Röportaj: Mehmet Kurtoğlu
-Şair olarak Niyazi Misri Büyük ödülünü aldınız. Edebiyatin içinde olanlar sizi elbette tanıyor ama türk okuyucu için kendinizi tanıtır mısınız?
– Ben 1952 yıl kışında Türkistanin tarihi bin yıllarla ölçüldüğü Semerkant yakınlarındaki köylerden birinde doğdum. Köyümüzde eski Bekçi tepe denilen tepeden Semerkantın kuleleri pek iyi görünüyordu. Bu tepeye bağlı hatıra herhalde hafızama kazınmıştır kı, yıllar sonra Semerkandden ayrılan Mirza Babura ithaf ettiğim şiirde şu mısralar yer almıştı:
Zehiridin, nereye gediyorsun,
Baba taht, ülkeni birakip?!
Kara kader bir köle gibi
Nerelere çekiyor atıp?!
Zehiriddin, bu nasıl sevda,
Kara hicret ile yüzleşmek?
Yüreğini bitirecektir
Canlı olub Yurdu bırakmak.
Zehiriddin, arkana bir bak,
Arkana bak, bak bir neşeli.
Sonuçta, ah, rüyanda bile
Bu topraği görmek şüpheli...
Kişnemiş at durur, binici
Bacağına tutur ayağın.
Boğazına toplar sessizce
Vücuduna dolan iniltisini.
Yüreği de acıyla dövür,
Titreyip fısıltılar dodaklari:
“Her yerden de görünüyorken
Semerkantin o küleleri”.
Atalarim Vafohoca Mahdum, Hikmetullahhoca Mahdum, Cüneydullahhoca Mahdum zamanının eğitimli insanları arasında olmuş. Bilhassa, bağımsızlıktan sonra açılan (polisin hazırladığı gizli bilgilere dayanan) tarihi belgelerde, Hikmetullahhoca atamin Namaz Pirimkul önderliğindeki rus yönetimine karşı çıkan halk isyanlarına maddi ve manevi destek verdiği kaydedilmiştir. Sovetlerin “baskı” olarak adlandırdıkları ulusal kurtuluş hareketleri başladığında atam Vafahoca onun parlak figürlerinden olmuş Açildov korbaşına (bu mücahitlere adanmış “Açildov” adlı halk destanı var) yardım etmiş hemde Türküstan cedidleri atasi Mahmudhoca Behbudinin takipçilerinden olmuş. Bu nedenle atam Stalinin baskıları sırasında hepse atılmış ve erken ölmüş.
Annem tarafından nesebim Türkistanda teşekkül eden “Nakişbendiyye” mezhebinin mürşidlerinden Mahdumi Azama (Seyyid Ahmed ibn Mevlana Celaleddin Hocagi Kosani Dahbedi), daha doğrusu Türkistanın büyük oğullarına kadar ulaşıyor.
Liseyi bitirdikten sonra Taşkent Üniversitesinin Gazetecilik bölümünde okudum. Sovet ordusunda görev yaptım. Uzun yıllar yayınevlerinde ve özbek televizyonunda çalıştım.
Türkiyede düzenlenen Uluslar Arası Bayramın ilk konfransından sıra ABDnin Vaşinton kentinde düzenlenen Asyalı Yazarlar Kongresi, Güney Koreya, Rusya, Gürcistan, Kazakistan ve Fransada düzenlenen edebiyat ve sanat etkinliklerine de katıldım. Şiirlerimin çoğu Koşgarda, uygur dilinde yayımlanmasından gurur duyuyorum.
-Çevirileriniz edeniyatın diğer alanlarında şiir, hikâye, piyes, belgesel dallarında eserleriniz bulunmaktadir. Edebiyat hayatının içinde olan biri olarak bu sanat dalları içinde kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz?
– Yukarıda bahsettiğim gibi, benim yaratıcı düşüncemi Semerkantın çevresi şekillentirdi. Doğduğum köyün çevresindeki köylerin isimlerini söyleyeyim: Buharaköy, Urgençköy, Turkmenköy, Araphana, Hazara, Neymen... Bunlarin hepsi bin yıllık geçmişe sahip olan yerlerdir. Semerkant ile birlikte bu köyler benim edebiyata ve tarihe olan ilgimin kaynağı olmuş. Bu sevgi ve ilgiden dolayı şiirlerimin çoğu ve nesir çalışmalarım ağırlıklı olarak geçmişin tarihi üslupları ve temaları üzerine yazılmıştır.
Özellikle Mirza Babur hakkında “Semerkant hayali” (1989), Sultan Sahibkiran Amir Timurun eşi Bibi Hanim hakkında “Bibihanim kissesi ve ya bitmemiş dastan” (1990), Mirza Uluğbey hakkında “Sahibkiranın Torunu” (1994), Kubraviya mezhebinin kurucusu Hazreti Şeyh Necmiddin hakkında “Şehitler Sultani” (1992) gibi tarihi ve eğitici hikayeler, iki tarihi drama: “Mirza Uluğbey” – “Alğul” (1995) ve “Baburşah Özlemi” (1996) gibi piyesler, “Nevai Arzusu” (1990), “Amir Timur Pirleri” (1995), “Mirza Babur Pirleri” (1996) gibi denemelerı yazdım. Oyunlarım radyo ve televizyonda, özbek tiyatrolarının sahnesinde koyuldu.
Şimdiye kadar yirmiye yakın şiir ve nesri kitabım yayınlandı. Yaratıcı çalışmamın büyük bir kısmını çeviriler kuruyor. Çeviriyi kalemimi keskinleştirmek için bir araç olarak görüyordum ve hala da öyle düşünüyorum.
Yaratıcılığımın bu yönü hakkında tanınmış Özbek yazar ve bilim adamı İbrahim Ğafurov şunları yazmıştı: “Klod Lorrenin resimlerini görmüştüm. Kalelerin kalıntıları çok eski zamanlardan kalma hikayeler anlatıyor gibi görünüyordu. Sessiz koylar, kanatlı maalikler, köpüren beyaz bulutlar, sabahlar, geceler, sakin denizler. Derinden akan nehirlerin üzerindeki eski tuğla köprüler... Ağaçlar ise... Klod Lorrenin resimlerinde ağaçlar hep merkezdedir, hep varoluşun üzerinde yükselirler ve gizemli hikayeler anlatırlar. Sanki nefes alıyormuş gibi çok yürüyorlar, yerde dönüyorlar ve burada çömeliyorlar. Hurşit Devran şiirlerini okuduğumda Klod Lorrenin resimlerini hatırlıyorum. Aralarında bir benzerlik varıydı.
Tarih bazen haykırır, bazen sessizliğe düşer bu şiirlerde. Hurşit Devran sanattan, kitaplardan, tarihten, antik edebiyattan ilham alıyor. Şiirlerinde zamanimizin aydın imgesi zengin yaşanmışlıklarla vücut bulmuştur...”
Şiirlerimde ortaya çıkan ikinci özellik ise tabiatla ilgili tınıların bolluğudur. Bu konudaki şiirlerimin çoğu muhtemelen bir insanın, özellikle de bir şairin doğayla ilişkisinin çok derin bir manevi ve ahlaki mesele olmasından kaynaklanmaktadır.
Tüm yaratıcılığımın “Edebiyat – insana muhabbet bilimi” görüşümden doğduğunu düşünüyorum. Kırk yıl önce uvaysi hocam büyük Aybeke ithaf ettiğim bir makalede yazdığım gibi: “Gerçek şair dünyayı değiştirme sürecinde aktif katılımcıdır... Bir şairin eserinde bir değer varsa bu şairin insanın acı ve ıstıraplarını tam olarak anlaması, insanlığı karanlığın bağrında yanan ve acının pençesinden kurtarabilmesidir. Düşüncenin ve sevginin ışığı, rüzgarı fırtınalardan koruyabilmesiyle ölçülür...”
-Şiire nasıl başladınız, şiir serüveniniz anlayır mısınız?
– Yedinci sınıftayken şiir yazmaya başlamıştım. Ama şiir yazdığımı herkesten sakladım nedense bilmiyorum, utandım. Bir gün şiir yazdığım ortaya çıktı. Her zamanki gibi teyzemin evine gittim, kitaplıklı odaya girdim, ermeni ya da gürcü bir yazarın dağlarda kaybolan çocukların maceralarını anlatan bir kitabı aldım ve tayzemin yanına çıktım. Çıktığımda tayzemin botinim içinden katlanmış kağıtları bulunca “Bu nedir? Kendin mi yazdın?” diyor gibi baktığını görünce olduğum yerde donup kaldım. Ben bir şey demeyince sorusunu tekrarladı. Bense söylemezdim. Sonra nedense “Şair Altay!” – dedi omzuma vurarak.
Sonra elindeki kağıtlardan birini göstererek ciddi şekilde: “Ama böyle şiirler yazma” dedi. Hangi şiir olduğunu anlamak için kağıda baktım. Gori Mire adanmış şiiriydi. Hatırladığım satırlar budur:
Gori Mir Kubbesi var
Semerkand ortasında
Amir Teymur onda yatıyor
Çocuklari arasında…
Bugün o zamanlar şiirlerimin ne kadar canlı ve ilkel olduğunu biliyorum. Ama o zamanlar... Amir Timur hakkında yazmak mümkün olmadığını bilmiyordum. İlk şiirlerim Semerkant, Registan, Şahizinda hakkındaydı. Subuha teyzeme “Neden böyle şiirler yazmak mümkün değil?” diye sormadım. Teyzem de “Böyle şiirler yazmayın” demekten başka bir şey söylemedi...
Teyzemin neden böyle söylediğini şimdi biliyorum. Tayzem ve annemin babaları – zamanının marifetli adamlarından biri, çarlık imparatorluğunun başkenti Petersburgda okuyan büyükbabam Vafahoca Mahsumun 30 yıllarında katliam yapıldığı sebepli büyükannem – Latafet bibi, tayzem ve dayılarım beni böyle bir tehlikeden korumak için söylediklerini şimdi biliyorum.
Edebiyata 1976 yılında özbeğin büyük şairi Erkin Vahidov hocamın o dönemin en meşhur dergisi olan “Gülistan”da yayınladığı bir dizi şiirle girmiştim.
- Ayrıca Türk edebiyatından çevirileriniz bulunmaktadır. Özellikle Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir sultan Abdal, Aşık Veysel, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Melih Cevdet gibi usta şairlerin şiirlerini Özbekçeye aktarmış biri olarak Türk edebiyatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Özbek edebiyatıla bir kıyaslama yapabilir misiniz?
– 20 yüzyılın başında oluşan yeni özbek edebiyatı, onun parlak temsilcileri Abdurauf Fıtrat, Abdülhamid Çolpan ve birkaç genç şairlar o yıllarda Türk edebiyatına çabalanarak yaşıyordu. Onların bu çabaları osmanlıca şiir yazmalarında da görülüyor. Ancak bu 1920-1930 yıllarda kuduz bolşeviklerin katliamları nedeniyle yıllarca susturuldu. Yarım asır sonra Sovyet rejimi kitaplarını sadece beğendiği şair ve yazarların yayımlamasına izin verdi. Bu izin sayesinde bizden önceki ve bizler esasen rus dilinde yayımlanmış tüm türk edebiyeti örnekleri, bu cümleden Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Faqir Baykurt gibi yazarların kitaplarını da heyecanla okumuştuk. Yıllar sonra durum yeniden düzeldi ve türk şiirinin en parlak şairleri özbek okurlarına ulaşmaya başladı. 1980 yılda Orhan Veli, Melik Cavdat Onday, Oktay Rifat, Fazıl Husnu Dağlarca, Rıfat Ilgiz gibi ünlü şairlerin şiirlerinin çevirilerinden oluşan “Modern Türk Şiiri” kitabının yayımlanması bu yönde parlak bir sayfa oldu. ve Nevzat Üstün. Bu derleme Miraziz Azam ve Tilak Coranın çevirilerinden oluşturulmuştu. Bu derleme ben gibiler edebiyata adım attığı yılda yayımlanması türk şiirine olan tutkumuzu daha da artırdı.
Namık Kemalın “Celaleddin Harezmşah" trajedisini on beş yıl aramıştım. Her şey 1973 yılı yayınlanan özbek sovet ensiklopedisinin ciltlerinden birini okurken Namık Kemalın böyle bir tarihi drama olduğunu bildiğimde başladı. Aklımda korkunç bir şiir dastani görüyordum. Ancak sovet dönemiydi, Namık Kemalin türkçe değil, sovette yani rusçada dahi bulunamadığı günlerdi. Birkaç yıl sonra yazar arkadaşım Hemit İsmailin yardımıyla Namık Kemalın eserleriyle tanıştım. Eser beklediğim kadar şiirsel değildi ama yine de heyecan vericiydi.
O zamanlar modern teknolojik olanaklar yoktu ama Hemitbek gönderdiği Namık Kemalın eseri fotoya alınmıştı. Çocuklarıma renkli slaytlar göstermek için kullanılan ekipman elime geçti. Duvara beyaz bir çarşaf asarak, filmi ekipmana yerleştirerek, ışığı söndürerek ve kağıda yansıyan metni birkaç gün okuyarak trajediyle tanıştım. Daha sonra bir fotoğrafçı arkadaşımın yardımıyla filmi fotoğraf kağıdına aktardım. Zaman geçtikçe eseri özbekçeye çevirmeye başladım. Ancak başka bir kötü alışkanlığımı tekrarladım: bitmiş çeviriyi hiçbir dergiye götürmedim. Daha sonra 1998 yılında bu çeviriden yola çıkarak 5 bölümlük bir televizyon oyunu olan “Celaleddin Harezmşah” filmi çekildi. Dizi kaç yıldır ekranlardadir.
Bahsettiğiniz gibi bu yıllarda Yunus Emra, Karaçaoğlan, Pir Sultan Abdal, Aşık Veysal, Aşık Hemra, Aşık Omar, Kul Mehmet, Kul Mustafa, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Melih Cavdet, Ercümend Behzat Lov, Attila İlhan gibi hoca şairleri özbekçeye çevirdiğim türk şiirine olan büyük sevgime sebep oldu. Bu şairlerin çoğunun şiirlerinin Özbekistanda ilk kez benim çevirmemde yayımlanmış olmasından gurur duyuyorum.
-Her şairin kendine has anlayışı var. Bu bağlamda şiirinizi ve poetikanızı öğrenebilir miyiz?
– Tariha olan haves çocukluğumdan beri kanıma işlemiş. İlk şiirlerimde yer almaya başlamıştı. Şu anda, şiirden çok tarihsel nesir yazmayı seviyorum. Ama hayatım boyunca bunu yapmaya hazırlandım. Şiir kitaplarımın hemen hepsinde gizli tarih sûranlari var.
Gençliğimde yazdığım şiirleri ayrıca değerlendiriyorum. Çünkü onlar deneyimsizler, saf ve samimi yürekten doğulmuştu. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda başta Azad Şerefiddinov, İbrahim Ğafurov, Bahtiyar Nazarov, Askarali Şarapov, Ahmad Azam, Ibrahim Hakkul, Kazakbay Yoldaş, Bahadir Sadik ve daha birçok şiir eleştirmeni başta olmak üzere edebiyat bilimciler ilk kitaplarımı değerlendirdiler. İlerleyen yıllarda yeni nesil edebiyat eleştirmenleri, yaratıcı çalışma ve eserlerime karşı ciddi tavırlarını dile getirdiler.
Şimdi o uzak gençlik yıllarıyla bu günün şiirleri arasındaki farkı öyrensek... Fark olması tabiidir. Şimdi yaşımıza yaş eklendi, tecrübemize tecrübe. Hem yaşam, hem de yaratıcı deneyim arttı. Belli kayıplar ve belli kazanımlar oldu. Şahsen, gençliğimin şiirlerini takdir etsem de, bugün yazdığım şiirleri yaratıcılığımın ayrılmaz bir parçası olarak görüyorum. Ancak bugün yazdığım şiirleri gençlik mevsiminde yazılan şiirlerin devamı olarak görmüyorum. Çünkü bugün farklı bir insanım, farklı bir şairim. Onlar aralarındaki fark benim yaşımdaki fark kadardır.
Gençliğimde ne hakkında ve nasıl yazacağımı bilmediğim için daha çok yazmış olursam, bugün ne hakkında ve nasıl yazacağımı bildiğim için daha az yazıyorum. En önemli değişiklikler son yıllarda meydana çıktı. Bu neyle ilgili? Ben kırk yılı aşkın bir süredir hem yaratıcılık, hem ev işlerile beraber yaşadım. Uzun günler boyunca devlet ve halk ilişkilerle meşgul oldum, fakat kısa gecelerde yaratıcı olarak yaşadım. Bugün bu endişelerden kurtuldum ve gündüz de gece de yaratıcı olarak yaşıyorum. O, bunun ne büyük nimet olduğunu bir bilseniz? Şimdi kendi isteğimle yaşıyorum. Sabah kalkıp işe gitme zorunluluğu yok ama şiirlerle, kitaplarla, yaratıcı düşüncelerle 24 saat yaşamanın keyfi var. “Bu şiirim yayımlanacak mı?” sorusu bugün beni hiç rahatsız etmiyor.
-Şiirinize herhangi bir anlayışı dahilər ediyor? Bir şair olarak kendinizi bağlı hissettiğiniz bir şiir ekolü var mıdır?
– Ben şiirde birincil insan duygusunun yansıtılmasını istiyorum. Uzun süreli baskıcı diktatörlüğünda rejiminde şiirin en öznel edebiyat türü olduğu tamamen unutulmuşdu. Her şairden, her şiirden toplumsallık talep etmek, edebiyat araştırmalarının ve edebiyat eleştirisinin “yasası” haline gelmişti. Bir hocamızın “şiir vezife ve öz odaklı siyasi bir meseledir, şiir şairin toplumsal vicdanıdır” dediğini hatırlamak yeterli. Ancak şair “ben” olarak yazar ve bu “ben” ne kadar insani ve doğalsa, yazıları da o kadar “biz”in malı olur.
Doğal olarak sovet döneminde millî kurtuluş, millî dil ve türk milletinin birliği temalarını yansıtan şiirlerimde toplumsal ve tarihî ruh ön plandaydı.
Çok iyi biliyorum, şiirin ne olduğunu açıklayanların hiçbiri bu görevi başaramamıştı. Şiirin ne olduğunu korkusuzca anlatanların çoğu – edebiyat uzmanlarıydı. Şairlerin kendileri bu işi az yaparlar. Şahsen benim için şiir her şeyden önce bir duygudur, birdenbire ortaya çıkan ve kalbi (şairin kalbini) dalgalantiran, ağlatan, titreten, sevntiren bir duygudur. Şairin mahareti bu duyguyu ne kadar kabullenebildiği, özgünlüğünü koruyabildiği ve başka yüreklere aktarabildiği ile ölçülür. Küçük bir "yetenek" küçük bir yetenek yetiştirmeye uygundur. duygu, büyük yetenek tek bir yaprağını, bir damlasını bile dökmeden, gaybdan kocaman duygular alıp, onu titreten şimşeğini saklamak, bir milyon kalbe vere biliyor.
Bu noktada Celaleddin Ruminin yazıları geldi aklıma. Mevlanaya göre “vücut Meryem gibidir. Her birimizin içimizde İsa var. Meryeminki gibi bir dertimiz olursa İsamız doğar. Dert yoksa geldiği yoldan geri döner”. Yani İsamız doğmaz. Mevlananın söylediği bilge şiirin nasıl doğduğunu anlatan efsane gibi görünüyor.
-Yazarlar Birliğinin Konyada yapmış olduğu Türkçenin Uluslararası 13 Şiir Şöleninde Niyazi Mısri Büyük ödülünü aldınız. Bu konuda neler söylersiniz?
– Bu bir ödüldür melum anlamda. Azerbaycanın Mikail Muşfik Ödülünü aldığımda itiraf edildiğim gibi aynı zamanda Türk şiirinin gelişimine katkım ve hiç şüphesiz şanlı bir nehir olarak Türk şiir okyanusuna dökülen özbek şiir nehrine de itiraftir. Ayrıca bu ödülü uzun yıllardır sürdürdüğüm yaratıcı faaliyetimin ana temasının tüm türk tarihi sevgisi, tüm türkiye birliği için çabalamanın sevinci ve hüznü olduğununa itiraf olarak kabul ettim.
-Bu ödülü almadan önce Niyazi Mısrı hakkında bir bilginiz var mıydı? Onun şiiriyle kendi şiiriniz arasında bir değerlendirme yapar misiniz?
– Biliyorsunuz mu ben bu son Bursa seyahatimden önce, gençliğimde de birkaç kez gördügüm gibi, türkçe rüya görmüştüm. Rüyamda yaşlı ve kocaman çınar önünde, beyaz giymiş, hikmeti gözlerinden okunan yaşlı bir adamın bana bir kitap uzattığını gördüm. O kitabı alır almazimdan tek kelime demeden kayboldu. Uyandığımda bu rüyayı hatırlamadım. Ancak Bursada 30 yıl önce altında şiir okuduğum 615 yıllık çınarı görünce birden o rüyayı hatırladım. Ödülü aldığı günüm “Bu beyaz elbiseli ihtiyar Niazi Mısrı miydi?” düşüncesi aklımdan geçti.
Şeyh Zünnun Mısrinin hayatı ve faaliyetlerini derinlemesine incelediğim için internette onun hakkında bilgi ararken Niyazi Mısrı adını ilk görmüşdüm ve “Bu Nakşibendi Sufi kim?” diye maraklanmıştım. Bu şahsın adına ödülü aldığım gün divanını buldum ve okumaya başladım. Hatta bazı şiirlerini özbekçeye çevirerek televizyonda da okudum.
Tabi ki sadece Niyazi Mısri değil ne kadar türk şairi varsa onları özbek okuyucuya tanıtmak için hizmet etmeye devam edeceğim.
-Türkiye Yazarlar Birliğinin iki yılda bir yapmış olduğu “Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni” hakkında neler söylersiniz?
– 1992 yılda Bursaya gittiğim, bayramın her günü ve her anı, Köniyedeki Mevlananin kabrini ziyaret ettiğim de hayatımın en parlak sayfaları oldu. Geçtiği yıllarda türk dünyasının farklı ülkelerinde cereyan eden her olayı büyük bir ilgiyle izledim ve her defasında o olaylara katılan özbek şairlerle uzun uzun sohbetler ettim. Düşünüyorum ki, 30 yıldır düzenlenen her şölen türk devletleri birliğinin inşasının güçlü bir ayağı olarak değerli olduğunu ve her biri itirafa layık olduğunu düşünüyorum.
-Bildiğim kadarıyla yurt dışından da olsa Türkiye Yazarlar Birliğinin faaliyetleri içinde bulunmuş birisiniz. Zaman zaman TYBnin etkinliklerinde görüyoruz. Bu bağlamda Türkiye Yazarlar Birliğinin kültür hayatımızdaki yeri hakkında görüşlerinizi alabilir miyiz?
– Türkiye Yazarlar Birliğinin uzun muddetli faaliyeti ve her şeyden önce sovet imparatorluğunun dağılmasının ardından milli hürriyetine kavuşan kardeş türk devletlerinin birliği için yaptığı çalışmalar çok değerlidir. Bu faaliyet sadece Yazarlar Birliğine değil, üyelerinin yaratıcı faaliyetlerine ve yazdıkları eserlere de yansımaktadır. Açıkçası, bugün Yazarlar Birliğinin sadece Türkiyede değil, tüm türk ortamında da açıkça yerini aldığını söyleyeceğim.
-Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
– Sözümün sonunda bir tarihi olaydan bahsetmek istiyorum. Ruslar Türkistan topraklarını işgal ederek Sirderyaya kadar ulaştığını haber alan Buhara emiri savaşa giriyor, topları develere yükledi ve düşmana karşı çıktı. Yürüyüşd birçok silahsız genç erkekler düzenli orduya katıldı. Birkaç haftalık yolculuktan sonra Buhara ordusu işgalcilerin durduğu Sirdarya nehrine ulaştı ve savaşa hazırlanmaya başladı. Toplar develerden yere düşürüldü. O zaman topların getirildiği ve kurşunlarının Buharada bırakıldığı anlaşılır. Sonuçta düşman tarafından yenildi ve kaçmak zorunda kaldılar.
Bunları söylememin amacı bilgi saldırganlığının arttığı, atalarımız için sonu olmayan dünyanın, küreselleşmiş, politize olmuş, düşmanca, Doğu ve Batının çıkarlarının çatıştığı, bize gelince küçülen ve darlaşan bir ortamda yaşıyoruz. Bu uçsuz bucaksız dünyada birbirimizi kaybettik, yabancılaştık. Şimdiyse küçücük dünyada birbirimize giden kendi yolumuzu arıyoruz. Hedefe vardığımızda toplarımızı develerden indirirken oklar yanımızda olması lazım.
Bir yıl önce Türk dünyası tarihi bir olaya tanık oldu. İstanbulda, türk devletleri liderlerinin 8 sammitinde iki tarihi program – İstanbul Deklarasyonu ve “Türk Dünyasının Görünüşü – 2040” belgesi imzalandı. İmzalanan İstanbul Deklarasyonunun türk devletleri topluluğunun önümüzdeki on yıllardaki gelişimi için bir yol haritası olduğunu söylüyorsam yanlış olmaz. Çünkü bu faaliyetin hemen hemen tüm alanlarını, siyasi, askeri, ekonomik, kültürel, örf, adet ve enformasyon yönlerini kapsayan geniş çaplı bir tarihi belgedir. Bu belgenin asas sonuçlarından bahsedersek, her şeyden önce türk devletlerinin gerçek yakınlaşmasının eşit haklar ve karşılıklı yarar temelinde başladığını gösterecektir.
Bence en gerekli ve ilgili unsur dil ve kültür birliğidir. Dil ve kültür ortak işimizdir. Ancak dil ve kültür birliği sağlandığında geri kalan her şey: siyasi, ekonomik, sosyal kalkınma güçlendirilebilir. Bir bilge adam dediği gibi, kültürel yükselişin olduğu yerde, diğer yükselişler üretilir.
Dil ve kültürün toplarımızın mermisi olduğunun farkına varmalı ve bilmeliyiz ki mermiler olmadan, ne kadar top, ne kadar modern ve gelişmiş olursa olsun yenilebiliriz.
Bir zamanlar büyük cedit atamiz Abdurauf Fitret bin hüzünle: “Dünyanın en zengin ve en bahtsız dili hangisidir? Biliyor musunuz? Türkçe. Şaircasina söylemek istemiyorum, kelimenin doğrusu bu. Dünyanın en zengin dili türkçedir, en sefil dili de türkçedir”, diye yazmıştı. Dilimizin mutsuzluğu yüzyıllar boyunca ulusal, siyasi, sosyal ve ekonomik zorluklar içinde yaşamamızdan kaynaklanıyor. Dilimizin köleleştirilmesi devletimizin, düşüncemizin, fikrimizin ve ideolojimizin köleleştirilmesine yol açtı.
Türk dilinin geleceği, bugünün yaratıcı düşüncesine veya türkçe konuşan halklar ailesindeki mevcut fikirlere bağlı. Fikirler yaşarsa dilimizin geleceği de geçmişi kadar şanlı olacak, aksitakdirde günümüzün çalkantılı, değişen zamanlarında pek çok insanın hayatında yaşanan hem siyasi hem de ekonomik gerilemenin kaderiyle yüzleşecektir.
Dolayısıyla türk devletlerinin kalkınmasını istiyorsak bu birlik yolunda ilerlerken dilimizin birliğini ve tanıtımını baş hedef haline getirmemiz gerekecektir. Dil gelişimi edebiyat ve sanat, bilim, siyasi ve sosyal düşüncelerimizin gelişimine hizmet eder. O bilgenin yukarıda alıntılanan sözlerini biraz değiştireceğim: dil geliştiği yerde başka gelişmeler de ortaya çıkacak.
Dillerin birliği için çabalamanın her Türk devletinde kullanıldığı, yani anadilleri reddetmek ve onların yerine tek bir dil getirmek gerektiği inancını vurgulamamak gerekir. Dillerimizin birliği, bugün acil önlemler bulalım. Bu önlemlerden bazılarını önermek istiyorum:
1. Tüm türk ülkelerinde türk dili bayramının geçirilmesi;
2. Türk ülkelerinin bilimsel güçler yoğunlaştığı türk dilleri sözlükleri merkezini kurmak;
3. Yüksek öğretimin ilgili alanlarında tüm türk ülkelerindeki okullar (enstitüler ve üniversiteler) için türk edebiyatı örneklerinden ders kitapları oluşturmak.
Türk ülkelerinin geleceği bugünün yazarlari, bu dilleri konuşan halklar ailesinin fikirlerine ve her şeyden önce türk dillerinin geleceğine bağlıdır. Birliğimizi kuvvetlendiren fikirler yaşarsa dillerimizin geleceği de geçmişi kadar şanlı olur, böyle fikirler olmazsa meçhul bir akıbetin sahipleri oluruz elbette.
İstiyorum ki, dil ve kültürümüz manevi birliğimizin sağlam temeli olsun ve bu temel türk dünyasının yaratıcı gücü olsun!
Çeviren: Rahmet Babacan
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.