Dil nedir, nasıl oluşur? Durumu Türkçe özelinde açıklayabilir misiniz?
Dil insana ilahî bir bağıştır. İnsan diliyle vardır, dil kimliğin ilk kademesidir. İnsanoğlu kelimelerden örülmüş bir dünyada yaşar, konuşur, yazar, okur, düşünür, anlar anlatır; kısacası insan diliyle yaşar.
Dillerin teşekkülü, hâlâ tam manasıyla açıklanabilmiş değildir. Bu hususta bir hayli teori var, çoğu birbiriyle çatışır. Dillerin tasnifi konusunda da tam bir mutabakat sağlanamamıştır. İnsanoğlu dili hazır bulur, dil kavmin, milletin malıdır ve tarih içinde teşekkül eder. Her çocuk bir dil vasatında doğar, dil öğrenmeye kabiliyeti dolayısıyla annesinin konuştuğu, evinde konuşulan dili kolaylıkla öğrenir. Türkçe gibi bazı dillerin daha çabuk öğrenildiği, buna karşılık arapça ve bazı batı dillerinin daha geç yaşlarda öğrenilebildiği tesbit edilmiştir.
Türkçenin yazılı geçmişi 14 asır öncesine gidiyor, elbette sözlü geçmişi daha kadimdir. Dilimizin 14 asır boyunca geçirdiği değişim üzerinde ciddiyetle düşünmek lâzımdır. Orhun kitabelerinin dili ile, daha sonra Uygur metinlerinin dili aynı değildir, çünkü bu arada bir din değişikliği olmuştur. Budizm üzerinden bir hayli kelime ve kavram Türkçeye girmiştir. Nihayet Müslümanlığı benimseyen Türklerin bu din ve medeniyet değişimi dolayısıyla sözlüklerinde hem değişme ve hem de genişleme meydana gelmiştir. Müslüman Türklerin dilindeki değişimi en yüksek seviyede ortaya koyan ilk eser Kutadgubilig’dir. Çok kısa zamanda aruzla böylesine bir edebiyat ve fikir eseri ortaya konulabilmesi İslâm’ın benimsenişinin şevk verici tesiriyle açıklanabilir. Kutadgubilig’de bugün kullanılmayan Türkçe kelimeler vardır, buna karşılık bir hayli arapça, farsça kelimenin de benimsendiği metinden çıkarılabilir. Asıl mühimi, kelime haznesi değişmekte ve genişlemekte iken, söz diziminde, sentaksta o zamandan bu zamana ciddi bir değişiklik meydana gelmemesidir.
Dilleri o dili kullananlar geliştirir, zenginleştirir. Bunların en önde gidenleri edebiyatçılar, fikir ve ilim adamlarıdır. Bir dil konuşulan dil olmaktan bu şahsiyetlerin eserleri ile yazı dili olmaya yükselir. Türkçe de farklı lehçeleriyle böyle bir seyir takip etmiştir. Bazı Türk lehçeleri son yüzyıla kadar yazıya geçmemiştir. Bunu mukabil doğu’da karahanlıca denilen yazı dili, daha sonra çağataycaya dönüşerek devam etmiştir. Oğuzların dili ise ancak Anadolu’da yazılı hale gelmiştir. Şimdi Batı türkçesi dediğimiz dil varlığımız 1200’lü yıllar, yani 13. Yüzyılda kayda geçirilmeye başlanmıştır. Malazgirt zaferinden 2 asır sonra Anadolu’da Türkçenin edebiyat dili olarak da hükümranlığı ilan edilmiştir. Yûnus Emre’nin büyük bir dil ve şiir kudreti ile ortaya çıktığı 13. yüzyıldan itibaren bu topraklarda yüzbinlerce ciltlik bir türkçe edebiyat (literatür) meydana getirilmiştir. Yûnus, Selçuklu’nun sonunda yetişir ve Osmanlı’yı müjdeler. Anadolu’da Selçuklu’nun en büyük edibî Mevlâna’dır, az sayıda türkçe mısra ve beyit söylemiş olan Mevlâna bu topraklarda farsçanın büyük bir şairi olarak ömrünü tamamlarken, Yûnus’un güneşinin parlamaya başladığını görürüz. Anadolu’da Selçuklu sonrası beylikler türkçe edebiyatın gelişmesine hizmet etmiştir. Tarihî devamlılık itibarıyla Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren türkçe konuştuğu, yazdığı ve Osmanlı beylerinin, sultanlarının türkçenin hamisi olduğu malûmdur. 2.Murat’dan itibaren türkçe şiir yazan bir hayli Osmanlı sultanı vardır. Sultan şairler içinde Fatih gibi, Kanunî gibi, şiir kudreti yüksek olanlar da çıkmıştır. Ömrü seferlerde geçen Sultan Süleyman’ın en büyük divan sahibi bir padişah olması ilgi çekicidir.
Dil bilinci nasıl oluşur / oluşturulur? Yeni nesil bu bilince nasıl ulaşabilir?
İnsanın bütün hayatı bir anlama (kavrama) ve anlatma (ifade etme) macerası olarak görülebilir. İnsanın anlamı araması varoluş sebebidir. Anlam yoksa insan yoktur! Akıl, hâfıza, hatırlama, tefekkür kabiliyeti... Bizi her kademede anlam arayışına götürüyor. Dil bizim sözlü ve yazılı anlaşma aracımızdır. Dillerin kendilerine mahsus yapıları vardır, sözler nasıl peş peşe dizilir, nasıl cümle kurulur? Kelimelerin cümle içindeki yerleri, rolleri nedir? Cümlenin âhengi nasıl sağlanır? Bütün bunları bilmek, öğrenmek gereklidir, fakat hiçbir dil kaideleri ezberlenerek öğrenilemez. Bize dil şuuru kazandıran edebiyattır. Güzel bir edebiyat eserini okurken farkına varmadan sıkıcı kaideleri zihnimize yerleştiririz. Doğru türkçe güzel türkçedir. İşte bu türkçenin tadına varanlar, “dil bilinci”ni de edinirler. Güzel türkçe için temel edebiyat metinlerini okumamız, bazılarını ezberlememiz şarttır. Yûnus’dan, Dede Korkud’dan divanlardan, halk âşıklarından temel metinleri okumalıyız, 19. Yüzyıl sonrası büyük yazarlarımızdan eserlerini okumalı, anlam dünyalarında girmeye çalışmalıyız. Bu arada Mehmed Âkif’i, Ömer Seyfeddin’i, Refik Halit’i, Yahya Kemal’i, Memduh Şevketi, Necip Fazılı, Tanpınar’ı, Sait Faik’i, Kemal Tahir’i, Tarık Buğrayı… Türkçenin son yüzyıldaki diğer büyük ustalarını mutlaka okuyup, onların kelime haznesine sahip çıkmalıyız. Bu zengini kelime varlığını bir kenara atıp, Türkçenin ruhuna uymayan, dil zevkini zedeleyen uydurma ve yabancı kelimeleri kullanmak tam manasıyla bir şuur kaybıdır.
Dilin canlı bir varlık oluşu meselesi dille ilgili herkesin malumudur. Kurulan komisyonlar devlet gücünü de arkasına alarak sömürgen mantığıyla Türkçeyi yok etme gibi azim bir amaçla hareket ettiler. Bunlara bu amacı sağlayan itici güç neydi acaba? Türk milletinden ve Türkçeden ne istediler?
Diller tabiî seyri içinde gelişir. Bu gelişmede o dili kullananların, bilhassa edebiyatçıların, fikir ve ilim erbabının ortaya koyduğu eserlerin rolü vardır. Dile müdahale, anlama müdahaledir; anlama savaş açmaktır. 1930’larda “inkılâp” denilen medeniyet değiştirme hamleleri sırasında en büyük hasar Türkçeye verdirilmiştir. Türkçe medeniyetimizin seyrine paralel bir gelişme göstermiştir. Osmanlı döneminde zirveye çıkmış, Fuzulî gibi, Bâkî, Nabi, Nedim, Galib gibi büyük şairler yetiştirmiştir. Sinan Paşa, Evliya Çelebi, Naima, Peçevî gibi nasirler çıkarmıştır. Dilimize geçmiş dönemde tarihimizin akışı doğrultusunda başka dillerden bir hayli kelime girmiştir. İslâmiyet dolayısıyla arapçadan, edebiyat dolayısıyla farsçadan. Buna karşılık bilhassa farsçada çok sayıda türkçe kelime vardır (on binden fazla olduğu belirtiliyor). Arapçada da küçümsenmeyecek sayıda türkçe kelime var, hatta ekler var. İslâm medeniyetinin taşıyıcı üç dili arasında asırlar boyunca alışveriş olmuştur. Her üç dilin de zenginleşmesi ve gelişmesinde bu alışveriş rol oynamıştır.
19. yüzyılın sonunda bilhassa gazetecilik dilde ciddi bir değişmeye ve sadeleşmeye yol açar. 20. Yüzyılın başında “yeni lisan” hareketi türkçeyi daha sade hale getirmiştir. Erken yaşta vefat eden büyük yazarımız Ömer Seyfeddin’in bu sadeleşme akımında önemli rolü olmuştur.
Türkçe 19. Yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında batı ilim ve feninin taşıyıcı dili olarak öne çıkmıştır. Batı’da ortaya çıkan ilim ve fen eserlerini, sosyal bilimlerle ilgili eserleri çevirmek için zengin bir terminoloji oluşturulmuştur. Osmanlı türkçe üzerinden bir medeniyet dili kurmaya yürümüştür. Batı’da terimler kökdil olarak kabul edilen latinceden yapılırken, Osmanlı kökdil olarak Kur’an’ın dilini kabul etmiştir. Bu yüzyılda tıp dilinden, felsefe diline, siyaset diline kadar birçok alanda müşterek kelimeler türetilmiştir. Bu kelimeler bütün İslâm dünyasında benimsenmiştir. Medeniyet, müessese, salahiyet, tayyare, nâzır, vatan, müdür, imza, teşrif, kalem (büro), muharrerat, maaş, inha, istirham, nizamname, mazbata, heyet, resmî, hususî, nefer, mukavele, arzuhal vb. kelimeler Arap dünyasında olduğu kadar İran’da da kullanılmıştır. 19. Yüzyılın sonunda meşrutiyetin ilanı ile türkçe Kanun-ı Esasi’de devlet dili olarak ilan edildiği için bütün Osmanlı dünyasında Türkçe öğretim yaygınlaşmıştır. Arapların çoğunlukta olduğu bölgelerde tedrisat arapça yapılmakla beraber, türkçe dersleri de öğretimde yer almıştır. Bunun dışında Abdülhamid aşiret mektepleriyle veya bazı yüksek öğretim kurumlarıyla ana dili türkçe olmayan çok sayıda gencin türkçe öğrenmesinin yolunu açmıştır. Eğer bu sistem bir çeyrek asır daha devam ettirilebilse idi, İslâm dünyasının entelektüel çehresi çok farklı olacaktı. Bernard Lewis, Osmanlı okullarından mezun olan Arapların genellikle Türkçeyi arapçadan daha ustalıklı kullandıklarını, aileleriyle, çoluk çocuklarıyla arapça, meslek ve okul arkadaşlarıyla türkçe konuştuklarını belirtiyor.
Cumhuriyet’ten sonra İslâm dünyasındaki bütün müştereklik sağlayan unsurlara, mûsıki dâhil, savaş açılmıştır. En başta din hedeflenmiştir. “Türkçe Kur’an inkılabı, Türkçe ezan” vb. en güçlü müşterek olan dinde bu ortaklığı ortadan kaldırmak amaçlıdır. Türkçe üzerinde yapılan operasyon da İslâm dünyasında Osmanlının sağladığı müşterekliği yok etmek amaçlıdır. Türkiye’de dilden arapça farsça kelimeler atılırken, Arap ülkelerinde ve İran’da arapça ve farsçaya girmiş türkçe kelimeler tasfiye edilmek istenmiş, fakat Türkiye’deki kadar ileri gidilmemiştir.
Sadeleşme tabii seyrinde ilerlerken, türkçe en güçlü dönemindeyken “dil devrimi” ile ciddi bir kırılmaya uğratılmıştır. Günlük dilin kelimeleri dahi değiştirilmek istenmiştir. 1930’larda yayınlanan Tarama Dergisi’nde yer alan kelimeler akla ziyandır. Bu keskin tavırla bir yere varılamayacağı anlaşılınca, 7-8 bin kelimelik dil kılavuzları yayınlanmıştır. Halka her gün muhatap olan gazeteciler ne yapacaklarını şaşırmışlardır. Bazı ünlü yazarlar yazılarını bildikleri gibi yazmışlar, gazete musahhihleri onların yazılarını arı dile çevirerek gazeteye koymuştur. Bu netameli halden ancak beş yıl sonra çıkılmış bu seferde ifrattan tefrite varılmıştır: Önce bütün kelimelerin öztürkçesi uydurulurken bu sefer de Güneş dil teorisi ile bütün dillerin esasının türkçe olduğu iddiası yükseltilmiştir. İşte bazı “türkçe” kelimeler: Kapital, koni, virgül. Kapital “kapmak”tan! Koni, “huni”den. Virgül “irkil”den!
Mustafa Kemal’in saçma sapan Güneş Dil Teorisi’ni 1936’da dil devrimiyle ortaya çıkan karmaşayı önlemek için benimsediği anlaşılmaktadır. Onun ölümünden sonra normalleşme terk edilmiş, arıdile dönülmüş, İnönü döneminde hem Türkçe Sözlük, hem Felsefe ve Gramer Terimleri bu şekilde hazırlanmıştır. Dilde arılaştırmacılık devlet eliyle ders kitaplarına sokulmuş, böylece her nesle adeta yeni bir dil öğretilmiş, nesiller arasında kopukluk derinleşmiştir.
Türkçe davası ile beka meselesi arasında nasıl bir ilişki var ki, Mehmet Doğan bu davaya ömrünü vakfetmiştir?
‘’Bir ülkeyi yıkmak istiyorsunuz önce dilini tahrip edin’’ veya“Bir ülkeyi yönetmek için işe önce dili düzeltmekle başlardım.” Konfiçyüs bunları söylemiş midir? Yahut da iki cümleden hangisini sarf etmiştir? Bunu bilmiyoruz. Bu sözlerdeki gerçeklikle, hatta bizim açımızdan yaşanmışlıkla ilgiliyiz.
Dilin bozulması insanlar arasında anlama-anaşma-anlatma problemlerin büyümesi demektir. Bu ise bir ülkenin işleyişi ilgili dil temelli meselelerin yönetimi zorlaştırmasına sebep olur.
Tıpta “afazi” diye bir hastalık var. Ses çıkarma kaabiliyeti kaybolmadığı hâlde konuşamamak, gereken sözü hatırlayıp söyleyememek şeklinde beliren bir hastalık. Söz kaybı, söz yitimi de deniyor. Afazi, ekseriya inme veya travma sonucu ortaya çıkarmış. Türkçe sert bir darbeye (buna “devrim” deniliyor) maruz kalmıştır, bu yüzden sosyal ve mental bir travma meydana gelmiştir. İnsanlar 1930’larda tabiî olarak konuşamaz, yazamaz olmuştur. Zihnimize yapılan bu ağır müdahalenin yol açtığı problemleri aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen birçoğumuz farkında olmadan yaşıyoruz.
Devlet, vatandaşına “şu kelimelerle konuşma, yazma, şunları kullan” demiştir. Bunun için cep telefonu ebadında kılavuz sözlükler hazırlanmıştır. Yasaklanan ve böylece unutturulan her kelime edebiyatımızın klasik eserlerine konulan bir engel mahiyetindedir.
İki binli yıllarda, ismi lâzım değil, bir Milli Eğitim bakanının ders kitaplarında yasakladığı kelimelere bakalım: Asır, bahtiyar, câhil, devir, devre, esir, fakir, felaket, fert, fiil, fikir, hakikat, has, hâtıra, hatip, hayat, haysiyet, hiciv, hukuk, hür, hürriyet, ıstırap, idrak, ilim, imla, isim, istiklâl, kabiliyet, kafiye, kanun, karakter, kısım, mâna, mâzi, medenî, medeniyet, mekân, memleket, meşhur, mısra, millet, millî, milliyetçi, milliyetçilik, muamele, nakarat, nakletmek, nesil, nesir, nutuk, örf, sun’i, şahıs, şema (örgü), şive (ağız), tabiat, tabiî, tasvir, tavsiye, tecrübe, teferruat, tenkid, terbiye, teşkilat, unsur, vasıf, vasıta, vatan, vezin… 27 Bu kelimeleri bilmeden yetişen çocuklar Mehmed Âkif’in İstiklâl Marşı’nı bile anlayamaz!
Bakanlık bürokrasisi kendi kısır dilini dayatıyor ve türkçe öğretim sisteminde geriliyor. Yûnusları, Karacaoğlanları, Bâkileri, Fuzulileri, Galib Dede’leri bir kenara bırakalım, bunlar çoktan çocuklarımızın ulaşabildiği edebiyatçılarımız olmaktan çıkarıldı. Bu birinci safha idi. 2. Safhada ilk dönem Cumhuriyet edebiyatı gençler için anlaşılması güç bir alan haline geldi. Necip Fazıl’ı, Nazım’ı, Peyami Safa’yı, Tanpınar’ı, Kemal Tahir’i, Tarık Buğra’yı kolaylıkla anlayamayan bir nesil yetişmeye başladı. Şimdi 3. Safhadayız. Cumhuriyetin ikinci nesil edebiyatçıları da anlaşılmaz hâle geliyor… Bu elbette bir millet için bekâ meselesidir! Dil toprağımızı hızla kaybediyoruz. Toprağı aşındırılan, kelimeleri unutturulan ulu ağaçlar yavaş yavaş kuruyor! Bu erozyonu ancak eğitim sisteminde köklü tedbirler alarak önüne geçebiliriz!
Sizdeki dil-kültür bilincinin oluşmasında kimlerin ve nelerin (mesela kişi ya da kitap) katkıları vardır? Sözlük mücadelenizden söz edebilir misiniz?
“Erken okurluk” bu sonucu doğurdu diyebilirim. Orta okulun ilk yıllarında çocuk kitaplarını değil de klasik sayılabilecek kitapları okumaya başladım. İlk dikkatimi çeken kitap Peyami Safa’nın 9. Hariciye Koğuşu romanı idi. Günlük gazetelerde Tarık Buğra’nın, Arif Nihat Asya’nın yazıları dikkatimi çekiyordu. Tam da bu sırada Dil Kurumu inşaatında çalışan bir hısmımız bana bir kitap hediye etti: Türkçe Sözlük. Bu TDK sözlüğünün 1959’da yapılan 3. baskısı idi. Akranlarım el kadar okul sözlüklerine sahipken benim böyle kalın bir sözlüğümün olması gurur verici idi. Fakat gördüm ki, bu sözlükte 9. Hariciye Koğuşu’nda geçen bazı kelimeler yok! Ben o kitabı okurken yazarı hayattaydı. Yaşayan bir yazarın kelimelerini dahi bu sözlükte bulamıyordum. Dikkatim arttıkça günlük gazetelerde yazan edebiyatçıların kelimelerinin de olmadığını fark ettim. Hatta İstiklâl Marşı’nın bir hayli kelimesi Türkçe Sözlük’te yoktu!
27 Mayıs darbesi sonunda yeni bir arıdil furyası başlatılmıştı. Buna karşı türkçeyi savunan bir kesim de vardı. Bazı gazetelerde bu konuyla ilgili yazılara rastlıyordum. Zamanla TDK sözlüğünün gerçek anlamda bir sözlük olmadığı kanaatine vardım. Gerçek bir umumi sözlükte en azından yaşayan yazarların kelimeleri bulunmalıydı. Lisede, üniversitede bu konu hep zihnimin bir köşesinde durdu. Askerlikten sonra Dergâh Yayınları’nın Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nin yayın yönetmenliğini üstlendim. O zamanki yüksek öğretim kurumlarında Türk dili ve edebiyatı bölümlerinde çalışan akademisyenlerin, hocaların ansiklopediye madde yazmaları için neredeyse tamamı ile görüştüm. İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Erzurum Üniversitesinde böyle bölümler vardı. Bir de eğitim enstitülerinde.
Hocalarla görüşmelerimiz sözlük konusunda düğümleniyordu. Üniversite öğrencilerinin işini görecek bir Türkçe sözlük yoktu. Hocalar şikâyet ediyorlar, fakat çözüm göstermiyorlardı. Kamus-ı Türkî’yi Latin harflerine aktarmak bir çözüm olarak düşünülüyordu. Ansiklopedi için sahaflarda kitap toplarken kendim için de eski ve yeni harfli sözlükler almaya başladım. İlk fırsatta en azından kendi işime yarayacak bir sözlük hazırlamayı kafama koydum. Bir süre TRT’de genel müdür danışmanı olarak çalıştım. Ecevit’in CHP’si Güneş Motel hükümetini kurunca, genel müdür değiştirildi, sözleşmeli olduğumuz için bizim de mukavelemiz feshedildi.
İş aramak yerine sözlük hazırlamak için kolları sıvadım. Günde 18 saatimi bu işe vermiştim. Haftada bir gün, cumaları şehir merkezine iniyor, inşaatı devam eden Kocatepe camiinde cuma namazı kılıyor, arkadaşlarla buluşuyordum. Daha sonra Yazarlar Birliği’ne Hatay sokağında o küçük büroyu tutunca, malzememi oraya taşıdım. Gündüzleri gelen giden olmuyordu. Sözlük bu şekilde tamamlandı. Ve 1981 yılında basıldı.
“Batılılaşma İhaneti” eseriniz nesillere ışık oldu. Bu eserle ilgili neler söyleyeceksiniz?
Batılılaşma İhaneti ilk kitabım, 1975’te yayınlanmıştır. Bu kitapta yer alan yazıların çoğunu üniversite öğrenciliğim sırasında veya hemen sonrasında yazdım. Mezuniyetten bir süre sonra Tarih Kurumu’nda Yeni Türkiye Araştırma Merkezinde çalışmaya başladım. İki gazeteyi Tarih Kurumu için taramıştım: Cumhuriyet ve Ulus. Elimden bir hayli kupür geçiyordu. Günün olayları üzerine Hareket dergisi için bazı yazılar hazırladım, işte bu yazıların tarihi derinliğini bu malzeme teşkil ediyordu. Bu kitapta cumhuriyetin 50. yılı ile ilgili bir değerlendirme de yer alıyor. Cumhuriyet’in 50. Yılında, 1973’te bu çerçevede, hakikat temelinde ele alan başka bir yazı hatırlamıyorum. Kitap Hareket dergisi kapandıktan sonra “Hareket kitapları” dizisinin ilki olarak yayınlanmıştı. Bu dizide daha sonra Mustafa Kara, Ahmet Tabakoğlu gibi Hareket dergisinin 1970’li yıllardaki sayılarında makaleleri yayınlanan genç araştırmacıların kitapları da yayınlandı.
“Batılılaşma İhaneti” Türkiye’nin tepeden inmeci modernleşmesini ele alan, taklitçi modernleşmeyi eleştiren bir kitaptı. Daha sonraki yıllarda da bu konu ile ilgili çalışmaya ve yazmaya devam ettim. Türkiye’de Darbeler Müdahaleler ve Siyasi Sistem, Bir Savaş Sonrası İdeolojisi: Kemalizm, Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş… bu muhtevada eserlerim arasındadır.
TYB’nin kurulma hikâyesiyle Türkçe’nin durumu arasında nasıl bir bağlantı var?
Yazarlar Birliği’nin geçmiş zengin edebiyat ve dil mirasını benimseyen yazarlar tarafından kurulduğunu söyleyebiliriz. Kuruluştan itibaren de dil, türkçe hassasiyeti her zaman olmuştur. Türk dünyası şairleri arasında uluslararası şiir şöleni düzenlenmesi kararlaştırıldığında “Türkçenin uluslararası şiir şöleni” başlığının seçilmesi, yani türkçe vurgusu bu sebepledir. TYB kuruluşundan itibaren dilimizle ilgili çok sayıda faaliyet yaptı. Son olarak geçen sene yapılan Türkçe Şûrası’nda dil meselemiz çok geniş bir çerçevede konun ilgilisi ilim, fikir ve edebiyat adamları tarafından ele alındı ki, bu bir dönüm noktasıdır.
Dil davasını sürdürebilmek adına bu mirasa sahip çıkmak isteyenlere tavsiyeleriniz neler olur?
Dilimizin üzerimizde hakkı var, dilimizin hakkını teslim etmeliyiz!
Dilimiz üzerinde oyun oynandığını, operasyon yapıldığını bilerek konuşmalı ve yazmalıyız! Zengin türkçede ısrar etmeliyiz! Yabancı dillerin istilasına karşı durmalıyız.
Teşekkür ederiz.
KitapHaber Kitap ve Eleştiri Dergisi 5. Sayı, Şubat 2023
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.