• İstanbul 17 °C
  • Ankara 22 °C

Korona kâbusu görüyorsanız şiir okuyun

Ahmet Doğan İLBEY

Mübarek ramazan-ı şerifi bu yıl koronavirüs denen salgının dehşetiyle birlikte idrak ediyoruz.

Bunda da bir hayır, diyerek mütevekkil ve sabr-ı cemil olmaya çalışıyoruz. Gücümüz ve direncimiz orucumuzdur, duamızdır, zikrimizdir. Bu ulvî vazifelerin üstüne gönlü âbad eden şiirler de kalp ve dimağımızı kavî kılacaktır. Fakîr-i hâkir geceleri, dost şairlerin şiirlerini kıraat ederek gönlümü âbad ediyorum. Bu gece Türk şiirinin beyaz kartalı “anadan doğma şair” Bahaeddin Karakoç’un Kalûbelâdan beri muhacirim ben şiiriyle başladım gönül tâlimine:                                                  

“Kalûbelâdan beri muhacirim ben”                                                

“Kalûbelâdan beri muhacirim ben / Her nereye gitsem ensâr karşıladı / Bir at, bir kurt, bir yılan anladı da / Kendi cinsimden olanlar anlamadı / Omuz vurup geçenlerin açtığı yara / Kevgire çevirdi sevdalı yüreğimi / Ey sevgili / Ne zaman darda kaldımsa / Hep sana yazdım arzuhalimi / Hep sen yetiştin imdada / Bir kabir kapınsın ağzında / Ne bir Münker, ne de bir Nekir'im ben / Gezginim, bu yüzden yosun bağlamam / Kalûbelâdan beri muhacirim ben / Herkes için göz yaşı dökerim de / Kendim için ağlamam / Yeni bir sevda türküsü duyduğumda / Turnalar havalanır yüreğimden / Adına muvaşşah şiirler yazarım / Leylâkî zaman dilimleri bereketlenir / Lâleler esrür emdikleri çiy damlalarından / Aşkın ile yüreğimi pazarlarım / Hangi yöne dönsem hep benimlesin / Ruhum sana uçmaya niyetlenir / Ey sevgili / Aşkın ile yanar parlarım / Kalûbelâdan beri muhacirim / Dolaşıp duruyorum diyar diyar / Aşkın deryasında arındı kirim / Artık karanlığı aydınlatacak bir mumum var / Limandaki gemi demir alıyor / Lâhurî şal gibi dalgalanıyor sular / Ay'ın dogması yakın / Hızır'ın vakti mayalaması / Uzak değil / Ey sevgili / Kamalaklı kara-ardıç ormanlarında / Bengitaşa konmuş bir bahtlı kuşum / Rivayet ne olursa olsun / Sevdana adamış serimi / Bengisulardan içmişim / Bengisularda yunmuşum.”                                                                                       

“Merhaba (Nefsi üçten dokuza boşayan er yiğitler)”                  

Böyle günlerde, usta şairlerden ilk göz ağrım olan Abdurrahim Karakoç’un şiirleri hep başucumdadır. Yüreğimi kâvi kılar, fikrimi güçlendirir. Koronoya karşı durmaya ve nefsi mağlup etmeye birebirdir şiirleri. Gece tâlimlerine onun “Merhaba”  (Bendeniz bu şiire ‘Nefsi üçten dokuza boşayan er yiğitler’ adını vermiştim)  şiirini okuyarak koronaya ve nefsime meydan okuyorum:                     “Güneşin gölgesinde yatıp, serinleyenler / Yitirse üzülmeyen, bulsa sevinmeyenler / Buzdan ateş yakanlar, taş pişirip yiyenler / Mide saltanatına boş verenler merhaba / Nefsi üçten dokuza boşayan er yiğitler / Yüreği kardan beyaz, bahtı esmer yiğitler / Batılın önünde set, hakka rehber yiğitler / Fazilet kavgasında baş verenler merhaba / Ey! Aşk gülü dikenler: nefret, kin ocağına / Ey! Hak mührü vuranlar, haksızlıklar çağına / Ya toprağın koynuna, ya zindan kucağına / Evlat, gardaş, arkadaş, eş verenler merhaba.”                                              Abdurrahim Karakoç ağabeyin kavruk ve derviş yüzü gözümün önüne geldi. “Yetmez” dedim, ondan bir şiir daha kıraat ettim:                                “Bağladım nefsimi zincir yulara / Dünyayı duvara astım; gel de gör / Rahatı huzuru attım kenara / Çileyi bağrıma bastım; gel de gör / Yürüdüm sel oldum, durdum göl oldum / Mazluma, mağdura kıvrak dil oldum / Zulüm sıcağında serin yel oldum / Yürekten yüreğe estim; gel de gör.”                                                                                    

“Türküler”                                                                                  

Türkülerle gönül tâlim etmek ihtiyacı duyunca, bağlama çalan, türkü söyleyen, yüreğini toplayıp kendini dağlara vuran, dağlara şiir yazan, “Ben türkülerin dilini şehirlerarası yolculuklara ilk başladığım zamanlarda anlamaya başladım. O dil gönül dilidir, o dil çâresizliğin, acının, hasretin, uzletin dilidir” diyen şair Ali İhsan Kekeç’in “Türküler şiirini okuyorum sahura yakın.                                        “Gezinir bağında oymağın elin / Açar has bahçenin gülü türküler / Gurbete vurunca yolu yiğidin / Dile gelir gözü sulu türküler / Yayla yamacından dağın kışından / Bir garibin gözündeki yaşından / Doğar şu karşıki pınarbaşından / Şu deli çayların seli türküler / Biz Türkmen yurdunda yiğit beyleriz / Türkü ile uyanır türkü söyleriz / Türkülerle coşar düğün eyleriz / Gönül gözümüzün dili türküler / Yavruyu yitirdim oba virane / Muştuluk vereyim onu görene / Yoldaş olur biner kara trene / Gider gurbet elin yolu türküler (…)                                    

“Kuş Sofrası”                                                                                        

Kalp ve nefis tezkiyesi ve her bakımdan paylaşma vakti olan Oruç Ayı’nda gönül tâlimi şair Ali Akbaş’sız eksik olur. Arı duru ve gönlü cömert şair, gönlü olanları, yâni hazreti insan olanları “Kuş Sofrası” na çağırıyor:  

“Bir yudum yağmur suyu / Ve bir dilim dolunay / Soframız kuş sofrası / Ninniler söylesin çay /  Soframız kuş sofrası /  Üstümüz yayla göğü  / Altımız yurt toprağı /  Büyü bebeğim büyü /  Ekmeğin gül yaprağı /  Soframız kuş sofrası / Güneşten damıtılmış /  İçtiğimiz bengisu /  Uğur getirsin diye / Dâvet ettik Yûnus'u /  Soframız kuş sofrası / Gökyüzünden mavilik  /Buluttan süt sağarız /  Gelin öksüzler gelin / Kırkımız da sığarız  / Biz yemeden doyarız / Soframız kuş sofrası.”                                                                                                  

“Çağın Hastalığı”                                                        

Ruhsuz ve kalpsiz modern çağ bütün kirliliği ve salgınlarıyla üstümüze geliyor. Türkçe muallimi şair Enver Çapar’ın “Çağın Hastalığı” şiirini okuyunca sahur vakti, kalp ve gönlümüzden aldığımız darbelerin acısını bir daha hissettim:                                     “Nereden nereye geldik de / İnsandan insana varamadık / Köprüler kurduk, nehirler böldük / Bir selam geçiremedik karşıdan karşıya / Bu kadar yakınken dokunamadık yüreklere / Bolluk çağındayız da insanı seçemiyoruz uzaktan / Bakıp da göremediğimiz hayatlar nerede yaşanıyor / Kara gözlükler de puslanır mı soğukta acep? / Her derdimize derman olan / Muhabbet kalkınca ortadan / Boşluğa düştü insan, bunalım takılması ondan / Manasız bakışlarla maddeye bağlandık / Hayata anlam arıyoruz oturduğumuz yerden / Rahatlık batmalı, dert aratmalı / İnsan olduğunu hatırlatmalı ki / Kalkıp bir şey yapmalı / Eskiden insanlar şükür bilir, kanaat ederdi / Her şey yaşlı bir ninenin yüzü kadar netti / Sade ve yavaş hayat ne bereketliydi / İnsan insana yeterdi / Çağın hastalığı, ihtiyaçlar listesi / Doymayan nefsin yeni reçetesi / Ruhun gıdası mı diyor birisi? / Çok kısık geliyor sesi.”

“Yediklerimizin hesabını Tanrıdan önce kabuğa kemikleri çıkık çocuklar soracak”                                  

Sahura yaklaşırken, türküdarım şair Fazlı Bayram’dan okuduğum şiir ok gibi yüreğime saplandı. Sarsıldım, sonra kendime geldim. İyi ki okumuşum. Siz de okuyun, faydası olur: “Sanırım yediklerimizin hesabını Tanrıdan önce / Kaburga kemikleri çıkık masum çocuklar soracak.”

Her Müslümanın ve dünyanın her yerindeki insanın beynini zonklatacak bir sual bu.                                                                          

Hâsıl-ı kelâm; şiir tâlimi (siz buna okumak, deyin) iyidir. Emir veren, baskı yapan yok, kendi kendinesiniz.

Bu yazı toplam 190 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim