• İstanbul 20 °C
  • Ankara 17 °C
  • İzmir 21 °C
  • Konya 16 °C
  • Sakarya 19 °C
  • Şanlıurfa 26 °C
  • Trabzon 20 °C
  • Gaziantep 22 °C
  • Bolu 15 °C
  • Bursa 20 °C

Profesör Doktor Gürsoy Şahin ile “Sömürgecilik” Üzerine Röportaj

Profesör Doktor Gürsoy Şahin ile “Sömürgecilik” Üzerine Röportaj

      1. Hocam, öncelikle sömürgecilik kavramını tarihsel kökenleriyle birlikte tanımlar mısınız? Modern sömürgecilik anlayışı ne zaman ve nasıl şekillenmiştir?

Sömürgecilik, kolonizasyon ve emperyalizm genelde yanlış olarak birbirlerinin yerine kullanılan kavramlardır. Röportaja başlarken öncelikle bu kavramların ne olduğunu açıklamak yerinde olacaktır. M. Ferro sömürgeciliği; “yabancı bir toprağın işgalini, o toprağın işlenmesini ve bölgeye göçmenlerin yerleşmesini” ifade eden bir terim olarak tanımlamaktadır. Bu anlamda sömürgeciliğin tarihinin eski Yunan veya Fenikeliler gibi Akdeniz’de koloni kuran devletler dönemine yani yaklaşık üç bin yıl öncesine kadar götürülebileceği ifade edilebilir. Ancak bu tanımı sömürgecilikten ziyade kolonizasyon olarak değerlendirmek daha doğrudur. Esasen sömürgeciliği; “başka topluluklara ait olan maddî-manevî bütün kaynakların bir ulus ya da devlet tarafından zorla ele geçirilmesi ve götürülmesi” olarak tanımlamak daha gerçekçi görünmektedir. Emperyalizm ise “bir devlet ile sömürgelerini birbirine bağlayan bağları kuvvetlendirmek amacıyla o devletin kudret ve hakimiyetinin genişlemesini öngören, hedefleyen siyasi strateji, yol, yöntem ve durum” olarak tanımlanmaktadır. Bir diğer kaynağa göre emperyalizm “başkalarını hükmü altına alabilmek ve bağlarını güçlendirmek, bu gücü yayılabilmek amacıyla uygulanan genişleme yöntemleri, stratejileri”dir. J. M. Roberts ise emperyalizmi; “bir grup insan topluluğunun ister bilinçli ister bilinçsiz olarak başka bir topluluk üzerinde kurduğu her türlü egemenlik” olarak tanımlamaktadır.

Tarihsel süreçte kolonyalizmi ve sömürgeciliği birbirinden ayırmak ve bu iki kavramı da çeşitli dönemlere göre sınıflandırmak konunun anlaşılması açısında önemlidir. Bu anlamda kolonizasyonu iki dönemde değerlendirmek mümkün görünmektedir.

Kolonizasyonun birinci dönemi ilk çağlardan XI. yüzyıla kadar geçen ve koloniler ile ana kıta arasındaki bağın veya ilişkilerin kısmen zayıf şekilde sürdürüldüğü dönemdir.

İkinci dönem ise XII. yüzyıldan XV. yüzyıla kadar geçen süreçtir. Bu dönemde örneğin Kıbrıs, Galata ve Kırım gibi ticari potansiyeli yüksek yerlerde kurulan Venedik ve Ceneviz kolonilerinde ana yurt ile ilişkiler kuvvetli bir şekilde sürdürülmüştür. Adı geçen bölgelerdeki koloniler Venedik ve Ceneviz’in ticari menfaatleri için çaba göstermişlerdir.

Kolonizasyon XV. yüzyıldan itibaren yerini sömürgeciliğe bırakmıştır. XV. yüzyıldan itibaren sömürgeciliği dört döneme ayırmak mümkündür.

-Birinci dönem (1415-1763); Avrupalı devletlerin deniz aşırı yayılmacılığa başladığı (1415) tarih ile Yedi Yıl Savaşları (1754-1763) sonrasında 1763’de imzalanan Paris Antlaşması’na kadar geçen süreyi kapsamaktadır.

-İkinci dönem (1763-1870); Paris Antlaşması’ndan (1763) İtalya ve Almanya’nın siyasi birliklerini tamamlayarak sömürgecilik yarışına dahil oldukları 1870’lere kadar geçen süreçtir.

-Üçüncü dönem (1875–1944); XIX. yüzyılın son çeyreği ile 1944 arasındaki çağdaş sömürge imparatorluklarının oluşturulması ve varlıklarını korudukları dönemlerdir.

-Dördüncü dönem (1945- halen) ise; İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından başladığı kabul edilen “yeni sömürgecilik” veya “emperyalizm” olarak adlandırılan süreçtir.

 

                2.            Sömürgecilik sürecinde özellikle 19. yüzyıl Avrupa’sının “medeniyet götürme” iddiası çokça vurgulanır. Bu argümanın arkasındaki gerçek dinamikler sizce nelerdir?

“Medeniyet götürme” iddiasını veya propagandasını sömürgeciliğin sebepleri arasında yer alan “üstün ırk psikolojisi” veya “sosyal darwinizm” gibi kavramlarla izah etmek mümkündür. Burada ilk olarak “sosyal darwinizm” kavramına dikkat çekmek uygun olacaktır. Sosyal Darwinizm’in tek bir yorumu olmayıp bazı Sosyal Darwinistler minimum devlet müdahalesini savunmuş ve devletin yoksul veya dezavantajlı bireylere yardım etmesinin hatalı olduğunu iddia etmiştir. Bazıları ırkların “ıslah”ı için öjeniye [Sosyal Darwinizm’in bir uzantısı olarak kabul edilen ve sıhhatli olmadığı düşünülen bireylerin çocuk sahibi olmalarını engellemeyi amaçlayan yasalar] başvurmayı önermiş, bazıları ise sömürgeciliğin zayıf ırkların elenmesini sağlayarak medeniyet için faydalı olacağını iddia etmiştir. Bu anlamda medeniyet götürme söyleminden beklenen fayda, zayıf veya geri kabul edilen toplulukların elenmesinin sağlanarak medeniyetin gelişmesine katkıda bulunulmaktır.

“Medeniyet götürme” söyleminin Afrika’nın sömürgeleştirilmesi süreci irdelendiğinde daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim. XIX. yüzyılın son çeyreğinde Afrika önemli bir sömürge alanı olarak değerlendirilmekte olup 1880’lere gelindiğinde kıta Belçika, Fransa ve İngiltere arasında bölüşülmüştü. Avrupa’da yaşanan siyasi, askeri ve ekonomik gelişmelerin bir sonucu olarak inisiyatifi ele almayı ve Avrupa siyasetinde daha aktif olmayı hedefleyen Bismarck’ın öncülüğünde 15 Kasım 1884-26 Şubat 1885 tarihleri arasında “Berlin Konferansı” toplandı.

Konferansın görünürdeki nedenlerinden birisi, Fransa ve Belçika arasında paylaşılamayan Kongo’nun geleceği ile ilgili karar vermekti. Konferansı’nın görünürdeki bir diğer nedeni ise kıtanın geri kalmışlığı idi. Nitekim Afrika’nın “medenileştirilmesi, Hristiyanlığa ve serbest ticarete açılması” Berlin Konferansı’nın toplanmasının amaçlarındandı. Bu husus Afrika basınına da yansımıştır. Nitekim Nijerya’nın Lagos şehrinde yayımlanan The Lagos Weekly Record gazetesinin 4 Aralık 1897 tarihli nüshasında Afrika’nın medenileştirilmesi ile ilgili; “Afrika’nın barbarlıktan geri dönmesi ve onu bu yüzyılda artık hızla zirveye ulaşan ve belirli bir aşamaya erişen bir medeniyet yürüyüşüne ayak uydurması” zorunluluğu ifade edilmişti. Anılan gazete Afrika’nın geri kalmışlığını Avrupa devletlerinin izlemiş olduğu politikalara da bağlamıştı. Bu anlamda Avrupa ve Amerika tarafından büyük okyanusta gerçekleştirilen köle ticareti kıtayı olumsuz etkilemiştir. Keza sömürgecilik sürecinde yaşanan savaşlar sırasında yerli halkın maruz kaldığı uygulamalar Afrika’nın geri kalmasının bir diğer nedenidir. Haberde, yaşananların Afrika halkları için ciddi bir yıkım olduğu zira, Afrika’nın 1897 yılı hesaplarına göre yaklaşık iki yüz milyona yakın vatandaşını kaybettiği ifade edilmiştir.

Vurgulanması gereken önemli hususlardan birisi ise, büyük devletlerin Afrika’ya yaklaşımları idi. Nitekim Avrupalı devletler “Afrika kimseye ait değildir” doktrinini benimsemişlerdir. Böylece Afrikalı halklar ve krallıklar “yok hükmünde” (Res nullius) sayılmışlardır. Öyle anlaşılıyor ki, Afrikalıların kendi kaderleri tartışılırken, konu hakkında kendilerine bilgi verilme gereği dahi duyulmamıştır. Berlin Konferansı’nda alınan kararlar, Afrika’nın paylaşılarak bölünmesinde önemli bir paya sahiptir.

Yani medeniyet götürme iddiası bir propagandif söylemden ibarettir. Bunun propagandası Ortadoğu’da, Hindistan’da diğer bölgelerde de yapılmış ama sonuç hiçbir zaman iddia edildiği gibi olmamış, aksine sömürgeci güçlerin çıkarlarına hizmet eden bir sistem oluşturulmuştur.

 

                3.            Osmanlı İmparatorluğu, Batılı güçlerin klasik sömürge politikalarına nasıl bir alternatif veya direnç modeli geliştirdi? Osmanlı’nın bu süreçteki duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Burada öncelikle Osmanlı Devleti’nin fetihlerine dikkat çekmek ve “fetih” ile “sömürgecilik” arasındaki ilişkiye değinmek yerinde olacaktır. İlk olarak fetih biçimlerin tamamının sömürgeciliğe dönüşmediğini ifade etmek gerekmektedir. Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi bazı fetih biçimleri sömürgeciliğe dönüşmemiştir. Yani Osmanlı Devleti sömürgeci politikalar izlememiştir. Öte yandan İspanyol veya Rusların fetihleri/toprak kazanımları sömürgeciliğe dönüşmüştür.

Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin, klasik sömürge politikalarına karşı daha çok diplomatik yöntemlerle direnç geliştirdiği söylenmelidir. Bu anlamda yine Afrika üzerinden örnek vermek daha uygun olacaktır. Osmanlı Devleti’nin Afrika halklarıyla gerek sömürgecilik öncesi ve gerekse sömürgecilik döneminde karşılıklı münasebetler kurduğu bilinmektedir. Bu münasebetlerin bir sonucu olarak Avrupalı sömürgeci güçlerin Afrika kıtasını paylaşma sürecinde Osmanlı Devleti, yerlilerin yanında yer almış ve bölgenin sömürgeleştirilmesini kabul etmemiştir. Bu meyanda Libya’da İtalyanlara, Çad ve Nijer’in kuzey bölgelerinde ise Fransızlara karşı mücadele etmiştir. Osmanlı Devleti’nin, sömürgeciliğe ve Afrika ile ilgili meselelere kayıtsız kalmadığını gösteren en önemli hususlardan birisi de Berlin Konferansı’na katılma isteğidir.

Konferansta kabul edilen prensipler doğrultusunda Afrika’nın paylaşılması ve fiilen işgalinin önü açılmıştır. Konferansta alınan kararlar çerçevesinde yapılan uygulamalar, Afrika’nın paylaşılmasına ve işgaline zemin hazırlamış ve kıtanın geleneksel yapısını bozmuştur. Afrika’da; Almanlar Güneybatı Afrika, Kamerun, Togo ve Doğu Afrika’ya hakim olmuşlardı. Fransızlar, Tunus, Sahra, Batı Afrika, Ekvator Afrikası, Annam, Tonkin, Laos, Madagaskar ve Fas’ı ele geçirmiş Çad Gölü ile Nijer yönünde ilerliyorlardı. Fransızlar “kara kıtanın kavşağı” Çad’a yöneldiler. Fransa tüm sömürgeleriyle bağlantısını bu gölün çevresinde gerçekleştirmeyi düşünüyordu. Kuzey Afrika, Senegal ve Nijer, Gabon ve Kongo’nun diğer Fransız sömürgeleriyle bağlantısı bulunuyordu. İngiltere her şeyden önce kıyıları kontrolü altına almak istiyordu. Gambiya’daki Freetown’dan, Cape’e geçerek, Zanzibar’ın ötesine kadar ilerlemişti. Daha sonra Mısır’ı işgal etmekten kaynaklanan bir cesaretle, Büyük Göller bölgesi üzerinden geçerek Cape ile Kahire arasında bir bağlantı kurmayı hedeflemekteydi. Senegal ile Nijer arasında kalan Fransa, Çad gölü çevresinde Büyük Sahra’yı, Kuzey Afrika’yı ve Batı Afrika’yı birbirine bağlamak istiyordu. Portekiz, Angola ve Mozambik’i elinde tutmak isterken, İspanyollar İspanyol Sahrası ve İspanyol Fas’ına ve Belçika ise Kongo’ya sahip olmuşlardı.

Osmanlı Devleti, konferanstaki çabasına rağmen sömürgeciliğin önüne geçme konusunda ciddi bir varlık gösterememiştir. Hatta istemediği bazı sonuçların ortaya çıkmasından dolayı konferans metnini, Danimarka gibi geç imzalamıştır. 8 Mart 1885 tarihinde mesele Meclis-i Vükela’da ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmiştir. Buna göre Afrika’da çok sayıda Müslüman’ın bulunması, onların himayesi ve umumun menfaatlerinin korunmasını sağlamak, esir ticaretinin yasaklanmasını destelemek, Afrika sahillerindeki arazi istimlâkleri sırasında çıkarlarını korumak ve Afrika’nın çeşitli bölgelerinde şehbenderler tayin edebilmek düşüncesiyle anlaşma “çekince şartı” ile imzalamaya karar verilmiştir. Nitekim Osmanlı Devleti konferans metnini 25 Haziran 1885 tarihinde imzalamıştır. Yani tüm sürçe içerisinde bir direnç gösterilse de bir netice almak mümkün olamamıştır.

 

                4.            Sömürgecilik yalnızca siyasi ve ekonomik bir istiladan ibaret değil, aynı zamanda kültürel ve zihinsel bir işgal süreci olarak da görülüyor. Sizce bu zihinsel sömürgeleşmenin etkileri bugün hâlâ devam ediyor mu?

Evet, zihinsel sömürgeleşmenin etkilerinin bugün halen devam ettiği söylenebilir. Bu anlamda her türlü dijital medya araçları “kültürel ve zihinsel işgal sürecini” devam ettiren unsurlardır. Bence en önemli sorun özgüven eksikliğidir. Burada klasik sömürgeciliğin sebeplerini hatırlatmak uygun olacaktır.

-Hristiyanlığı yayma,

-Toprak açlığı,

-Zengin olma isteği,

-Köle veya ucuz işgücü sağlamak,

-Yeni pazarlar bularak kendi iç pazarını genişletme politikası,

-Keşif ve macera,

-Sömürge topraklarının güvenliği gerekçesiyle önleme amaçlı işgaller,

-Diğer ülkelerden önce davranarak “kimseye ait olmayan” toprakları ele geçirmek,

-“Üstün ırk psikolojisi” veya “sosyal darvinizm” gibi sebepler sayılabilir.

Sebepler sıralanırken dini motivasyon önemli bir gerekçe gibi görünmekle birlikte esas sebeplerin ekonomik beklentiler olduğu anlaşılmaktadır.

Burada klasik sömürgeciliğin sebeplerinin zihinsel sömürgeleşmenin sebepleri olarak da sayılabileceğini söyleyebiliriz. Bu anlamda sömürgecilik hem siyasi ve ekonomik bir istila hem de kültürel ve zihinsel bir işgal süreci olarak görülmelidir.

 

                5.            Afrika, Asya ve Ortadoğu coğrafyalarında sömürgecilik sonrası oluşan devlet yapıları ve sınırlar, bugünkü çatışmaların temelinde nasıl bir rol oynuyor?

Çok klasik bir başlangıç olacak ama İngilizler için söylenen böl, parça ve yönet stratejisi, tüm sömürgeci devletlerin temel prensibi olarak kabul edilebilir. Bu politika her yerde her coğrafyada uygulanabilmiş midir? Denendiği söylenebilir ancak her zaman başarılı olunduğu söylenemez.

Tarihsel sürece bakıldığında XIX. yüzyılda büyük devletler arasında yaşanan sömürge ve yeni pazar rekabeti, XX. yüzyılın başlarında çatışmaya dönüşerek Birinci Dünya Savası’na sebep olmuştur. Esasen sömürgeciliğe karşı oluşan tepkiler ve Afrika ve Uzak Doğu gibi sömürülen halklar arasındaki ulus bilincinin gittikçe artması Asya’da 1905 yılında Japonya’nın Ruslara karşı kazandığı başarı ile zirve noktasına ulaşmıştır. Keza Arap coğrafyasında birlik düşüncesi daha da güçlü hareketler haline gelmiştir. Yaşananlar karşısında İngiltere, hakimiyeti altında bulundurduğu topluluklara daha fazla direnememiştir.

XIX. yüzyılın sonları ve XX. yüzyılın başlarında yaşanan sömürgecilik rekabeti sonucunda 1914’te Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Özellikle İngiltere ve Almanya’nın başını çektiği bloklaşmanın sonucunda İngilizler, Almanya’nın sömürgeleri ile Osmanlı topraklarından çeşitli bölgeleri ele geçirdiler. Orta Doğu’da Filistin ve Irak gibi bölgelerde manda yönetimi kurulurken Afrika’da Togo, Kamerun’un bir kısmı ve Tanganika İngiltere’nin sömürgeleri arasına katıldı. Bu dönemde sömürgeci devletlerin yerli halkı savaşmak üzere cephelere sevki Avrupalı devletlere yönelik tutumun değişmesine sebep olmuştur. Örneğin Birinci Dünya Savaşı’nda Fransa, sömürge topraklarından önemli miktarda insanı cephelere sevk etmiştir. Fransa 1 milyon 400 bin ölü, 3 milyon yaralı ve 1 milyon sakat ile savaştan çıktığında sömürgelerinden savaşa dahil edilenlerin de ciddi miktarda kayıplar verdiği anlaşılmaktadır. Yaşanan kayıplar Afrika’daki yerli muhalefetin canlanmasına sebep olmuştur. Özellikle Cezayir’de Ulema Hareketi ile sol kesimler tarafından Fransızlara karşı mücadele kararı alınmıştır. Keza 1914 yılında Tunus’ta Genç Tunuslular, 1923’te Fas’ta Rif bölgesinin bağımsızlığı için Abdülkerim ve 1930’da Genç Faslılar direniş hareketlerine başlamışlardır. Ayrıca Senüsiler de Fransa’ya karsı mücadeleye girişmişlerdir.

1920’lerde önemli krizler ve problemlerle yüzleşmek zorunda kalan geleneksel sömürgeci devletler, 1929 Dünya Ekonomik Kriziyle ciddi darbe aldılar. 1930’larda tüm dünyada etkisini gösteren ekonomik kriz, başta İngiltere olmak üzere Fransa ve diğer sömürge devletlerini ekonomik olarak ciddi anlamda darboğaza soktu. Ekonomik kriz Avrupa’daki rekabete eklenince gittikçe içinden çıkılmaz bir çöküntüye sebep oldu.

 

                6.            Batı dışı medeniyetlerin, özellikle İslam dünyasının sömürgecilikle mücadelede geliştirdiği entelektüel ve siyasi refleksleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu refleksler yeterince güçlü müydü?

Bu soruya kısaca cevap vermek mümkün değil. Kanaatim sömürgeci güçlere verilen refleks derinlikli idi ama çabuk sonuç alınamadı. Çünkü sömürgeci uygulamalar uzun süreçler sonucunda İslam dünyasında yerleşmişti. Avrupalı devletlerin dünyanın farklı bölgeleriyle birlikte İslam ülkelerine yönelik XVI. ve XVII. yüzyıllarda ticari amaçlarla başlattıkları dışa açılma süreci, daha sonraki yüzyıllarda toprak ilhakları ve tam sömürgeleştirme politikalarıyla devam etmişti. Dolayısıyla Afrika, Orta Doğu, Orta Asya, Güney Asya ve Güneydoğu Asya’da yer alan pek çok bağımsız İslam devleti yıkılarak Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede Avrupa sömürgesi haline getirilmişlerdi. Savaş sonrasında sadece Türkiye, kısmen de İran, Suudi Arabistan ve Afganistan bağımsızlıklarını koruyabilmişlerdi. Zamanla gücünü ve itibarını kaybeden geleneksel siyasi ve dini otoriteler, yerlerini çağdaş ve Batı eğilimli, fakat sömürgeciliğe karşı olan okumuş aydın kesimlere ve eğitimli meslek sahibi kişilere bırakmışlardı. Yani XX. yüzyılın başlarında Batı dünyası, İslam dünyasını siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, hukuki ve eğitsel bakımdan nüfuzu ve egemenliği altına almıştı.

1914-1918 yılları arasında gerçekleşen Birinci Dünya Savaşı sonrasında milliyetçilik ve anti-emperyalist yaklaşımlar tüm dünyada etkisini artırmış, böylece sömürge toplumlarının bağımsızlık talepleri ve mücadeleleri de başlamıştır. Bu talep ve mücadeleler geleneksel sömürgeciliğin zayıflamasında son derece etkili olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında sömürge topraklarında başlayan milliyetçilik ve sömürgecilik karşıtı düşüncelerin artması sebebiyle çok geçmeden bağımsızlık talepleri ve direnişler başladı. İngiltere bu süreçte sömürgelerdeki yönetim şekillerinde değişiklik yaparak sınırlı özerklik uygulamalarına girişmiş, bilahare bazı küçük devletlere tanınan dominyon statüsü ile İngiliz Uluslar Topluluğu’nun çekirdeğini oluşturmuştur.

İslam dünyasının Avrupalı sömürgeci devletlerin nüfuzu ve sömürge sistemi altına girmesi, XIX. ve XX. yüzyıllarda birçok dini, milli ve bağımsızlık hareketlerinin doğmasına yol açmıştı. İslam ülkelerinde Avrupa sömürgeciliğine ve etkisine karşı ilk tepkiler, İslam modernizmi veya yenilikçi dini düşünceleri savunan ıslah hareketleri şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Mısır’da, Hindistan ve Pakistan’da, Orta Asya ve Kafkaslar’da, İran’da, Endonezya’da ve Afrika kıtasının çoğu Müslüman bölgelerinde yenilikçi ulemanın önderliğinde çeşitli dini hareketler ortaya çıkmıştır. Keza XX. yüzyılın ilk yarısında İslam ülkeleri, Avrupa sömürgeciliğinin haksız ve adaletsiz uygulamalarına karşı milli ve bağımsızlık mücadeleleri içine girmişlerdir. İlk direniş hareketlerinde olduğu gibi sömürgecilik aleyhtarı milli ve bağımsızlık hareketlerinde de manevi unsur ön plana alınmıştır. Sömürgecilik karşıtı mücadelelerde İslam ülkelerinin birçok yerinde bulunan milli önderlerin yanı sıra ulema da önemli katkılarda bulunmuştur.

İslam ülkelerinde sömürgecilik karşıtı ilk hareketlerin temelini İslam modernizmi oluştururken, daha sonra milliyetçilik ve Batı menşeli siyasi ve fikri kavramlar ön plana çıkmıştır. Esasen Avrupa sömürgeciliği İslam ülkelerinin sadece coğrafi ve kurumsal haritasını değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda çağdaş İslam ülkelerinin yeni sınırlarını ve yeni yönetici liderlerini üretmiştir. Keza öteden beri devam eden geleneksel siyasi, sosyal, ekonomik ve eğitim kurumlarını köklü bir dönüşüme de uğratmıştır.

 

                7.            Sömürgecilik sonrası dönemde, bağımsızlığını kazanan ülkelerin içine düştüğü ‘yeni sömürgecilik’ (neo-kolonyalizm) kavramını nasıl açıklarsınız? Bu süreç nasıl işliyor?

İkinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın içinde bulunduğu olumsuz ekonomik yapıyı daha da sarsmıştı. Savaşan ülkelerin ağır ekonomik sorunları ve savaş sonrasında Avrupa’nın sömürgeci devletlerinin sömürgeler üzerindeki nüfuzu ortadan kaybolmaya başladı. Esasen İkinci Dünya Savaşı öncesinde potansiyeli yüksek bir durumda olan İngiltere ekonomisi, Almanya ve Amerika gibi ülkelerle rekabet edebilecek seviyede iken savaş süresince yapılan harcamalar ve ekonomik zorluklar İngiltere’nin sömürgelerinin ayrılmasıyla neticelenmiştir. Sömürgelerde başlayan ulusal mücadelelerin gittikçe etkinlik kazanması da Avrupalı sömürge devletlerinin dağılmasında etkili olmuştur. Yani İkinci Dünya Savaşı bir anlamda sömürgeciliğin sonunu getirirken ‘yeni sömürgeciliği’ (neo-kolonyalizm) doğurdu.

Sömürgelerde özerklik veya bağımsızlık talepleriyle başlayan her ayaklanma, Avrupalı devletlerin dominyonlarına daha fazla taviz vermesine neden oldu. Bu süreçte Avrupalı devletler sömürgelerdeki kalabalık halk kitlelerinin beklentilerini karşılamak yerine yerli seçkinlerin taleplerini karşılayarak ilişkileri sürdürmenin daha kolay olabileceğini değerlendirdi. Ancak gösterilen çabalar sonuç vermeyince Hindistan, Cezayir, Tunus, Fas, Kenya ve Malezya gibi sömürgelerde bağımsızlık yanlısı ayaklanmalar çıktı. Ayaklanmalar iç çatışmaları da beraberinde getirdi. Avrupalı sömürgeci devletler, ülke içinden bazı grupları destekleyerek kontrollerini devam ettirmeye çalışmışlarsa da bu durum çok uzun sürmemiştir. Ancak Avrupalıların taraf olduğu iç çatışmalar devam etmekte olan sömürgeciliğin yıkılmasında kısmen bir engel oluşturdu. Sonuçta İkinci Dünya Savası’nın bitmesiyle beraber sömürge düzenleri birer ikişer yıkılarak sömürülen ülkelerin bağımsızlık süreçleri başladı.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra 1950’li ve 1960’lı yıllardan sonra bağımsızlığını kazanan Afrika ve Asya ülkelerinde, sadece “yeni sömürgecilikten” veya sadece “yeni emperyalizmden” söz etmek yerine her ikisinin de devam ettiği söylenebilir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan İslam veya diğer devletlerin siyasi ve idari yapıları kısmen kendi tarihleri ve coğrafi şartları temelinde devam etse de büyük ölçüde eski sömürgeci devletlerin sistemlerinden etkilenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığını kazanan ülkelerde sömürgecilerin kendileri ülkeden ayrılmış ancak siyasi, hukuki ve ekonomik etkileri bir süre daha devam etmiştir. Bağımsızlıklarını kazanan eski sömürge ülkelerinin bir çoğu çeşitli alanlarda modernleşme süreçlerini başlatmıştır. Modernleşme konusundaki çabalar ülkeyi yöneten asker ve sivil bürokratlar ile aydın veya yöneticiler tarafından uygulamaya konulmuştur. Dış politikaları eski Doğu bloğuna yakın olan İslam ülkelerinden bazılarında ise eski sömürgeci devletlerin ekonomik sömürüsüne son vermek amacıyla devletçi bir ekonomik sistem uygulanmaya başlanmıştır.

Eski sömürgeci yapının sona ermesiyle sömürgecilik tarihsel açıdan yeni bir şekle dönüşmüştür. Yeni tarz sömürgeciliğin esası, ekonomik çıkarlardan daha ziyade stratejik üstünlüğü elde etmeye yönelikti. Amerika’nın başını çektiği yeni dönemde geleneksel sömürgecilikten farklı olarak, ülkelerin siyasi kontrolünü ele geçirmek asıl hedef olarak belirlenmişti. Ekonomik kazanç bu durumun doğal bir sonucu olarak ortaya çıkacak bir süreçti.

 

                8.            Türkiye’nin geçmişte sömürgecilikle doğrudan bir deneyimi olmasa da, Cumhuriyet dönemi ve sonrası için Türkiye’nin bölge siyaseti ve küresel dengeler içinde sömürgecilik karşıtı politikalarını nasıl görüyorsunuz?

İfade ettiğiniz gibi Osmanlı Devleti’nin sömürgecilikle doğrudan bir deneyimi bulunmamaktadır. Bununla birlikte kimi tarihçiler Osmanlı Devleti ile İngiltere’nin 1838’de imzaladıkları Baltalimanı Ticaret Antlaşması’nın maddelerinin Osmanlı’yı “yarı-sömürge” durumuna düşüren bir dönüm noktası olarak kabul etmektedir. 1838 ve sonrasında imzalanan ticaret antlaşmaları ile gelişen yarı-sömürge durumunu yabancı sermaye çevreleri ve bunlarla bağlanan yerli grupların bağımlılık ilişkileri bakımından değerlendirildiğinde bir grup ticaret burjuvazisinin İngiltere ve Fransa yanlısı, bir başkasının Almanya bağımlısı olduğuna dikkat çekilmektedir.

Cumhuriyetin ilanı ile sömürgecilik karşıtı duruş net bir şekilde ortaya konulmuştur. Burada öncelikle Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK başta olmak üzere Türk İstiklal Harbinin kahramanlarını rahmet ve minnetle anmak gerekmektedir. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün emperyalizm karşısındaki mücadelesi mazlum milletlere örnek teşkil etmiştir. Türk İstiklal Harbi sonrasında yeni bir rejim tercihinde bulunulmuş ve yeni devletin iç ve dış sorunlarıyla ilgilenilmiştir. Temel prensip “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” olarak belirlenmiştir. Ancak bunu küresel ve bölgesel sorunlara ilgisizlik olarak değerlendirmemek gerekmektedir. Küresel ve bölgesel güçlerle barış zemininde işbirliği ve sömürgeci güçlere karşı denge ve istikrar arayışı olarak değerlendirilmelidir. Bu süreçte kimin zaman Sovyet Rusya ile bilahare İngiltere ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleriyle yakın ilişkiler kurdu. Dış politikanın belirleyicisi olan en temel unsur güvenlik arayışı. Bu kapsamda 1934’te Balkan Paktını 1937’de Doğulu komşularıyla Sadabad Paktını imzalarken aynı zamanda Batılı devletlerle de ilişkilerini geliştirmeye çalıştı.

                9.            Günümüzde küresel şirketler, uluslararası kuruluşlar ve medya üzerinden yürütülen modern sömürgecilik biçimleri hakkında neler söylemek istersiniz? Sizce emperyalizmin yöntemleri nasıl evrildi?

Emperyalizmin karmaşıklığı sömürgecilik ile ilgili farklı yaklaşımların ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Bu anlamda bazı kaynaklarda geçen “Avrupalı hükümetler her zaman için emperyalist maceralara hevesli değillerdi, ama icap ettiği durumlarda, isteksizce sömürgeleştirme sürecinin içine çekildiler” ifadeleri dikkat çekicidir. Keza “emperyalizm, Avrupa içindeki siyasal mücadelelerin, çevresel bölgeleri de içine alacak şekilde genişletilmesi olarak” görülmektedir. Sömürgecilik sonrası ve yeni emperyalizm, Amerikan hegemonyasının yükselmesiyle etkilerini birleştirmişlerdir. Bu da İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde sömürgeciliğin tasfiyesi döneminde Avrupa hakimiyeti altındaki bölgelere Avrupalıların yerine Amerikalıların yerleşmesiyle gerçekleşmiştir. “Yeni sömürgeciliğin temelinde, teorik olarak bağımsız olan ve kendi kendine hakim olma öğelerinin tümüne sahip olan bir devletin, gerçekte politikasının dışarıdan yönetilmesi bulunur”. Belli bir aşamadan sonra eski emperyalist güçler eski sömürgelerini “içten” denetlemeyi artık gereksiz bulmuş, bunun yerine bu ülkelerin gelişmelerine “yardım ettikleri” sistemler kurmaya başlamışlardır. M. Ferro’ya göre İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni sömürgecilikten çok yeni emperyalizm söz konusudur. Ancak ekonominin globalleşmesi nedeniyle bu deyim de tam yerinde kullanılamamaktadır. “Çokulusluların emperyalizmi” deyimi ise, bunların çıkarlarıyla devletlerin çıkarlarının iç içe geçmeleri olgusunu aktarmamaktadır. Ona göre mevcut duruma “çokuluslu emperyalizm” demek daha uygun olmalıdır. Çokuluslu emperyalizm esasen çokuluslu şirketler aracılığıyla yürütülmeye başlandı. Bu süreçlerde çokuluslu şirketler, her türlü medya aracılığıyla bir algı oluşturarak yapılan kötü bir şeyi iyi bir şeymiş gibi göstermeye başladılar.

 

                10.          Son olarak, genç nesiller için sömürgecilik tarihini öğrenmenin ve bu bilinci canlı tutmanın önemi hakkında neler önerirsiniz? Akademik camianın ve sivil toplumun bu konudaki sorumlulukları nelerdir?

Son olarak genç nesillerin hem sömürgecilik tarihini hem de Türk tarihini öğrenmelerinin çok önemli olduğunu hatırlatmak isterim. Aslında bugün karşılaştığımız sorunların tamamının çözümüne dair ip uçları tarihte, tarihimizde mevcuttur. Türk ve İslam dünyasının bugün yaşadığı sorunların çözümü için başvurulması gereken yegane bilge öğretmen tarihtir.

Akademik camia ve sivil toplum, sömürgecilik konusuna daha fazla eğilmek, toplumun dikkatini bu hususlara çekmek zorundadır. Sömürgecilik veya emperyalizm kavramları gerek bilimsel zeminde gerekse popüler alanda tartışılmalı ve Batılı devletlerin aslında ne yapmak istedikleri neyi amaçladıkları iyice anlatılmalıdır.

Son olarak şunu söylemek isterim ki Batılılar her zaman etken ve üstün, İslam dünyası edilgenmiş gibi çok karamsar bir tablo çizmek doğru değil. Emperyalistler her türlü stratejiyi kullanabilirler. Ancak bunu bozacak tarihsel derinlik ve tecrübe Türk ve İslam dünyasında mevcuttur. Umut her zaman vardır, kader gayrete aşıktır.

KAYNAKLAR VE OKUMA LİSTESİ

ADEBAYO, Adekeye, The Curse of Berlin: Africa After the Cold War, Hurst & Company Publishers Ltd., London, 2010.

BİLGİLİ, Alper, “Sosyal Darwinizm”, https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/sosyal_darwinizm (01.07.2025).

DEMİR, Ali, “Sömürge Devletlerinin Kullandığı Sömürgecilik Araç ve Metotları Vaka Analizi: Belçika Krallığı’nın Kongo’daki Sömürge Dönemi”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Yıl: 7, S. 14, Aralık 2011, s. 117-141.

EDİZ, İsmail, “Modern Sömürgecilik”, Sömürgecilik Tarihi (Afrika-Asya), edt. Azmi Özcan, Anadolu Üniv. Yay., Eskişehir, 2014.

FERRO, Marc, Sömürgecilik Tarihi, Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine 13. Yüzyıl-20. Yüzyıl, çev. Muna Cedden, 2. Baskı, İmge Kitabevi yay., Ankara, 2011, s. 19.

GÖKKAYA, A. Kürşat – YEŞİLBURSA, Cemil Cahit, Yeni ve Yakın Çağ Tarihi, Bir Sosyal Tarih Çalışması, 2. Baskı, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2010.

GÖKSOY, İsmail Hakkı, Çağdaş İslam Ülkeleri Tarihi, 2. Baskı, Fakülte Kitabevi Yayınları, Isparta, 2003.

KAVAS, Ahmet, “Tarihi Süreçte Sahra Altı Afrika: Osmanlı-Afrika İlişkileri ve Sömürgecilik”, II. Uluslararası Türk-Afrika Kongresi, Sahra Altı Afrika, (12-13 Aralık 2006), ed. Ahmet Kavas-Ufuk Tepebaş, Tasam Yayınları, İstanbul, 2007, s. 75-84.

KEİTH, Arthur Berriedale, The Belgian Congo and The Berlin Act, Clarendon Press, Oxford, 1919.

KURNAZ ŞAHİN, Feyza, Çanakkale Savaşları ve Kara Afrika Basını Savaş Basın ve Propaganda, Berikan Yayınevi, Ankara, 2016.

LURAGHİ, Raimondo, Sömürgecilik Tarihi, çev. Halim İnal, E Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2000.

ORTAYLI, İlber, İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Ankara Üniversitesi SBF Yayını, Ankara, 1981.

ÖZCAN, Azmi, Sömürgecilik Tarihi (Afrika-Asya), edt. Azmi Özcan, Anadolu Üniv. Yay. Eskişehir, 2014.

ROBERTS, J.M., Avrupa Tarihi, çev. Fethi Aytuna, İnkılâp Kitabevi Yay., İstanbul, 2010.

SAKA, Burak Ahmet - ŞAHİN, Gürsoy, “Berlin Batı Afrika Konferansı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Konferanstaki Tutumu (1884-1885)”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, no. 84, Nisan 2025, ss. 59–77.

ŞAHİN, Gürsoy, “Afrika’nın Sömürgeleştirilme Sürecinde Berlin Konferansı (1884-1885) ve Afrika Basınına Yansımaları”, History Studies, vol. 10, no. 1, Şubat 2018, ss. 247–268.

ŞAHİN, Gürsoy, “Sömürgecilik ve Emperyalizme Doğru”, Yeni ve Yakın Çağ Tarihi, Editör:Selim Hilmi Özkan, İdeal Kültür Yayıncılık, İstanbul 2019, ss. 317 -347.

TATAR, Taner, Sömürgecilik Sosyolojisi Ders Notu, Malatya, 2009.

TÜRKİSLAMOĞLU, Elif, “Türk Düşüncesinde 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması’nın Osmanlı İmparatorluğu Ekonomisi Üzerindeki Etkilerine Dair Tartışmalar”, Türkiye İktisat Kongresi 2023 (19-20 Temmuz 2023) Bildiriler Kitabı, (yay.haz. Yunus Pustu vd.) TTK Yayını Ankara, 2024, s. 597-623.

Bu haber toplam 1106 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim