• İstanbul 19 °C
  • Ankara 26 °C

“Gurbet nereye düşer, sıla nerede?”

Ahmet Doğan İLBEY

Ali Yurtgezen hocanın Semerkand Dergisi Kasım 2019 sayısında “Ahmet Nafiz Yaşar” müstearıyla yazdığı “Gurbet nereye düşer, sıla nerede?” adlı yazısı değerine binaen Kasım 2020 sayısında tekrar yayınlanmış. Bu fakir, “iç gurbet”, “dış gurbet”, “maddî gurbet”, “mânevî gurbet”, “dost gurbeti” başlıklarıyla çeşitli gurbet yazıları yazdı. Gurbet yazılarına müptelâyım. Çünkü hüzün gibi gurbet bir gönül tâlimidir, seyr ü sülûktur, bilene…  Şiirde ve nesirde olsun gurbet yazısı gördüğüm zaman içime bir hüzün çöker; sancılanarak okurum. Gurbet ve sıla duygusunu kalbine yerleştirmeyenlere, dünyevî ve ulvî gurbet ve sıla anlayışımızı hissetmeyen modern neslin zavallılığına pek üzülürüm. Ruh ve dimağları dijital çağda âdeta mekanikleşmiş, taşlaşmış gençlerle gurbet ve sıla mevzuunda anlaşamıyorum. Bu yüzden, kendi insanımızın yüreğine iki mânada gurbet ve sıla duygusu yerleşsin, diye Ali Yurtgezen hocanın “Gurbet nereye düşer, sıla nerede?” adlı yazısını hülâsa ederek paylaşıyorum:                                                “Bundan üç yüz sene önce Diyarbakırlı Ahmed Hami Efendi, ‘Ehl-i dil ârâm eder her kande kim rağbetlenir / Gâh olur gurbet vatan, gâhi vatan gurbetlenir’ demiş. Bugünkü Türkçe ile ifade etmek istersek şairimiz şunu söylüyor: ‘Gönül ehli insanlar, rağbet gördükleri yerde kalır, rağbet görmedikleri yerden kendi vatanları bile olsa uzaklaşırlar. Bu yüzden onlara bazen vatan gurbet, bazen de gurbet vatan olur.’                                                Aradan geçen zaman içinde gönül ehli olmayan bir kısım insanlar da türlü sebeplerle gurbeti sıla, sılayı gurbet yaptılar kendilerine. Gurbette olduğunu unutanlar, gurbeti sıla zannedenler çoğaldı. Özellikle de şu son devirde hızla artan iletişim ve ulaşım imkânları dünyayı herkesin aynı kültür etkisine maruz kaldığı bir küresel köy hâline getirdi. Mesafe kavramının anlamını yitirmesiyle sıla ve gurbet kavramları da ya büyük ölçüde anlamını yitirdi yahut farklı libaslara büründü. Yani bugün artık ‘Gurbet nereye düşer, sıla nerede?’ sorusuna cevap olabilecek çok net ve tek bir târif yok. Gurbet ve sılanın maddî olanı var, mânevî olanı var. Ulvî olanı var, süflî olanı var. Gerçek olanı var, sanal olanı var. Bu çeşitlilik veya karmaşa gurbet ve sıla tasavvurumuzu bulandırıyor.                                                                         Sıla asıl, gurbet geçicidir                                                                               Gurbet, ‘uzaklaşmak’ manasına bir kökten türemiş, Arapçadan dilimize geçen bir kelime. ‘Vatandan ayrı ve uzak olma, yabancı bir beldede bulunma hâli’ demek. Türkçede daha çok yer ismi olarak kullanılıyor. Buna göre, ‘aslî vatanından uzakta, bir mecburiyete binaen gidilmiş, kişinin kendisini ait hissetmediği bir mihnet yani sıkıntı yurdu’ gurbet. Mihnet sebeplerinin başında sıla özlemi geliyor. Sılaya, yani asıl vatana nispetle, gidilen beldedeki dil veya din farkına, kültür farkına, hatta bazen coğrafya ve iklim farkına bile uyum sağlayamamak ayrı bir mihnet sebebi olabiliyor. Yalnız ve yabancı olmaktan kaynaklanan başka zorluklarla birlikte kimsesizlik duygusu da gurbeti mihnet yurdu yapıyor.                                                        Sıla da Arapça kökenli bir kelime. Aslında, ‘bir şeyi başka bir şeye ulaştırıp birleştiren bağ’ demek. Muhtemelen ‘akrabalık bağı’ yahut ‘akraba ile buluşma’ mânasına gelen ‘sıla-i rahim’ tabirinden hareketle biz buna ‘kişinin kendi memleketi, aslî vatanı’ manasını yüklemişiz. Asıl vatanımızı, ait olduğumuz yeri ‘sıla’ diye adlandırarak dost ve yakınlarımızın varlığıyla belirlememiz önemli. Çünkü bu tespit, mekân gurbeti yanında, Ahmed Hami Efendi’nin beytinde dile getirilen ve ‘ortam / çevre gurbeti’ diyebileceğimiz bir gurbet çeşidine de işaret ediyor. Sıla kavramı, yine sıla-i rahimden hareketle, eninde sonunda ‘vâsıl olunması / kavuşulması’ gereken bir yer veya çevreyi karşılamakla, ‘dönüşü olan bir ayrılık’ manasını da barındırıyor. Zira uzaklaşıp ayrılmayınca dönüşten, kavuşmaktan, vuslattan söz etmek mümkün değil. Sıla, nihayetinde ‘kendisine dönülen yer’ gurbet de ‘kalıcı olunmayan yer’dir bu yüzden. Gurbete sılaya dönmek için çıkılır. Bu dönüşün, gurbette elde edilen bir donanım yahut kazançla gerçekleşmesi umulur. Bazen başka türlü neticelense de en azından başlangıçtaki peşin kabulde sıla asıl, gurbet geçicidir. Ve insan ya sılada ya gurbettedir. Madem böyle, biz neredeyiz peki?                                                                             Sılada mı gurbette miyiz?                                                   Dünya ölçeğinde bakarsak kimimiz memleketinde, kimimiz bir vazife mecburiyeti, maişet derdi yahut tahsil gibi sebeplerle yad ellerdeyiz. Çoğunlukla böyle anlasak da dünyadaki gurbet ve sıla hakiki değil mecazîdir. Müslüman için hakiki gurbet dünya, hakiki sıla ahiret yurdudur. Dünyaya, Elest Bezmi’ndeki ahdimize sadakat hususunda sınanmak için gönderildik. Burada varlıkla da yoklukla da, nimetle de külfetle de imtihan ediliyoruz. Er geç asıl vatanımıza, Cenab-ı Mevlâ’nın huzuruna varıp burada yapıp ettiklerimizden hesaba çekileceğiz. Oraya ahdine sadık bir kul olarak sâlih amellerle, yüz akıyla varabilmek için dünyanın gurbet olduğunu hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Gurbette olduğumuzu unutmak, sılayı unutmaktır. Bir gün birileri bizim de arkamızdan, ‘İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn.’ (Bakara 156) ayetini okuyacaktır. ‘Muhakkak ki biz Allah’a aitiz ve (sonunda) mutlaka O’na döndürüleceğiz!’ mealindeki bu ayet-i kerime, bize sılamızı da haber verir. Sıla, ait olduğumuz yerdir ve ayette buyurulduğu üzere, “bizler Allah’tanız, O’na aitiz, O’nun var etmesiyle varız.” Sıla, dost ve yakınların bulunduğu yerdir. Hz. Peygamber s.a.v.’in, “Dünyada bir garip veya yolcu gibi yaşa.’ (Buharî, Rekâ’ik 3) öğüdü de bu cümledendir. Garip, ‘gurbette olan, gurbet ehli’ demek olduğuna göre, dünyayı gurbet bilmemiz tavsiye buyurulmuştur. Yolcu gibi yaşamak ise hem dünyada misafir olduğumuz bilincini taşımakla hem de sılaya doğru sırat-ı müstakim üzere yürüyüşümüzü fasılasız sürdürmekle mümkün olacaktır. ‘Milk-i bekâdan gelmişem fâni cihânı neylerem’ diyen Yunus Emre k.s. hazretlerinden asırlar sonra, aynı yolda yürüdüğü için Erzurumlu İbrahim Hakkı k.s. hazretleri de ‘Can ellerinden gelmişem fâni mekânı neylerem’ diyerek asıl sılamızın neresi olduğunu hatırlatmışlardır. Onlar, Âlem-i Ervah’taki safvet halinin bu dünyadaki hiçbir şeyde asla bulamayacakları zevkini unutmadıkları için sılayı unutamamışlardır. Elest Meclisi’ndeki ahitlerine sâdık oldukları için dünya gurbetinin metaına aldanmaz, külfetini dert etmezler. Dostluğun vefa gerektirdiğini, sılayı unutmanın aynı zamanda vefasızlık olduğunu bilirler.                                                                                 Dünya kime mülk?                                                                                      Müslümanın dert etmesi gereken husus, mihnetle dolu dünya gurbetinde bulunması değil, dünya gurbetinde olduğunu unutmasıdır. Böyle bir gaflet veya aldanıştan kurtulmanın çaresi, ‘dünyanın bir gün terk etmek zorunda kalacağımız geçici bir gurbet yurdu olduğunu sürekli hatırda tutmak’ diye tanımlayabileceğimiz bir gurbet bilincini kuşanmaktır. Mecazî manada hiç gurbet yaşamayanların, hep kendi memleketlerinde ömür sürenlerin bir gurbet tasavvuruna sahip olamayacağı, dolayısıyla sözünü ettiğimiz gurbet bilincini taşıyamayacağı ihtimal dahilindedir. Ancak unutulmamalıdır ki müslüman için dünyanın bütünüyle gurbet olması, dünya içinde sıla kabul edilen bir yer yahut çevreyi de hakikatte gurbet yapar. Sıla bildiğimiz dünyalık bir mekân da kalıcı değildir, orada yaşayan yakınlarımız da. ‘Kendim gurbet elde, gönlüm sılada’                                                                Dünya hayatında bile gurbete çıkan birisi, gurbette olduğunu, gurbete niye geldiğini unutmamışsa, vatanına eli boş dönmemek için canla başla çalışıp didinir. Sılada sarf etmek üzere bir an evvel daha çok kazanayım, daha çok biriktireyim diye her zorluğa katlanır, rahatını düşünmez. Gurbeti sahiplenmez. Müslüman da böyledir. Dünya gurbetinin, sıladaki ebedi saadete ulaşma imkânı olduğunu bilir. Yegâne Dost’un hoşnutluğunu kazandıracak kulluk vazifelerini, ibadetlerini, hamdini, şükrünü, zikrini, nefsine zor gelse de ihmal etmez. Bizler ‘ait olmadığımız yabancı belde’ diye bilsek de gurbet ‘hâl’dir. Dünyanın gurbet olduğunu bilmenin alâmeti o hali yaşamaktır. Gurbet halini yaşamak, sıla özlemiyle gurbette bulunuyor olmanın gerilimini, uyumsuzluğunu yaşamak; ayrılığın hüznünü hissetmektir. Âşık Veysel’in ‘Kendim gurbet elde, gönlüm sılada’ dediği bir bölünmüşlük hâlidir ve zordur elbette. Bu zorluğun kıymetini bilmeyenler rahatlamak adına bedenleri gibi gönüllerini de gurbete bağlayarak sılayı büsbütün unutmayı tercih ederler.                                                                      Târifi kolay, bulunması zor olan                                                                          Sılanın hasreti zor, gurbetin hüznü yakıcıdır. Fakat işte gurbet bilincinin yaşattığı gerilim, halihazıra uyumsuzluk yahut bölünmüşlük duygusu, insanı hem dünya gurbetine teslimiyetten alıkoyan hem de sılaya dönüşün imkânlarını aramaya sevk eden bir nimettir. Hacı Bayram-ı Veli k.s. hazretlerinin ‘Yanmada derman buldu bu gönlüm’ buyurduğu haldir. Kul, mihnete katlanarak, vuslat ateşiyle yanarak “kendim” diyemeyecek bir mahviyyete erişirse, zaten sılada olan gönlünden ibaret kalacak, ölmeden evvel sılasına vâsıl olacaktır. Ancak bu seyir kolay değildir. Yolu yordamı, usulü âdabı vardır. Yunus Emre k.s. hazretleri, asıl sılamız olan Cenab-ı Mevlâ’ya halini şöyle arz eder: ‘Benden bana yakınsın / Candan da sevgilisin / Ya ben seni isteyü / Kande varayım Mevlâ?’                                                            Bu mısralar, ‘Ey Rabbim, bana benden yakın olduğunu biliyorum. Öyleyse ben sana ulaşmak istediğimde seni nerede aramalıyım?’ gibi cevabı içinde bir sorudur. Allah Tealâ’nın müminin gönlünde olduğuna ama beytullah kılınan bir gönle sahip olmanın zorluğuna işaret eder.                                    Gurbette ‘kurbet’ imkânı                                                                                 Dünya gurbetinden sılaya, Dost’a dönüş ölüm iledir. Mevlâna k.s. hazretleri gibi Allah dostları ölümü şeb-i arus, yani düğün gecesi bilmişlerdir bu yüzden. Böyle bir vuslat iştiyakı, Efendimiz s.a.v.’in tavsiyesiyle ‘Ölmeden evvel ölmeye’ sevk etmiştir onları. Tasavvuftaki seyr ü sülûk, ölmeden evvel ölmeye koyulmanın, ölümü beklemeden sılaya doğru yürümenin adıdır. Onun içindir ki bu yolu tamamlayanlar, görüldüklerinde Allah’ı hatırlatırlar. Dünyadaki varlığa sevinmez, yokluğa yerinmezler. Çünkü zâhirde dünya gurbetinde görünseler de hakikatte sıladadırlar. Onlar Elest Meclisi’ndeki ahdine sâdık kullardır. Kur’an-ı Kerim’de müminlerden ‘sâdıklarla beraber olmaları’ (Tevbe 119) istenmiştir. Esasen, Allah dostlarıyla, Allah Tealâ’nın sâdık ve sâlih kullarıyla beraber olmak, onların elini eteğini tutmak, sıla özlemindeki samimiyetin ve dünya gurbetini içselleştirmemenin alametidir. Gurbet bilinci böyle bir beraberliği zaruri kılar. Bu zaruret sebebiyle dünyalık gurbetlerde bile, mesela Almanya gibi yabancı ülkelerde çalışan gurbetçilerde olduğu gibi, kendilerine sılayı hatırlattığı için hemşehri yahut vatandaşlarıyla bir arada bulunmak ister insanlar. Bulundukları yerleri âdeta memleketlerindeki köy veya kasaba ortamına benzetip sıla hasretini giderirler. Buralarda bir araya geldiklerinde memleketi daha çok anar, sılayı daha çok zikrederler. Sılayı unutmamak, aslına yabancılaşmayı reddetmek manasına gelen bu tavır kıymetlidir.                                                             Gurbet içinde gurbet                                                     Gurbette bulunma hâlinin tek kelimelik karşılığı ‘gariplik’tir. Gurbetle aynı kökten gelen garip, ‘vatanından, akraba ve ahbabından uzak, diyar-ı gurbette olan kimse’ demektir. Garipler, bulundukları mekân ve çevreye yabancıdır.  O çevredekiler için de garipler, tanıyıp bilmedikleri, bu yüzden de ne olur ne olmaz diye genellikle uzak durdukları birer yabancıdır. Başka bir kültüre mensubiyetinden ötürü yerleşik olanlarca yadırganan, anlaşılamadığından tuhaf bulunan tutum ve davranışları sebebiyle de çoğu zaman dışlanırlar. Bu durumlar garip kelimesine ‘yabancı, tuhaf, yadırganan, acaip, anlaşılamayan, yalnız, sosyal dokuya dahil edilmeyen veya dâhil olamayan’ gibi yeni mânalar katmıştır.                                                                        Dünya gurbetinde iken bir de böyle, bulunulan çevrede yadırganıp toplum dışına itilmek suretiyle garipsenen insanlara yaşatılan gurbetler vardır. Aslında bunlar dünya gurbetinin mihnetleri cümlesindendir. Yaşadığı toplumda kıymeti bilinmeyen, hâli anlaşılamayan, hukuku gözetilmeyen, yardımına ve hizmetine koşulmayan, varlığından rahatsızlık duyulan insanlar kendi yurdunda hısım akrabası arasında olsa dahi böyle bir gurbettedir. Bu çerçevede mesela tasavvuf ehli garibi, ‘kendi meşrebinde olmayanlar arasında kalan kişi’ diye tarif etmişlerdir. Bunun gibi, cahiller arasında yaşamak zorunda kalan âlim; fâsık ve fâsitler arasındaki takva ve salah ehli mümin; hayatta akranları kalmayan ihtiyar ‘garip’ diye nitelenmiş; bunların bulundukları ortamlar gurbete benzetilmiştir. Necip Fazıl’ın ‘Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya’ mısraı, böyle bir gurbeti anlatır.                     Şimdiki tek kişilik gurbetler                                                         İnsanlar yabancı oldukları, anlamadıkları, izahta güçlük çektikleri, kurulu düzenlerine zarar vereceğinden endişe ettikleri ‘farklı’ davranışları ve bunları yapanları garip, tuhaf veya acaip bulur; içlerine almazlar. Ancak bu farklılıkların mahiyet ve istikameti iki türlü gariplik çıkarır ortaya. En temeldeki belirleyiciden hareket edersek, fıtratlarından uzaklaşmış bir çoğunluk veya hâkim çevre için, fıtratlarını muhafaza edenler farklı, garip ve tehlikelidir. Müminlerin zaman zaman mecbur bırakıldığı gariplik bu yaklaşımın neticesidir. Bu ikincisi modern zamanlarda hayli çoğalan süflî bir gurbettir. Fıtrattan sapmanın nihayeti olmadığı için her gün bir yenisiyle karşılaştığımız gariplikler gayr-i müslim toplulukların kendi içinde bile büyük rahatsızlıklara yol açmakta, bir vahşet halini yaygınlaştırmaktadır.    Allah’la irtibatını kopardığı için kendini kaybeden modern insan ‘fark edilerek’ varlığını ispata çalışmakta, farklı olmayı yegâne varoluş imkânı diye görmektedir. Bile isteye sergilediği tuhaflık ve aykırılıklarla herkesten ayrılmakta, hiçbir dış baskı olmaksızın kendisine kendi eliyle adeta tek kişilik bir gurbet inşa etmektedir. Yalnızlıktan şikayetçi değildir. Teknolojinin sunduğu sanal bir dünyada oyalanmaktan memnundur. Üstelik bu tek kişilik gurbette hiçbir sosyal sorumluluk taşımamanın keyfini sürmektedir. Vahşete sürükleyen bir yalnızlık veya yabancılaşmadır bu. Fakat bu yalnızlık, başkalarıyla ünsiyet etmemek, kendinden başka kimseyi düşünmemek, kendinden başka kimseye hak tanımamak için tercih edilen, bireyselleşmenin yan ürünü bir yalnızlıktır.”                                                       Derginin aynı sayısında, Ali Yurtgezen hocanın “T. Ziya Ergunel” müstearıyla yazdığı, 16. asır Halvetî-Sinânî şeyhlerinden Seyyid Nizamoğlu mahlasını kullanan Seyyid Seyfullah Kâsım Efendi hazretlerine ait “Bu aşk” adlı ilahîsinin şerhi vardır. Ehl-i dil olanların cezbeye kapılacağı bir yazı bu… “Bu aşk bir bahr-i ummandır, buna hadd ü kenâr olmaz / Delîlim sırr-ı Kur’ân’dır, bunu bilende âr olmaz / Süregeldik ezelîden, pîrim Muhammed Ali’den / Şarâb-ı lâ-yezâlîden, içenlerde humâr olmaz… /                                                                                                      (ilbeyali@hotmail.com)

Bu yazı toplam 448 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim