• İstanbul 12 °C
  • Ankara 11 °C

Batı'nın söyleyecek bir sözü varsa bizim de var.

Batı'nın söyleyecek bir sözü varsa bizim de var.
Batı'nın söyleyecek bir sözü varsa bizim de var.

Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın ile yeni kitabı Ben, Öteki ve Ötesi hakkında konuştuk. Kitapta ele alınan meseleler v e ele alınma biçimlerinin önümüze y eni çerçeveler açacağı kesin. İbrahim Kalın kitabının bütününde İslam'a ait meselelerde Batı'nın oynadığı rolün altını çizerken İslam dünyasına dair bir özeleştiri de yapıyor.

Hocam, ilk sorumu Batı'nın yansıması ile kurgulanmış 'biz' ve 'öteki' kavramı üzerinden sormak istiyorum. 'Öteki' olduğumuz mutlak Batı anlayışını nasıl inşa ettik? Batı'ya dair eleştirilerimizle beraber kendimiz bu kurgudan nasıl kurtulabiliriz?

Bugün İslam dünyasının Batı'yı homojen, statik, değişmeyen ve yekpare bir şey olarak görmesi haklı bir eleştiridir. Zira 200 yıllık oryantalist literatürün rafine edip ürettiği İslam anlayışına bir eleştiridir bu. Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren İslam'ı 'öteki' olarak görme tavrı Batı'da hep vardı. Lakin bu irtibat her zaman böyle değildi. Bunun öncesi de var kitapta, onu da anlatıyorum. Modern dönemde İslam coğrafyası emperyalizm gerçeği ile yüzleşti. Hatırlayalım, 19'uncu yüzyılın ilk yarısında İslam dünyasının neredeyse yüzde 80'i fiilen Batılı devletlerin işgali altındaydı. Emperyalizmin ve sömürgecinin mirası o manada tabii ki modern İslam toplumlarının düşünme biçimlerini, başka toplumlarla ilişki biçimlerini çok derinden etkiledi. Maalesef bugün de Ortadoğu'da sömürge siyaseti ortadan kalmış değil. Şimdi bütün bunlar birer hakikat ama bizler, bu hale rağmen Batı'nın İslam'ı 'öteki' olarak görme gayretine neden esir olalım? Asıl mesele burada. Tersinden baktığımızda da, Batı'yı ötekileştirerek kendimize bir kimlik inşa etmeye çalışmak, yani tersinden bir oryantalizm yapmak da başka bir hata... İslam'ı kendi başına var olan bir özne değil de başkasının yansıması, karşıtı, ötekisi olarak kurguladığımızda aslında ötekine bağımlı bir kalıba sokmuşuz demektir.

Ve aslında ne yaparsak yapalım hep o büyük ötekinin kontrolü altında bırakmış oluruz...

Evet, o öteki algısına ve onun tavrına göre sizin 'ben' algınız, 'ben' tasavvurunuz daralır veya genişler. Bir kere bu tuzaktan kurtulmak lazım. İkincisi, şüphesiz İslam dünyasının bugün karşı karşıya kaldığı sorunların önemli bir kısmı uluslararası sistem ve küresel düzenin adaletsizlikleriyle, dış müdahalelerle doğrudan ilgilidir. Fakat her meseleyi sadece dışarının müdahaleleri sonucu ortaya çıkan bir problem olarak görmek de bizi zihni tembelliğe sevk eder. Bundan da kurtulmamız lazım. Çünkü o harici etkenler hiçbir zaman ortadan kalkmayacak. Önemli olan onlara karşı mukavemet gösterecek sağlam bünyeyi inşa etmektir. Bunun için de bizim kendi geleneğimizle sağlam bir şekilde irtibatta olmamız gerek. Bu söylediğim, geleneği; ölü, statik, nostaljik bir şekilde ele almak değil. Gelenek, yaşıyorsa zaten gelenektir. Adı üstünde 'gelene-ek'. Sürekli bir şeyler eklenirse o bir gelenek haline gelir. Bir şey eklenmiyorsa, yaşayan bir organizma halinde devam etmiyorsa o gelenek bir süre sonra hayatiyetini yitirmeye başar ve bize bir şey söylemez. Şimdi bizlerin tarihi ve yatay manada dayandığımız çok önemli ve çok yönlü bir geleneğimizin olduğunu idrak etmemiz lazım. Dikey manada ise bir merkezimizin olması ve -Hz. Mevlana'nın metaforuyla söyleyecek olursak- pergelin ucunu nereye batıracağımızı da doğru tespit etmemiz gerekir. O merkezi doğru tespit ettiğimiz zaman 72 âlemi çok rahatlıkla gezeriz. Ben, Akıl ve Erdem kitabımda da bu mevzuyu açmaya çalışmıştım. Bir tarafta sağlam köklere sahip olmak ama öbür tarafta dünyaya açık ufuk perspektiften bakmak gerek. Bunu yaparken bir köke, bir merkeze de dayanmamız lazım. İslam-Batı ilişkilerine baktığımızda biz ya Batı'yı ret adına tersinden bir oryantalizm tuzağına düşüyoruz, ya da 'Batı diye bir gerçek var, artık bunu aşamayız, tarihin sonu' deyip Batılılaşma kolaycılığına kapılıyoruz. Bu iki ifrat ve tefritten kurtulmak lazım.

Aslında her zaman umutsuzluktan Batılılaşmayı tercih ediyor değiliz. Kimlikler ve hayat tarzları gittikçe birbirine benziyor ve buna direnen herkes için bir kimlik sorunu oluşuyor…

Kimlikleri tamamen eritmek veya ortadan kaldırmak mümkün değil. Küreselleşen dünyada bile kimlikler ve aidiyet duygusu çok etkili, henüz ortadan kalkmış değil. Tam tersine küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık insanın aidiyet duygusunu daha da güçlendirdi. İnsanlar tarihlerini, ait oldukları kültür ve medeniyetleri yeniden keşfediyorlar. Neden? Çünkü iki şey var orada; birincisi küreselleşmeyle dayatılan belli bir kültür ve o kültürün estetik formlarına karşı oluşmuş bir direnç; ikincisi de aslında bizim yaşadığımız çağın giderek sanallaşan, gerçeklikten uzaklaşan yapısıyla otantik olana ilgiyi daha da arttırması. Umberto Eco'nun 'hiper-realite' dediği bir çağda yaşıyoruz. Hakikatin gerçeği değil taklidi daha muteber, gerçeğin kendisi değil taklidi daha cazip. Hatta öyle ki artık gerçeği bir kenara bırakıp taklidiyle iş yapmaya ve taklidine inanmaya çalışıyoruz. Her şeyin bu kadar plastik ve yapay bir hale geldiği bu ortamda insanlar haliyle otantik olanın peşine düşüyorlar. Onu da kendi kültüründe, kendi tarihinde kendi 'ben' tasavvurunda arıyorlar.

.

 

Devamı için: http://www.lacivertdergi.com/dosya/2016/11/02/batinin-soyleyecek-bir-sozu-varsa-bizim-de-var

Bu haber toplam 1521 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim