• İstanbul 19 °C
  • Ankara 26 °C

Necmettin Turinay: "Yazı rutinin bir tekrarına değil, Her an yeni bir yaratmaya dayanır"

Necmettin Turinay: "Yazı rutinin bir tekrarına değil, Her an yeni bir yaratmaya dayanır"

Konuşan: Mehmet Kurtoğlu

 

Ankara’ya yerleşmeden önce Necmettin Turinay’ı kitaplarından tanıyordum. Onu Antalya’da katılmış olduğum bir sempozyumda dinleme fırsatım olmuştu. Onu edebi yönüyle tanıyordum ancak bu sempozyumda siyasi yorumları da dikkat çekiciydi.  2004 yılında ben Türkiye Yazarlar Birliği Şanlıurfa Başkanı o da TYB’nin genel başkanıydı. Kendisiyle ilk görüşmem Genel başkanlığı döneminde gerçekleştir. Daha sonra   2008 yılında Ankara’ya yerleşince onunla birçok akşam yazar ve bürokratların takıldığı Kurtuba kafede görüşüyorduk. İşte bu sohbetlerimizde Necmettin abiyi daha yakından tanıma fırsatım oldu. Necmettin Abi özellikle gençlerle ilgileniyor, onları yönlendiriyordu.  Sonra Türk edebiyatına oldukça hakimdi. Eleştirel, tahlilleri tanımları kendine hastı. Yaşına rağmen okumadan kopmamış, muhakemesi güçlü ve canlıydı. Onunla ilk röportajım geçen yıl yapmış olduğum Mehmet Akif Ersoy üzerineydi. O Akif üzerine külliyat çalışmaları yapıyordu. O çalışmaları halen devam ediyor…  TYB Kültür Sanat yıllığı için yaptığım röportajda -sizin de göreceğiniz gibi- onun edebi ufkunu daha yakından tanıma imkânı gördüm. Verdiği cevaplardan gençleri takip ettiği, onların hakkını teslim ettiğini yorumlarıyla gösteriyordu. Özellikle okuyacağınız bu röportajda Turinay, hem kendi sanat ve edebiyat hayatını anlatıyor hem de bugünkü edebiyat ve kültür hayatımızı geniş boyutuyla ele alıyor. Ve kimsenin yapmadığı bir şeyi yaparak, genç eleştirmenlere, şairlere dikkat çekiyor. TYB Kültür ve Sanat Yıllığı’nda yayınlanan bu röportaj büyük bir ilgi görmüş, özelden dönüş yapan dostlar daha geniş kitlelere ulaştırılmasının uygun olacağını söylemişlerdir. Severek okuyacağınızı umuyoruz.

Sayın Turinay uzun yazı hayatınız dolayısıyla sizi yakından tanıyoruz. Hem Yazarlar Birliği’nin ilk kurucularından birisiniz hem de ilgili kuruluşun bir ara genel başkanlığını yaptınız. Ayrıca Yazalar Birliği’nin 2021 ödüllerinden biri olan Üstün Hizmet Ödülüne lâyık görüldünüz. Bütün bunları göz önünde bulundurarak sizinle konuşmak, bazı konularda görüşlerinizi almak ihtiyacını duyduk. Önce size verilen ödül ile başlayalım. Ne hissetiniz ilk duyduğunuzda?

İlk hissettiğim biraz şaşırmak oldu diyebilirim. Beklemediğim bir anda geldi çünkü. İnsan günlük mesaisi içinde çalışıyor. Şu yazıyı veya bu çalışmayı yetiştirmek için kendi üzerine kapanmış, çevre ile alakasını kesmiş bir durumda iken, birden böyle bir haberle karşılaşıyor. Şaşkınlık deyişim bundan. Dolayısıyla insanın uzaktan uzağa, kendi dışında birileri tarafından takip edildiği gibi bir duygu! O bakımdan teşekkür ederim.

Fakat Kurtoğlu, şöyle bir his de içimizi yoklamadı değil. Üstün Hizmet Ödülü!.. Ne demektir bu? Kişinin çalışmalarının bütününe bakılarak verilen bir ödül olmalı. Yaşını başını almış bir yazıcı için bir tür teşekkür manası var bunun. Yani kişinin çalışmalarının, ileriye dönük değil de geriye, yekûna bakılarak takdiri. Böyle düşününce de vaktin çoğunun gittiği, geriye az bir zamanın kaldığı gibi bir his kapladı içimi. Yani beni bana hatırlatan, kendime döndüren bir yanı oldu bu ödülün. Dolayısıyla asıl söyleyeceğimi söyleyememiş, buna vakit bulamamış gibi bir duygu daha!

Hayır, neden öyle söylediniz? Siz şu an en verimli çağınızdasınız. Devamlı yazıyorsunuz. Hem de dolu dolu yazılar. Bunların okuyanda bıraktığı ilk intiba doluluk ve ciddiyet. Ayrıca da bir düşünce derinliği!

Evet, yazı önemli. Yazı işini ciddiye almak gerekiyor. Çünkü yazı insanın kendisidir. Ne yaparsak yapalım, onun hakkı verilmeli demek istiyorum. Kendimizi verdiğimiz iş ne ise, o önce bizim içimize sinmeli. Şiir veya hikâye ya da deneme-eleştiri, bütünü içimizden fışkırmalıdır. Kişinin kendisini icadı, var etmesi veya üretmesi gibi bir şey. Dolayısıyla yazı rutinin bir tekrarına değil, her an yeni bir yaratmaya dayanır. Sanatın türlerinden birine veya düşünceye doğru! Yaratma ve üretme olarak temelde bunların birbirinden farkı yoktur. Bir de tabii, iyi ifade denen bir şey var. Kendini iyi bir ifadeye dönüştüremeyen, daha doğrusu da ifadesini bulamamış olanlara biraz acımak gerekiyor.

Bu söyledikleriniz eleştirmen yanınızı hemen açığa çıkarıyor. Nitekim yazdığınız yazı ve eserlerde de bu yanınız hep ağır basıyor. O yüzden hem sizin edebiyatımıza nasıl baktığınızı hem de kendi anlayışınızı ortaya koymanızı isteyeceğim. Ancak ondan da önce, neden böyle bir yola girdiniz? Bilerek mi seçtiniz eleştiriyi?

Kurtoğlu bunu bilmiyorum. Belki bir muhit, bir çevre yokluğu. Kişinin onca okumaları arasında kendi kendine bir yol bulması. Okuduklarını anlama çabası. Eseri veya sanatçıyı keşfetme, onların diğerleriyle olan farklarını ortaya koyma ihtiyacı. Tek eser veya sanatçıyı merkeze alan okumalar, hayranlığa yol açabilir insanda. Onun gibi yazmak ihtiyacı doğurabilir. Bu bende öyle olmadı. Farkı fark etmek, iyi eserin sırrına ermek, onları birbiri ile mukayese hep ağır bastı. Edebiyat veya düşünce fark etmiyor, eseri kavramak bana her zaman büyük bir heyecan verdi. Onu örnek almak, onun gibi bir şeyler yazmak değil! Tam tersine onu kavramak daha bir öne çıktı diyebilirim. Yazı böyle başladı bende.

Buna rağmen de sormak istiyorum. Bir şiir, hikâye geçmişiniz olmadı mı sizin? Saklı kalmış bazı şiirleriniz mesela?

Maalesef böyle bir tecrübem olmadı. Daha açığı, okuduğum onca şaire rağmen, tuttuğum şiir defterlerine rağmen! Onlara heveslenerek bir mısra yazdığımı hatırlamıyorum. Şiiri de o kadar sevdiğim hâlde. Bazı şiirlerin peşine yıllarca düşmeme rağmen. Hâlbuki şiirle çok erken karşılaşmış biri idim.

Nasıl oldu bu ilk karşılaşma?

Çocuktum, ilkokul bir veya iki. Evde yapayalnızdım. Can sıkıntısı ile dolapları karıştırırken, eski dergiler çıktı karşıma. Okumam çok zayıf, heceleyerek zor okuyorum sayfaları. O dergiler ne arıyordu köy evinde? Onu da bilmiyorum. Dışarıda çok kuvvetli, ardı arkası kesilmeyen bir lodos. Aile halkı da eve ancak akşam dönecekler. Rüzgârın şiddeti ile dışarı da çıkamıyorum. Bahar ucu bir mevsim ve ben çaresiz dergilerle baş başayım. Onlarla vakit geçireceğim. Heceleye heceleye bir okuma. O da uzun, düz metinlere değil, mısraları kısa şiirlere yöneliyorum. Onlardan biri nedense beni sarıyor. Anlamdan ziyade ses olarak! İlkokul kitabımızda okuduğum üç beş şiire hiç mi hiç benzemiyor. Benzemezliği de hemen kavranamaması! Ötekiler ne kadar basitti öyle? Bu neden kavranamıyordu? İçinde geçenler de bir cami, yüksek kubbeler, şerefeli camiler, su sesleri ile bir şadırvan, güvercinlerin “hû! hû!” sesleri! Baştan sona bir ahenk. O şiire nüfuz edemiyorum fakat beni teslim alan bir ahengi de derinden duyuyorum. Gün boyu o uzun şiiri, zor da olsa, üç beş defa okuduğumu hatırlıyorum.

Sonra ben köyden ayrıldım bazı sebeplerle. Yazdan yaza gelir oldum. Her gelişimde o şiiri bulup çıkarıyor, tekrar okuyorum. Üç beş yıl sürdü aramızdaki bu gizli ilişki. Sonra o dergi kayboldu, bir daha bulamadım onu. İçimde gizli bir üzüntü ki sormayın. En sevdiğim bir şeyi kaybetmiş gibi.

Peki, ne idi o şiir? Adı veya şairi yani.

Bilmiyorum, daha doğrusu hatırlamıyorum. Ne şiirin adını ne de şairini! O derginin adı ne idi, onu da bilmiyorum. Lise yıllarımda bir hayli dergi okuduğum, kitaplar karıştırdığım hâlde! O şiirle bir daha karşılaşmadım. Ama tadı ve ahengi hâlâ içimde. Kimseye de soramıyorum ki! Adı, adresi, şairi bende mevcut olmadığı için! Sonra İstanbul’a edebiyat okumaya gittim, hâlâ o şiiri arıyorum. Kendi içimde veya kitaplarda! Nihayet bir gün, belki de üçüncü yılımda, o şiir karşıma çıkıvermesin mi? Okur okumaz her şey gözümde canlanmasın mı? O kubbelerin heybeti, güvercinlerin hû hû sesleri olduğu yerde durmuyor mu?

Uçmaya hazır kuşlar, şiirin içinden yükselen kubbeler, minareler ve alttan alta fonda akan bir müzik. Şiirin adı Selimiye veya Selimiye Destanı imiş meğer! Şairi de o bildiğimiz Arif Nihat Asya! O yıllara kadar şiirinden ziyade nesirleri ile tanıdığım Arif Nihat Asya! Hâlâ daha, ara ara okurum o şiiri. Canım sıkıldıkça veya kitapları karıştırırken.

İçinizdeki bu gizli ukdenin peşinde, bir hayli kitap karıştırmış olmalısınız. Özellikle şiir, kimler çıktı karşınıza?

Afyon’da liseyi okurken, tarihî Gedik Ahmet Paşa Kütüphanesi vardı. Orada geçerdi vakitlerimizin çoğu. Her ay sayısız dergi gelirdi, onları devamlı takip ederdim. Hikâye ve romanlar, onlar da ayrı bir fasıl. Fazıl Hüsnü, Cahit Sıtkı, Ziya Osman, Necip Fazıl, Faruk Nafiz ve tabii ki Orhan Veli. Cahit Külebi ve Necati Cumali. Daha böyle sayısız şair. Fakat nedense Arif Nihat yoktu onların arasında. Bu dediğim 1960 darbesini takip eden yıllar. Sol bir hava hâkimdi Türkiye’de o sıralarda. Şimdi düşünüyorum da, kütüphaneye gelen dergilerin çoğu öyle idi. O dergilerde veya çeşitli kitaplarda beğendiğim şiirleri bir deftere kaydederdim. Fakat onca okuma, o kadar çok sevdiğim hâlde, beni şiir denemeye sevk etmedi nedense.

Bunu geriye dönük olarak şimdi nasıl izah ediyorsunuz?

Şiirle o kadar iç içe olduğum hâlde, gene o kadar yoğun okuduğum romanların, beni daha ziyade çekmesi etkili olmuş olabilir. Romanların evrensel bir uğultuyu andıran derinliği, insan tanıma merakı, ruhların birbirini itmesi veya çekmesi, toplumu daha derin kavrama ihtiyacı, daha neler neler! Yani roman beni belki daha bir meşgul ediyordu, diyebilirim. Üniversitede de böyle oldu bu.

Mesela Kemal Tahir’i çok erken okuduğumu söyleyebilirim. Kitapları daha tefrika edilirken. Reşat Nuri lisede iken bitmişti zaten. Ayrıca İsmail Habip, benim tanıdığım ilk üsluptur. Tuna’da Batı’ya’nın çarpıntılarını hâlâ daha üzerinde hissederim. Köy romanlarının bütünü! İşte daha farklı bir ilgi daha: Abdülhak Şinasi Hisar’ın bazı kitaplarını almışım, lise birde iken. Üzerine o günlerin tarihlerini yazmışım. Şuna bakın ki o ilgi ilerde beni, Hisar üzerine özel bir çalışmaya sevk etti. Öyleyse size şunu da söyleyeyim. Ben doktoraya nesir çalışmak, üslup çalışmak amacı ile başlamıştım. Anladığım kadarıyla nesir beni devamlı kendine doğru çekiyormuş.

Dahası Topçu’yu, Necip Fazıl’ı, Peyami Safa’yı ve Nihal Atsız’ı, bu arada Niyazi Berkes’i, üniversite bir veya ikide tamamladım. Necip Fazıl’ın şiiri çok çarpıcı idi. Fakat Topçu’nun nesiri ve fikirleri beni daha çok tatmin ediyordu. O sıralarda “İslami Sosyalizm” gibi bir şey attı ortaya, kıyamet kopuyordu. Bundan irkildiğimi söyleyebilirim. Buna rağmen de Topçu’da beni ziyadesiyle çeken bir yan vardı. Bir tür toplumculuk, aşkınlığa teşne bir ruh ve yüksek bir ifade gücü! Bu beni hep celp etmiştir.  Nitekim Yarınki Türkiye’yi, isyanlara oynaya oynaya kaç defa okudum bilmiyorum. İçimde bin bir itiraz, öbür yandan da yüksek bir idealizm. Aşk seviyesine yükselmiş bir irade. Gene o sıralarda okumuştum, Kemal Tahir’le Nazım Hikmet’in mektuplaşmalarını. O mektuplarda fark etmiştim, Kemal Tahir’in Nazım Hikmet’e göre daha vukuflu biri olduğunu. Yani Nazım’ın mektuplarını da şiirinden önce okumuştum. Sezai Karakoç ise o yıllarda bir gazetede, yeni yeni yazmaya başlıyordu. Yunus Emre’si çıkmıştı, okuduğumu hatırlıyorum.

Hafif bir ara vererek, konuyu değiştireceğim. Tekrar döneriz. Bir de sizin eski bir Mücadeleci, Mücadele Birliği üyesi olduğunuz bilinir. Nasıl oldu bu? O kadar okuyan, serbest düşünmeyi bilen birinin böyle bir örgüte dâhil olması? Bu hep merak edilir. Merak edilir fakat size de pek sorulmaz. Kaldı ki siz de bu yanınıza dair hemen hemen hiç konuşmazsınız.

O yıllar bambaşka idi. Kişinin tek başına ve bağımsız kalması zordu. O zamanın kültürü böyle icap ettiriyordu. İnsana sağından solundan asılır dururlardı. Bu dediğim henüz ülkücülüğün ve İslamcı hareketlerin ortaya çıkmadığı, MTTB’nin el değiştirmediği zamanlardı. Yani sağ, muhafazakâr veya milliyetçi oluşumların birbirinden ayrışmadığı, total bir bütünlük arz ettiği zamanlar. 27 Mayıs ihtilali olmuş, dünya Marksist literatürü Türkçeye boca edilmiş fakat İslami tercümelerin de henüz başlamadığı yıllar. Soldan gelen tam bir fikir terörü hâkimdi Türkiye’ye. İşte o şartlarda fikrin yetmediği, tek insanın da varlığını duyuramadığı gibi bir his. Ardından kendimi, böyle bir örgütlenmenin içinde buldum.

Okuma vardı bende, fakat hayatı tanımak yoktu. Ona rağmen de hızlı bir ilerleyiş. Önce okuduğum Çapa Yüksek Öğretmende talebe derneğindeyim. Ardından Pınar adlı bir dergi çıkarıyoruz, fiilen başındayım. Dergi yöneticiliği yanında yazılar yazıyorum. Kendi ismimle veya müstear! Her şey beni farkına varmadığım şekilde öne çıkarıyordu anlayacağın. Açıkçası bunun farkında olduğumu söyleyemem. İşte o şartlarda çıktı Mücadele Birliği karşıma. Peki, ne idi onda, beni kendine doğru çeken? Yüksek bir idealizm ve ahlâki bir selâmet! Kişinin kendi dar hapishanesinden çıkması. Daha önemlisi de mensubu olduğunu hissettiği milli vicdan adına konuşan bir dil tecrübesi. Kademe kademe ilerleyen bir süreç! Daha mühimi de analitik düşünme kabiliyetinin biraz olsun öne çıkması. Bu yoldan da farkına varmadan yeni bir milliyet, tarih ve din şuuruna doğru evrilmeler. Gariptir, hızla oluyordu bütün bunlar.

Fakat o ara ne oldu biliyor musunuz? Grubun sesi olacak, topluma hitap edebilecek bir dergiye ihtiyaç duyuluyordu. Hem de haftalık bir dergi. Kim yönetecek, yarım gazete ebadında böyle bir dergiyi? Kapalı açık mahfillerde konuşuyoruz, kalabalığa hitap eden bir yanımız vardı. Fakat bunun yazı dili ile ifadesi? O hiçbirimizde yoktu. Dediler ki Necmettin edebiyatçı,  okuyan da biri ayrıca. Öyleyse o geçsin bu işin başına!

Çok zorlandığımı söyleyebilirim. Özellikle de yeni bir yazıcı sınıf oluşturma noktasında. Bir de üstüne üstlük, dış çevrelerden yazı almak âdeti de yoktu bizde. Sonunda yoruldum sanıyorum. Birkaç sene sonra bıraktım dolayısıyla. Kendimi süratle taşraya attım, üç beş yıl devam eden bir inziva hayatı! Sonra bir vesile doğdu. Belki yaşadığım o inziva bana yetmiş olmalı ki kendimi Ankara’da buldum. Ama Ankara’da da tek ve yalnızdım. Hiçbir muhitle ilişkim yoktu. Kaldı ki İstanbul’da da öyle idim zaten. Kitaplarla tanıyordum herkesi. Oraların yazıcılarını, dönemin fikir öncülerini doğrudan tanımak? Nedense içimde böyle bir ihtiyaç hissetmiyordum. Düşünün, İstanbul’da yedi yıl kaldım. Her gün girip çıktığım Edebiyat Fakültesinden hocalarımızın devam ettiğini bildiğim Marmara Lokali veya Kıraathanesi’ne bir kere bile adım atmadım. Gerek Edebiyat Fakültesinde gerekse yatılı okuduğum Yüksek Öğretmen’de öyle değerli bir muhit içinde idim ki onlar bana yeterdi. Şimdi onların çoğu üniversitelerde hoca. Ayrıca bir de tabii, ardı arkası kesilmeyen kitaplar ve okumalar.

Nasıl yani, keskin bir kopuş değil mi bu? Bir de şu an ne hissediyorsunuz? Ayrıca aynı şartlar tahakkuk etse!.. Ne dersiniz?

Aynı ırmakla bir kere yıkanılır Kurtoğlu. Çünkü ne o şartlar bir daha tahakkuk eder ne de öyle elli, elli beş yıl gerilere hicret edebilirim. Dolayısıyla geçmiş zamanın acı veya tatlı, bin bir hatırası kalıyor geriye. Zaman geçtikçe ondan uzaklaşır, koparsınız. Her şey sonunda buruk bir tada dönüşür. Yani demek istiyorum ki o şartlar tekrar tahakkuk etse bile, içimde geriye dönük o eski iştah yok! Fakat pişman mısınız derseniz, ona da hayır derim. Ona bir dönemin yaşanması gereken tecrübesi olarak bakarım. Güzel dostlarım oldu orada çünkü. Bir şiir kovanında yaşar gibi bir hayatımız vardı. Tekrarı bir daha kabil olmayan!.. Böyle bir yaşamanın tek mahzuru, ferdiyetin aşırı derecede törpülenmesi. Kişinin birey olarak kendini inşaya fırsat bulamaması veya buna fırsat verilmemesi!

Bu bakımdan kendi adıma, Türkiye’nin o günkü şartlarına bakarak da ülkemiz adına, ciddi bir otokritik süreci geçirdiğimi söyleyebilirim. Her türlü örgüt ve örgütlenmeleri hak olarak kabul etmek, varlığını da inkâr etmemek! Fakat onların dışında ve üstünde de kalmak kararlılığı! Bu arada kendime mahsus fikirlerimi, mütecaviz bir dile vardırmamak kaydıyla ifadeden de geri durmamak gibi.

O bakımdan, Mücadele Birliği’nden ayrıldıktan sonra hiçbir yere veya merkeze özel bir yakınlık duymadım. Ancak talep edilen her yere de yazmaktan geri durmadım. Kim ne der, kategorize edilir miyim gibi bir endişe olmuyor bende. Edebiyat, sanat ve bilhassa da tadında bir eleştirel dili esas almak kaydıyla sanatçılar ve eserleri, türlü düşünce tutumları üzerine devamlı yazdım. Ama muhakkak ki talep edilmek şartıyla! Dolayısıyla bir yerde görünmek gibi bir arzusuyla yazı yazmadığımı söyleyebilirim. İşte o şartlarda da Ankara’da çıkan Hisar ve Mavera gibi dergilerde, İstanbul’da Türk Edebiyatı’nda bazı yazılarımı yayınlamaya başladım. 1970’lerin ikinci yarısı, seksenlerin başı gibi.

Evet, bu yıllar sizin meydana çıktığınız, daha bir fark edilir hâle geldiğiniz bir dönem. Buradan hareketle yazılarınıza ve eleştiri anlayışınıza dair de bazı sorular sormak istiyorum. Ayrıca edebiyatımızın bugünkü görünümü hakkında. Fakat sizi o sıralarda Türkiye Yazarlar Birliği’nin kurucuları arasında görüyoruz. Köşesine çekilmiş, kendi inzivasında birisi olarak, bu geçiş nasıl gerçekleşti hayatınızda? Asıl önemli olan da burası sanıyorum.

Kurtoğlu öyle sorular soruyorsun ki, beni devamlı geriye çekiyorsun. Yukarıda söylediğim gibi yalnızdım ve kendi köşemde yaşıyordum. O ara hocalığı bırakıp TRT’de çalışmaya başlamıştım. Arı kovanı gibi bir muhit! Çeşitli görüş ve tecrübelerin arasından buralara gelmiş gruplar. Benim geride bıraktığım tarzda bir tecrübenin meftunu çokları. Bu hâl beni sıkıyordu doğrusu. Bir süre sonra yavaş yavaş, hadiselere biraz daha üstten bakmak ihtiyacını duyan bir çevremiz oluştu. Bunların çoğu da gazetecilikten gelme arkadaşlar. Dolayısıyla sanat ve edebiyattan ziyade gazetecilik, yayıncılık, yayın dili, hizip ve kümeleri aşacak yeni bir “üst dil” ihtiyacı öne çıkıyordu. Zaten içinden çıkıp geldiğim tecrübe de beni bu yola doğru itiyordu. O buluşmalarımız sırasında bu ihtiyacı devamlı öne çıkardığımı hatırlıyorum. Çünkü o günün Türkiye’sinde siyasi ve ideolojik gettolaşma had safhada idi. Nitekim şairler ve yazarlar dahi kendi aralarında mevzileştikçe daha çok bağırmak ihtiyacı duyuyorlardı.

Hem bağırmak hem de falanların sendikası varsa, bizim neden yok? Dolayısıyla çeşitli meslek örgütleri, gölge kuruluşlar, her alanda sayısız hizip, sayısız ses ve jargon! Bütünü kavrama ve kucaklama, ortak bir dil arayışı, ara ki bulasın! Nedense her fikir ve yaklaşımın nihai amacı, bu tür gettolaşmalara varıp dayanıyordu. Sanki Türkler milletleşme sürecini henüz tamamlamamışız gibi; kapalı cemaatçi veya çağdaş aşiretçi tutumlar alabildiğine rağbet görüyordu. Dolayısıyla şair ve yazar sınıfları da bu gettolaşmaların arasında nefes almaya çalışıyorlardı.

İşte Yazarlar Birliği 1978 yılında bu şartların arasından doğdu. O yüzden ilgili yılların anonim modalarına aykırı bir sestir Yazarlar Birliği. Fakat derinden duyulan bir ihtiyaca da tekabül ettiğini söyleyebilirim. Ne var ki burada yatan bir inceliğe de işaret etmek gerekir. O da Yazarlar Birliği’nin bilindik bir fikir hareketine ya da alelâde bir gruplaşmaya heves duymaması. Öyle olsa idi, o da mevcutlardan biri hâline gelmekte gecikmezdi.

Nedir burada kastettiğiniz? Biraz açar mısınız Turinay?

Kastettiğim, kurucu heyetin sanatı ve edebiyatı kendine merkez edinmesi. Çalışmalarına bir sınır ve hedef çizmeyi başarması. Dediğim gibi başlangıçta bizim kurucu çekirdek, ekseriyeti itibariyle gazeteci, televizyoncu bir sınıftı. Bu yan biraz geriye çekildi, edebiyat ve sanat daha bir öne çıkarıldı. Burası önemli bir geçiş noktasıdır Yazarlar Birliği adına. Eğer öyle olmasa idi, Yazarlar Birliği adına bir yere varılamazdı. Yani ilerideki çalışmalar yapılamazdı demek istiyorum. Daha doğrusu da alelâde bir kuruluş olarak kalırdı. Anlayacağınız Yazarlar Birliği örneği çok görülen bir yığılmayı, çoğalmayı değil; yazıcı sınıfları bir araya getirmeye çalışan, sanatçıların kurduğu bir yapılanma ortaya koymaya dayanmalıydı.

Tekrar edecek olursam burada yazar ve yazarlık kavramının Birlik’e ad olarak seçimini önemli buluyorum. Zira o yıllarda ilgili kavramın içini dolduracak niteliği haiz kişi sayısı, o kadar azdı ki tahmin edemezsiniz. Ankara’da bir iki küçük dergi, İstanbul uzak, tek tek şair ve yazarlar orada burada dağınık vaziyette. Birliği oluşturacak, yükünü omuzlayacak sanatçılar yani onlardan bazıları da birbirini iten, bir araya gelmesi kabil olmayacak dağınık bir çevre. Bu yüzdendir ki “yazar” kavramının kapsamını geniş tutmak mecburiyeti doğdu. TRT’de ve gazetelerde çalışan muhabir ve programcıları üye kabul etmek buradan ileri geldi.

      Geldi ama gene de yapılan iş önem arz ediyordu. Çünkü sağ-muhafazakâr, İslami veya milliyetçi çevreler ilk defa bir araya geliyor, bunun lüzumuna inanmaya başlıyor ve gene ilk defa sanat ve edebiyatı merkez alan bir yapılanmaya vücut veriyorlardı. Şöyle ki mensubu olduğumuz farklı geleneklerden devir oluna gelen böyle bir birikim söz konusu değildi. Dolayısıyla ilk defa böyle bir iş gerçekleştiriliyordu. Ayrıca muvaffak olunabilirse, bu alanda bir tekel de kırılmış olurdu. Demokrat Parti döneminde kurulan Edebiyatçılar Birliği (Başkanı Yaşar Nabi) ve son yıllarda solun bir tür dükalığa dönüştürdüğü Yazarlar Sendikası hariç, bu alanda başka bir kuruluş bulunmuyordu. Bu bakımdan yapılan iş önemli idi. Asıl önemi de parçalı siyasal, toplumsal gettolar dolayısıyla sanatçının dar havzaların dışına çıkarılması, her türlü parçalanmış okuyucu gruplarının üstünde bir yerde konumlanmasını sağlamak idi. Bu düşünce ne kadar yerinde ve isabetli imiş ki kuruluş yıllarında bu teşebbüsü yadırgayan bir şair veya romancı ile karşılaştığımı hatırlamıyorum. Yani sanatçılarımız okunmak, fark edilmek, dahası anlaşılmak ihtiyacını derinden duyuyordu. Konuşmak, konuşturulmak, habere dönüşmek vs. buna dâhil.

Nitekim bu ilk teşebbüsün ardından Yazarlar Birliği’nin önemli bazı atılımları ile karşılaşıyoruz. Hiç de alışık olmadığımız şeyler bunlar. Önce yılın yazarları!.. Roman, hikâye, şiir vs. Geçen bir yılın en başarılı sanatçıları ve aynı derecede başarılı eserlerin tespiti ve bunların her yeni yılın başında kamuoyuna duyurulması gibi! Bundan birkaç yıl sonra da Türkiye Kültür ve Sanat Yıllıklarının yayını! Öyle değil mi?

Sevgili Kurtoğlu, böyle bir soruyu sormakla iyi ettiniz. Çünkü bu faaliyetler, daha kuruluş yıllarında, Yazarlar Birliği’nin önemli bazı sıçramalar gerçekleştirdiğinin göstergeleri mesabesindedir. Şunu özellikle belirtmek isterim: Yazarlar Birliği, herhangi bir düşünceyi tez seviyesine yükselterek onu kamuoyuna vazetmek iddiasıyla kurulmadı. Aynı şekilde o farklı bir şiir, hikâye veya roman anlayışının savunucusu olarak da doğmadı. Fakat bu demek değildir ki kurucu üyelerin bu hususlara dair önemli bazı tercihleri, zevkleri bulunmuyordu. Vardı bunlar ve oluyordu. Nitekim kurucu üyelerin her birinin ilişkili olduğu dergiler, savuna geldiği fikirleri, şöyle veya böyle edebî zevkleri söz konusu idi. Vardı fakat bizim bu anlayışları teke indirmek gibi bir amacımız hiç olmadı. Eğer öyle olsa idi kurucu üyeler, o yolda bir dergi çıkarmayı öncelik hâline getirir ve bunu mutlaka denerlerdi. Nitekim kurucu üyeler geriye dönük hatıralarına başvururlarsa bunu daha iyi fark edeceklerdir. Dolayısıyla Yazarlar Birliği kurucuları ve mensupları kendi düşüncelerini, sanatlarını eskiden nasılsa aynı şekilde icraya devam ettiler. Fakat bizim de bir dergimiz, yayın organımız bulunsun gibi bir düşünceye kendilerini asla kaptırmadılar.

Öyle de her yılın sanatçı ve fikir adamlarının tespiti, ardından da her yıl Türkiye Kültür ve Sanat Yıllıklarının yayını? Bu noktadaki geçiş nasıl sağlandı?

Bu iki faaliyet Yazarlar Birliği’nin iki büyük atılımıdır. Çok şükür ki bugün de devam ediyorlar, kesintiye uğramadan! Dolayısıyla her iki faaliyete Yazarlar Birliği’ni anlamlı kılan ve kuruluş amacına uygun iki çalışma nazarıyla bakılabilir. Sanat, edebiyat, düşünce ve kültür alanının bütününü kavramaya, yerine göre de seleksiyona tabi tutan iki ayrı çalışma: dikkat edilirse bunların altında eleştirel bir tutumun yattığı ortadadır. Ayrı ayrı edebî türleri bütün olarak kavramak ve takip, ayrıca onları kendi aralarında makul bir seleksiyona tabi tutmak gibi bir arayış. Dolayısıyla ister yılın yazar ve sanatçılarını, fikir adamlarını belirlemeye yönelik olsun (ödüller bakımından); isterse de her bir alanın ayrı ayrı fakat  toplu olarak değerlendirmesi esas alınsın (yıllıklar bakımından). Her ikisi de kendi alanlarında bir ihtiyaca tekabül ediyordu.

Fakat bu iki yaklaşımı aynı anda ve birbirini takip edecek şekilde sürdürmek, kuruluş yılları düşünülecek olursa, büyük bir başarı kabul edilmelidir. O yıllarda olduğu gibi, bir alanın bütününü kavramak ve bunun üzerine konuşmak, insanda ister istemez bir yetkinlik hisse uyandırır. Seçmek ayırmak, takdir etmek ve bunun kamuoyuna duyurulması vs. Bizim içinden geldiğimiz çevreler adına böyle bir tutum yeni idi ve ilk defa gerçekleştirilecek idi. Dolayısıyla birtakım riskler barındırdığı gibi, birler de acemilik duyguları içinde yüzmüyor değildik.

Şunu söyleyebilirim ki her iki düşünce tarzını ortaya atan ben olmuştum. Bunda eleştiriden gelen yanım, her halde etkili olmuştur sanırım. Seçmek, kaliteli olarak belirlemek ve öne çıkarmak gibi! Kaldı ki Yazarlar Birliği yeni kurulmuş bir tüzel kişilik! Kendi yerini belirlemek, konumunu inşa etmek aşamasında. Dolayısıyla orada burada dağınık yaşayan, tek başına kendi şarkısını söyleyen sanatçı arkadaşları bir araya getirmek, onlar adına bir muhit oluşturmak yeterli olabilir miydi? Daha üst bir tutum ortaya koymak ve bunu icra etmek gerekirdi.

      Geçmiş gün bunda, o yıllarda yaygın olan ödül denemelerinin tesiri bulunabilir. Hemen hepsi, egemen dili temsil eden çevrelerin ürettiği faaliyetlerdi. Buna karşılık oluşturmaya çalıştığımız çevrenin sanatçıları devamlı ihmal ediliyor, yok farz ediliyorlardı. Bunun mutlaka telafi edilmesi icap ediyordu. Dolayısıyla kendimizi var etmek, üretmek gibi bir arayış ve ihtiyaç yatıyordu bu düşüncenin altında.

      Ardından şunca yıl geçtikten sonra, bu işin ne kadar faydalı ve lüzumlu olduğunu daha iyi anlıyorum. Bu vesile ile sanatın ve edebiyatın gelişmesi kadar, sayısız sanatçının değer olarak keşfi, onların algılanır hâle gelmesi, ödül mekanizmasının faydalarını ortaya koyar. Bu fayda ortada olmakla beraber, verilen her bir ödülün isabetli olup olmadığı, geriye dönük olarak irdelenebilir. Ayrıca ödül verilecek sanatçıların belirlenmesi hususunda, daha yeni ve farklı mekanizmalara ihtiyaç bulunduğu da ileri sürülebilir. Kaldı ki benim de kanaatim bu yöndedir. İlgili sanatçılara ödülüm niçin verildiği, ayrı ayrı birer rapor olarak düzenlenemez mi mesela? Tabii, o raporu düzenleyeceklerin daha önceden duyurulması şartıyla! Bir tür seçici kurulların belirlenmesi belki de.

Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı için bir şey söylemediniz?

Kuşkusuz Kültür ve Sanat Yıllığı, ödüllerin ardından geldi. Ayrıca yıllıkta da aynı mantık geçerli idi. Alanın bütününü görmek, bütün hakkında fikir sahibi olmak, ardından da ilgili alanlar için kayda değer sonuçlara ulaşmak. Bunların hepsi kuşkusuz uzmanlığı değilse bile; toplu bir bakışı, ön yargıdan uzak yaklaşımları gerekli kılıyordu. Daha doğrusu da çoklu bir okuma biçimi edinmeyi. Kendi zevkimize uygun olanın yanında, farklı olanları da okumak ve değerlendirmek yani. Halbuki bu ilk yıllarda, özellikle de kurucu çevrenin ne böyle bir okuma biçimi ne de alanın bütününü kuşatıcı söz söyleme tecrübesi vardı. Bu misyonu arkadaşlarımızın zaman içinde edindiğini söyleyebilirim. Ama çok zevkli, heyecanlı bir çalışma içinde idi bütün arkadaşlarımız.

Geriye dönüp baktığımda bunlar geliyor hatırıma. Mesela ilk çıkan yıllıklara, o kadar büyük emek vermişim ki şaşıp kalıyorum. Herhangi bir alanı değerlendirmenin yanında, edebiyatımızın önde gelen yüz romanı, yüz hikâyecisi veya şairi gibi çalışmalar. Ya da kültür, sanat, edebiyat dünyamızda, kalıcı tesirler bırakmış yüz dergi gibi! Bu çalışmaları yaparken eksik kaldığım, kendimi yeterli hissetmediğim durumlarda, yanıma bazı arkadaşlar aldığımı da söylemem gerekiyor.

Dolaysıyla kültür, düşünce ve sanat alanının bütününü tarassut etmeye dayalı bu çalışmaların, Yazarlar Birliği’ni bir üst idrak seviyesine yükselttiğini, onu çoğu dernek ve vakıfların kolay kolay üretemediği bir saygınlık mertebesine yükselttiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Kendi alanında, kendine mahsus bir üst dil ve şuur tezahürü, diyebilirim buna. Yani böyle yüksek bir sorumluluk duygusu işte bu. Bunun bir örneği ile çevremizde pek karşılaşmadığımı da söylemem gerekir. Ama buradan yola çıkarak, yeni yeni yazarlık kuruluşlarına vücut verildiği de bilinen bir husustur. Gene aynı şekilde Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığını örnek alan, onu geliştirmek isteyen sayısız deneme. Fakat hemen hepsinin yarım ve güdük kaldığı da ortada. Keşke devam ettirilebilse idiler diye düşünüyorum.

Kültür ve Sanat Yıllığının çıktığı 1984 yılından bu yana neredeyse kırk yıla yakın bir süre geçti. Geriye bakarak, Yazarlar Birliği’nin çıkardığı yıllıklar için neler söylemek istersiniz Sayın Turinay?

Demek bu kadar zaman geçmiş aradan. Hiç düşünmemiştim. Fakat şunun farkındayım: üniversitelerde yüksek lisans ve doktora tezi hazırlayan öğrenciler, eğer 1980 sonrasına ait bir çalışma yapıyorlarsa, ilgili yıllığa sık sık başvuruyorlar. Çünkü önemli bir kaynak değeri taşıyor bu yıllıklar. Buna karşılık yıllığın, yeni sanatçı sınıflar tarafından eskiden olduğu gibi, dikkatle takip edildiğini söylemek de zor. Neydi o eski yıllarda, yıllığa karşı gösterilen ilgi? Kim ne yazmış, kimin için ne söylemiş? Ya da şu eser nasıl değerlendirilmiş? Bunlar merak edilir okunurdu. Şimdi bu ilginin azaldığını kabul etmek gerekiyor. Ayrıca bunu ciddi olarak düşünmek, yıllığın mantığında bazı yenilenmelere gitmek gerekebilir sanıyorum. Ne sanatın ne de yayıncılığın rutinden hoşlanmadığı bilinmez mi?

Bence bu noktada yıllığın hazırlanmasına, kurgulanmasına yeni bazı katkılar da gerekiyor. Ayrıca yıllığın, Yazarlar Birliği yönetimlerini ziyadesiyle yorduğu düşüncesindeyim. O bakımdan işin rutinleşmesi gibi bir durum söz konusu. Mesela ilk yıllarda yüksek, amatör bir heyecanla yürütülürdü bu işler. İlk kurucu sınıflarda gazeteci, televizyoncu sınıflar ağırlıkta olsa bile bölüm yazarlarının fikir ve sanat değerlendirmeleri gene de fena değildi. Bir süre sonra, özellikle de iki binlerden itibaren Yazarlar Birliği yönetimlerinde olsun, yıllık çalışmalarında olsun, üniversiteli kadroların daha bir öne çıktığı fark ediliyor. Daha doğrusu da yüksek sanat heyecanının yerini, sosyal bilimlerin ağır başlı tutumu ve nesnellik yanı ağır basan denemelerin aldığı söylenemez mi?

            Şahsen benim tercihim her zaman sanatın, sanatkârın daha ağır bastığı yönetimlerden yanadır. Fakat bunların istemekle olmadığı da bir gerçektir.

            Bir başka husus da ortaya koyduğu yıllığın değerini Yazarlar Birliği’nin, yeteri derecede fark etmemesi. Bu hususta özel bir emek gerekiyor ki sormayın! Dergilerde, gazetelerin kültür-sanat sayfalarında, yıllıkla ilgili yeteri derecede değerlendirmeler, eleştiriler yapılıyor mu mesela? Yapılmıyorsa neden yapılmıyor? Ayrıca bu nasıl sağlanabilir gibi?

            Şöyle bir şey söyleyeyim. Ödül törenleri için toplantılar düzenleyen Yazarlar Birliği’nin çıkardığı yıllıklar için herhangi bir emek sarf ettiğine şahit oluyor muyuz? Bir sonraki yıllıkta, önceki yılın emeğinin değerlendirildiği görülüyor mu? Ya da mesela kendisine ödül verilen sanatçılar ve eserleri üzerine, Yazarlar Birliği bir şey yapamaz mı? İlgili eser ödül aldıktan sonra, üzerine üç-beş ciddi eleştirmen konuşturulsa, sanatçı kendini izah etse, uzun-geniş röportajlar yapılsa, bunlar aynı yılın yıllığında yayınlansa gibi! Bu uygulamanın, ödül alan diğer sanatçı ve eserler için de düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim.

            Bununla da yetinilmemeli. Bazı dergilerle anlaşarak da bu işler yapılabilir. Dolayısıyla emek verdiğimiz işi, önce kendimizin önemsediğini göstermemiz şarttır. Yani bir işi veya hizmeti, başarıyı gündem hâline getirmek için, bazı yollar yok değildir. Bunun yolunun da sanıldığı gibi, artık gazetelerden geçmediğini bilmek gerekir. Dergi yönetimleri, başarılı eleştirmenler, sosyal medya ağları ile yüksek seviyeli ilişkiler lazım gelir.

            Fakat şunu tekrar söylemeliyim. Ben Kültür Sanat Yıllıklarının önemine hep inanmışımdır. Burada kültür ve sanatımızın; roman, hikâye, şiir, yerine göre sinema ve tiyatro, görsel sanatlar, mimari, resim vs. Orada kırk yılın birikimi ve tekâmülü yatıyor. Bu yıllıklar hepimizin! Lâkayt davrananlar da dâhil, hepimizin tarihi! Yarım asra yakın bir zamandır sanat, edebiyat, düşünce namına ne üretmişsek hepsi orada yatıyor. Herkesin içinde yaşamaya devam ettiği canlı bir müze orası.

            Bu birikime, bu tabloya bakarak söyleyeceğim:

Mesela yıllıklardaki roman değerlendirmelerini ele alalım. Onlar yıl sırası esas alınarak, ama hiçbir yıl atlanmadan, sıra dâhilinde bir kitaba dönüştürülemez mi? Aynı uygulama hikâye, şiir vs. türler için de geçerlidir. Böyle bir uygulama ile hem eski metinler yeniden okunurluk kazanır hem de kendi sanat ve eleştiri tarihimizi inşa etmiş oluruz. Kırk yılın romanını, şiirini, eleştirisini, kimler yazmış? Toplu hâlde bunları okuma imkânı buluruz. Bu yoldan çok önemli, on civarında eser hazırlanabileceği kanaatindeyim. Ama mutlaka başına ciddi, ihatalı girişler yazılmak kaydıyla!

            Bana sorarsanız bu metinleri, herhangi birilerine, mesela hocalara değil, ilgili alanlara vâkıf eleştirmen arkadaşlara yazdırmak gerekir. Dediğim gibi, üniversite hocalarına değil! Romanın, şiirin, hikâyenin, görsel sanatların geçirdiği evrelere vakıf, poetik veya teorik birikimi haiz eleştirmenler. Biraz da zevk sahibi yazıcılar demek istiyorum. Kaldı ki böyle eserler değerini ihtiva ettikleri bilgi kadar, onun yorum ve analizinden alırlar. Özetlemecilik belki de burada kast ettiğim. Genel geçer, suya sabuna dokunmayan sunuş veya takdim metinleri değil hâliyle. Özetlemeci tutumlar, sel gittikten, zaman geçtikten sonra geriden geriye yapılan tasvirler, ölü yazmalar yani. O tür yazışların hiçbir faydası düşünülemez. Dolayısıyla bu hususlar üzerinde biraz düşünmek, biraz da heyecan duymak gerekir kanaatindeyim.

Birlik’in çıkardığı Türkiye Kültür ve Sanat Yıllıklarına gerçekten değer verdiğiniz anlaşılıyor. Bir de her cümlenizde  eleştirel bir dikkat söz konusu. Yanlış mı bu tespitim Sayın Turinay?

Hayır yanlış değil. Benim için eleştiri, eserin veya sanatçının değerini keşfetmek demektir. Eseri, sanatçıyı veya bir problemi bütün olarak kavrama becerisi belki de. Dolayısıyla eleştiri ne bir eser tanıtımı ne de çoklarımızın sandığı gibi eseri tematik bir çöplüğe indirgemek değildir. Eleştiri doğrudan doğruya kişinin nüfuz kabiliyeti ile ilgili bir mesele sayılır. Düşünmek, kavramak, analiz etmek fakat onda da kalmayarak sanatçının ortaya koyduğu eserin en özgün yanı ne ise onun hakkında kayda değer bir şey söyleyebilmek. Yerine göre onun önceki eserleri ile mukayese, varsa farklarını tebarüz ettirmek gibi. Yapılan iş, eser, devir, sanatçı her ne olursa olsun, onu fetih eder gibi kavramak.

            Herhangi bir ön yargıdan hareket etmemek, kademe kademe sona doğru ilerlemek, bu arada ehli vuku bir okuyucu grubu ile birlikte seyahat. Fakat gene de okuyucuyu muhatap alıyormuş gibi bir derekeye asla düşmemek. Bence o türlüsü son derecede ucuz bir yazma olur. İyi eleştirinin muhatabı daima sanatçı olmalıdır. Sanatçı anlaşıldığı, kavrandığı duygusuna behemehâl ermelidir. Kendisinin keşfedildiği gibi bir duyguya, kanaate sanatçının ihtiyacı vardır. Sanatçının şair veya hikâyeci veya bir düşünce adamı, anlaşılmak ihtiyacına saygı duymak gerekir. Bu onun hakkıdır bana göre.

Peki, bir eseri, sanatçıyı yazarken ne hissedersiniz? Kendinizi o anda nasıl konumlarsınız?

Kurtoğlu gene sadedin akışına çıktın, farkında mısın? Mahrem noktalara doğru yol alıyorsun. Gerçi bu hususta ne diyebilir, kendimi nasıl ifade edebilirim, onu da bilmiyorum. Fakat şunu söylemem şart. Ben sanatçıya her daim yakın hissediyorum kendimi. Onun yaptığı işe saygı duyuyorum. Çünkü karşınızda somut bir eser bulunsa bile, sanatçı onu en mahrem yanlarını devreye sokarak yaratıyor, adeta icat ediyor. Varsa eğer, bu icadın behemehal fark edilmesi, tebarüz ettirilmesi gerekir. Dolayısıyla eseri ile sanatçı kadar, onu ele alan, değerlendiren eleştirmen de sınavda sayılır. Öyleyse anlayan, kavrayan bir dil şart! Fakat sanatçıyı ve eserini çözümlerken, kendi birikimimizi hissettirmekten de geri durmayan bir yaklaşım!

            Bu bakımdan kalitesiz, seviyesinden emin olmadığımız eserler hakkında yazmaktan daha zevkiz bir şey düşünemiyorum. Kaldı ki her eseri yazmak mecburiyetimiz de yoktur. O bakımdan, her dönem edebiyatının merkezine, daima iyi eserler yerleşir. Ben şahsen o tür eser ve sanatçılar karşısında, her zaman dikkatli bir tutum içinde oldum. Bir tür derin bir saygıdır bu. Bu hissimi itiraftan hiçbir zaman kaçınmadım, kaçınmam da. Çünkü özgün yaratmalarda, insanı tatmin eden bir yan hemen dikkati çekiyor. Bunu keşfetmek, ortaya konan denemenin yüksek tesir gücünün nereden ileri geldiğini hem sezmek ve kavramak hem de bunun anlaşılır, seviyeli bir dil ile ifadesi gibi bir tutum.

            Fakat sizin sorduğunuz, kendimi konumlandırma biçimiyle ilgili olarak şunu söylemem gerekir. Eseri veya sanatçıyı yazarken, onu lâyık olduğu seviyede takdirden geri durmadığımı söylemiştim sanıyorum. Bu takdir duygusu hayranlıktan ileri gelmez. Doğrudan eseri ve sanatçıyı kavramakla, onu anlamlandırmakla hasıl olan bir şeydir. Bu yüzden midir bilmem? Bu tür bir yazma anında kendimi, hiçbir zaman ikinci planda hissetmem. Yaptığı işin şuurunda olarak sanki sanatçı ile aracısız bir konuşma yapıyormuşum gibi bir yazışı tercih ederim. Didaktikten daima kaçınmak, kendi birikiminizi ve zevkinizi makul bir şekilde izah! Fakat öyle başa kakarak da değil! Dolayısıyla sanatın ve edebiyatın trafik polisi imiş gibi kaideler vazedip düşünemiyorum. Bir tezi savunurken bile angaje tesirler doğurmamaya dikkat etmek gerekir. Kendi tezinde aşırı ısrar, eleştirmeni haksız düşürmeye yeter. Çünkü bir idrake, sanatçıya sesleniyoruz. Bunu unutan kabalıklardan nefret ettiğimi bilmelisin.

            Eleştiri alanında çok tekrar edilen bazı kavramlar var. Nesnel eleştiri, öznel eleştiri, kuramsal eleştiri ya da bilimsel eleştiri gibi. Ya da kişisel okumalara bağlı zevkçi anlayışlar! Ne diyorsunuz? Bu yaklaşımların hangisine yakın hissediyorsunuz kendinizi?

            Evet, eleştiri alanında bu tür kavramlarla sık sık karşılaşıyoruz. Karşılaşmaya da devam edeceğiz. Bilmem bilir misiniz? Hüseyin Cöntürk diye biri vardı. 1950 ortalarından itibaren; Amerika’da ortaya çıkmış, biraz da modaya dönüşmüş “Yeni Kritikçilik” akımının sözcülüğünü, temsilciliğini yapmaya çalışırdı. Fakat yazdığı metinler o kadar kuru, cansız bir eleştirmendi. Ona bakarak söyleyeceğim. Neyi tercih ederse etsin, kişinin başarısında, takip ettiği teorinin fazla bir katkısı düşünülemez. Asıl mesele eleştirmenin esere nüfuz kabiliyetindedir. Düşünce derinliğinde, estetik kavrayış gücünde ve kendine mahsus bir ifadeye erip erememesinde! Yani işin asıl bu tarafı önemlidir. Kişinin bu yöndeki bir zaafını, ne bir estetik teori ne de şu veya bu kavram örtmeye yetmez.

            Fakat ne yazık ki eleştiri işine, kuramsal bir donanım elde ederek başlamak isteyenler çıkıyor. Doğrusu onlara acımak gerekir. Burada temel mesele edebî bir esere nüfuz kabiliyetinde yatar. Eserin veya sanatkârın, diğerlerinden farkını tayin edebilmek, bunu izah ederken birikimimizi devreye sokmak.

            Ama Hüseyin Cöntürk’e şu noktada hak verilebilir:

Eseri değerlendirirken ondan kopmamak, kendi şahsi zevklerimizin peşinde savrulup saçılmamak. Yani eseri yorumlamaya çalışırken onun bizde bıraktığı hisleri mübalağa etmemek. Bunlar eseri ve sanatçıyı yazmak sayılmaz. Dolayısıyla iyi bir eleştirmende, üzerinde durduğu eseri anlamlandırma gücü her şeyin başında gelir.  Bu noktada da eleştirmenin edebî birikimi, zevk inceliği ve edebiyatımızın eski veya günübirlik problemlerine vukufu kendisini hemen dışa vurur. Çünkü eserin veya dönemin ruhunu ortaya koyarken, ister istemez eleştirmenin bilgi gücü, sezgi gücü kendini hissettirmeye başlar. Eleştirmen bir hususu daha anlamlı kılmak için, bazen farkında olmayarak derinleşebilir. Bu eserden kopmak, savrulmak değildir. O zaman da ilgili eleştiri bazen bir denemeye, bazen de sanat üzerine teksif edilmiş düşünce niteliğine bürünebilir. Yazdığımız metne derinlik kazandırmak kaydıyla, bunda bir mahzur düşünülebilir mi? Fakat bunca yapılan iş, iyi bir ifade ile desteklenmiyorsa, ona ne demek gerekir? Çünkü iyi ifade düşünme gücünün, sanatsal sezginin kendisidir. O, metne dışarıdan giydirilmiş bir kıyafet değildir. Ona alelâde bir makyaj muamelesi de yapılamaz.

            Burada bir şey sormak istiyorum, yazış tarzınızla ilgili. Sizi okurken bazen tereddüde kapılıyorum. Düşünen yanınız mı öne çıkıyor diye! Sanat ve edebiyat üzerine yazıyorsunuz, fakat düşünceye doğru ilerliyorsunuz. Yanlış mı bu tespitim?

            Sevgili Kurtoğlu, yanlış veya doğru, bu da bir tarz. Sanatın özü derin duyum, aynı derecede de derin düşünce. Buna bir de belki, özgün kurgu ve yapılar ilave edilebilir. Bu hâl şiirde kendini imgesel kavramalarla, tahkiye türü eserlerde de kurguya dönüşmüş biçimlerle dışa vurur. Fakat bir de bunların yanında deneme, eleştiri, gibi yazışlar var. İşte o tür yazıların değerini sanatı kavrama gücünde, düşünce derinliğinde ve ifadede aramak gerekir.

            İfade dediğimi de alelade bir gramer tutumu olarak algılamamak gerekir. İfade, öz veya içeriğin kendisini dışa vurma biçimidir. Daha doğrusu da edebî veya fikrî muhtevanın, yapısal bir bütünlüğe dönüşmesi. Düşüncenin veya düşünce kılığına bürünmüş estetik duyuşların sıraya sokulması, tamlık ve bütünlük kazanması. İyi yazının bu yanının, güzel bir şiir veya hikâyeden farkı yoktur. Dolayısıyla iyi eleştirinin bu yanının gözden kaçırılmaması gerekir.

            Bu noktada isterseniz size bir şey hatırlatayım. Hüseyin Cöntürk’ün şöyle bir sözü vardı: “Eleştiri edebî metin değildir.” Şu söze bakın, hizaya gelin! Nitekim o cümle ile amel edenler az değil edebiyatımızda. Önce şöyle söyleyeyim. Bir metni edebi kılan, onun içeriği değildir. Edebiyat her türlü hayatı anlattığı gibi, hukuki veya sosyal problemlerden, felsefi meselelerden de söz edebilir. Dolayısıyla yazdığımız metinlere hukuki veya ziraatla ile ilgili, insan ilişkileriyle ilişkili dedirten yan, bizim yaklaşım biçimimizi ortaya koyar. Bu açıdan ne kadar edebiyattan, edebî eserden söz ederse etsin, gerçekten Hüseyin Cöntürk’ün yazılarının edebî, sanata açılan bir yanı bulunmamakta idi.

            Buna karşılık Tanpınar, Tanzimat’tan veya Ahmet Cevdet Paşa’dan söz ederken hem bir düşünce adamı hem de üslup sahibi bir sanatkârdır. Nitekim Ahmet Haşim’in denemelerinin çoğu, mevzusu itibariyle edebiyatın haricindedir. Fakat onlar yazış tarzı olarak sanata dâhildir. Nitekim biz onları edebî bir zevkle okumayı sürdürmüyor muyuz?

Dolayısıyla yazış tarzı, üslup ve düşünme biçimimizin öne çıkmasıdır. Geniş biçimiyle bu yazışlara deneme; kritikçi yaklaşımlarına bakarak da eleştiri demek durumunda kalıyoruz. Nitekim aynı hâl ile Yahya Kemal, Peyami Safa, Suut Kemal, Mehmet Kaplan ve Necip Fazıl’da karşılaştığımız gibi; Sezai Karakoç, Cemil Meriç ve Cemal Süreyya’nın yazılarında da benzeri bir zevk alıyoruz. Hatta bunlara Nurullah Ataç ile Tarık Buğra gibi bazılarını da eklemek gerekebilir. Fakat Hüseyin Cöntürk, yazdıklarına bakılarak, bu halkanın dışındadır demekten kendimi alamıyorum.

O zaman şöyle devam edeyim. Bu gün edebiyatımızda eleştirinin durumu nedir? Sanat ve edebiyat dergilerinde, eleştiri yeteri derecede öne çıkıyor mu sizce?

Yeteri derece öne çıktığını ya da beklendiği derece fark edildiğini söylemek zor. Fakat bu, edebiyatımızda eleştirinin yokluğu anlamına da gelmemelidir. Fakat edebiyat okurlarına, takip ettiğiniz eleştirmenler var mı diye sorulsa ne cevap verirler, onu da bilmiyorum. Ya da kaç isim sayabilirler gibi! Kuşkusuz bu bulanıklığın sebebi, dergilerden ileri gelmektedir. Onlar kendilerini kimlikten ve düşünceden, herhangi bir sanat tutumundan ziyadesiyle uzak tuttukları, daha doğrusu da fikirsizliği meslek edindikleri için, ister istemez eleştiriden de uzak duruyorlar. Yani kendilerini eleştirel bir tutumla eşleştirmekten yana olmamaktadırlar.

Kuşkusuz dergiler bu zaafı, edebi metin yayını ile gidermeye çalışıyorlar. Daha doğrusu da şu an dergicilik, bir tür metin seçkisi ya da antolojisidir. Fikri bir muhteva ile şöyle bir sanat tutumunun eşleştirilmesi ile temayüz eden dergi kalmamış gibi. Bu tutumu dergiler, kendi tercihleri imiş gibi sanabilirler. Fakat bu tutumun 1980’lerden itibaren edebiyata ârız olduğu, postmodern modalarla da daha bir kuvvet kazandığı hatırlanacak olursa tek kutuplu dünyada alt kültürler haricinde hiçbir tutuma cevaz verilmediğini fark etmek zor olmayacaktır. Derin düşünce yokluğu sanatta, duyguları da sathileştirmekte; edebî verimleri adeta içeriksizliğe mahkûm hâle getirmektedir. O noktada da sanatçılar biçim oyunları ile vakit geçirmektedirler.

İşte bunları edebiyatımız adına kim konuşacak? Maalesef dergiler bu meseleler karşısında umumi bir lâkaydi içinde yüzüyor. Daha doğrusu da dergi yöneticilerinin ne cağı ne de kendi sanatımızın problemlerini yeteri derecede kavramadıkları sonucuna ulaşıyoruz buradan. Nitekim dergi yöneticilerinin sunuş yazılarına bakın! Ne demek istediğim kolayca anlaşılabilir. Dolayısıyla dergilerin eleştiriden kaçışının altında bu tür sebepler yatmaktadır.

Buna karşılık dergiler, kuşkusuz bu boşluğu gidermek için, çeşit çeşit dosyalar da düzenliyor. Bu dosyalarda yer yer bazı eleştiri örnekleri ile karşılaşmıyor değiliz. Her dosya için çeşit çeşit yazı, inceleme ve eleştiri. Ayrıca ilgili dosyalar için birer konuşma. Fakat bu isimler he seferinde değişmekte, derginin kendi görüşünü öne çıkaran, temsil eden yazar ve eleştirmenlerin kim olduğu hususunda bir fikir edinilememektedir. Yani buradan da nirengilerden mahrum bir yayın fikri ortaya çıkıyor. Dolayısıyla sanat ve edebiyat dergilerinden beklenen; tercih ve teşvik ettikleri şiir, hikâye ve romana dair görüşlerinizi belirginleştirmeye çalışmaları ya da sahibi oldukları eleştirel tutum ile temayüzden geri durmamalarıdır. Maalesef bizdeki dergiler kendi fikirlerinden vahşet getirmekte, kendi muhtevaları ile(!) sanatın nasıl eleştirilebileceği hususunda da mahcup bir görünüm vermektedirler.

Dolayısıyla bu yetersizliği dergilerin, kendi kendilerine nasıl aşabileceği önemli bir problemdir. Ta ki, meğer önemli bazı eleştirmenlerle, estetik teorileri haiz düşünürlerle el ele çalışır, istişare eder, onların kendi dergilerinde devamlı yazmalarını temin edebilirlerse! Yoksa durmaksızın sakal sıvazlayan yandaşlarla mevcut kaosun içinden çıkmak nasıl mümkün olabilir?

Eleştiriye ne kadar önem verdiğiniz anlaşılıyor bu söylediklerinizden, öyle değil mi? Dergiler hakkında söyledikleriniz de aynı şekilde! Fakat bizde eleştiri ya da eleştirmenler hakkında ne düşündüğünüzü de merak etmeye başladım doğrusu.

Bundan önceki sorunuz da bu çerçevede idi. Fakat sohbetimiz kendiliğinden, dergilere doğru kaydı gitti. O sırada vermediğim cevabı, şimdi vermeye çalışayım. Ben edebiyat-sanat dergilerinde, eleştirinin fazlaca öne çıkmadığını söylesem bile bu bizde iyi eleştirmenlerin bulunmadığı anlamına gelmemelidir. Bunlar var fakat alabildiğine dağınık bir manzara arz etmektedir. Her biri de değişik dergi denemeleri arasından fışkırıp çıkmış yüksek kabiliyetler. Ben onları okurken, büyük bir haz duyduğumu fark ediyorum. Gerek sanatlarını gerekse yazdıkları metinlere yedirdikleri düşünce ile!

Analitik düşünme kabiliyeti, sanatı kavrama yetileri ile gerçekten önemli bu isimler. Fakat onlara ulu orta, her yerde de tesadüf olunmuyor. Yani piyasadaki dergileri kast ediyorum. Biraz da çevredeki sığlaşmadan bîzar mıdırlar, bilemem. Orada burada yazmaya, görünmeye ihtiyaç duymuyorlar çünkü. Fakat onların devamlı yazmaları, devamlı okumaları da gerekiyor diye düşünüyorum.

İşte mesela felsefeci yanı ile sanat eleştirisini besleyen, kendi geliştirdiği “gönül felsefesini” tez seviyesine yükselten Ahmet İnan! Düşten Düşünceye(1996), Denemenin Ardından(2003), Eleştirinin Kıyılarında(2003) gibi çalışmaları ile Hüseyin Cöntürk’ün mekanik eleştirisini boşa çıkartan biri o!

İşte size iki yüksek kabiliyet daha, eleştiri alanında: biri Osman Özbahçe, diğeri de Hakan Aslanbenzer! Bu iki isim, şiir birikimimizin sağduyulu iki cengâveri mesabesindeler. Her ikisini de okumak, bana büyük bir haz vermektedir. Hem yüksek bir birikim sahibi bunlar hem de edebî esere, şiire nüfuz bakımından çok başarılılar. Ne yazarsa yazsın, zevkle okunuyorlar. Onların geliştirdiği tezlere katılmamız şart değil. Fakat çok iyi yazıyorlar. Yazdığı konular üzerine düşünce geliştirmek noktasında, bayağı derin her ikisi de.

Hakan Aslanbenzer’in Neo-Epik Şiir’ini(2012) ve Üç Sütun Şiir’ini(2013) okumakta niçin geciktiğimi anlamıyorum. Aynı şekilde Osman Özbahçe’nin de yeteri derecede kavranmadığı kanaatindeyim. Ayrıca Osman Özbahçe rahat yazan, son derecede velût bir şiir eleştirmeni. Onun Sağlam Şiir(2006), Modern Şiirimizin Kökleri(2008), Kural Dışı(2007) ve Analiz’inin(2013) behemehâl okunmasını arzu ederdim.

Yalnız burada bir şey söylemem gerekiyor. Her iki eleştirici, bunlara Ali K. Metin’i de eklemem gerekecek, kendi şiir anlayışlarını temellendirmek noktasında çok ısrarlılar. Bu ısrar bir hak; fakat bu tutum genel eleştiri adına, kendilerini biraz sınırlamıyor mu? Ne olursa olsun, onlar ele aldıkları metinleri konuşturmasını iyi biliyor, daha doğrusu da kendi düşüncelerini üretmekte güçlük çekmiyorlar.

Bu listeye daha farklı isimler de ekleyemez miyiz? Çok güzel dikkat çekici tespitler yapıyorsunuz.

Şimdilik bu kadarla iktifa edelim. Başka bir sefere, başka bir yerde, onlardan da geniş geniş söz etmek isteri kuşkusuz.

Çok teşekkür ederim sevgili hocam. Dolu dolu bir konuşma oldu doğrusu.

turinay-2.jpg

Bu haber toplam 1003 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim