatır. Yaralanmış İslâm mücahitlerinin davranışlarını, feragat ve fedakarlığa örnek gösterir. Dinleyenlerin çoğunun hatırlayacakları manzum hikaye şöyle:

“Huzeyfetü’l-Adevî der ki:

«Harb-i Yermûk’ün,

Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.

İkindi üstü biraz gevşeyince, sanki, kıtal,

Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl,

Mücâhidin arasından açıldım imdada,

Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrada.

Ne ma’rekeydi ki, çepçevre, göğsü kandı yerin!

Huda’ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin,

Şehidi çoksa da, gazisi hiç mi yok?.. Derken,

Derin bir inleme duydum... Fakat, bu ses nerden?

Sırayla okşadığım sineler bütün bî-rûh...

Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecruh.

Dedim: Biraz su getirdim, içer misin, versem?

Gözüyle Ver! demek isterken, arkadan bir elem,

Enine başladı. Baktım: Nigâh-ı merhameti,

Götür! deyip bana îmâda ses gelen ciheti.

Ne yapsam içmeyecek, boştu, anladım, ibram;

O yükselen sese koştum ki: Âs’ın oğlu Hişâm.

Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları:

Su istiyordu garibin dönüp duran nazarı.

İçirmek üzre eğildim, üçüncü bir kısa ah!

Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan, nâgâh!

Hişâm’ı gör ki: O hâlinde kaşlarıyle bana,

Ben istemem, hadi, git ver, diyordu, haykırana.

Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı...

Yetiştim, oh, kavuşmuştu Hakk’a son nazarı!

Hişâm’ı bari bulaydım, dedim, hemen döndüm:

Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm!

Demek, bir amcamın oğlunda vardı, varsa, ümid...

Koşup hizasına geldim: O kahraman da şehid.”[28]

Harbin sona ermesiyle birlikte Huzeyfe silahını bırakarak yaralılara su dağıtmaya başlar. Her yaralı, kendisine yaklaşan Huzeyfe’ye daha ilerideki bir diğer yaralıya su yetiştirme­sini söyler. Huzeyfe en öndekine vardığında onun şehadete erdiğini görür. Geri döner, geridekilerin hepsinin tek tek şehadet şerbeti içtiğini fark eder. Âkif’in manzum hikaye­sindeki bu fedakar davranış toplumumuzun ihtiyacını şiddetle hissettiği hasletlerden biridir.

Âkif’e göre aydın kişi, gerektiğinde vatanı ve milleti için her fedakarlığı yapar. Vatanın ve memleketin menfaatini daima kişisel menfaatinin üstünde tutar. Âkif, bu ana fikri işlediği kurt ve merkep hikayesiyle bize bir ders vermek ister:

“Kurt uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi,

Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.

Lâkin aşk olsun ki aldırmaz da otlatmış eşek, Sanki tavşanmış gelen, yâhud kılıksız köstebek! Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı... Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı!..

Bir hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin üslûba sok:

Hâlimiz merkeble kurdun aynı, asla farkı yok.

Burnumuzdan tuttu düşman, biz boğaz kaydındayız!

Bir bakın: Hâlâ mı hâlâ ihtiras ardındayız!”[29]

Âkif, kavmiyetçiliğin millet arasında tefrikaya sebep olacağını düşündüğünden, Aydın’ın böyle tefrika oluşturacak faaliyetlerle ilgilenmemesi gerektiğini söyler. Aydın, birlik dü­şüncesine sahip olmalı, ayrılık sebeplerini ortadan kaldırmalıdır. Güç birlikten doğar.

“Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan.

Siz bu da’vâda iken yoksa, iyâzen-billâh,

Ecnebiler olacak sahibi mülkün nâgâh.

Diye dursun atalar: Kal’a, içinden alınır.

Yok ki hiçbir işiten... Millet-i merhume sağır!

Bir değil mahvedilen devlet-i İslâmiyye...

Girdiler aynı siyâsetle bütün makbereye.

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”[30]

Aydın, vatanın birliği için çalışır. Bu da ancak Müslümanların birliğinin sağlanmasıyla mümkündür.

“Değil mi cebhemizin sînesinde îman bir;

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi cenge koşan Çerkeş’in, Laz’ın, Türk’ün,

Arap’la, Kürt ile bakîdir ittihadı bugün;

Değil mi sînede birdir vuran yürek... Yılmaz!

Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cebhe sarsılmaz!”[31]

Vatan savunmasında aydının görevi önder olmaktır. Gerekirse en ön safta savaşa katılır, vatan uğrunda canını feda eder, düşman ateşini sinesine söndürür, vatanı kurtarır:

“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!

Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i namusun?

Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.”[32]

 

Sonuç

Baştan beri sayılan bütün özellikleri bir araya getirdiğimizde, Âkif’in Aydın profilini çiz­miş oluruz. Buna göre Aydın, her şeyden önce iman sahibi, Allah’a ve Peygamber’ine sevgi besleyen, faziletli, merhametli, çalışkan, azimli, vatan ve millet için terakkinin ge­rekliliğine inanan, kadına ve aileye önem veren, tarihine, kültürüne, vatanına ve mil­letine bağlı, gerekirse bunlar için canını vermeğe hazır bir insandır. Daha doğrusu bir kahramandır. Bu özelliklerin büyük kısmının Âkif’in şahsiyetiyle örtüştüğü görülür. O, hayatını örnek aldığı insanlar gibi yaşamağa çalışmış, bunda da muvaffak olmuştur. Bir kahraman gibi yaşamış, bir fani gibi bu dünyadan göçmüştür. Bıraktığı ciltlerle eserin ve milli ruhumuzun şahlandığı “İstiklal Marşı”nın, onun ideale adanmış hayatını ve adını ölümsüzleştirmeğe yeterli olduğuna inanıyorum.

Kaynak: Safahat, Ersoy, Mehmed Âkif, İnkılap Kitabevi, İstanbul 2011

Türkiye Yazarlar Birliği'nin vefatının 90. yılında Âkif'i anmak için düzenlediği bilgi şöleninin tebliğlerini içeren kitap, TYB'nin 45., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 6. kitabı...

 
[1]     s.417
[2]      s.105
[3]      s.245
[4]      s.245
[5]      s.371-372
[6]      s.56
[7]      s.5
[8]      s.5
[9]      s.417
[10] s.417
[11] s.186
[12] s.414
[13] s.415
[14] s.51-52
[15] s.22
[16] s.23
[17] s.196
[18] s.58
[19] s.115
[20] s.151
[21] s.152-153
[22] s.30-31
[23] s.91
[24] s.102
[25] s.148-152
[26] s.185-196
[27] s.329
[28] s.406
[29] s.248
[30] s.144
[31] s.280
[32] s.280
Bu haber toplam 597 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim