D. Mehmet Doğan’ın çeşitli vesilelerle yazdığı Halep yazılarını elektronik ortama aktarıyoruz.
Sadece bugünkü sınırları değil, coğrafyaları da aşan bir halk hikâyesi olan Âşık Garib, 16. veya 17. asırda teşekkül etmiştir. Bu yüzyıllar, Halep’in nüfusça ve refahça gelişme dönemidir. Nüfusu yüz bini geçmiştir ve bu hâliyle İstanbul’la Kahire arasında en büyük şehirdir.
“Âşık Garib”, esasında Tebrizli Resul’le Tiflisli Şah Sanem’in hikâyesidir; fakat bu hikâyede Halep şehri, önemli bir yer tutar. Tebriz ve Tiflis birbirine coğrafî olarak nisbeten yakın şehirlerdir. Fakat hikâyenin coğrafyası bu şehirlerle sınırlı değildir.
Resul, varlıklı bir kişi olan babasından kalan mirası kısa sürede, çevresinde türeyen dalkavuklarla, tüketir. Elde avuçta olanlar tükenince iş aramaya mecbur kalır. Bir türlü kendine uygun bir iş bulamaz. Âşıklar kahvesinde âşıklara çıraklık eder. Fakat saz çalmayı ve şiir söylemeyi bir türlü beceremez. Bu, elbette olağanüstü bir sebep gerektirir. Bir gece rüyasına aksakallı bir pîr girer ve ona bir şerbet sunar. Bu şerbet, Şah Sanem’in aşk şerbetidir... Aynı rüyayı aynı gece Şah Sanem de görmüştür. Resul’un dili ve eli, hemen ertesi gün açılır, çok güzel çalıp söylemeye başlar; artık o gerçek bir âşıktır...
Âşıklığın töresi, “ya tahammül ya sefer”dir. Resul, annesiyle kız kardeşini alarak, rüyadaki maşukasının memleketi Tiflis’in yolunu tutar. Tiflis’de tüccar Hace Sinan onun çalıp söyleme tarzını beğenir ve konağına misafir eder. Konakta, Resul, havuza vuran akisden Sanem’in yüzünü görür ve rüyasında kendisine gösterilen kızın bu mehlika olduğunu anlar. Sanem de onu tanımıştır elbette... Resul, Sanem’e tâlip olur. Babası Hace Sinan, kırk kese altın talep eder. Resul, yani Âşık Garib, yardım taleplerini geri çevirir ve bu parayı kazanmak için yollara düşer...
Garib, para kazanmak için Urum’a/Rum’a, yani Osmanlı ülkesine gidecektir. Buradan, Osmanlı ülkesinin Tebriz’den, Tiflis’ten iktisadî olarak daha güçlü, daha müreffeh olduğunu çıkarabiliriz. Sanem, bu yolculuğa veya ayrılığa razı değildir:
Kurbanın olayım, gül yüzlü Garib
Canım Garib gitmeyesin Urum’a
Gittiğin yollarda unutma beni
Canım garip gitmeyesin Urum’a
Garib’in cevabından onun hedef olarak Haleb’i gözettiğini anlarız:
Korkma Sanem gider gene gelirim
Gelirim sevdiğim seni alırım
Kısmetim Haleb’de anda kalırım
Ağlama sevdiğim gene gelirim...
Âşık Garib’in Acem’den Urum’a/Rum’a, yani Osmanlı ülkesine gitmeye karar verirken, neden en gözde ve zengin şehir İstanbul’u seçmediği sorusu akla gelebilir. Bunun çeşitli sebepleri olmalıdır. Birincisi, İstanbul, her şeye rağmen Acem’in ürktüğü bir merkezdir. “Acem”, burada sırf İran değildir, hatta İran değil, Osmanlı dışında ve onun doğusunda kalan Orta Asya haricindeki Türk dünyasıdır. Bu bölgeye karakterini Azeriler verir. Şah İsmail’in Yavuz karşısındaki mağlubiyeti, bölge ahalisinin İstanbul’u korku ile saygı arası duygularla anmasına sebep olmuştur. O yüzden, İstanbul’a değil, hayli uzaktaki bir taşra merkezine yönelmektedirler. Diğer bir sebep de, kervan yolları güzergâhı olmalıdır. Bu güzergâhın doğudan güneye yönelerek Akdeniz’e Haleb üzerinden ulaştığı bilinmektedir.
İlk durak Erzurum’dur. Burada Garib’in hâlini hatırını soran olmaz. Yol, Haleb’e kadar uzar.
Gurbet elde çok dolandım
Sana geldim Haleb şehri
Sevdanın nârına yandım
Sana geldim Halep şehri
Garib, Haleb’de Arslandedeoğlu Deli Selim’in kahvesine kapağı atar. Burada şairlerle imtihan olur; hepsini alt eder ve şöhreti hızla yayılır. Haleb Paşası’nın huzuruna çıkan Garib, Paşa’nın da takdirini kazanır. Bu arada Şah Sanem’in akrabasından Şah Veled isimli tüccar genç Haleb’e gelir. Aslında o da Şah Sanem’le evlenmek istemiş fakat muvaffak olamamıştır. Tüccar olduğu için bir gün yolu Haleb’e uğrayan ve orada Âşık Garib’e rastlayan Şah Veled’e, Garib, yerine ulaştırılmak üzere bir mektup verir. Şah Veled yolda mektubun Sanem’e yazıldığını fark eder. Aklına bir hile gelir. Garib’in öldüğünü isbat etmek için onun hediye olarak verdiği gömleği bir hayvanın kanına bular ve Sanem’e götürür.
Bazı varyantlarda ise Garib, Halep beylerbeyinin “kadrolu” âşıklarını mat edince Paşa’nın huzuruna çıkarılır. Paşa, Garib’i takdir ederek yanına alır. Üç kızından birini ona vermek ister. Fakat Garip kabul etmez. Paşa kızar ve onu hapse attırır. Bir başka varyantta da Paşa’nın kızı Garib’e âşık olur. Garib’in memlekete döneceğini öğrenince yolunu keser ve kendisiyle evlenmesini ister. Bunlar, aşkın önünde gücün ve zenginliğin tuzaklarıdır. Gerçek âşık da bu tuzaklara düşmeyendir.
Görüldüğü gibi, Haleb, Âşık Garib’in gurbetidir. Burada yeni bir kimlik kazanır, şöhret sahibi olur. Bu kimlik, onun bu büyük zengin şehirde yerleşmesi, en yüksek yöneticinin kızı ile evlenmesini sağlayacak mahiyettedir. Fakat aşk, uyuşmanın, uzlaşmanın önüne geçer.
Haleb’den gelen Garib’in ölüm haberine Sanem inanmaz. Fakat bütün ayak diremelerine rağmen Şah Veled’le nişanlandırılır. Çareler aramaktan da geri kalmaz. Garib’in annesi ve kızkardeşi ile bir kervanın önünü keserler ve durumu anlatırlar. Bu son bir hamledir, gizemli bir tanıma için unsurlar tamamdır: Kervanbaşı, Sanem’in verdiği tasla yüzüğü alır ve yollarda durakladıkları yerlerde bu tasla halka şerbet dağıtır. Halep’te de bu sınama yapılmaktadır. Ve her nasılsa, Âşık Garip de bu sebilcinin şerbetinden içmek durumundadır ve elbette yüzüğü ve tası tanır, böylece durumdan haberdar olur.
Gurbetten ayrılış: İşte geldik gidiyoruz!
Doğrusu, “İşte geldik gidiyoruz Haleb şehri” darbımeseli, bu hikâyeden önce var mıydı, bunu bilemiyoruz. Fakat Âşık Garib hikâyesinin bir atasözü hükmünü almış olan beyti, bu hikâye ile bağı bilinerek veya bilinmeyerek hâlâ kullanılmaya devam edilmektedir. Elbette bu darbımeselde Haleb hem Haleb’tir, hem de değil. Bütün şehirlerdir, yaşanan mekânlardır, hatta dünyadır, fânî olan şeylerdir... Hikâyeye göre, Âşık Garip Haleb’den ayrılırken sazını eline alıp şöyle söylemiştir:
İşte geldik gidiyoruz
Şen olasın Haleb şehri…
Çok nan u nimetin yedik
Var olasın Haleb şehri
……
Evliyaların durağı
Şen olasın Haleb şehri
“Şen olmak”, bugünün dilinde, “neşeli olmak”tan ibarettir. Bu anlam, sözün derununu aksettirmeye yetmez. Âşık Garib’in dilinde, mâna daha geniştir; kastedilen, mamur olmak, bayındır olmaktır. Harap yerde bildiğimiz mânasıyla “şen” olunmaz! Nitekim sonraki beyitte, çok nan u nimeti yenildiği; iyiliği, ihsanı görüldüğü için duyulan şükran “Var olasın Haleb şehri” şeklinde ifade edilmiştir.
Hikâye, bize Haleb’de Türkçenin ve Türkçe şiirin tesirini ve gücünü de gösterir. Garib, Haleb’e gelince Arslandedeoğlu’nun kahvesine gider. Bir kahve ister. Kahveye karşılık bir altın verir. Arslandedeoğlu, bu parayı bozamayacağını söyler. Garib onu kahve parası olarak verdiğini söyler. Kahvehane sahibi şaşkınlık içindedir. Âşık Garib “Öyleyse beni kahvene ortak et.” der. Kahvenin sahibi Deli Selim, bunun üzerine, “Bu kahvenin zaten dokuz müşterisi var. Beni güç yaşatıyor, ikimize yetmez.” der. Sonunda ortaklığa razı olur. Garib, gece vakti, usta bularak kahveyi onartır; kahve takımlarını pırıl pırıl temizletir. Öyle ki sabahleyin kahve sahibi kahvesini tanıyamaz. Garib, İki adam tutar iki kahve pişirtir. Birini Arslandedeoğlu, birini kendisi içer. Bu sırada şöyle söyler:
Cuş eyledi deli gönül
Sana geldim Halep şehri
Cüda düştüm diyarımdan
Sana geldim Haleb şehri
Âşık Garib’in çalıp söylemesi bitince kahvehane dolup taşar...
Hikâyenin Orta Asya’da teşekkül ettiği iddiaları da vardır. Fakat diğer halk hikâyeleri gibi Doğu Anadolu’da, Batı İran’da veya Kafkasya’da oluştuğu metinde geçen yer isimlerinden anlaşılmaktadır.
Şam’ın etrafında yatan erenler
Garibim sılama gönderin beni…
Sevgilisinin elden gideceğini öğrenen Garib, Haleb’den yola düşer. Yolda atı çatlar. Kır atlı Hızır ona yardımcı olur. Hızır, Garib nereliyse onu oraya ulaştıracaktır. Garib, önce Erzurumlu olduğunu söyler. Hızır onu atının terkisine alır, bir göz yumup açıncaya kadar Erzurum’a gelirler. Oradan Kars’a ve nihayet Tiflis’e varırlar. Tam da o sırada Sanem’in düğünü yapılmaktadır. Âşık Garib, sazıyla oraya varır; çalıp söylemeye başlar…
Dün gece dün gece Haleb şehrinde
Aşkın dolusunu içtim de geldim…
Kavuşmayla, visalle sona eren başka halk hikâyesi var mıdır, bilmiyorum. Benim bildiğim, Âşık Garib Hikâyesi yegânedir. Mesele hallolmuştur; iki sevgili murada erecektir:
Yar sana getirdim Haleb kınası
Yarın gece pamuk ele yak Sanem
Türkçe konuşulan bütün diyarlara, Balkanlardan Çin’e kadar yayılan bu hikâyeye mahallî olarak ilaveler yapılmaktadır elbette. Meselâ, Özbek varyantında Garib’in Haleb’den sabah namazında çıkıp, öğle vakti Kerbelâ çölünden geçtiği belirtiliyor:
Haleb’den çıkmışım namaz-ı erte,
Kerbelâ çölünden geçtim gün orta
Erzurumlu Behçet Mahir’in anlatımında Haleb’in önemi vurgulanmaktadır:
“Şimdi Garib ise, güne bir menzil, gece gündüz, diyar-ı gurbeti, gahr-ı yar eden bir genç aşıg, bir saz beraber nayet gözüne Tifliz’den çıkmadan Haleb’i almışdı. Ben meskan Halebi gendime ediyim. Çünkü o vaktın devrinde Haleb garipler yatağı idi. Bir tüccarlar yeriydi. Haleb varidetli geliratlı bir vilayet idi. Her palından tüccarlar, varlığını Haleb’e tökerdiler. Halep altın yeri idi. Garib ben parayı Haleb’de kazanırım diyerek gözüne Haleb’i almıştı.”
Bugün ne Âşık Garib hikâyesini anlatan âşıklar ve meddahlar kaldı ne de taşbasması kitapların Latin harfli baskılarını okuyan meraklılar. Bu halk hikâyesi, günümüzde ancak araştırıcıların ilgisini çekiyor. Belki türkü hazinemizde yer alan, zaman zaman TRT radyolarında seslendirilen şu yanık gurbet türküsü kulağımızda çınlar:
Gurbet ilde baş yastığa gelende
Gayet yaman olur işi garibin
Gelen olmaz, giden olmaz yanına
Sızılar toprağı taşı garibin…
Yunus’un bulutu, saçını çözüp yaşın yaşın ağlatması gibi, taşı ve toprağı sızlatan Garib’in bu hüzünlü türküsü yanılmıyorsam şöyle sona erer:
Nişanlım yok, mezarıma taş diksin
Bir çalıdır, mezar taşı Garib’in…
Halk şiirinin Haleb’i:
Türkiye’nin güney doğusunun halk kültürü, Haleb’siz noksan kalır. Bölgeden derlenen birçok türküde ve ağıtta, Haleb adı geçer. İşte bir eşkıya türküsü:
Haleb’in köprüsü dardır geçilmez
Iraz’ın saçları telden seçilmez
Bir Maraş türküsünde de –kimse- Küçük Selcan, adıyla sanıyla şöyle söyler:
Küçük Selcan bunu böyle söyledi
İndi Haleb hapisini boyladı
Ahmet Şükrü Esen’in Anadolu Ağıtları derlemesinde yer alan Hacı Hüseyin’in oğlunun ağıtında ise darbımeseli andırır ifadeler yer alır:
Maraş’tan öteye Haleb
Irızkımız kesti felek...
Haleb, halkımız için Maraş’tan öteye idi; icabında gidilir gelinirdi. Ticaretin akışı öyle idi. Haleb Türkmenleri, Haleble Yozgat arasında mevsime göre göçer dururdu. Bir zaman geldi ki Haleb sınırdan öteye oldu. Güney illerimizin, Maraş’ın, Antep’in, Urfa’nın, Kilis’in, Antakya’nın rızkı kesildi; iktisadiyatı durakladı. Sınır şehirleri ve kasabaları, bu dönemde âdeta sınırla savaştılar; kaçakçılıkla hayatlarını idame ettirmeye çalıştılar. Sınırı, her iki tarafta kalan halk belirlememişti. Bu mânâsız ve esassız sınır, ölümlere, sakatlanmalara yol açarak varlığını hissettirdi. Bu sınır hiç bir işe yaramadıysa da ayrılığın ne demek olduğunu, hatta bazen ölüm olduğunu anlamamıza yaradı. Aynı sıkıntıları Haleb de yaşadı elbette. O da iktisadî çevresini kaybetmişti. Dünyaya milliyetçiliği armağan eden Avrupa şimdi kendi coğrafyasında millî sınırları kaldırıyor. Avrupa ülkeleri arasında nice zamandır serbest geçiş var. Bizim sınırları kaldırmamız için önce zihnimizdeki sınırları sorgulamamız ve bu sınırlar içinde hapsettiğimiz kültürümüzü tanımamız gerekiyor.

























Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.