• İstanbul 23 °C
  • Ankara 24 °C

Caner Arabacı: “AKİF, YIKIM DÖNEMİNDE DURACAĞI YERİ, TERCİHİNİ DOĞRU YAPMIŞ BİR AYDINDIR”

Caner Arabacı: “AKİF, YIKIM DÖNEMİNDE DURACAĞI YERİ, TERCİHİNİ DOĞRU YAPMIŞ BİR AYDINDIR”
Röportaj: Mehmet Kurtoğlu

Tarih profesörü Caner Arabacı’nın Konya üzerine tarihi araştırma ve incele eserleri yanında Şahin Bey ve Yavuz Selim adlı iki tiyatro eseri bulunmaktadır.

Bekir Şahin ile birlikte kaleme aldığı “İstiklal Marşı’nı Değiştirme Çabaları ve Milli Şairde Dirilmek eserinde hem Âkif’in şahsiyetini hem de İstiklâl Marşı’nı değiştirme çabalarını değerlendiriyor.  Âkif üzerine incelemeleri de bulunan Caner Arabacı ile hem Âkif hem de İstiklal Marşı üzerine konuştuk. Bu yıl doğumunun 150. Yılını kutladığımız Mehmet Âkif’in üzerine yapılmış bu röportajı severek okuyacağınızı düşünüyoruz.

-Yıkım dönemi aydını olarak tanımladığınız Akif’in hayatına ve sanatına baktığımızda, “yıkım” değil de güçlü bir “mücadele” görüyoruz. İmparatorluğu etkisi altına alan, hatta dönemin birçok şairini buhran ve kaçışa sürükleyen bu yıkımın Akif’te görülmemesinin nedeni ne olabilir?

mehmet-akif.jpg

-Milletlerin hayatında yenilgiler ve galibiyetler, birbirini takiben görülebilir. Bazen yükseliş, gelişme; bazı dönemler yoksulluk ve gerileme hali yaşanabilir. Asıl olan bunların varlığı değil, neden yaşandığının keşfedilmesidir. Akif, Osmanlı Cihan Devleti’nin yıkım devrinde yaşamış bir bilge şahsiyet olarak, çözülmenin ve daha önceki yükselişin sebeplerini kavramıştır. Yıkılışı hızlandıran, iç moral değerlerdeki çözülmenin farkındadır. Onun için, “yıkıcılara” benzemeye tepkilidir. Ayakta kalmanın, doğru değerlerle bütünleşmeden geçtiğini, dürüst, çalışkan ve ilim sahibi olmak gerektiğini bilmektedir. “Celladına aşıklık” tavrının çözülmeyi, yenilgiyi hızlandırdığının bilincindedir. Onun için “cellat” takımı ile savaşmayı tercih eder. Bu yüzden mücadele tavrında kararlı ve güçlüdür. Fiili cihad ile fikri cehdi özünde birleştirmiştir. Düşünce alanında yenilginin, harp meydanında yenilgiyi; fikri işgali benimsemenin, fiili işgali getirdiğini görmektedir. Doğru öngörüsünden dolayı, her türlü işgal ve manda temayülüne hasımdır. Düşünce alanındaki savaşın farkında olmayan ve sanat-edebiyat yapma temayülüyle akıntıya kapılanlar, kültürel maşaları durumunda oldukları saldırganlar karşısında teslimiyeti tercih etmişlerdir. İşgal döneminin meşhur yazar, siyasetçi ve gazetecilerinin İngiliz, Amerikan, Fransız hatta Rus mandasına yönelmeleri, buhranın seviyesinin ne kadar ileri olduğunu ortaya koymaktadır. Kendine güveni; vatana, millete, hepsinden öte medeniyet değerlerine bağlılığı, kalmamış olanlar artık sığınacak liman olarak “düşmanı” görmüşler, onların himayesi altına sığınmayı kurtuluş sanmışlardır. Aslında cellada sığınma, kurtuluş değil; gerçek kurtuluştan ebediyen kaçıştır. Hatta kaçışla birlikte, sömürgeleşmeye gönüllü rıza, yani mukadder sona teslimiyet halidir. Akif, düşünce savaşında kendi değerlerinin safında yer almıştır. Bu tavrı ile işgalcilerle fiili mücadelede karşı karşıya olması, durduğu yerin doğruluğunu ispatlamaktadır. Doğru yerde durup, her yönden mücadele verme düşüncesi bir bilenmeyi de getirmiştir. Akif, doğruda bilenmiş bir şahsiyet olarak sanatını, kalemini, sözünü insanımızı bilemenin vasıtası yapmıştır. Bu duruştaki bir kimlik sahibine, cellada sığınma değil, şerefli bir kavgayı tercih etme yakışırdı. Akif, kendine, değerlerine, tarihine yakışanı yapmıştır.

- İstiklal Marşı üzerine araştırmalar yapmış biri olarak, “yıkım dönemi aydını” şeklinde tanımladığınız Âkif’in, kaleme almış olduğu İstiklal Marşı’nda, milletine “korkma” diye seslendiğini görüyoruz.  Yıkılmakta olan imparatorluk içinde böylesine güçlü, inançlı ve özgüvenli bir sesin yükselişinin yankısı, toplum nezdinde nasıl karşılanmıştır?

-Doğru yerde durduğunuz zaman, yerini bilemeyen, tereddüt içinde kalan insanlara model olursunuz. Akif, yıkım döneminde duracağı yeri, tercihini doğru yapmış bir aydındır. Düşman kültürünü tercih edenlere, “aydın” demek doğru düşmemektedir. Toplumun önü açamayan, yolunu ışıtamayan, üstelik düşmana meyleden tipler; aydın değil, okumuş zavallılardır. Balkan Harplerinden bu yana “Millî Şair”, “İslam şairi”, toplumun birleştiği yer olması itibarıyla “camideki şair” olarak anılır olması, Akif’in toplum nezdinde bir karşılığının olduğunu göstermektedir. Böyle olduğu için Millî Mücadele yoluna düşüldüğünde, millet desteğini alabilme niyetiyle Akif, İstanbul’dan davet edilmiştir. Akif’i İstanbul’dan Ankara’ya davete gelen, Trabzon Milletvekili Ali Şükrü’dür. Ama Ali Şükrü, kendiliğinden gelmemiştir. Onu, Akif’i davete gönderen Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal, fikren farklı olduğunu bildiği, önceden tanıdığı Akif’i niçin davet etmiştir? Bunun tek cevabı vardır: Paşa, kurulmakta olan Kuva-yı Milliye’nin halk tarafından kabul görmesini sağlamada Akif’in saygınlığını değerlendirmek istemiştir. Yani davetin sebebi, halka “güvenip, benimsediğiniz Mehmet Akif de bizim saflarımızda. Siz de destek verip, katılın” mesajını verebilmek içindir. Akif, bu konuda tereddüt etmemiştir. Daveti aldığı günün ertesinde oğluyla birlikte Ankara yoluna düşmüştür. O, vatan söz konusu iken küçük hesap yapacak biri değildir. Ankara’ya geldiği 24 Nisan 1920 günü, Meclis bahçesinde Mustafa Kemal’le karşılaşmış, Ankara’da yayınlanan Hakimiyet-i Milliye gazetesi onun katılışını haber yapmıştır. Kısa süre sonra, Hacı Bayram Camisi’nde vaaza başlamıştır. Yalnız aslında Akif’in ilk defa Kuva-yı Milliye’ye katılışı, bu değildir. Şubat 1920’de İstanbul’daki, maaşı iyi görev ve makamını da tehlikeye atarak Balıkesir’e gider, Kuva-yı Milliye yanında saf tutar. Onun cami vaazları, sadece Ankara’nın manevi merkezi olan Hacı Bayram Velî’de değildir. Balıkesir Zağnos Paşa Camisi’nde, Kastamonu Nasrullah Camisi’nde, Konya ve daha birçok yerde halkı uyandırma ve Kuva-yı Milliye’ye katmak için konuşmalar yapmıştır.

“Stockholm sendromu” zebunu, yani celladına aşık bazıları Akif’i, cami vaazlarından dolayı dışlar, ötekileştirirler. Ne yapsaydı Akif? Dönemin en büyük, geniş konferans salonları tarihi camilerdi. Oralarda hem inanca bağlılığı tazeledi hem de vatan müdafaasına katılmayı teşvik etti. Sevr’in en açık, anlaşılır şekilde anlatıldığı yer Nasrullah Camii değil miydi? Üstelik camide Sevr’i anlattığı konuşmaları, Sebilürreşad’ın 464. sayısında yayımlandı. Sonra, ayrı ayrı üç defa onar bin basılarak Diyarbakır dahil bütün Anadolu’ya dağıtıldı. Mandacıların kirlettiği bir ortamda Akif, ölümüne bir mücadeleye toplumu teşvik ediyordu. O, “Sizden istenen ceketiniz, cüzdanınız değildir, başınızdır” diyordu. Başı istenen insan, nasıl taşa, sopaya sarılır, bulamazsa yumruğunu sıkar ve mücadele ederse, öyle vatan müdafaasına koşulmasını istiyordu. M. Kemal’in Akif’e, “Sevr’i en iyi siz anlattınız” demesi, boşuna değildi. Şiirleri ezberlenen, gözyaşları içinde okunan Akif’in toplum nezdinde bir karşılığı vardı. Hep oldu. Ama aklını ve vicdanını Batının emrine tahsis edenler, Akif’i kullanmanın ötesinde anlamak istemediler.

-Sizin de kitabınızda belirttiğiniz gibi, İstiklal Marşı’nı değiştirme çabaları olmuştur. Bunlardan biri 1925’te gerçekleşmiştir. Sizce neden böyle bir değişime ihtiyaç duyulmuştur?

-İstiklal Marşı’nın değiştirilme çabaları, toplumdan gelen bir isteğin sonucu değildir. Tamamıyla batıcı elit ve hâkim zümrenin, topluma rağmen devlete hükmetmenin verdiği güçle, gerçekleştirmek istedikleri bir iştir. Millî Marşı değiştirme çabası, 1923 sonrası takip edilen medeniyet ve kültür değiştirme hamleleriyle doğrudan bağlantılıdır. İslam Medeniyetinden kurtulup Batı Medeniyetine kapılanma yönelişi, Türkiye’de bir ilerleme çabası olarak telkin edilmiştir. Aslında, zorunlu kültür değiştirme çabası, ilerleme ile alakalı değildir. Çünkü kültür ve medeniyet değiştirmenin devlet gücüyle dayatıldığı süreçte; bilimsel düşünce, bilim üretimi, yerli teknoloji geliştirme asla aynı şevkle zorlanmamıştır. Halbuki gelişme, bu üçleme birbirini takip etmezse mümkün olamayacak bir süreçtir. Kılık-kıyafette değişim, günlük hayatta dünkü savaştıklarımıza benzeme, değerler dünyasında İslam’ı hatırlatan her şeyin dışlanması, gelişmenin olmazsa olmazı olarak öngörülmüştür. 1925’te Konya’da asırlardır varlığını sürdüren hafız okullarının kapatılıp “Kurtuluş” okulu adıyla ilkokul, ortaokula çevrilmesi, tipik bir örnektir. Kur’an ezberleme, zihinleri körelteceği için Kur’an’dan kurtulmak gerekmektedir. Yapılanlar sıradan, normal karşılanabilecek bir inanmama tavrı değildir. İnancın ferdin aklı, kalbi ile irtibatı, iç dünyada kabul yönü düşünülürse, bazı şahısların; toplumlarının inancını benimsememesi tabii karşılanabilir. Ama bu tür yönetici seçkinler, kendi halkının değerlerine savaş açmazlar, açamazlar. Sorgulanan dönemdeki değişim, sıradan bir gelişme niteliğinde değildir. Hristiyan Avrupa’ya karşı varlık kavgası vermiş bir milletin yönetici elit zümresi; bu defa savaşı, içe dönük vermeyi gelişme yolu saymıştır. 12 Mart 1921’de Meclis Başkanı başta bütün milletvekillerinin ayakta dinleyerek alkışlar arasında kabul edip kanunlaştırdığı İstiklal Marşı’nın içeriği, artık istenmemektedir. “Şehadetleri dinin temeli” olan Ezan, mabet, ruhun emeli “İlahi” varlık, şüheda gibi ifadeler, istenmeyene gönderme yapmaktadır. “Garp” yani vatana saldıran güç olarak Avrupa hasımlığını ifade eden satırlar, yeni gündeme uymamaktadır. Üstelik, “Halâskâr Gazi, Kurtarıcı, Münci-i Millet” olarak anılan liderle ilgili, on kıta içinde tek özel atıf yoktur. Uzun bir şiiri ayakta dinlemek, artık çok gelmektedir. Besteye, iki kıtasının alınması bile çok olmaya başlamıştır. Dönemin devlete egemen olan zihniyeti açısından, halkın şiiri sevip benimsemesinin de çok bir kıymeti harbiyesi yoktur. Halk, zaten dönüştürülmesi gereken, ne giyeceğini, neye inanacağını, nasıl yaşayacağını bilemeyen bir zümredir. İstiklal Mahkemelerinin içe dönük değişimin kılıcı olduğu ortamda, İstiklal Marşı’nın Maarif Vekili tarafından gazete ilanları verilerek değiştirilmesine karşı çıkacak kimse de yoktur. Böylesine elverişli bir ortamda, Millî Marşın değiştirilmesi konusu da değerlendirilmiştir.

istiklâl_marsi_(cerîde-i_resmiye)_matbu.png

 

-İstiklal Marşı’nı değiştirme düşüncesi, 1937 tarihinde yeniden gündeme gelmiş ve yarışma açılmıştır. İstiklal Marşı’nın içinde “Türk” kelimesinin geçmemiş olması ve “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraında geçen “medeniyetin canavara” benzetilmesi neden gösterilmiştir. Sizce bunlar değiştirilmesi için bir neden midir? Yoksa arkasında başka nedenler mi vardır?

-Batıyı yani Hristiyan Medeniyetini tek, ulaşılması gereken medeniyet görme, sorunuzda yoklanan konunun özü durumundadır. Mısır, Çin, Hint medeniyetlerini sömürgeleştirmiş bulunan Hristiyan Medeniyeti karşısında, temel kaynakları bozulamadan direnen yalnız İslam Medeniyeti kalmıştır. İslam toplumlarının sömürge insanı haline getirildiği, İslam ülkelerinin paylaşıldığı bir devirde sıra, direnç noktasının kırılmasına gelmiştir.

Marşın içinde “Türk” kelimesinin geçmemiş olması, küçük bir çeldiricidir. “Benim milletimin”, “ırkıma”, “arkadaş” tipli hitaplar, hep özgün ve Türk Milletini hatırlatan deyişlerdir. Bunlar varken, “Türk” kelimesinin geçmemesinin gam yapılması, pek samimi gözükmüyor. Kültür ve değerler olmadan milletin olamayacağını bilenler için, has adı anıp içi boşaltmanın, aslında milletin geleceğini karartma olarak anlaşılması zor değildir. Asıl sebep sizin de belirttiğiniz üzere, “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraında geçen “medeniyetin canavara” benzetilmesidir. Kısa süre önce vatanımızda, İstanbul dahil işgal edilen ve ettirilen yerlerde yapılanlar göz önünde bulundurulduğunda; bu satır, bir gerçeği dile getirmektedir. Çekilen acılar hatırlanırsa söylenen hafif bile kalmaktadır. “Vahşi kapitalizmin” uygulayıcısı Hıristiyan Medeniyetinin işgalci, sömürgeci, katliamcı yönü açıktır. Avrupa’nın yamyamlık tarihi bilinmektedir. Fakat dökülen kanlar kurumadan cellada sevdalanma tavrı, resmiyet kazanmaya başlamıştır. Yöneliş, sıradan bir meyil değildir. Kültürel bağımlılığın tavan yaptığı bir baskı eşliğinde değişim öngörülmektedir. Akif’in karşısında görüş sahibi olan Falih Rıfkı Atay, “Hepimiz o tek dişe tutunduk” derken sadece dalgasını geçmez. Bir gerçeği de vurgular. Aslında Hristiyan Medeniyetinin insani yönü, makyajdan başka bir şey değildir. Katliamlarla kirlenen ruhunu, hümanizm idealiyle perdeleyip teskine yönelmiştir. Asıl gücü, ürettiği teknoloji ile farklı coğrafyaları esir edip sömürmesinden ileri gelmektedir. Ama Batının teknoloji gücüne yani tek dişine tutunanlarda, yerli teknoloji geliştirme gibi bir tavır asla yoktur. Batıya rekabet düşüncesi de yoktur. Ona ulaşma ve benzeme hedeftir. Zaten döneme bakıldığında teknolojik gelişmeler, basit ama gerekli tüketim malzemelerinin üretimine dönüktür. “İstikbal göklerdedir” denildiği halde, tanınıp bilinen biri olmasına rağmen Vecihi Hürkuş’a, Nuri Demirağ’a destek verilmez. Şakir Zümre’nin üretimi, emeklerinin ürünü olarak kalır. Hatta sonra onun bomba yapımı, düdüklü tencere ve soba üretimine çevirtilir. Un, şeker, iplik, kumaş, toplu iğne türü üretimler hiç yoktan iyidir. Ama vatan savunmasına dönük yerli savunma sanayisine ait değildir. Üstelik, ilk reisicumhurlar, askeriyeden gelmiş kimseler olduğu halde bu böyledir. Kültürel bağımlılık, hâkim zümrede içselleştirilmiştir. Ezanın Türkçe okunmasına verilen emeğin çeyreği veya serpuş tercihine harcanan gayretin yarısı, yerli savunma sanayisine verilemez miydi, diye sorulabilir. Almanya’da dört ay kalarak Batıyı yerinde tanımaya çalışan, Berlin Hatıraları’nı yazan, ideal insan tipi Asım’ı Avrupa’ya gönderen Akif’in, aslında kastettiği bellidir. Afrika, Amerika, Avustralya, Anadolu’da Hristiyan orduları ve destekledikleri güçlerin, neler yaptığını o dönem herkes bilmektedir. Sadece Uşak’tan İzmir’e kadar olan alanda, yakma taburları tarafından benzin dökülerek ateşe verilen şehir, kasaba ve köyler, kirletilen namuslar, öldürülen masumlar dönemin ileri gelenlerinin bildiği vahşetlerdir. İngilizlerin, esir on beş-yirmi bin Mehmetçiğin gözlerini kör ederek esir değişiminde sağlam İngilizleri aldığını dönemin önde gelenleri bilmiyor olabilir miydi? Mecliste dile getirilen İngiliz vahşeti, unutulmuş olabilir miydi?

O zaman soruya her halde şöyle cevap verilebilir: Medeniyet yönelişi, bilinçli bir tercihti. Her şeye rağmen Hristiyan Medeniyeti tercih edildi. Hatta bir ara dinde reform çalışması, Hristiyanlaşma talepleri dile getirildi. Hristiyanlığı benimseme teklifinin, 1925-1938 arasında Türkiye’nin Hariciye Vekilliğini yapan zata ait olması çok anlamlıdır. Şu durumda yöneldiğimiz Batının, yanlışlarının hatırlatıldığı bir İstiklal Marşı’nın okunmaya devam etmesi, zihinleri karıştıran bir unsur olurdu. Her önüne gelen, “Bu ne lahana turşusu” diyebilirdi. En kestirme, yapılacaklardan biri marşı değiştirmekti. Hakimiyet-i Milliye iken yani millet egemenliğini öne çıkarırken, değişimden nasibini alıp kişiliksiz bir kelime ile adı dönüştürülen Ulus gazetesinin uzun marş değiştirme ilanı, 11 Sonkanun (Ocak) 1938 tarihli nüshasında yayınlanmıştı. Yazacak şair bulunmuş, şiir kaleme alınmıştı. İşler yolunda giderken liderin vefatı ile marş değişikliği ötelendi. 1937 sonrası marş değiştirme başarısızlığı, özet de olsa böylece izah edebilir sanırım.

 

-1937’deki yarışmaya üstat Necip Fazıl’ın katılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

-İlla bir marş yazılacaksa onu, ünlü bir şairin kaleme almasından doğal ne olabilir? Üstelik bu işlem, Mehmet Akif’in vefatından sonradır. Nitekim Necip Fazıl, istenilen yani kısa, lidere atıf yapan özellikleri taşıyan bir şiiri de ortaya kor. Ama lider vefat ettiği için teslim edilen şiir, millî marşa dönüşmez. Necip Fazıl da onu, Büyük Doğu Marşı haline getirir.

-Necip Fazıl’ın Edebiyat Mahkemeleri kitabında Akif’i sanık sandalyesine oturttuğunu biliyoruz. Onun bu tutumunun gerisinde şair ve İslamcı kimliğiyle Akif’in yerine göz diktiğini söyleyebilir miyiz?

-Necip Fazıl ile Mehmet Akif arasında doğal olarak nesil farkı var. İkisi de yıkım dönemlerinde yetişmiş olsalar da karakter değişikliğinde, aile çevresinden gelen etkileri, yetişme tarzını dikkate almakta yarar var. İslamcı şair olmaları, ortak nokta gözükmektedir. Aralarındaki asıl uyuşmazlığın II. Abdülhamit ile ilgili bakış farkından oluştuğunu vurgulamak, sanırım daha yerinde olur. Yetiştiği dönem itibarıyla Jön Türklerin, en büyük ortak düşman olarak görüp öğrencilerini etkiledikleri bir ortamda eğitim gören Mehmet Akif, başlangıçta Abdülhamit düşmanı bir bakışa sahiptir. Fakat 1909 sonrasında yani Abdülhamit’in devletten uzaklaştırıldığı dönemde, bakışında değişiklikler vardır. Abdülhamit düşmanlığında ortak olduğu yöneticileri, icraatlarını görmüş, devletin çöküşüne şahit olmuştur. Acemi Kaptan veya Acemi Semerci gibi anlatımlarıyla eleştiri oklarını, Abdülhamit’i yıkanlara yönlendirir. Bu durumda, 1909 öncesi tavrı ile 1909’dan vefatına kadar devam eden ve yoğun mağduriyet yaşadığı dönemler arasındaki farkı dikkate almak gerekir. Necip Fazıl ise ilk dört yaşı hesaba katılmazsa, Abdülhamit’in devletten uzaklaştırıldığı bir dönemde yetişip okumuş, yıkım devrinde Abdülhamit’in arandığını görmüş bir şahsiyettir. Filozof Rıza Tevfik’in “Abdülhamit’in Ruhundan İstimdat” şiirini yayınlayıp bedel ödediği gibi, “Ulu Hakan Abdülhamit Han” kitabını da kaleme alıp yayınlar. Jön Türklerin izinden farklı bir yolla da olsa Paris’e uzanır. Artık o, Osmanlı’nın değil erken Cumhuriyet devrinin bohem okumuşlarındandır. İslamcılığa dönüşü, belki kimsenin göze alamayacağı zor bir zamanda başlar. Ama bu terfi döneminde, önceki devrin önde gelen edebi şahsiyetleri ile mahkeme kurup hesaplaşmayı öngörür. O zaman bu tutumunu, sadece Akif’le ilgili bir tavır olarak görmek yanıltabilir.

 

-“İstiklal Marşı’nı Değiştirme Çabaları ve Milli Şair’de Dirilmek” kitabınızda,1925’teki İstiklal Marşı şiir yarışmasına katılan şairleri ve şiirlerine yer vermişsiniz. İlk yapılan yarışmaya katılan 700 civarında şiir olduğu söyleniyor. Bunları görme imkânınız oldu mu?

-1925’te açılan millî marş yarışmasına katılan şiirler, yeterli gelmediği için, yarışma 1926’da devam ettirildi. Bu süre zarfında yarışmaya katılan altmış civarındaki şiirin, bazıları milli eğitim aracılığıyla, bazıları üst yazılarından anladığımız kadarıyla valilikler aracılığıyla katılmışlardı. Bunların hepsini okuma fırsatım oldu. Tabi bazı şairlerin şiirlerine ek olarak, vaat edilen ödüle duydukları ihtiyacı bildiren dilekçeleri, Akif farkını anlamada acı bir tecrübeydi. İhtiyacı olduğu halde kanunla ödenen ödülü, şehit yetim ve dullarına tahsis eden Akif ile tedavisi için, ihtiyaçlı olduğu için şiirinin birinci seçilmesini isteyen şairler arasında ruh iklimi yönünden gerçekten dağlar kadar fark vardı. O yüksek anlayış ve ruh asaletinden dolayıdır ki, Akif’i aşması mümkün olmayan adayların, şiirleri de İstiklal Marşı’nı aşacak kudreti yakalayamadı. Bu yüzden de çok istendiği halde Akif’in eserini değiştirmek mümkün olmadı.

 

-İstiklal Marşı’nın bestelenmesi üzerine de çeşitli tartışmalar yapılmaktadır. Bu konuda neler söylersiniz?

-İstiklal Marşı’nın mevcut bestesi, tam bir garabet olarak karşımızda durmaktadır. Akif’in güftesini değiştiremeyenler, sanki o muhteşem şiirin doğru dürüst söylenmesini engelleyerek bu toplumdan intikamlarını almış gibidirler. Hangi milletin millî marşı, bizimki gibi insanı tarafından doğru dürüst söylenemez haldedir? Yeryüzünde böylesine bir hilkat garibesi örneğini bilmiyorum. Mevcut beste ile gerçekleştirilen 93 yıllık garabetin acilen değiştirilmesi gerekir. Zeki Üngör’ün bestesi, üstündeki şaibe bir tarafa, yerli halk türküleri, sanat müziği, serhat türkü veya marşları türünde değil, Batı musikisi esas alınarak hazırlanmıştır. Önceki beste çalışmaları üzerinde yapıldığı gibi, bir musiki heyeti tarafından değerlendirilip kabul edilmemiştir. Tamamıyla bir oldu bitti ile 1930’dan bu yana kitlelerin gönlünce ve gür şekilde söyleyemediği bir eser olarak önümüzde durmaktadır. Müzikal hatalar, prozodi hataları yönünden şöhretli bir bestedir. Marşın yeniden beste yarışmalarına açılması, sadece eğitimli müzisyenlerin değil, halkın söyleyebileceği bir yerli eserin kabulü gerekmektedir.

-Akif’in Çanakkale, Bülbül gibi coşkulu ve destansı şiirleri, gerçekte bir devrin ruhunu ele verir. Bu bağlamda İstiklal Marşı’nı yazıldığı dönemi ve günümüzdeki yerini açıklar mısınız?

-Gerçekten, Çanakkale, Bülbül şiirleri; dönemini, olayları, devrin atmosferini iyi yansıtan eserlerdir. Çanakkale’de Akif, uzun süren bir canhıraş savaşın getirdiği endişeye zaferle gelen sevincin karışımını harmanlar. Ruhundaki patlamayla birlikte kaleminin mürekkebine gözyaşlarını karıştırarak destanı anlatır. İstanbul yani başkent, Payitaht ha düştü, düşecek endişesinin verdiği ruhi ıstırapla aylardır doludur. Necit çölünü dolaştıktan sonra erişilen zafer haberinin sevincinin sergilendiği bir anlatım orada devreye girer. Sam mevsimi ölümcül bir yolculuktan sonra Hicaz Demiryolu’na çıkmışlardır. Tek odalı El-Muazzam istasyonunun hurmalığında sevinç, şükür duyguları içinde uykusuz geçirdiği bir gecenin sabahına, elindeki o büyük destanı taşıyan kâğıt parçalarıyla ulaşır.

Bülbül’de ise, yıkımın büyüğü, feryadın yırtıcısı vardır. İstanbul, İzmir, Balıkesir’den sonra eski başkent Bursa da işgal edilmiştir. Irzlar kirletilmekte, Osman Gazi’nin sandukasına ayağını basan Venizelos’un oğlu, alçaklığın pozuyla, fotoğrafını çektirmektedir. Ümitsizliğin, milletvekillerinin ruhlarını da kararttığı bir dönemdir. Meclis kürsüsüne yas alameti olarak siyah örtü çekilmiştir. Akif, o ortamın ruhunda estirdiği fırtınayı satırlara döker. Bülbüle seslenişi, sebepsiz değildir. Artık matem devridir. Bir cihan devleti yıkılmış, vatan paramparça edilmiştir. Anadolu’da bile bu millete, İslam’a hayat hakkı tanımayan işgaller devam etmektedir. Fakat Akif, ümitsiz değildir. Allah’a hitabı da kahredici gelişmeler üzerine yükselen, bir mü’min nazlanması olarak değerlendirilmelidir.

İstiklal Marşı, artık görülen ıstırapların dindirilmesi yönünde millete moral, mücadele azmi, şahlanış ruhu verme çabasının eseridir. Orada, “Sus ey bülbül senin hakkın değil, benim hakkım matem” denmez. “Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın” denir. Gerekçe açıktır. “Sen şehit oğlusun”, “iman dolu göğsün gibi serhaddi” olan yiğitler deryasının ferdisin, denir. Yaratıcı ile bütünleşenin yenilmez olacağı inancı verilir. O yenilmezlik duygusu, Millî Mücadele boyunca Akif’in telkin ettiği ana özdür. Aslında İstiklal Marşı, bu yönüyle tarihe mal olmuş bir şiir değil, günümüz ve gelecekte de moral kaynağı olacak bir eserdir. Ölümlülere, ölümsüzlük yolunun işaretlediği esaslar, metne sindirilmiştir.

-İstiklal Marşı bağlamında ekleyeceğiniz başka şeyler var mı?

Bizim, İstiklal Marşı’nı idrak ve doğru dürüst çocuklarımıza söyletme konusunda vebalimiz bulunmaktadır. Bunu kavramak için illa, 1921 Şubatındaki kara günlere düşmemiz gerekmemelidir. Tarih, bir ibret aynası olarak önümüzde durmaktadır. Dost bellidir, düşman bellidir. Bize yakışan, dürüst, çalışkan, güvenilir, ilim-irfan sahibi olmak ve bu özelliklere sahip “Asım’ın nesillerini” yetiştirmektir. Gelinen yerdeki çürüme noktaları, gelecekle ilgili endişelerimizi harekete geçirmelidir. Akif’in, “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” duası, kulaklarımıza küpe olmalı; terör hareketleri başta olmak üzere, coğrafyamızdaki hareketlilik, geleceğe ait endişe ve hazırlık çabalarını harekete geçirmelidir.

-Teşekkür ederim.

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1014 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim