Yazmaya başlamanın, yazmanın benim açımdan planlanmış bir süreç olmadığını söyleyebilirim. Her şey gibi yazmak da nasip meselesi. Okumayı bir uğraş olarak hayatının merkezinde konumlandıran herkes, önünde sonunda bir yazma denemesine girişiyor galiba. Bu bende çocukluğumda dinlediğim eşkıya ve av hikâyelerinin, erken yaşta tanıştığım kıssa ve menkıbelerin, bilhassa da okuduklarımın bir noktadan sonra itici bir güç olarak karşıma çıkmasıyla başladı. Bir kalabalık sohbet ortamında -her ne kadar dinlemeyi tercih etsen, suskun kalmaya çalışsan da- herkesi dinledikten sonra öyle bir noktada, öyle bir söz gelir ki dilinin ucuna, artık o an geriye dönemezsin. Suskunluğunu bozmak zorundasındır. Söylemesen olmayacaktır. Tutar, pat diye konuşmaya başlarsın. Onca insanı dinlemek gibi onca kitabı okumak da bir noktadan sonra insanı kendi cümlesini söylemeye zorluyor çünkü.
Gelişen şartlar belki bu süreci uzatıp kısaltabilir. Ama bizi yazmaya iten asıl sebep konuşmak için gereken dinleme safhasını aşmış, yazmak için elzem olan okuma etabını tamamlamış olmamızdan ileri gelen içsel ve itici bir güçtür.
Anlatmanın arkaik yanı düşünüldüğünde, anlatının kutsal yanı var gibi görünüyor. Sizce de öyle midir?
İçinde bulunduğumuz İslam kültür-medeniyet dairesinde sözün bilhassa "Kün" emrine dayandırılan bir kutsiyeti olduğunu söyleyebiliriz. Sözün ve mananın yaratıcı gücüne, değiştirip dönüştürme yeteneğine bir itirazım yok elbette. Bu, onu kutsal olarak vasıflandırmamız için yeterli mi, ondan emin değilim. Kutsallığı asıla atfetmek, ona bırakmak gerekir, diye düşünüyorum. Yazmak/anlatmak -olsa olsa- asıl olana hizmet edebilecek vasıtalardan biridir.
Devamı: https://www.kitaphaber.com.tr/gunumuzun-anlaticilari-soner-oguz-ile-konustuk-k5338.html
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.