• İstanbul 18 °C
  • Ankara 16 °C

İslamafobiyi güçlü lobiyle yenebiliriz.

Fatma Gülşen KOÇAK

Prof. Dr. Özcan Hıdır ile İslam karşıtlığı, Batı’da İslâm imajı, Müslüman kimliği, Macron’un son Fransa İslam’ı oluşturma projesi başta olmak üzere, Batı’nın İslam-Müslümanlara yönelik teo-politik ve oryantalistik projeleri gibi konuları konuştuk.

Fatma Gülşen Koçak

Halen İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Dr. Özcan Hıdır ile İslam karşıtlığı, Batı’da İslâm imajı, Müslüman kimliği, Macron’un son Fransa İslam’ı oluşturma projesi başta olmak üzere, Batı’nın İslam-Müslümanlara yönelik teo-politik ve oryantalistik projeleri gibi konuları konuştuk. 

Çalışmalarını Yahudi ve Hristiyan kültürünün İslâm, Kur’an ve özellikle hadislere etkisi tartışmaları, dinler ve kültürlerarası etkileşim, İslamofobi-İslâm karşıtlığı-kültürel ırkçılık, Avrupa-Batı’nın İslam dünyasına yönelik teo-politiği, “Protestanlık-Martin Luther ve İslâm”, Evanjelikler, “Avrupa ve Batı’da İslâm”, “Kur’an ve Hz. Peygamber imajı”, “Batı’da Kur’an ve Sünnet’e yaklaşımlar”, oryantalizm, “hadis oryantalizmi-oksidentalizmi”, Batı’da yüksek eğitim-öğretim, dini-manevi rehberlik-danışmanlık eğitimi, “Avrupa’daki Türkler ve Müslümanların dinî-manevî, sosyo-kültürel, eğitim-âile ile ilgili problemleri” gibi konular üzerinde sürdürüyor. Üçü Hollandaca –ki biri Hollandaca açıklamalı Kur’an mealidir- olmak üzere 16 kitabı bulunan ve Türkçe’nin yanı sıra İngilizce, Arapça ve Hollandaca gibi dillerde de çalışmalar yapan Özcan Hıdır, ayrıca AA Analiz Haber, Star Açık Görüş ve Yeni Şafak “Düşünce Günlüğü” sayfaları ve farklı dergilerde sözü edilen konularla ilgili analiz yazıları yazıyor. Ayrıca uluslararası, ulusal ve yerel televizyonlarda da alanıyla ilgili tartışmalara katılıyor. Özcan Hıdır’ın Türkçe, İngilizce, Arapça ve Hollandaca gibi dillerde pek çok ilmî-popüler makalesi-tebliği yayımlandı. Yahudi Kültürü ve Hadisler (İnsan yayınları/5. Baskı İstanbul 2020), Hıristiyan Kültürü ve Hadisler (İnsan Yayınları/2. Baskı 2019), Batı’da Hz. Muhammed İmajı (İnsan Yayınları/2019) ve Batı Dünyasında İslamofobi ve Anti-İslamizm adlı kitaplarını (Kadir Canatan ile) bu meyanda zikretmek gerekir.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron, “İslâm bugün dünyanın her yerinde krizde” ve “Tasarladığımız taktiğin dördüncü ekseni, Fransa’da aydın/aydınlatılmış bir İslâm inşa etmektir; dış tesirlere bağlı İslâm’a ihtiyacımız yok” sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cumhurbaşkanımız Erdoğan tarafından “saygısızlıktan öte açık bir provokasyon, hadsizlik ve edepsizlik” olarak nitelenen Macron’un bu açıklamaları ve 9 Aralık’ta meclise sunacağı “Separatizm yasası” genel-klasik oryantalistik arka plana yaslanan “neo-oryantalistik” projelerle bağlantısı yanında, son dönemde “Avrupa İslam’ı” üst projesinin Fransa’daki pilot uygulaması olarak görülebilir. Zira özellikle Almanya, Avusturya, İsviçre, Danimarka gibi ülkeler başta olmak üzere, Batı Avrupa’da bu tür projeler şu veya bu şekilde devam ediyor. Bu versiyonlar arasında, ilgili ülkelerin yerel şartlarına bağlı bazı nüanslar olsa da, bu durum meselenin özünü değiştirmiyor. Zira temel paradigmalar hemen her bir versiyonda aynı kalıyor.

Macron ise, içsel ve dışsal bazı saiklerle, son dönemde Fransa İslam’ı oluşturmayı adeta kendisine misyon edinmiş durumda. Dolayısıyla onun İslam-Müslümanlarla ilgili yeni olmayan bu çıkışlarını ülkede aşırı sağa kayan oyları 2022 seçimlerinde geri almaya çalışma veya “sarı yelekliler”in gösterileri, rekor kovid-19 vakaları, ekonomik kriz, işsizlik ve bütçe açığının giderek artması gibi içsel problemlerle açıklayanlar varsa da, kanaatimizce onun bu projesinin başka önemli dinamikleri ve sebepleri olmalıdır. En önemlisi, yukarıda sözünü ettiğimiz, özellikle 11 Eylül 2001 hadisesi sonrasında, Avrupa-Batı’da –ve belki de dünyada- İslam’ı “yeni düşman” olarak niteleyen siyasi paradigmalar olsa gerektir. Nitekim bu paradigma değişiminin ardından Avrupa ülkelerinde “lokal 11 Eylüller” yaşanmış, İslam karşıtlığı mahiyet değiştirerek artış göstermiş; neticede ise bazı ülkelerde iktidar, diğer bazılarında ise ana muhalefet noktasına gelen aşırı sağ partiler güçlenmiş; merkez sağ-sol partilerin de kraldan çok kralcı tutumla İslâm-Müslümanlarla alakalı negatif kararlara-politikalara yönelmesine yol açmıştır. “Fransa’nın 11 Eylül’ü” bu anlamda Charlie Hebdo saldırısı ve onu izleyen diğer artçı saldırılar olmuş ve bu durum Fransa’yı İslam ve Müslümanlara dair bir dizi karar ve projeyi devreye sokmaya başlamıştır.

Bu noktada temel hedef, Müslümanların İslâmî kimlikleri çelişse bile, Avrupa norm ve değerlerini benimsemeleri, kamusal alanda görünürlüğü olmayan, Avrupa’nın seküler toplumları ile uyumlu bir İslâm anlayışının oluşturulmasıdır. Buna dair şarkiyatçılar başta olmak üzere, sosyal bilimcilerce (siyaset bilimci, sosyolog, antropolog) önemli sayıda çalışma da yapılmış, yapılmaktadır. Bu meyanda Avrupa-Batı’da İslâm ve Müslümanlara dair her önemli tartışmanın, “Avrupa İslâm’ı” ve onun alt versiyonları olan “ülkesel-yerel İslam” projeleriyle bir şekilde bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz. Bu proje ve tartışmalarda da son dönemde Avusturya ve Fransa başı çekiyor. Bazı ülkelerde pilot olarak uygulanmaya başlayan bu projelerin daha sonra Avrupa’nın başka ülkelerinde de bir şekilde yaygınlaştığı biliniyor. Ayrıca bu yasayla Fransa’da “fundemantalist/radikal İslam”, “politik İslam” evresinden “ayrılıkçı/separatist İslam-Müslümanlar” propagandası aşamasına geçildiğini belirtmek gerekir.

 

Batı’da İslâm karşıtlığı-düşmanlığının temel sebepleri nelerdir?

Takdir edersiniz ki, bu oldukça uzun ve çeşitli yönleri ile değerlendirilmesi gereken bir konu. Ancak kısaca ifade etmek gerekirse şunları söylememiz mümkün gözüküyor. İslâm karşıtlığının siyasî, dinî, tarihî ve sosyo-kültürel pek çok sebebi vardır. Bu açıdan bakılırsa tarihteki imge-imajların da bunda önemli rolü vardır. Bu anlamda İslam karşıtlığının tarihini spesifik olarak belirlemek zor olsa da, onu “Haçlı Savaşları” yıllarına, hatta İslâm’ın başlangıcı dönemlerine götürmek mümkündür. Bu durumda İslâm karşıtlığı, 1300 yıllık bir tarihe sahiptir, denebilir. İslam’ın yeni bir din, Hz. Peygamber’in de “son Peygamber” olarak tarihteki yerini alarak hızla yayılması karşısında telaşa kapılan Hıristiyanlık başta olmak üzere diğer dinlere mensup din adamları “İslam Hıristiyanlık’tan sapmış heretik bir dindir ve bizim için bu durum yeni değil” şeklinde iddialarda bulunmuşlardır. Bu söylem, Emevîler döneminde Şam’da yaşayan ve İslâm’ı iyi bilen John Demescen/Yahya ed-Dımeşkî tarafından ilk olarak ortaya atılmış ve daha sonra Ortaçağ’da Tehedore Ebû Kurra, Peter Venerable, Dante, Protestanlığın kurucusu Martin Luther, Kalvinist Protestanlığın öncüsü John Calvin ve Hümanist akımın öncü şahsiyetlerinden Erasmus başta olmak üzere, Batı’nın dinî ve fikrî zihin kodlarının oluşumunda etkili olmuş şahsiyetlerin pek çoğunun “İslam-Türk karşıtlığı”nda öncü rol oynayarak, “Müslümanlar-Türklerle savaş” hakkında kitap kaleme almaları tesadüf olmasa gerektir. Oryantalistik dönemde bütün bu tarihi karşıtlık, yeni argümanlarla, biraz daha ilmi temelde güncellenmiştir.

Bugün Batı dillerinde İslam, Kur’an ve Hz. Peygamber hakkında yayımlanan kitapların çoğunda “İslam’ın kökeninin önceki din ve kültürlere dayandığı, Hz. Peygamber’in de Kur’an’ı Yahudi ve Hıristiyan din adamlarından elde ettiği bilgilerle oluşturduğu bir şekilde ileri sürülür. Dolayısıyla İslam’ın yeni bir din ve medeniyet olarak meydan okuması, başlı başına bir tehdit olarak algılanmış ve İslam karşıtlığının en önemli sebebi olmuştur. Bunun yanı sıra tarihte meydana gelen Haçlı Savaşları, Osmanlı’nın Viyana’yı kuşatması, Endülüs’teki olayların da bu karşıtlıkta önemli rolü vardır.  Dolayısıyla, Islam and the West adlı önemli eserin sahibi Norman Daniel’in de ifade ettiği gibi, günümüzde Batı’daki İslam karşıtlığının en önemli sebebi olarak tarihteki olayların yeri büyüktür.

Batı insanının zihni arka planında genelde bu tarihi olayların etkisi vardır ve konjonktürel olarak Müslümanlarla ilgili herhangi bir olayda bu tarihe göndermeler yapılarak genelde olumsuz imajlar devreye sokulur. Dolayısıyla Batı’da Ortaçağ’dan bu yana Türkler ve dolayısıyla Müslümanlara yönelik olarak üretilen benzer bir korku hali hâkimdir. Tarihte öncelikle askerî, sonra dinî kaynaklı olarak oluşturulan bu imaj, günümüzde bazı açılardan adeta yerleşik bir hal almış olup Batılı zihinlerin arka planında duruyor ve en küçük bir olayda refleksif olarak ortaya çıkabiliyor. Bu karşıtlığın dönemin siyasî konjonktürü ile alakası olsa da, esas itibariyle Avrupa’nın Türk-İslâm kültürüne bakışındaki dinî fikrî zihin kodlarıyla ilgilidir.

Günümüzde ise bu korkunun aktifleştirilmesinde “11 Eylül 2001 hadisesi” kırılma noktası olsa gereke, değil mi?

Evet, ancak daha öncesinde Soğuk Savaş’ın ve dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Batı’lı karar vericilerin yeni bir düşman tanımlaması yaptığını görüyoruz. NATO Eski Genel Sekreteri Willy Claes bu düşmanın “İslâm” olduğu ifade etmişti. Hal böyle olunca da gerek İslam dünyasına gerekse Müslümanların azınlık halinde yaşadıkları Batı ülkelerinde bu yeni düşmanı tanımına uygun politik, teolojik ve sosyo-kültürel politikalar devreye sokulmaya başlanmıştır. Buna göre İslam’ın bir şiddet dini, Kur’an’ın savaş kitabı, Hz. Peygamber’in kılıç elinden düşmeyen bir peygamber ve Müslümanların da terörizme yatkın kimseler olduğu anlamına gelecek beyanlar en yetkili ağızlardan sıkça dillendirilmiş; pek çok İslam, Hz. Peygamber ve Kur’an karşıtı söylem-eylem gerçekleştirilmiş, Müslümanlara ve kurumlarına yönelik sözlü-fiili şiddet olayları meydana gelmiş, gelmeye de devam etmektedir.

Bu itibarla günümüzde, aslında tarihin modern versiyonlarla tekrarlandığına şahit oluyoruz. Özellikle Huntington’un “Medeniyetler çatışması” tezinin ardından 11 Eylül hadisesinin meydana gelmesi, ülkelere göre farklılık gösterse de, Batı’daki İslam karşıtı olayları alabildiğine artırmış; ırkçı-İslam karşıtı aşırı sağcı partiler yükselişe geçmiş; merkez partiler de aşırı sağa söylemlere evirilmiştir. Bu meyanda “İslam’ın bizatihi kendisi Batı için tehdittir” kabulü eşliğinde, İslam’ın içini boşaltmak, Müslümanları da Batı norm-değerlerine uygun hale getirmek için, en son örneğini Macron’un “Fransa İslam’ı” oluşturma amacıyla 9 Aralık’ta meclise sunacağı “Sepearatizm yasası”nda gördüğümüz, revisyonist-liberal “Avrupa İslam’ı” projeleri devreye sokulmuştur. Tabiatıyla Batı’da siyasi-ekonomik kurumsal güçten yoksun olan Müslümanlar için bu durum oldukça dramatiktir.  

Batı İslâm düşmanlığını yaygınlaştırmak için neler yapıyor? DAEŞ, Boko Haram ve El-Kaide gibi esasen Batı’nın kurup yönettiği örgütlerin Batı kamuoyunun korkusunu artırmak için planlandığını söyleyebilir miyiz?

Gayet tabi. Batı’lı karar vericiler, bu İslam karşıtlığını yaygınlaştırmak için çok spesifik yöntemler, medya manipülasyonları deniyorlar. Bunlardan en önemlisi Müslümanlar arasından sözünü ettiğiniz tarzda terör örgütlerini oluşturmaktır.

Bu tür radikal-entegrist örgütlerin bazı düşünme biçimleri ve ideolojilerinin izleri İslam tarihindeki “Haricîlik”, “Haşevîlik (radikal Selefîlik)” ve “müfrit Zahirîlik” gibi anlayışlarda bulunsa bile, onları günümüzde oluşturup formatlayan akıl, klasik oryantalist bilgi birikimine dayanan “politik oryantalizm”dir. Zira politik oryantalizm, İslam-İslam dünyasına yönelik 200 yıllık oryantalistik bilgi birikimini siyasî projelere dönüştürüp uygulamıştır. Bunda da aslında pek çok sebep vardır; en önemlisi, Max Weber’in formülleştirip Yahudi asıllı Macar oryantalist Ignaz Goldziher’in –ki oryantalistlerin piri sayılır- ilmi kisveye büründürdüğü üzere, İslam Dini’nin şiddet içeren, “öteki (Batı)” için tehlikeli bir din olduğu imajını pekiştirmektir. Bunda da belli ölçüde başarılı olmuşlardır. Zira bugün Batı’da “her Müslüman terörist-extremist değilse de, her terörist Müslümandır” anlayışı genel kabul görmüş gibidir.       

İslâm karşıtlığını önleme-azaltmada ve imaj restorasyonu yapmada Batı’da Müslümanlar nasıl bir yol izlemeli, ne yapmalı?

Tabiatıyla pek çok şey yapılabilir. Öncelikle tarihten gelen ve Soğuk Savaş ve 11 Eylül sonrası daha da olumsuzlaş(tırıl)an algı-imajı düzeltmek için çalışmalar yapmak gerek. Bilindiği gibi, “algı-tasavvur” ve “imaj”, bir nesnenin veya objenin gerçeğinden farklı olarak “algılanması/algılama biçimi” olarak ifade ediliyor. Şu halde imaj aslında bir algılama biçimi ve bu algıda “korku/fobi-karşıtlık” önemli bir rol oynuyor. Buradan hareketle Müslümanların, Avrupa ve Batı’da imajinatif bir şekilde, olduklarından çoğunlukla tamamen farklı algılandığını belirtmeye sanırım gerek yoktur. Bu durumda işe öncelikle, tarihten de beslenen mevcut olumsuz İslam-Müslüman algısını izale etmeye –veya azaltmaya- ve dolayısıyla bu fobi-karşıtlık sonucu oluşmuş “olumsuz imajı” restore etmeye girişmek gerekiyor. Bu ise her şeyden önce dinî, siyasî, ekonomik ve sosyo-kültürel anlamda güçlü kurum, kuruluş ve entelektüel donanımı yüksek insan gücü gerektiren bir durumdur. Bunun için ise önce teşhisi iyi koymak ardından da buna uygun tedavi sürecine girişmek lazımdır.

Günümüzde bu imaj restorasyonu, yaşanılan ülkelerde iyi bir temsil ortaya koymak, o ülkeye her alanda katkı yapmak, bunu yaparken de kendi öz milli-manevi değerlerine sahip çıkarak kendi kalabilmekle mümkündür. Ancak bunu başarabilmek kolay değil. Ama bunu başaracak çareler üretmek de gerekiyor. Bu durum, aslında “diaspora kültürü” konusunda fikir yürütmeyi de gerektiriyor. Zira Batı ülkelerinde Müslümanların atacağı kalıcı adımlar, kendilerini “diaspora”da birer “muhâcir” olarak görebilmeleri ve yaşadıkları ülkenin özellikle kendilerini ilgilendiren sorunlarına aktif olarak katılmaları ile yakın irtibatlıdır. Bu aslında kendini “göçmen” gibi görmeme tavrıdır. Zira göçmenlikte “iğretilik” ve “geçicilik” ön plandadır. Ne var ki, kök ülke lehinde etkin lobi oluşturma açısından da son derece önemli olan bu durum, şayet iyi planlanamazsa, bulunulan ülke içerisindeki dominant kültürde asimile olma ve kök ülke ile duygusal ve düşünsel irtibatı zayıflatmaya ve neticede koparmaya yol açabilir. Müslümanların gittikçe “göçmen” statüsünden “yerleşik vatandaşlar (muhâcir)” konumuna çevrildiği, iş dünyasından politikaya, üniversiteden müzik ve spora kadar hayatın her alanına yayılmış olduğu ve bu konuda önemli iyileşmenin olduğu gerçekse de, yaşadığı ülkenin sorunlarına ilgisizliğin de alabildiğine devam ettiği bir gerçek. Bugün Avrupa’da 25 ile 30 milyon Müslüman, yaklaşık 7 milyon da Türk vardır. Türklerin ekonomik anlamda da iyi durumda olduklarını söylemek gerekir. Ama buna rağmen, son yıllardaki az sayıdaki bazı örnekleri hariç, güçlü bir lobi oluşturulamıyorsa, bunun üzerinde ciddiyetle düşünmek gerekir.

Bunun en önemli sebeplerinden biri, ekonomik gücün siyasi, kültürel ve entelektüel güce dönüştürülememesi, dolayısıyla “oksidentalistik kurumlar” kuramamış olmalarıdır. Pratikte bu durum, Avrupa ülkelerinde halihazırda tartışma konusu olan “entegrasyon”, “özgürlük-din özgürlüğü”, “norm-değerler”, “Müslüman-Türk kimliği”, “İslam düşmanlığı”, “insan hakları”, “demokrasi”, “sekülarizm” “modern ve post-modern toplum yapısı” başta olmak üzere pek çok alanda derinlikli fikir üretememe sonucunu doğuruyor. Bu meyanda eğitimde kimliği ilgilendiren kavramların nasıl kullanılacağı, Yahudi-Hıristiyan, hümanist/seküler bir kültürün dominant olduğu bir ortamda insanımızın kimliğinin nasıl muhafaza edileceği, aslında hep bu oksidentalistik bakışla ilgilidir. Bu anlamda “oksidentalistik” aslında, “temsil gücü yüksek yeni bir liderlik” sorunudur ve Batı’daki insanımızın sorunlarının hemen her aşamasında bu liderliğin eksikliği hissedilir.   

Batı’da yaşayan Türklerin durumu hakkında neler söylersiniz. Kimliklerini korumaları anlamında neler yapılmalı?

Avrupa-Batı’da yeni neslin kimlik konusunda ikilem içerisinde olduğu, bir kimlik bunalımı yaşadıkları, “hibrid” bir kimlik geliştirdikleri genel olarak gözlemleniyor. Bu itibarla “kimlik” ve “kimliğin muhafazası” belki de genelde Avrupa-Batı’daki Türkler-Müslümanlar ile ilgili olarak üzerinde en fazla zihin yorulması gereken konulardandır. Kimlik, din, dil, örf ve tarih vb. olguların inşa ettiği bir değerdir. Bunu söylerken Türklerin kimliklerini muhafazada diğer azınlık gruplarına oranla daha iyi durumda olduklarını da genel olarak ifade etmek gerekir. Bununla beraber, kimliğin, multi-kültürel, seküler-hümanist ve Yahudi-Hıristiyan Batı norm-değerlerinin hâkim olduğu bir toplumda uzun vadede nasıl korunacağı hususu üzerinde özelikle düşünülmesi gereken bir sorundur. Zira özellikle son yıllarda Avrupa’da sıkça kullanılan ve içeriği tam olarak doldurulamamış olan “Avrupa norm ve değerleri” ile esasen çoğunlukla yabancıların ve dolayısıyla Türklerin bazı haklarını kullanmalarına engel olma amacı güdülmeye çalışıldığı da hissediliyor. Bu anlamda Türklerin birçok alandaki kurumlarının ve tutumlarının, “Batı norm ve değerleriyle ters düştüğü” ifade ediliyor. Böylece Türklerin ve aslında bütün Müslümanların taleplerinin önü kesilmeye çalışılıyor.

Bilindiği üzere Batı’da/Avrupa’da köklü bir oryantalistik birikim var. Batı üniversitelerinde Müslümanlara yönelik çok önemli zihinsel birikimler oluşmuş ve bunlar İslam dünyasına yönelik politikalarında kullanılmıştır. Yani, Müslümanların nasıl yönlendirileceği, aslında nasıl sömürüleceği konusunda ciddi çalışmalar yapılmış, raporlar yazılmış. Bugün de bu çalışmalar, İslam dünyası ve Türkiye’ye yönelik son dönemlerdeki operasyon-projeksiyonlarda görüldüğü üzere, çok daha spesifik-sistematik olarak “neo-oryantalistik” anlamda devam ediyor. Noktasal çalışmalar yapılıyor ve bunlar politikalara yansıyor. Genelde İslam dünyası özelde ise Avrupa-Batı’daki Müslümanlar buna aynı şekilde karşılık veremiyor ki, bu ise olumsuz bir durum, tabiatıyla.

Salgın sürecinde Batıda İslâm’ın temizlik prensipleriyle ilgili paylaşımlar yapıldığını gördük. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Bunun yanı sıra kovid-19 döneminde Endülüs başta olmak üzere Batı’daki önemli şehirlerde ezanlar yükseldi, bilboardlara ayet-hadisler yazıldı. Müslüman kurum ve kuruluşlar dni-etnik köken ayırımı yapmaksızın gönüllü olarak yardımlar dağıttılar. Politikacılar da camilerde sıcak mesajlar verdiler. Müslüman sağlık çalışanları da kovid-19 sürecinde en ön saflarda önemli katkılar yaptılar. Tabi bir de Türkiye’nin İtalya, İspanya, İngiltere ve ABD gibi ülkelere yaptığı tıbbî malzeme yardımlarını da bu meyanda zikredebiliriz. Ayrıca Nevsweek dahil, Batı’daki önemli basın yayın organlarında Hz. Peygamber’in sünnetindeki hastalık-salgın, temizlik-taharet, hijyen ve karantinaya dair uygulamalara ve hadislere atıf yapıldı. Mesela salgının daha ilk günlerinde Nevsweek’te yer alan bir makalesinde Hıristiyan bir akademisyen olan Craig Considine “Bir salgın sırasında karantina, sosyal izolasyon ve kişisel temizliği ilk öneren kişinin kim?” sorusunu sormuş ve buna ilgili hadislerden örnekler de vererek şu cevabı vermişti: “O Hz. Muhammed’ti. O, hekim-uzman değildi; ancak kovid-19 gibi salgınları önlemede önemli tavsiyeleri vardır ve bunları da uygulamıştır.”

Bütün bunlar kovid-19’un ilk aylarında belli bir süre İslam karşıtlığında bir soğumaya ve azalmaya yola açtı. Ancak geçtiğimiz ayda İsveç, Norveç başta olmak üzere, aşır sağcı grupların “Kur’an yakma-yırtma” olayları ile Charlie Hebdo’nun Hz. Peygamber’in karikatürlerini tekrar yayımlaması ve “Türkiyefobi-Türkfobi”yi aktive etme amaçlı açıklamalar, sanki bir elin İslam aşırı sağ-ırkçı-karşıtlığının soğumasına müsaade etmeyeceğini gösteriyor. Zira bu önemli bir sektör, ekmek-oy kapısı aynı zamanda, Batı’da. Bütün bunlara rağmen, kovid-19 sürecinin Müslümanlara Batı’da, İslam maneviyatına yönelim anlamında önemli fırsat sunduğunu da belirtmek gerekir. Zira belâ, hastalık ve salgın dönemlerinde manevi duygular yükselir. Bu anlam arayışlarına da daha ziyade din cevap verir. Hatta korona sürecinde internetteki dinle alakalı aramalarda hatırı sayılır bir artış olduğu da belirtiliyor.  

.  

Biraz daha güncel bir meseleye dair sormak isterim. Ermenistan-Azerbaycan çatışmasında Ermenilerin sürekli meseleyi Müslüman- Hristiyan çatışması şeklinde lanse etmeye çalışmasının arka planında ne var?

Tabiatıyla burada ince politika ve hatta “teo-politik” bir yaklaşım var. Hatırlanırsa, Yunanistan ile olan gerilimde de Yunanlılar aynısını yapmıştı. Burada amaç, tarihteki “Türk-Osmanlı-Müslüman” korkusuna da referansla meseleyi “Müslüman-Hıristiyan/hilâl-haç” savaşına döndürme gayretidir. Esasen İslam dünyasına yönelik modern-postmodern versiyonlarıyla teo-politik olarak farklı şekillerde devam eden “silahsız haçlı savaşı”na malzeme taşımak, kurban psikolojisiyle, Batı’da Hıristiyanlık ile bağı kültürel düzeyde olanlardaki duyguları aktive etme gayretidir.

Özelde de en önemli Ortodoks kilisesine ev sahipliği yapan Rusya başta olmak üzere, Ortodoks dünyayı teo-politik anlamda Azerbaycan -ve Türkiye’ye- karşı harekete geçmeye zorlamaktır. Katoliklik ve Protestanlık gibi günümüzün hâkim Hıristiyan mezhepleri-anlayışında Ortodoks Ermeniler pek makbul görülmese de, son tahlilde Hıristiyan olmaları hasebiyle, teo-politik olarak hep desteklenmiş, desteklenmektedir. Bilindiği üzere, bunu daha da hızlandırmak için en son Şuşi kentindeki tarihi kiliseyi (kendi kiliseleri) bombalayıp Azerbaycan’ı suçlayarak fotoğrafları dünyaya servis ettiler. Bu meyanda, özellikle Fransa ve ABD’deki diasporası-lobisi oldukça güçlü olan Ermenistan’ın bu manipülasyonları Batı’da önemli ölçüde etkili de oluyor.       

Son yılların en önemli gelişmelerinden birisi, Ayasofya’nın ibadete açılması oldu. Bu tarihi olay Batı kamuoyunda nasıl yankı buldu?

İstanbul’un fethinin önemli bir sembolü ve Türkiye’nin egemenliğinin göstergelerinden biri olan Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılma kararı, başta Ortodokslar olmak üzere, özellikle Hıristiyanlar arasında pek çok tepkiye yol açtı. Ülke olarak, beklendiği gibi, en sert tepkilerden biri Yunanistan’dan geldi. Batı ülkelerinde ise karar hararetle tartışılmış; genellikle Türkiye’nin “seküler anlayışına darbe”, “İslamîleşme” ve “neo-Osmanlıcılığa dönüş” olarak görülerek kınanmıştır. İbadete açıldığı günlerde, Vatikan başta olmak üzere, hemen bütün Batı’lı önemli devlet ve kurumlardan kınama açıklamalarını biliyoruz. En son ABD Demokrat Parti Başkan Adayı Biden’in “Erdoğan’ı Ayasofya kararını değiştirmeye (tekrar müzeye dönüştürmeye) çağırıyorum” açıklamasında da görüldüğü üzere, bu konu sürekli gündemde tutulmakta, Türkiye’ye yönelik karşıtlık için teo-politik malzeme olarak kullanılmaktadır.

Ancak dikkat çekici tutumla, Rus Ortodoks Kilisesi’nin aleyhteki açıklamalarına rağmen, siyasi olarak Putin-Rusya bunun “Türkiye’nin iç işi” olduğunu söylemiştir. Protestanlığın önemli bir kolu olan Anglikan mezhebine mensup İngiltere’nin de karara dair olumlu ya da olumsuz bir açıklama yapmamasını da not etmeli. Bunu Cumhurbaşkanımız Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin yürüttüğü etkin kamu diplomasisiyle açıklamak mümkün.

“Bütün Kuranları yaksak, bütün camileri yıksak Avrupalıların gözünde biz yine Osmanlıyız”, diyor Cemil Meriç. Batı’da Osmanlı korkusu devam ediyor mu?

Bu korku Batı’da hep var oldu. İfade ettiğim üzere, tarihteki “Türk-Osmanlı” korkusuyla alakalıdır, bu. Protestanlığın kurucusu Martin Luther, Desiderius Erasmus gibi günümüz Avrupa değerlerinde de yön vermiş teolog-düşünürlerin eserlerinin önemli bir kısmı “Türklerle savaş-Türk korkusu”na dairdir. Osmanlı hinterlandına yaslanan Türkiye güçlendikçe Batı’da bu korku aktive olup dışa vuruyor; böylece tarih modern versiyonuyla tekerrür ediyor. Bunu en son AB Komisyonu başkanı Borrell’in “Eski imparatorlukların geri geliyor; bunlardan üçü Türkiye, Rusya ve Çin” mealindeki açıklaması ile Macron’un son dönemdeki Türkiye’ye yönelik söylemleri tastamam ifade ediyor.

“İslamofobi”, “Türkfobi”nin yanı sıra bir de “Erdoğanfobi” var. Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın Batı’da sıkça gündem edilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Son yıllarda İslam karşıtlığından İslam düşmanlığına evirilen İslamofobi, daha özelde ise Batı’da “Türkfobi-Türkiyefobi”, hatta çok daha spesifik anlamda Cumhurbaşkanımızı hedef alarak “Erdoğanfobi” şeklinde tezahür ediyor. Bunda tarihteki yukarıda sözünü ettiğimiz “Türkfobi-Osmanlıfobi”ye dair imge-imajların etkisinin yanı sıra, Türkiye’nin hâlihazırda genelde dünya siyaseti, özelde de Afrika-Kuzey Afrika, Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz gibi bölgelerde izlediği pro-aktif, vizyoner-aksiyoner politikanın alabildiğine etkisi vardır. Bu meyanda Türkiye ve Erdoğan’ı “neo-oryantalistik” yöntemlerle, “otoriterlik”, “neo-osmanlıcılık-Osmanlı milliyetçiliği” ile suçluyorlar. Hatta daha da ileri giderek, özellikle Macron’un Fransa’sında- Hitler ile mukayese eden yayınların yanı sıra, bazı Siyonist Hıristiyan Evanjeliklerce de “Deccâl” nitelemesi yapılıyor.

Tabiatıyla bütün bunlarda, öz değerlerine yabancılaşmış-düşmanlaşmış içte ve dıştaki “self-oryantalist devşirmeler”in propagandalarının önemli etkisi bulunmaktadır.

Son olarak eklemek istediklerinizi alabilir miyiz?

Son olarak şunu söylemek isterim ki, burada sözünü ettiğimiz “Batı” ile genelleme yapmadığımızı, İslam karşıtı siyasî ajanda-projeksiyonlara yön veren, hâlihazırda Batı’da etkin-dominant durumdaki “neo-oryantalistik akıl” ile hareket eden karar vericilerin kastedildiğini belirtmek isterim. Zira Batı’da sağduyulu, İslam-Müslümanlara yönelik bu ırkçı-İslam karşıtı söylem-eylemleri tasvip etmeyen, bunlara karşı çıkan insanların-grupların varlığı malumdur. Ancak, farklı sebeplerle, bunların sesi pek duyulmamaktadır.

Bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.

Bu yazı toplam 1775 defa okunmuştur.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim