Günlerin geçmediği, mevsimlerin, yazların, kışların duyumsanmadığı duvarların, tellerin gerisine; uzun koridorlara, sıkı sıkıya kapalı kapıların arkasına, yalnızlığa, mahpusluğa, özlemlere konuk olduk geçen hafta. TYB İstanbul Şubesi’nin Metris 2 nolu Cezaevinde mahkûmlarla yazar ve şair buluşması gerçekleşti. Sosyal sorumluluk projesi kapsamında gerçekleşen programa Sosyolog-ilahiyatçı Erol Erdoğan, Yazar Hasibe Çerko’yla beraber katıldık.
İsmet Özel’in “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişlerse ötekine sağır” diyen anlamlı dizeleri geliyor aklıma. Kendi küçük dünyamızdan, eviçi telaşlarımızdan, bitkin hallerimizden, kavgalarımızdan, didişmelerimizden, okuduklarımızdan, yazdıklarımızdan adım almış hayatın tam ortasına demir atmıştık. Genelde onsekiz yirmibir yaşındaki gençlerin çoğunlukta olduğu salona girmeden önce; hiçbir zaman saklayamadığım, duygularımı hep ele veren çehremdeki kederli ifşanın son bulması konusunda arkadaşlarım tarafından uyarılıyorum. “ Bu yüzle konuşma yapamazsın.” Önce yüzümdeki ifadeyi değiştiriyorum, maske takmak uymasa da ruhuma, yabancılaşsam da aynalardaki aksime hafif bir tebessümle adımlamalıyım içeriyi.
Müdüre Hanım yaşları 18 ila 21 arası gençlerin çoğunlukta olduğundan bahsedince. Yol boyu yüreğimde çağıldayarak akıp gelen, beni hüzne, beni yalnızlığa ve çaresizliğe daha çok da gözyaşının arınmışlığına taşıyan türkünün akışını dudaklarıma taşıyamıyorum. Yüreğim çaresiz öylece akıp gelen türkünün tınısını sessizce söylüyor sanki…
“Ben hep onyedi yaşındayım. / Her ayak sesinde ürperirim / Demirkapının her açılışında, göğsümün kafesine sığmaz yüreğim / Her türlüsünü tattım, acıların ayrılıkların / Herşeye biraz alıştım / Bir seni beklerken kendimi yenemedim…”
Bizim içeri girmemiz uzun sürüyor. Bilgisayar ekranı gibi olan objektiflerde fotoğrafımızı çekiyorlar. Erol Bey’in okuması bir türlü gerçekleşmiyor. Görüş için gelenlere bakıyorum. İncecik bir genç kız, sevdiğini mi görecek, nişanlısını mı, yoksa eşini mi bilmiyorum. Ama ona süslendiği, sonbahar rüzgarlarının şeffaf eteklerini uçurduğu bu limoni renkli albenili elbiseyi onun için giydiği belli. Sonra çarşaflı bir anne, yanında eşi, çocuğu küçük bir aile poz veriyorlar bilgisayara. İçeri girerken kırış kırış yüzünde yılların yorgunluğu bir anaya genç bir gelin teselli veriyor: “ Üzülme teyze, ya oğluna bir şey olsaydı, ya ölseydi…”
“ Şu Metrisin önü bir uzun alan
Bir tek seni sevdim gerisi yalan…”
Sevdalar nasıl yaşanır, ayrılıklar, dostluklar, suçluluk, mahpusluğun çaresiz yalnızlığı…
Kimler gelip geçmiş zindanlardan, mahpusluktan. Peygamberler, düşünürler, filozoflar, şairler, yazarlar, düşünce suçluları, asiler, hırsızlar, katiller, sapkınlar… Peygamberlere Medrese-i Yusufiye olmuş. Yusuf Peygamber iffet abidesi insanlık güzelinin yolu hayâsını korumak uğruna zindanlara düşmüş. Ve isyan etmeden, durumuna şükrederek yalvarmış Rabbine. Zindanlardan yolu saraya uzanan Yusuf Peygamber her zaman büyük bir örneklik teşkil etmiş mahpushaneye düşenlere. Peygamberi bir ahlakı kuşananlar yüreklerini bilemişler karanlık, zindanların yalnızlığında. Seyyid Kutup, tefsirini yazarken yüreğini Rabbinin sevdasına yoldaş eyleyerek direnmiş nice Allah tanımayan inkarcılara... İskilipli Atıf Hoca’nın karanlık zindanların küf kokan havasında soluk alıp verirken, uykunun derinliklerinde yüreğinin haksızlığa karşı isyanına rüyaları yetişmiş. Yağlı urganlar, beyaz sakallarını yalayıp, ihtiyar boynuna dolandığında o çoktan cennet müjdesini almıştır…
Bedel ödeyen, özgürlüğün, direnmenin, inanmanın sembolü olmuş şairlerin mekânıdır mahpushaneler.
“Çaycı getir ilaç kokulu çaydan! / Dakika düşelim, senelik paydan! / Zindanda dakika farksızdır aydan / Karıştır çayını zaman erisin / Köpük köpük, duman duman erisin “ diye seselendiği Üstad Necip Fazıl’ın Zindandan Mehmed’e Mektup şiiriyle konuk oluruz, bir an yaşarız, kokulu çaylardan yudumlarız ve Üstadın eşsiz duasına ram oluruz. Zindan şairin yüreğini an an inşa etmiştir, zindan şairin yüreğini onarmıştır, dirilişe, inşiraha taşımıştır.
Bursa Cezaevinde Nazım Hikmet, dostluğu, kardeşliği, dayanışmayı yaşar yine kendisi gibi tutuklu olan Orhan Kemal ile… Ve Orhan Kemal dayanışma içinde olduğu arkadaşına veda ederken yazdığı şiirle adeta ona bağlılığını ifade edecektir: “ Sen ‘Promete’nin çığlıklarını, kabakıyım gibi tütün piposuna dolduran adam’ / Sen benim mavi gözlü arkadaşım, / Kabil değil unutmam seni. / 26 Eylül 1943 / seni yapayalnız bırakıp hapishanede / bir üçüncü mevki kompartımanda pupa yelken koşacağım memlekete…”
Memleketin Usta şairleri ve yazarları, aykırı düşünen, direnen edebiyatçılarının yolu geçmiştir hapislerden, sürgünlerden. Nasıl düşünürlerse düşünsünler, sanatın, edebiyatın, insan olmanın onurlu duruşuyla müştereklerde buluşmanın, toprağımızın derin ve hüzünlü yankısı olmanın, insanlıkta kardeş olmanın topyekûn türküsüdür onların eserleri.
“ Haberin var mı taş duvar?/ Demir kapı, kör pencere / Yastığım, ranzam, zincirim / Uğruna ölümlere gidip geldiğim / Zulamdaki mahzun resim / Haberin var mı? / Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş / Karanfil kokuyor cigaram / Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…/ Ahmet Arif’in vurucu ama o denli de hayat kokan, umut kokan dizeleri mahpushanenin puslu ve hüzünlü havasında yazılmıştır.
Ve haykırır Nazım Hikmet... Yüreği davasını ilmek ilmek dokurken derinden seslenir: “ Bu gün Pazar / Bu gün beni ilk defa güneşe çıkardılar / Ve ben ilk defa gökyüzünün bu kadar benden / uzak bu kadar mavi / bu kadar geniş olduğuna şaşarak / kımıldamadan durdum.”
Bu toprakların sesi olan nice şairin, yazarın, düşünürün geçtiği cezaevine gitmek bizleri heyecanlandırıyor. Yüreklerimizden onların yüreğine umut, kardeşlik, dostluk akıtabilirsek ne gam. Hasibe Çerko yılların öğretmeni, ama heyecanını sesinin titreyişinden anlayabiliyorum. Erol Bey farlı bir ortama gelmenin heyecanıyla tanıştırıyor bizleri. Salona, merakla, ümitle ışıldayan gözlere bakmak zor geliyor. Ama sessiz ve o denli de dikkatle saygıyla dinliyorlar…
Yusuf Peygamber’den, Musa Peygamberden, Rabbimizin uçsuz bucaksız merhametinden, af ve mağrifet kapılarından bahsediyoruz. Her şerde bir hayır vardır derken nasıl da umutla bakıyorlar. Erol Bey “ Merhaba” arkasından, “ İkindi Deminde Şehrim” şiirlerini okuyor. Arkasından Hasibe Çerko; “Dikimevi” adlı, anneliğin eşsiz duyarlılığını, yoksulluğun bereket kuşanmış havasını taşıyan öyküyü okuduğunda, mahkumlardan birisi: “ Bu bizim hikayemiz” diyor sessizce.
Umut aşılamak, dua taşımak, bir nebze de olsa edebiyatın insan eyleyen güzelliklerini kapalı duvarların arkasında kalmış yüreklere merhem eylemek güzeldi.
“İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır” diyen şaire kulak vererek başka dünyalara, başka hayatlara bakmamız, bu hayatların sancılarına kulak kabartmamız gerekiyor. Edebiyatın fildişi kulesini yaşanan acıların, yoklukların, mahkûmiyetlerin, sancılı durağına taşıyarak merhem eyleme zamanlarındayız…
Selvigül Kandoğmuş Şahin































Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.