Çocukken nasıl da dünyanın keşfimize açık, ayaklarımızın altında uzayıp giden mülkümüz olduğunu duyarız! Bunun için üzerimize kayıtlı tapular, etrafı çitlerle çevrili bağlarımız bahçelerimiz olması gerekmez. Gökyüzü, dağlar, ovalar, kıvrılarak akıp giden ve görmediğimiz bir noktada denize dökülen ırmaklar, kasabanın merkezindeki cami, şehrin öteki ucundaki kervansaray kalıntısı, keşfedilmesi gereken mağaralar , uzak adalar ve balta girmemiş ormanlar bize aittir. Masallar bizim için kurulmuş, meseller bizim için uydurulmuştur. Yeryüzünün mülkümüz olmadığını, faniliğimizi, başkalarına ait olmaya devam edecekmiş gibi gelen mezarlıklardaki payımızı fark ettiğimizde kendi alımlamamıza göre bir travma yaşıyoruz. Daha sonra teslim oluyor, isyan ediyor, uzlaşıyor, nafile bir ısrarla yerleşmeye çalışıyor ya da mazide kalan bir umudu tazelemek üzere yollara düşüyoruz. Figüratif ressam Yveis Klein 1950'lerin sonunda Paris’te "benim eserim" dediği mavi gökyüzüne imzasını atarmış gibi 1001 balon uçurmuştu. Benzeri tecrübelerimiz olmadı mı hiç? Bir ağacın kabuğuna, duvarlara, tahta masalara kalemle çakıyla fırçayla özlü sözlerimizi, taşkın duygularımızı yazıp çizmedik mi, imzalarımızı atmadık mı? Aceleci sıçramalarla indiğimiz bir merdivenin tahta basamağına düşmüş sarı kırmızı sonbahar yaprağının geçiciliğe direnen büyüsünü yüreğimize nakşedip bir ömür boyu ekmeğimize katık etmedik mi?
Yazının devamı için: http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/19840/vakarin-bilgisi-hepimize-lazim































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.