• İstanbul 15 °C
  • Ankara 16 °C

TYB Ankara’dan Ardahan’a - Portreler

TYB Ankara’dan Ardahan’a - Portreler
Fahri Tuna yazdı...

 

1-125.jpg

D. Mehmet Doğan

(Yazar, TYB Kurucu/ Şeref Başkanı/ Ankara)

 

Huzur sığınağı. Herkesin abisi. Herkesin Mehmet abisi. Hem tek tek hem topyekûn. Sabır abidesidir de. Erzurum’da Nurettin Topçu Paneli’ndeki münasebetsizliğin en büyük muhatabı olduğu halde, büyük bir sabır ve metanet göstererek gayet sakin, “O dedikleriniz Topçu’nun kitaplarından çıkmaz, bulunmaz…” diyerek tartışmaya son noktayı koydu. Bir daha açılmamak üzere. Yedi gün boyunca her daim söze ya aziz yol arkadaşlarım ya da aziz yoldaşlarım diyerek başladı. Bu da ona çok yakıştı. Salonlardaki oturumlarda ilk sözü daima hörmetle, muhabbetle selamlıyorumdu. Bu da ona çok yakıştı. Bizde iki kavram/ isim çok muteberdir: Mehmet ve Mehmetçik. Mehmet Doğan ile tanışan ve dost olan herkes yeni bir sıfat kazandı yedi gün içinde: Mehmetçi. Evet, onu tanıyan herkes artık birer Mehmetçi. Her sabah kervanımızın müdavimlerini -kendi tabiriyle söyleyecek olursak- sabah vaazları ile aydınlattı. Hangi şehir, hangi şahıs, hangi abide önünüze çıksa -hiç fark etmez- o konuda yarım saat gayet doyurucu bilgiler verebilir. Veriyor. Yedi gün boyunca yine verdi. Ayaklı Türkiye Ansiklopedisi. Ne Türkiye’si, Türk dünyası. Zaten Türk dünyası kültüre bakanıdır o. Ne uzun konuştu ne kısa. Tam zamanında, tam kıvamında, tam lezzetinde. Yetmiş altı yaşındaki delikanlı; yedi günlük yorucu seyahatte tek bir kez yakındığı görülmedi. Enerjisi elli yaşındakilerden fazlaydı da eksik değildi. Doğal liderdir. Onun merkezinde olduğu bir mihverde dolaştı durdu organizasyon. Geziler, ziyaretler, paneller, şiir şölenleri, oturumlar, yemekler… Merkezinde olduğu halde hiçbir toplantıda önde, ortada, başta olmak derdinde olmadı. Tarihte de olmamıştır. Olmaz. Yapısı uygun değil. Tevazuun da kitabını yazıyor günbegün Mehmet abi. Sesinde âlimlik ve âriflik, iç içe kümelenmiş durumda. At başı gidiyor her ikisi de. Kuşatıcılık ve tınısında. Ona Mehmet Arif dense yeridir. Öyledir de.

2-138.jpg

 

Musa Kazım Arıcan

(Prof. Dr., TYB Genel Başkanı/ Ankara)

Denge adam. Dengeli başkan. Dengeci hoca. Kervandaki her şair, yazarla da, gidilen şehirlerdeki her vali veya rektörle de, ziyaret edilen şehrin her şube başkanıyla da aynı saygı, sevgi, sıcaklığı ve tatlı mesafeyi koruduğunu gözlemledik. Hem hoca hem genel başkan hem felsefeci. Namı üçü bir yerde Musa. Üçü birbiriyle eşit. Duyarız, bizim dahi kulağımıza gelmiştir; lakabı Spinoza Musa imiş. Erzurum’daki Nurettin Topçu Paneli’ne Spinoza/ Topçu benzerlikleri ve farklılıkları hakkındaki bilgi paylaşımıyla damga vurdu. Sivas’ta kültür kervanının açılış programında konuşmasını yaparken adeta bomba patlarcasına bir gürültü ile elektriklerin gitmesi, biz izleyicilerin yüreğinin ağzına gelmesi anında onun gayet soğukkanlılıkla, karanlıkta, hiçbir şey olmamış gibi konuşmasına devam etmesi büyük takdir topladı. Herkesi onore etti, herkesi kucakladı, herkesi motive etti; tam bir usta başkan profili çizdi. Kısaca bu kez helva da dedi halva da. Tevazuu bir başka takdire değer yönüydü. Üniversitenin açılış haftası olması nedeniyle, yedi günlük programın sadece üç iline/ üç gününe katılabildi. Bu fedakarlığı bile takdir topladı.     

 

 

3-119.jpg

Ali Kılcı

(Sanat Tarihçisi / Ankara)

İçine derin sanat tarihçisi. Ta derin, çok derin… Bakışlarından da seziliyor. Edep zirvesi. Az ama çok az konuşuyor (Eskilerin “ağzından kerpetenle laf alınır” dedikleri cinsten). O nedenle de söyledikleri çok kıymetli Ali Bey’in. Sessiz ve derin mizacının aksine alanında müthiş (Ama sorulmadan ve istenmeden anlatmıyor). Ani Harabeleri’ni geziyoruz; iç kalede hepimiz bir grubun peşine takıldık. Rehberi dinliyoruz. Rehber kardeş de heyecanla (benim gibi bire on katarak) ve ballandıra ballandıra anlatıyor. Ali Bey de önümde. Rahatsız oldu bir sanat tarihçisi olarak. Suratını ekşitti, hafif öne doğru eğilerek yürüdü gitti. Ben de peşinden. Sordum anlattı. Ne anlatış ama! Sanırsınız ki doktora tezini Ani Harabeleri üzerine yazmış. Öz, ta on ikiden, ne eksik ne fazla. Her bina, her kilise, her cami, her köprü için… Sanırsınız ki burada yatmış kalkmış; halbuki o da bizim gibi ilk kez geliyormuş. Bir ara Ermenistan ile Türkiye’yi ayıran dereyi gösterip “Şuralarda bir köprü olmalı…” dedi. Baktık, otuz kırk metre ötede. O andan itibaren hangi tarihî eserle karşılaşsak Ali Kılcı’yı takip edip sordum, bilgilendim ben. Kervanımızın kara kutusuydu. Hele söz konusu ‘sanat tarihi’ olursa. Bir de Çayeli’ndeki yeğeni (damatları) kaymakam beyin ikramıyla iz bıraktı gezide. Ağır molla. Bilgi molla. Sanat tarihi molla. Yürüyen sanat tarihimiz o bizim.    

 

4-079.jpg

Bayram Durbilmez

(Prof. Dr., Nevşehir)

Halkçı. Halk çocuğu. Halk edebiyatçılığı da, halk çocukluğu da doğuştan zira. Yozgat Sorgun’un Taşpınar Köyü’nde odası olan Seyit Ağa’nın torunu. Özde, sözde, ikramda cömertliği de genetik. Elini yüzüne alanlardan; konuşurken elini ustaca kullanıyor. Vücuduyla konuşuyor en çok. Konuşurken sesi sabit olsa da jest mimikleri yerinde duramıyor. “21. yüzyılda bulabilirsen bul âşık/ Bugünkü âşıkların çoğu bulaşık” vecizesi de onun, “Otuz yıldır edebiyat hocasıyım/ Edebiyatı seven otuz öğrenci bulamadım” vecizesi de. Her iki kaşının da ortadan yukarıya doğru yükselişi, halk edebiyatımızın yükselişini simgeliyor adeta. Türkiye’deki -merhum veya yaşayan, hiç fark etmez- tüm âşıkları, dayısının oğlu İlyas kadar yakından tanır, bilir, sever. TRT Avaz’da 72 Âşık programı yapmıştır. Onun Erciyes’ten Nevşehir’e geçmesine yol açanlar, harakiri yaptıklarını bakalım ne zaman idrak edecekler. Küstürülenlerden. Türk dünyasını en az Türkiye kadar tanır, bilir, yazar. Halk edebiyatı profesörü. Halkın profesörü. Doğmaca ve güzelleme müptelası. Sesinde kucaklayıcı bir tını var. Halk edebiyatı hakkında kırk gün kırk gece konuşabilir. Hem de dur durak bilmeden. Daima mütebessim bir yüze sahip. Hafif beyazlamış sakalları ona aksesuar zenginliği katıyor. Heyecan ve bilgi yumağı. Hem arif hem âlim hem de şair adam.

5-058.jpg

Bekir Oğuzbaşaran

(Şair, Kayseri)

Şiir adam. Lebalep şiir hem de. Siz bir kelime edin ona, o size o konuda en az on beyit, yirmi kıta, yetmiş beş dize sıralayabilir. Yürüyen şiir ansiklopedisi. Yüzlerce şiir yazmış, binlerce beyit hafızasında; içi dışı şiir ağabey. İçi dışı edebiyat. Uzun upuzun, ince ipince, naif ennaif. Hep olumlu, hep iyimser, hep müşfiktir. Yetmiş yedi yaşında olduğuna aldanmayın, ilgisi, bilgisi, okuması daha otuz yedilik. Öyle aç, öyle istekli, öyle biriktirici. Ve tabii yüzlerce anı, hâtırayla dolu bir hafızaya sahip. Yedi gün yedi gece edebiyat konuşabilir, anlatabilir, tahlil edebilir. Etti de. Yedi günlük seyahatimiz boyunca, kilometrekareye otuz üç dize düşüren şairimiz o. Âşık Oğuz’umuz o bizim. Oğuz dedik de; Erzurum’da sular seller gibi şehrini anlatan rehberimiz; “M.Ö. 4000 yılında Oğuzlar Erzurum’a geldiler. Bu şehir 6.000 yıllık Oğuz şehridir.” deyince, Bekir Oğuzbaşaran Abi’ye yaklaştım: “Abi, Oğuzların kısa boylu olanları Erzurum’da kalmış, uzun boyluları sizin Kayseri’ye göç etmiş olmalı.” dedim. Dev kahkahalarından birini daha attı Bekir Abi, “Galiba haklısın Fahri.” dedi, sonra etrafındakilere dönüp: “Türkiye’nin en çok yüz güldüren yazarıyla beraberiz bu seyahatte.” Şaş Gazeli’nden: “Bir gün ben giderim kuru yaş kalır.” Aman ağabey, nereye? Edebiyatımızın çok ihtiyacı var, sana, daha.

6-047.jpg

Enver Çapar

(Şair/ TYB Kahramanmaraş Şubesi Başkanı)

Mahzun yüzlü çocuk. Mahzun yüzlü başkan. Mahzun yüzlü şair. Üçü birden. Üçübiryerdedir o. 6 Şubat’tan bu yana daha bir durgun, daha bir mahzun, daha bir sakin. Saçlarına ak düşmüş. Nasıl düşmesin? Bir değil, iki değil, üç değil; on bir şehir birden yok oldu aynı gündeki iki depremde. O acıya yürek mi dayanır? Hele Enver’in şair yüreği. Tam Türk yüzü, tam Müslüman bakışları var onun; vakur, mahzun, onurlu. Az konuştu, çok düşündü gezi boyunca. Ekürisi Urfa Başkanı Mahmut Kaya’ydı. Hep onunla yakın, daha çok ona yakındı, evet. En ufak bir uyumsuzluğu görülmedi. Daima olumluydu (ki hayatı böyledir Enver kardeşimin, ona ne şüphe). Erzincan’daki Deprem Paneli’nde gözlerimizi doldurdu. Okuduğu şiirle hele. Şiir Şehir ya da Şairler Şehri Maraş’tan geldiğini hep hissettirdi. 6 Şubat’a yönelik “Zilzal Beşlisi” grubuna da gözü kapalı girdi, sorumluluk üstlendi. Zilzal Beşlisi kimlerden mi oluşuyor, söyleyeyim: Mustafa Yıldız (Başkan-Antep), Halil İbrahim Özdemir (2. Başkan-Erzincan), Fahri Tuna (Genel Sekreter-Sakarya), Enver Çapar (Üye-Kahramanmaraş), Mustafa Duran (Üye-Hatay). Doğudan batıya, deprem şehirleri çocukları/ başkanlarının kurduğu bir grup. Yeni projeler, yeni uygulamalar umudu var orada. Umutla ayrıldı aramızdan. Sevgiyle. Derin bir sevgiyle hem de. Yolun açık olsun Enver. Maraş’ın yolu, güneşi, havası da. Tüm deprem bölgelerinin. 

 

7-037.jpg

Fahri Tuna

(Yazar/ TYB Sakarya Şubesi Başkanı)

Bir yerde Fahri Tuna varsa, orada sorun yoktur, bizim Fahri çözer (D. Mehmet Doğan). Kültür Kervanı’nın Nasreddin Hoca’sıydı o (Muhammed Işık). Bezm-i elestte ruhen tanıdığım bir ağabeyimi Kültür Kervanı’nda bulduğum için çok mutluyum. Bir ömürlük hasret bitti. Not: Millet uyurken Muhammet, Fahri Abi, ben gizli gizli Ferdi Tayfur dinlediğimizi de kimseye söylemeyeceğimize söz verdik. Kafa kafaya vermiş, kulaklıkla ne dinliyordunuz diye lütfen sormayınız (Halit Yıldırım). Fahri Tuna, yolculuğumuzun şık centilmeni ve mizah ustası. Yedi gün boyunca her gün farklı bir kıyafetle bizi şaşırtmayı başardı. Onun sayesinde hem güldük hem de stil dersleri aldık. “Moda haftası mı bu hafta?” dediğimizde, gülümsemesiyle; “Her gün bir defile!” cevabını verdi. Yolculuğumuzun en renkli karakteri, şüphesiz esprili kişiliği ve şıklığıyla Fahri Tuna oldu (Fatma Kevser Sümer). Türkiye'nin en matrak yazarı... Ülkemizin en çok güldüren yazarı... Edebiyat dükalığının fahrî başşehbenderî/ başkonsolosu... Yalaza ustası... Günümüzün önde gelen portre ve biyografi ressamı. Vatan Millet Sakarya Cumhuriyeti’nin Genel Sekreteri (Bekir Oğuzbaşaran). Fahri Abi, bulaşıcı bir adamdır. Konuşurken size neşesini bulaştırıverir de onu dinlerken kendinizi gülümserken yakalarsınız. Oysa az öncesinde durgun bir ruh hali yaşıyorsunuzdur. Onun sevecen ve keyifli hali sizi sarıp çıkarır oradan. Aman dikkat (Mustafa Sarı). Candan bir arkadaş, bir abi, bir hoca… Cemiyet içinde müspet meziyetleriyle kendini fark ettiren, kendine çeken, güler yüzü, tatlı diliyle hemencecik ilişki kurabilen vefalı bir dost… Kitlelere esprili konuşmalarıyla hitap eden iyi bir hatip… Kendisini dinlemekten zevk aldığım, kendimi güvende hissettiğim adam gibi adam. (Mustafa Bektaşoğlu).

               

8-028.jpg

Fatma Kevser Sümer

(Yazar/ İstanbul)

Ağlatan kız. Hem de bir kere değil, iki kere. Denge abidesidir. Disiplinlidir. Titizdir. Seçicidir. Yedi gün boyunca etkinliklerin çetelesini o tuttu, o toparladı, o kaleme alıp haber yaptı. Hem de başarıyla. Müteşekkiriz. Ekürisi Ülker Mavral, hamisi (abisi mi desek) Fahri Tuna’ydı. Bir gözü kulağı bizde (kafilede), diğer gözü kulağı İstanbul’daydı (sanıyoruz Mahmut Bıyıklı’nın talep ve talimatlarında). İki tarafı da iyi idare etti, zannımca. Orta boylu (anne tarafı Ahıska Türklerindenmiş), beyaz tenli, biçimli kaş göz burunlu (baba tarafı Çerkez’miş), oturaklı, sözü dinlenen, az ama öz konuşan bir karakter çizdi. Takıldım yer yer ona: “Boyunu bizden (Türklerden) yüzünü Çerkezlerden almışsın Kevser” diye. Her zamanki gibi tebessüm etti. Bayan tebessümdü o. Ahıska Türkü dedim de: Ardahan’da izini kaybettirdi üç beş saat. Paneldi, sunumdu, âşıkların gösterisiydi; hiçbirimiz fark etmedik bile. Sabah Artvin’e doğru yola çıktık. Dünkü kayboluş öyküsünü bana anlatınca, bu güzel hikâyeden kimse mahrum kalmamalı düşüncesiyle hemen otobüsün mikrofonuyla buluşturdum kendisini: Meğer Posof’a gidip anne tarafından, dedesinden hep dinlediği ama hiç mi hiç görmediği akrabalarına kavuşmamış mı; hem de ne enteresan rastlantılarla. Ancak masallarda veya filmlerde rastlanabilecek bir kavuşma hikâyesiyle. Ardından, akşam yemekte annesinin bu kez annesi tarafından, hiç ama hiç görmediği bir akrabasıyla tesadüfen kavuşmasını anlatmasın mı? Öyle etkili, öyle zengin, öyle tasvirli bir anlatım ki hepimiz gözyaşına boğulduk. Hem de iki dakika arayla. Üst üste. Ağlattın bizi, alacağın olsun kız! O günden itibaren ona ağlatan kız unvanını verdik (Ben verdim daha doğrusu). Evet, hakkında yazacak çok şey var daha onun. Kafilenin en mükrimesiydi mesela (İkramda yarıştık galiba biraz ama o beni geçti). Yer azlığından burada kesmek zorundayım. Daha Erzurum’da Üç Kümbetler’de kurumdaşı/meslektaşı Safiye kardeşime (Önal) yaptığımız -onun da hemen inanıp sevinç duyduğu- “Sana, içinde Saltuklu Padişahı Saltuk Bey’in eşi Safiye Sultan’ın yattığı Üç Kümbetler’in önünden fotoğraf gönderiyoruz.” yalazasını anlatmadım. Sonsöz: Ağlatan kızımızdı o bizim. Aslında yüzümüzü güldürenimizdi. Her eve lazım kız. Her kuruma lazım öğretmen-yazar. (Posof’taki akrabalarının portresini o kadar güzel ve başarılı anlatınca, kendisine portre yazarlığı teklifinde bulundum; Safiye ve Kevser ile önümüzdeki günlerde porte eğitimine başlama kararı aldık. Kork şimdi bizden, ey portre edebiyatı!)

9-023.jpg

Gökhan Akçiçek

(Şair/ TYB Ordu Şubesi Başkanı)

Çocuk şair. Yok yahu, yapma dediğinizi duyar gibiyim. Evet, haklısınız. Altmışına bastı, tamam. Ben de biliyorum. Ama dizelerinde, bakışlarında; gözünde, yüzünde, sesinde hep bir çocuk tınısı var onun. Ne güzel. Ama hiç değişme Gökhan. Hep böyle büyü. Böyle yaşlan. Böyle yaş al kardeş. Ordu’nun -Selçuk Küpçük ile- gülen yüzüydü. Yüzümüzü güldüren de. Belli ki çok çırpınmış bizleri güzel ağırlamak için. Kaç kurum, kaç tepe, kaç kitap. Hatta kaç yemek. İkram ettirdiği Ordu Yahnisi de Boztepe’de D. Mehmet Doğan riyasetindeki derin musiki muhabbeti kadar lezzetliydi. İkisinin de tadına doyamadık. O kadar ki iki saatliğine geldiğimiz Ordu’dan beş saatte ancak ayrılabildik (Bu nedenle Çorum’a gündüz değil, yatsı vakti ulaşabildik ancak). Ordu’yu zaten severdik. Boztepe’den temaşayı da. Bu sefer Gökhan bize daha bir sevdirdi şehrini (Bu vesile ile davet edip getirdiği can dostum Selçuk Küpçük için de teşekkürler ona). Ayrılırken de diş kirası olarak hediye ettiği son şiir kitabı için ayrıca teşekkürler.  

 

10-021.jpg

H. Ömer Özden

(Prof. Dr./ Erzurum)

Bay felsefe. Yüzüyle, gözüyle, sözüyle bay felsefe. Yüzünün sağına ve soluna uzanan uzun ve kabarmış saçları ona felsefe kitabından çıkıp gelmiş izlenimi veriyor. Bu da ona çok yakışıyor. Onun sevdiği tabirle, “Einstein’ın benzediği adam”. Onu seksen bin kişilik Olimpiyat Stadyumu’nun içine atın, karıştırın. “Burada filozof kim, bulun?” diye bir yarışma yapın. Her 100 kişiden 99’u onu gösterecektir. Bundan hiç kuşkumuz yok. Has Erzurumlu. İspatladı bunu. Anlatayım: Beş sene önce, yine TYB’nin organizasyonuyla kırk yazar on gün süreyle Edirne’den Mostar’a adıyla şehir şehir, ülke ülke dolaşmış, dönüşte de katılan her yazarın küçürek portrelerini yazmıştım. Aradan geçen beş sene sonra Ardahan’da yarenlik ederken, “Galiba unuttun, beni yazmamıştın o zaman…” deyince çok üzüldüm. “Sahi mi? Olamaz!” dedim.  O ise gözlerinin içi gülerek, “Üzülme abi, olur böyle şeyler…” diye hoşgörü kontratı uzattı önüme. Eyvallah yüce gönüllü dost! D. Mehmet Abi de şahitti. “Mehmet Abi, Ömer Hoca Erzurumluyum diyor ama mümkün değil. Ben Ömer kardeşimin Erzurumlu olmadığını ispatlayabilirim.” dedim. Neticede Mehmet Abi’yi hakem tuttuk. Ben, “Erzurumluların millî sporu küsmektir, derler. Ömer unutuşuma küsmediğine göre Erzurumlu değil.” dedim. Mehmet Abi noktayı koydu: “Fahri haklı!” Ömer Hoca ise nihai imzayı attı: “Has Erzurumlular küsmez. Ben has Erzurumluyum. Siz hep çakmalarla karşılaşmışsınız!” Eyvallah, demekten ayrı bir şey gelmedi elimizden. Ardahan’da D. Mehmet Doğan’ın “Aramızda sünnet-i seniyeye (dört evlilik) ittiba eden var mı?” sorusuna, ilk o cevap verdi kahkahalar arasında: “Yok. Ben kendimi biliyorum, yok!”

11-013.jpg

Halil İbrahim Özdemir

(Şair/ TYB Erzincan Şubesi Başkanı)

Diğergam abi. Dört başı mamur şube başkanı. Cömertlik abidesi. Haza başkan. Haza organizatör. İlk konaklanan akşamın ev sahibiydi. Kahvaltıdan sonra Erzincan’ı gezdirdi bize (Erzincan’ı dediysek, bizim Adapazarı gibi, ovada kurulu olup her yirmi beş yılda bir yıkılan bir kentte, tarihî nereleri gösterebilirdi ki… Sadece türbeleri. O da öyle yaptı). Terzi Baba ile müşerref olduk. Ve bilumum evliyalarla, kahramanlarla. Sonra Üzümlü ilçesindeki bahçesi havuzlu evinde ağırladı bizi. Harika hem de. Ama en güzeli, kafilece üç gün üç gece yiyip bitiremediğimiz, bahçesinden kopardığı şahane üzümler ve yeşil elmalarıydı. Sayende anladık abi; Erzincan dört şeyden ibaretmiş: Terzi Baba, kara üzüm, yeşil elma, bir de Halil İbrahim Özdemir. Temizlik, duruluk, sadelik zirvesi ağabeyimiz. Benim sık sık “Yine keramet gösteriyorsun abi.” sözüme “Biz ancak kiremit gösterebiliriz.” tevazuuyla mukabele etti. Tartışmasız kafilenin en iyi hazırlanılan ve organize edilen şehriydi onunkisi. Ekibi ile elbette. En güzel mekân da onunkiydi. Deprem Paneli’ndeki konuşması, ertesinde okuduğu şiiriyle de gözlerimizi doldurdu. Samimiyet ve misafirperverliği hep birinci sıradaydı (Her katılımcıya hediye ettiği sanat tablolarıyla da şehrini unutulmazlar arasına sokmayı başardı). İbrahimî adam. İbrahimce adam. İbrahim’den adamdı. Var olasın abi…

 

12-014.jpg

Halit Yıldırım

(Şair/ TYB Çorum Şubesi İl Temsilcisi)

Halit. Bizim Halit. Kardeşim benim. Yıllardır bilirdim, tanırdım, severdim. Görmeden sevdiğimdi o. Bu kez bir değişiklik yaptık; vicahen (yüz yüze) görüştük. Hatta şifahen (Külliyen muhabbet). Ne demek mi bu? Onu bir Halit bilir, bir ben, bir de Allah. Ha bir de Ardahan Üniversitesi Misafirhanesi. Öyle koyu, öyle büyülü, öyle doyumsuz bir muhabbet ki -sadece ikimiz tabii- in cin uykuda, horoz ha öttü ha ötecek, sabah ezanları ha okundu ha okunacak. Erzurumlunun dediğinden, işte eyle (Ekürisi Muhammed, sabah olanı biteni duyunca, aynısından ben de isterem abi diye tutturmasın mı? O da olur bi’ gün be gardaş! Sabırlı olasın. Allah’ın arzı geniş, bizim Halit’in de endamı. Pehlivan maşallah. Bana Çorum’u Veysel ile Adem (Garafilik) kardeşler sevdirmişti. Halit ile sevdaya dönüştü bu. Artık beni de yarı Çorumlu bilin. Kervan boyunca, altın kalpli kardeş Muhammed ile düşüp kalktılar. Örnek bir abi kardeşlik. Gıpta ile izledik. Şairliği iyi, türkücülüğü de. Mahcup adam. Hepimiz gibi. Genetiği haza Anadolu çünkü. Benim emrivakim ile mikrofona çıkarttıksa da ucundan bir kendi bestesini seslendirip kaçıverdi. Alacağın olsun Halit. Son üç gün bir şeyi daha keşfettik: Halit, Muho, ben; üçümüz de zil zurna Ferdiciymişiz meğer. Ahaliye çaktırmadan kaç kez Ferdi’den şarkılar taam eyledik, sayısını biz de bilmiyoruz. Ama aramızda gavil karar ettik: Yollarda gizli gizli, kulaklıklarla Ferdi Tayfur dinlediğimizi kimseye söylemeyeceğiz diye. Yemin billah etmedik ama ettik saydık, söylemedik, söylemiyoruz, söylemeyeceğiz. Artık Angara’daki Çorumlu o. Angara gazandı, Çorum gaybetti. Çorum’un haberi olsun. Bir de dünyada cenneti garantileyenlerden (Sebebini burada yazamam, anlayın siz gerisini; yengem Trabzonlu’ymuş be). Çok kârdayım: Bu kervan bana kaç kardeş kazandırdı, bir bilseniz. En başta da Halit’i. Halitçiğimi. Derbeder Halit’im. Bana sor, sen.        

 

13-006.jpg

Hanefi İspirli

(Şair/ TYB Erzurum Şubesi Başkanı)

Adamım benim. Kardeşim. Muzip mütebessim. Bu kez gardı düşüktü. Düşmüştü. Haklıydı da. Beli bükülmüştü. Hastalıktan, evet. Ama en çok da anacığının yoğun bakımda olmasından. Kendi hastalığından ziyade. Her şeye rağmen, hüznünü bal eyleyip gülümsedi bize. Hanefi’den mütevellit olmalı, kaç gündür yağan yağmur ve soğuk da mola verip yüzümüzü güldürdüler biraz. Erzurum haza şehir. Şeksiz şüphesiz. Tam inandık (Benim gibi yirmi üç ülke, yüz altmış şehir görmüş birinin Erzurum’u ilk kez görmesi ne kadar ayıbımsa, şehri D. Mehmet Doğan ve Hanefi ile temaşa eylemek de en büyük şansımdı). Hanefi’nin bulup getirdiği, sular seller gibi Erzurum’u anlatan rehber öğretmenimiz “Oğuzlar, 6.000 sene önce Erzurum’a gelip yerleştiler” dediğinde, Kayserili Bekir Oğuzbaşaran Abi’ye, “Oğuzların kısa boyluları burada, uzun boyluları Kayseri’ye gitmişler” esprimdeki Erzurumlu, Hanefi’ydi işte. Tam da oydu. Ortaya yakın boy, benim gibi şakulü azıcık kayık bir fizik, saçlarıyla yarışan sakallar, daima şirinliğe ve şiire yatkın bakışlar. İşte bizim Hanefi. Erzurum sabahında kahvaltıda, uzun yıllar Atatürk Üniversitesinde görev yapmış, profesörlüğe kadar yükselmiş, aslen en batıdaki şehrimizden şair bir abimizi kastederek; “Hanefi, duyarız ki Erzurumluların millî sporu küsmekmiş. O abimiz Erzurumlu mu, yoksa Trakyalı mı?” sorumu, hiç tereddütsüz “Erzurumlu” diye cevapladı, o meşhur gülüşüyle. Devam ettim, “Sen de çabuk küsüyorsun galiba?” Cevapladı: “Yok abi, benimkisi küsmek değil, sitem.” Evet, Hanefi bizim sitemkâr kardeşimizdir. Saf ve temiz kalpli kardeşimiz (Onu her gördüğümde; Karadağ Budva’da, beş sene önce, D. Mehmet Doğan Abi’nin Haydi Hanefi, Şiir Taşı’na çık da bir şiir oku demesi üzerine, yavaş yavaş çıkışı, tam başlayacakken Angaralıların dil çabukluğuyla dizeler okuması üzerine şaşkın, mahcupi çaresiz bakışlarını hatırlarım). Son bir şey: Bu kervan, eskiye oranla biraz renksizdi. Sebebini çözdüm; Hanefisizlik. Canın sağ olsun kardeşim. Sana ve anneciğine şifalar diliyoruz. Tüm Erzurum’a. Hatta barışık günler de.      

14-004.jpg

Hasan Yücel Başdemir

(Prof. Dr./ TYB Genel Merkezi/ Ankara)

Unvanını hak edenlerden. Haza profesör. Yandan çarklı değil. Özden, gözden, sözden. Kaç zamandır tanışırız bilemem; belki on yüz bin senedir (Muhtemelen üçüncü görüşmemizdi yüz yüze). Yüzündeki edep, sesindeki saygı, yürüyüşündeki terbiye ile dikkat çekti. Öne çıkmaktan da geride durmaktan da hoşlanmıyor. Tam kıvamında davranıyor (Tipik Çepni Türk’ü işte).   Hem ağır hem müeddep hem oturaklı kardeş. Vefalı da. Yeri geldiğinde posta koymaktan da geri durmuyor, fabrika ayarlarına dönüp kükrüyor da (Ne de olsa Topal Osman’ın hemşerisi). Erzurum’da Topçu Paneli’ndeki münasebetsizliğe profesör olduğunu unutup anında tepki gösterdi. Ardından çıkışından dolayı özür diledi, sözlerine de teyit. Ama o daha çok akrabası Hasan Âli Yücel gibi, İsmet Paşa’nın yedi yıl yedi ay Milli Eğitim Bakanı gibi, sessiz ve derinden yaşamayı seviyor. Bana gezide akrabası Hasan Âli Bey ile anlattıkları ilginçti. Giresun’da annesine kaçması, onu mutlu etmesi, ertesi gün bizimle tanıştırması da ne güzeldi. İnsan profesör. Önce insan, evlat, oğul, sonra profesör. Felsefecim. Felsefe bakışlı kardeşim benim. Sevdik seni. Herkes de sevdi.     

15-004.jpg

İlhan İşman

(Sunucu / Ankara)

İşkolik adam. Soyadından belli zaten. Dördübiyerde dost. Ne demek mi? Anlatayım: İtiraf edeyim ki kervana çıktığımızda hangi sıfatla geldiğini anlayamamıştım. Malum, kimimiz genel merkez, kimimiz şubeler adına katılmıştık, kimimiz de temsilci. Kimi şairdi, kimi yazar. İlhan kardeşim, bunların hiçbirisi değildi de neydi? Onu ilerleyen günlerde anlayacaktık; önceleri, benim uzaktan anladığım, durumdan vazife çıkarıp kısa videolar çekiyordu, bir. Bunları - şimdilerde içerik üretme diyorlar- kısa, etkili, vurucu haberlere dönüştürüyordu iki. Ekürisi Mahmut Erdemir, işi gereği erken dönmek zorunda kalınca, değme ustalara taş çıkartacak ölçüde sunuculuklar yaptı üç, yetmedi sanat musikisinden güzel besteler de döktürdü, dört. Dördübiyerde demem bundan. Sanatçı komple. Uzun boyu, güçlü fiziği, edalı yürüyüşüyle taşıyor bu dört görevi birden demek ki. Öğrendik sonra, babası Nihat Amca, nice Kayseri türküsünü arşivlere kazandıran usta bir icracıymış. Sanatçılar da yetiştirmiş. Çocukluktan sağlam geliyor bizim İlhan kardeş yani. Müthiş de planlamacıdır. Stratejik hem de. Gezinin son gününde bu kervanlar nasıl daha iyi ve etkili olabilir üzerine kafa yorduk biraz.  Bir de mobing dernekleri genel başkanlığı görevi varmış, ki çok takdire değer. O da tersine mobingci; baskıcı değil, güler yüzüyle ve iş görmesiyle yüz güldürücü. Helal olsun sana İşman. 

 

 

16-002.jpg

İsmail Bingöl

(Şair/ TRT Erzurum Radyosu Yapımcısı)

Narmanlı İsmail. Bizim İsmail. Zaten en ünlü programı Bizim Eller. Üçgen bir yüze, belirgin bir burna, açık bir alınai bir de kararlı bir sese sahip. Her ses bir rengi çağrıştırır aslında. İsmail Bingöl’ün sesi de doğrusu kahverengi. Koyu kahverengi ama. Gariptir, giysileri de ekseriya kahverengidir. Her Erzurumlu gibi Türk âşık edebiyatının orta yerine doğmuş. Büyümüş. Yaşamış. Anlatmış. Yansıtmış. Nakletmiş. Yaşatmış. Yapımcı adam. Yapıcı adam da. Öte yandan ruhani adam. Âşık Ruhani mütehassısı. Okuduğu “Yastadır da deli gönül yastadır” uzun havası ile zihinlerde yer etti.

 

 

17-002.jpg

İsmail Bozkurt

(Şair/ Ankara)

O da benim ekürim. Yani kardeşim. Yani birlikte oturduk, elden geldiğince (Gerçi benim yerimde oturduğum pek söylenemez ya, olduğu kadar artık). Atletik şair. Atlet şair. Biyonik adam. Botanikçi adam. Erzurum, Kars, Ardahan yaylalarında binlerce dönüm boş arazi ama on binlerce inek bolluğunu o olmasa nasıl çözecektik. Anladık ki her kervana bir ziraatçi gerekiyor. Ki o, bir de o işin doktoru (“O bölge çok yüksek ve arazi çok tuzlu. Orada arpa ve çavdar dışında bir ürün yetişmez. Ama o toprak ve tuzlu otlar hayvancılık için birebir. Çok uygun.” cevabıyla, kafamızın içinde ayakta dolaşan sorular, yerlerine oturup sakinleştiler). Şirin adam. Şiir adam. Şiir gibi sesi var zaten, ince, zarif… Varlığı zenginlik. Tam kardeş. Hizmetten, iş görmekten kaçmaz. Vefalı yürek. Erzincan’da okuduğu şiir akıllarımızda yer etti. Bir de istenen her şeyi koşarak yerine getirmesiyle. Görev adamı. Kimin neye ihtiyacı varsa ilk o koştu, yetişti imdada. İlk dört gün yağmurlu geçince havalar, onun şemsiyesiyle hayat bulduk biz. Yani ben. Altmış yaşındaki delikanlı. Hep delikanlı. Daimi delikanlı. Hep böyle kal İsmailciğim. Böyle şen. Böyle şiirle.  

 

18-004.jpg

Kamuran Tuna

(Şair/ TYB Trabzon Şubesi Başkanı)

Akrabam der bana. Akrabam derim ona. Akrabayız, evet. Bu kesin. Hem o kadar kesin ki. Tıpkı şu anda bu satırlarımı okuyanlarla akraba olduğum kadar kesin, net. İşin doğrusu şu; ne o Tunalı ne ben. Ne o benim akrabam ne ben onun. Soyaddaşız sadece. Ki benim asıl soyadım Okçuoğlu’dur, onun bilmem ne. Soyadlarımız da akrabalığımız gibi, bizim değil (Hayatımızın en kazık sorusu: “Biz bizim miyiz?” Neyse, girmeyelim bu konulara. Musa Kâzım Hoca, benim alanıma girdiniz beyler, çıkın çabuk oradan şeklinde uyarıp Spinoza der ki diye söz eğirebilir. Aman kızdırmayalım genel başkanımızı). Kamurancığımla akrabalığımız tıpkı sizin kadar, Ademoğlu olmaktan yani. Trabzon’da yine çok sıcak karşıladı bizi. Ciddi adamdır, ciddi şairdir, ciddi söz yazarıdır. İyi başkandır da. Şansı da Trabzon onun, şanssızlığı da. Öyle, Trabzon onun orası: Herkes baş. Herkes general. Er, onbaşı, çavuş, yüzbaşı, binbaşı, albay, ara da bulasın. Salonu iyi doldurmuştu. Trabzon’un Edebiyat Mahfilleri mevzuu da güzeldi. Allah’ı var, Kamuran iyi sunum yaptı, yönetti. Mahfiller üzerine konuşan Trabzonlu arkadaş da çok ihatalıydı. O kadar ihatalıydı ki (geniş almıştı ki konuyu) İtalya’dan İstanbul’a getirdiğinde süre bitti. Büyük düşünmek böyle bir şey demek ki. Velhasıl, Trabzon’un edebiyat mahfillerini öğrenemedik ama o kadarcık kusur da olsun hani. Hele Kamuran Tuna, konunun en masumuydu. Güzel kalpli şair. Güzel kalpli başkan. Güzel kalpli adam. Trabzon sana yakışıyor, sen de Trabzon’a. Böyle gördük, böyle bildik, böyle söyleriz…    

 

 

19-003.jpg

Mahmut Erdemir

(TYB Genel Sekreteri/ Ankara)

Her eve lazım adam. Her sokağa lazım adam. Her mahalleye lazım adam. Her şehre lazım adam. Hatta her kuruma. Sessiz ve derin. Bir o kadar da çözümcü. Sesi yok, işi var. Organizasyon ustası. Yeri geldiğinde ki kervanın ilk üç günü sunucuydu da, nerede bir ihtiyaç olsa orada mutlaka Mahmut Erdemir vardı. Yaptığı işlerin üç adım gerisindedir. Orta boylu, durgun sakin bakışlı, güven yüzlü adam. Güler yüzlü adam. Otuz beş kişinin bir hafta süren bir seyahatinde, ikişerli üçerli gruplar olur, oluşur. Gezerken, yemek masasında vesaire hep yan yana olurlar. Bu hep böyledir. Böyle olmalıdır da. İnsanın tabiatı gereğidir. Bizim ekipte de bu manada beş altı grup oluşmuştu. Uzun uzun yazmayayım. Ama Mahmut’un ekürisi olmadı hiç. O hep bağımsızdı. Herkesle aynıydı. Herkesle iyi, herkesle mesafeli, herkesle uyumlu. Sık sık genel merkezden gelen gençlerle diyalog kurdu, Mustafa, İsmail, Tolga ile. O da işle, işlerle ilgili. Denge adamı. Ve saygı. Saygılı adam. Kulislerden, krizlerden, kavgalardan uzak adam. Herkese ‘abi’ diye sevgiyle hitap eden adam. İyi ki dostumuz ve aramızda. 

 

20-004.jpg

Mahmut Kaya

(Doç. Dr./ TYB Şanlıurfa Şubesi Başkanı)

Sıcak adam. Sıcakkanlı adam. Sıcak bölgenin adamı. Urfalı ya. Bütün ilişkilerinde bunu gördük. O kadar sıcak ki Urfa havasına aldanıp seyahate yazlık elbise ile gelmiş. Kars’ta, Ani Harabeleri’nde 6 derece ısıda, Ermenistan’dan bize doğru gelen soğuk rüzgârlı yağmurda, adeta donan Urfalının imdadına kafile arkadaşlarından bir ağabeyi yetişti. Zorunluluktan uzun etekleri görünen gri trençkot üzerine mavi kısa montla birazcık dikkat çeken tuhaf bir görüntü sergiledi altın kalpli akademisyenimiz. Bir de Erzincan’daki Deprem Paneli’nde Sosyoloji doçenti olmasının da etkisiyle, 6 Şubat Depremi sonrasıyla ilgili yaptığı toplumsal analizlerle göz doldurdu. Uzun boyu, esmer yüzü, sevimli ve bilgiç bakışları, mutantan ve zarif anlatımı ile takdir topladı. Az ve öz konuştu. Disiplinliydi beklendiği gibi. Aralarda, gezilerde, yemeklerde, Enver (K. Maraş) ve Mustafa (G. Antep) başkanlarla birlikteydi hep. Ne de olsa aynı bölgenin çocuklarıydılar. Bu muhteşem trionun iki günde ayrılıp memleketlerine dönmeleri kafilede üzüntüye sebep oldu. Öyle sevilmişlerdi işte. Netice itibarıyla Doç. Dr. Mahmut Kaya, kafilemizin üç akademik yıldızından biriydi. Sosyolog sosyolog baktı, yürüdü, konuştu. Analizler yaptı. Eyvallah Mahmutçuğum. Da bir dahaki gezide senle ben meteorolojiye bakıp da gelelim güzel kardeş, yoksa ikimiz de çok üşüyeceğiz (Ayrılırken Urfa’daki dört aziz dostuma, Talat Akay ve Seyit Ahmet Kaya merhumlarla Cuma Ağaç ve Veysel Polat’a çok selam göndermiştim, iletmeyi unutma kardeşim).

     

21-002.jpg

Mehmet Ali Bulut

(Edebiyat Ortamı Dergi Sahibi/ Ankara)

Müeddep adam. Mütebessim adam. Müsekkin adam. Müsekkin gerçekten, Erzurum’daki Nurettin Topçu Paneli’nde çıkan muazereyi (muharebe mi desek) yatıştırması biraz da onun sükunetiyle sağlandı. Daima kontrollü. Daima dengeli. Daima renk vermeyen. Edebiyat’çı’lar Ortamı’nda yedi gün durumu gayet iyi idare etti. Ta ki D. Mehmet Doğan - Fahri Tuna ortaklığının Toyota/ Hundai yalazasına yakalanana kadar. D. Mehmet Doğan’ın; “Mehmet Ali Bey, Hundai kelimesinin tarihçesini bilmiyormuş Fahri.” cümlesiyle ateş alan yalaza, “Arkadaşlar, ben altı yıldır Mehmet Ali Bey’in sahibi olduğu Edebiyat Ortamı dergisinde portreler yazıyorum. Öğrendiğim bu bilgi, benim için tam bir hayal kırklığı. Hundai ve Toyota’nın etimolojisini bilmeyen bir dergi yönetimiyle çalışmam mümkün değil. İstifamı arz etmeyi düşünüyorum.” sözleriyle daha bir alevlendi. Ortalık karıştı. Otobüs müdavimleri şaşkın. İstifaya giden yola döşeli kaldırımlar bir bir arşınlanırken, olayı tashih ve tavzih yine D. Mehmet Doğan’a düştü: “Arkadaşlar, yıllar önce bir arkadaşın aracıyla Ankara’dan İstanbul’a giderken mola verdik. Aracı da Hundai. Ben latife yapmak için, “Hundai’in adı nereden geliyor biliyor musunuz?” dedim. Bilen yok tabii. Nereden bilecekler. Dedim ki “Koreliler bizim akrabalarımız. Güzel bir araba yapmışlar. Adını ne verelim demişler. Türkler bizim dayılarımız, Hun Dayı koyarsak dayılarımıza vefa göstermiş oluruz demişler ve Hundai adı ortaya çıkmış.” dedim. Arkadaşımız da saf ve temiz kalpli birisi. Ben de de lügat yazarı olunca, sözlerimi çok ciddiye alıp her yerde, inanarak anlatmaya başladı. Baktım iş yayılıyor, işin aslını, sözlerimin bir şaka olduğunu söylemek zorunda kaldım. İşin aslı böyle. Kendisi de yalaza ustası olan bizim Fahri’nin istifasına gerek yok.” deyince otobüs kahkahaları koyuverdi. Gezinin başında Maraşlı Mehmet Ali’ydi, biterken Çorum damadı Mehmet Ali oldu (Siyasi bir toplantı nedeniyle bir gün önce dönüp Çorum’u ıskalamasını diri bir Çorum kızı Ülker Abla affedebilecek mi bilemiyoruz). Ardahan’da anlattığı hemşerisi Mehmet Efendi’nin yaşanmış hikâyeleriyle kahkaha tufanı yaşattı herkese. Mehmet Ali Bulut, edası, sedası, vedası ile Kültür Kervanı’nın en renkli ve sade kişilerinden biriydi.

           

22-001.jpg

Muhammed Işık

(Şair/ Ankara)

Kardeşlerin gülü. Şairlerin de. Kardeş şairlerin gülü. Garip adam. Garip ve güzel. Garip öykülü adam. Güzel öykülü. Öykücü de. Peygamber çiçeği vardır, bilirsiniz. Temmuzda, ağustosta doğada rastlarsınız ona, ortalama üç santim çapında, bej yahut krem renginde, hafif rüzgârda ortalıkta hafif hafif uçuşan, sevimli mi sevimli, hoş mu hoş, iç açıcı bir çiçek. Bizim Muhammed’in kafilemizdeki karşılığı tam da buydu. Adı da çok yakışıyordu ona. Ve bu çiçeğe. Tek farkı gerçeği krem rengidir, bizim Muhammed kumral. Kumral Peygamber çiçeğimizdi o bizim. Ne mesleğini tam öğrenebildik ne nereli olduğunu ne de tam nereli olduğunu; -hayatından öyle örnekler anlattı ki Peygamber çiçeği misali bir oradan bir buradan-. Yedi günde onunla ilgili çıkarımlarım: İç Anadolu’dan, merkezi illerden birinden. Ama İstanbul dâhil farklı illerde yaşamış. Memur olabilir (Küçük bir ihtimal olmayabilir de). Genç yaşına göre çok güngörmüş. Aklı başında bir kalem. İyi bir şair. Pırlanta kalpli şair. Semerkandî adam (Ha, kimse duymasın, başını Halit’in çektiği Ferdiciyyun Tarikatı’nın üç üyesinden ikincisi). Neşet Baba ve Ferdi Baba üzerine makaleler de yazmış biri. Helal olsun sana Muhammed. Hem de bu yaşta. Devam pırlanta adam. Bu toprakların sesi, nefes olmaya devam. Bu toprakların sesi, sözü, şiiri olmaya. Dualarımız hep seninle.  

    

23-001.jpg

Mustafa Bektaşoğlu

(Musahhih/ Ankara)

Yiğit adam. Yiğit yazar. Yiğit musahhih. Kastamonu’nun Köroğlu’su. Kastamonulunun Köroğlu olanı. Ankara’daki çağdaş Köroğlu. Dostum, arkadaşım, kardeşim benim. Seyahat başlarken hakkında tek kelime bilmediğim, yedi günün sonunda hakkında kitap yazabileceğim gösterişli kahraman. Gösterişli dediysem, kendisi gösterişsiz. Sessiz sedasız çalışır. Tıpkı Mahmut Erdemir gibi. Gösterişli olan fiziği. 1.85 boy, kalıplı vücudu, kalabalıkta ben de buradayım diye haykırıyor. Sesi çıkmaz ama. Elinde profesyonel fotoğraf makinesi. Hep çeksin. Onun sesi, sözü, yüzü fotoğraf makinesiydi. Ta ki Giresun’daki otel vakasına kadar (Biz Türkler sessizizdir, sabırlıyızdır ama bıçak kemiğe dayandığında da zıvanadan çıkarız. Bu psikolojik analiz en çok Mustafa Bektaşoğlu’na uygun aslında). Otelin lobisinde, herkesin çift kişilik odada kalacağı trajedisi karşısında ilk isyan bayrağını o yaktı. Lobide yatma kararıyla başından dumanlar tüte tüte söylenirken Allah’tan fahrî bir dosta rastladı da sorunu çözüldü, zor sakinleşti. Ertesi sabah artık gülücükler açılmıştı yüzünde. Bahar gelmişti. Biz de mutluyduk, o da. Diyanet Dergi’nin musahhihiymiş. Gerçek musahhih. Ayaklı musahhih. Öyle böyle değil. Bir ara o, Hasan Yücel Hoca ve ben tashih ile ilgili on beş dakikalık bir sohbetin içinde bulduk kendimizi; ben üç kulaçtan sonra çıktım, Hasan Yücel Hoca sekiz kulaç. Bizim Mustafa bir daldı ki okyanusa, ta en derinlere… (Bu konuda muhatabı biz değiliz; aksakalımız, 130 bin kelimelik Türkçe Sözlük’ün yazarı D. Mehmet Doğan abimiz olabilir ancak.) Ekürisi Ali Kılcı’ydı. Onunla oturdu gezdi. Seviyorlar birbirini belli ki. Ne güzel. Çok fotoğraf çekti Mustafa’mız. Sanat fotoğrafı. Üzerinde çalışacakmış daha (Çalışma bitince, hepimizin içini açacak, kervanın sanat fotoğrafları albümü çıkarsa hiç şaşırmayın derim). Seni sevdik yiğit Kastamonulu. Köroğlu bakışlı adam.

 

24-002.jpg

Mustafa Sarı

(Şair/ Ankara)

Şiir bakışlı adam. Şiir duruşlu da. Uzaktan şiir şiir bakıyor, muhabbete başlayınca roman roman. Ciddi bakışlı, mütebessim. Huzur gözlü adam. Huzur yüzlü adam. Huzur sözlü adam. Huzuristan’ın cumhurbaşkanı adeta. Ortaya yakın bir boy, oval uzunca bir yüz, beyazdan kumrala çalan bir ten, imânî bir çehreyle kafiyeli zarif bir sakal, naif bir ses… Gözlükleri entelektüelliğini katlıyor (Resimdeki altın oranın dışa vurumu. Gözleri-gözlükleri üstteki üçte bir, bıyıklar ağız alttaki üçte bir. Çok sevdiği Rabbi ona üçte bir dengesi bahşetmiş yani). Solda yazmadığı dergi, almadığı ödül, tanımadığı şair kalmamış. Bir sabah gözlerini Huzuristan’da açıvermiş. Aynaya bir göz atmış, o da ne! O gün bugün nuranî bir yüzle dolaşıyor Şiiristan’da. Helal be çocuk. Vallahi helal sana. Helal adam. Helali adam. Helalden adam. Ardahan’da okuduğu, “Soylu ölüm, Efendimiz/ Günahlarımı da merhametinle” dizesi hafızamıza kazındı, modern bir naat olarak. Âh soylu ölüm. Âh soylu şair. Âh soylu kardeş. Eyvallah. Maşallah. Maazallah. Fakirullah.

 

25.jpg

Mustafa Yıldız

(Şair, Gaziantep Şubesi Başkanı)

 

Hüzünbaz merhamet. Tam da bu bizim Mustafa. Ömrünü dışarıdaki açlara yoksulara yetimlere vakfetmiş, bu rikkatli yürek, 6 Şubattan bu yana içeriye döndü çaresiz. Antep’e. Ne Antep’e, on üç ile. Yüz bilmem kaç ilçeye. Nurhak’a mesela. Nur Hak’a. Nur ve Hak; Mustafacığıma en yakışan iki kavram. Yok yok iki imge. Hak, hakikat yolcusu o. Hem yolcusu hem savaşçısı. Eylemcisi demek daha doğru. İçine hakikati dışına iyiliği kuşanmış da yollara düşmüş, nur olmuş bakışlarıyla, yıldız yıldız uçuyor gökyüzünde. O kadar çok hikâye var ki içinde. O kadar derin ve geniş öyküler biriktirmiş ki kalbinde, şiir yapmış onları, dize dize okuyor o mikrofonik ve etkin sesiyle. Altı gününe katıldığı gezimizde, merhamet sağanağına hüzün katılmış bakışlarla seyretti olanı biteni. Dikkat ettim, en çok da depremzede illerin başkanlarına yakındı. Maraş’la (Enver), Urfa’yla (Mahmut), Erzincan’la (Halil İbrahim) ve Sakarya’yla (Fahri Tuna). Olağandı bu. Damdam düşenin hâlinden en çok damdan düşen anlarmış diyen Nasrettin Hoca, meğer sosyoloji kanunu irat eylemiş. Güzel konuştu Mustafa. Güzel konuşuyor zaten. Güzel sesli adam o. Güzel kalpli de. Merhamet Medeniyetinin çocukları olduğumuzu en çok onu görünce hissediyorum ben. Ve o konuşurken. Anlatırken. Gözleri dünyayı merhamet kurtaracak ancak diye bakan adamdır Mustafa Yıldız. Merhamet nabızlı adam.

 

26.jpg

Nazım Payam

(Şair, Elazığ Şubesi Başkanı)

Nazımcığımı tanıyalı bilmem kaç yıl oldu? Belki on belki yüz belki bin. Bin kesin var da, on bin de olabilir. (Sapanca Şiir Akşamlarında, 2002 yılında olmalı.) Huzur ve sürur veren adamdır Nazım. Varlığı yeter onun. Her zaman sakin her zaman ağır her zaman güvenilir. Yine öyleydi. (Başka ne olabilirdi ki.) Kâh şiir şiir baktı (konuşmadı, konuşmaz o, çünkü bakar sadece. Düşünür ve bakar. Bakışlarıyla konuşan adamdır, zira), deneme deneme düşündü. Erzincan’daki Deprem Panelini o yönetti. Duruşu bakışı ve sunuşu çok çok başarılıydı. Dolu adamdır Nazım Payam. Lebalep dolu. Bunu yöneticiliğinde de, altı gününe katılabildiği kervanda da, yemeklerdeki üç beş sözünde de hissettirdi hep. (Erzurum’da Abdurrahman Gazi Türbesinde gakkoşu Osman Suroğlu ile konuşturduğumda çok mutlu gördüm onu. Ben de mutlu oldum tabii ki.) Edep adamıdır Nazım. Edebî adamdır, edebiyatçı adamdır. D. Mehmet Doğan’ın yönettiği Ardahan’daki şiir akşamında, Ölüm geldi, bana senin gözlerinle baktı dizesi kaldı en çok hatırımızda. Şiir şiir konuştu, şiir şiir yürüdü, şiir şiir baktı bize kervan boyunca. Şiir adam o çünkü. Şiirmen.            

 

27-001.jpg

Nazif Öztürk

 (Dr. Ankara – Eski Genel Başkanlardan)

Abimiz. Nazif abimiz. Sessiz adam. Sessiz ve derin adam. Sessiz derin güzel giyinen adam. Konuşuyorsa, ki günde bir iki kez konuşur, kesin vakıf eserleri konusundadır. Alanını sınırlarını iyi biliyor. O konunda da ihatalı doyurucu ve etkileyicidir. Eski genel başkan. Eskilerden. Eskimeyen eskilerden. Ağır abidir. Vali, başkan, rektör ziyaretlerinde de D. Mehmet Doğan’ın yanında (tıpkı Mehmet Ali Bulut gibi) protokol adamı olduğunu gösterdi. Protokol işini içten içe sevdiğini de. Ne de olsa ömrü Angara’da bürokratlıkla geçmiş, değil mi ama. Ona yakışıyor bu. Herkese saygılı, herkese mesafeli. Her zaman. 77 yaşındaki delikanlı. Delikanlı abimiz o bizim. İyi ki de abimiz.  

 

28.jpg

Olgun Albayrak

(Şair, Giresun Şubesi Başkanı)

Kâmil adam. Yeni kâmil adam. Yeni başkan ya. Olgun ve dolgun reis. (Bu satırların sahibi gibi.) Onu iki sene önce Giresun’daki TYB Şubeler Toplantısı’nda tanıdım. O zaman yönetim kurulu üyesiydi. Sessiz çalışır, her eve lâzım bir karakter olmasıyla aklımda kalmış. Terbiyesi ve mütebessim çehresiyle de. Tam bir görev adamıydı yine. Ama ortalıkta pek gözükmeyen. (Sunumlar için bilgisayarları kurup çalıştıran, teknik sorunları hemen çözüveren.) Sonra duyduk, başkan seçilmiş. Bu kez birinci adam olarak karşıladı ve ağırladı bizi. Şiir organizasyonu da iyiydi. Ekibinin öncüsü olarak, yönetimiyle ilişkileri de. Topal Osman’ın hemşerisiydi o. Yiğit, samimi, misafirperver. Okuduğu şiir de güzeldi. Bizleri sahiplenmesi de. Sözden ziyade ses ve tını o. Ve tebessüm. İçi aydınlık adam. Dışı da. Şiir sesli kardeş.

 

29.jpg

Sait Mermer 

(Yazar, Konya Şubesinden)

Had bildirici Sait. Dünyaya had bildirmek için gelmiş adam. Sahiden bak. Öyle böyle değil, essahtan. Yiğit, mert, sözünü, gözünü, özünü budaktan sakınmadan söyleyecek adam. Söylüyor da zaten. İlkin Konyalıyım dedi. Düzelttim, Gonyalı mı? Rayına oturdu: He ya Gonyalı. Yedi gün boyunca tam Gonyalıydı Allah’ı var. (Gerçi sorduğum hiçbir essah Gonyalıyı tanıyamadı ama o kadarcık kusur, Kadı gızında bilene olur.) Dikkat ettim, her şeyi bilmiyor. Ama bildiklerini çok iyi biliyor. Tam da aradığımız şey, bu işte. Müşekkel ve müheykel endamıyla göz de doldurdu, konuşup ettikleriyle söz de. Kallavi duruşu, dasitani edasıyla Ardahan’da okuduğu şiirin Çivi yaralarında, çivi yaralarında (Necip Fazıl’ın ‘Otel Odaları’nda şiirinden) dizesi hâlâ kulaklarımızda. Eczacıymış. Şifacı yani. Sözleri ve tavırlarıyla kafileye şifaydı Saitçiğim. Tam da böyle. Eksiksiz. Şeksiz şüphesiz. Erzurum’da Topçu Panelindeki densize haddini bildirenlerden. Helal sana be çocuk. Yiğit adam. Akil adam. Dış güçlerin ortak bir saldırısına, ikimiz de maruz kaldık. Çiledaşız yani. Kaynağı dışarıda bazı mihraklar, yüzde yüz eminiz ki, fotoşop marifetiyle, güya otobüste uyurken önce onu, sonra beni yakalamışlar da, watsap gurubumuza sızarak paylaşmışlar da, algı oyunlarına girişmişler de. Sait kardeşimle, yer miyiz ulan biz bu numaraları. Yüzde yüz iftira ve saldırı deyip anında kınadık tabii ki. Reddetmek ve kınamak, birinci önceliğimizdir. Uyumak kim, biz kim? Yanımızdan geçemez… Marks sakallı Sait. Marks’ı Marks’tan iyi bilen adam. Marksistlerin çekindiği adam. Marks mütehassısı. Antimarksist elbette. Aydınlık zihin onun ki. Gonyalı iyi Müslüman delikanlı. Böyle bildik onu. Böyle de söyleriz. 

 

          

30.jpg

Turan Karataş

 (Prof. Dr. ASBÜ - Ankara)

Profesör. Haza profesör. Gerçekten. Yere sağlam basıyor. Sınırlarını iyi biliyor. Herkese saygılı. Herkesle mesafeli. (Sınırlarını iyi koruyor dedik ya.) Sivaslı Turan. Sivaslı olunca Turan adı daha bir yerli yerinde ve güzel geliyor, insana. Ne güzel. Krem - kahverengi kombiniyle dikkat çekti kafilede. Güzel giyimiyle tabii ki. Kaşkolu da olumlu etkiyi güçlendiriyordu. Şiirmen. Şiir hoca. Şiirli hoca. Şiirci hoca. Şiir üzerine kırk gün kırk gece, herhangi bir şiir üzerine kırk dakika, aralıksız konuşabilir. Yunus Emre üzerine kırk sene. Dolu dolu hem de. Zarif hoca. Ardahan’da Fatma Kevser Hanımın sorduğu ‘Yazarlık Mektebi’ dizaynı sorusuna verdiği cevaplar çok tatmin ediciydi. (Gerçi aynı şeyleri düşünmüyorduk ama olsun farklılıklarımız zenginliğimizdir, diyelim.) Şiir profesörü. Senelerdir uzaktan izlediğimiz, takdir ettiğimiz, sevdiğimiz Turan Karataş’ı, yakından tanımak da iyiydi. (Çoğu aktör, yakından hayal kırıklığıdır, malum.) Takdirimiz de arttı, sevgimiz de.  

 

31.jpg

Ülker Mavral Bulut

(Yazar, Ankara Şubesinden)

Ülker hanım. Ülker kardeş. Ülker abla. (Aynı senenin çocuklarıymışız da kadınların yaşı yavaş ilerlediğinden benim küçüğümdür Ülker.) Yani Ülker kardeşim o benim. Mehmet Ali Bulut’ta eniştemiz. Eniştemizin eşi Ülker Hanım, benim 2010 yılında düzenlediğim Balkan gezisinde de vardı. O zamandan tanırım. (Yine bir gezi düzenle de gidelim, dedi. İnşallah, en kısa zamanda, ben de Balkanları çok özledim, diye cevap verdim.) Fatma Sümer kızımızla beraber kafilemizin iki kadın yazarından biriydi. (Niye beş - altı kadın yazar yoktu ki? Neyse, karışmayalım her işe.) Kafile boyunca iyi diyalog kurduğum kişilerdendi Ülker kardeş. Seyyah (seyyahe mi demeliydim) olduğu için devamlı hareketliydi. Gezmeyi, yeni yerler görmeyi, fotoğraflar çektirmeyi seviyor, benim gibi. (Aynı kumaştanız ya.) Benim iyi fotoğrafçı olduğumu fark ettiği andan itibaren, ben çektim çoğu fotoğraflarını. Benimkileri de o. Rengârenk giysileri ile kafilemizi canlandırdı, yorgunluğumuzu da aldı, ne iyi etti. Ak Parti Genel Kurulu’na katılmak için kafileden bir gün önceden ayrılmak zorunda kalan eşi Mehmet Ali Bulut Eniştemiz için onunla ‘bizi terk edeni biz de terk ederiz’ diye slogan bile attık. Trabzon sahilini inleterek hem de. Çorumlu Ülker Mavral. Çorum âşığı Ülker. Mavral Leblebici’sinde ikram ettiği sıcacık leblebiler şahaneydi gerçekten. Çayla beraber çok iyi gitti. Çorum’la ilgili olumlu imgelerden birine vesile olmuş oldu. Sağ olsun. Kervanın en renkli kişisiydi Ülker. Selâm olsun.  

 

32.jpg

Yaşar Bozyiğit

(Yazar, TYB Simav Temsilcisi)

Simav fatihi. Yok Simav padişahı. Yok yok Simav Cumhurbaşkanı. Yedi gün boyunca Simav Simav baktı, Simav Simav konuştu, Simav Simav yürüdü; yavaş, sakin, geriden. Karıncaezmez Şevki’siydi kafilemizin. Sakin, ayrı, kendisi. Hep Abi diye hitap etti. Özellikle de bana. (Benden altı yaş da büyüktü üstelik. Tanıştığımızda, ilk gün ilk sabah, ‘senin Adapazarı Yazıları kitabını okudum, çok faydalandım ben’ sözüyle sürpriz yapmıştı bana.) Derin Egeli. Derin Simavlı. Hayatını Simav’a vakfetmiş kahraman. Varsa yoksa Simav. Gece gündüz Simav: Simav’ın Manevi Mimarları, Simav’ın Medreseleri, Simav’da Ahiler ve Ahilik kitapları varmış. Kimbilir, daha neler. Bir ara (ne bir ara, hep) bahsettiğine göre Simav’la ilgili on bin fotoğraf varmış arşivinde. Hemen hepsini o çekmiş. 800 sayfalık yayına hazır bir kitabı daha varmış. Ve belediye başkanının ilgisizliğinden yakındı sık sık. İnşallah yeni dönemde elindeki bütün çalışmalar değerlenir. Günyüzüne çıkar. Simav ahisi o. Simav dervişi. (Belki de evliyası. O yönde de emareler görülmedi değil.) Ben Yaşar Abi’yi sevdim. Kafiledeki herkes sevdi. Naif, sakin, huzurlu adam. (Onunla uzun uzun konuşmak, dinlemek istedim ama kısmet olmadı. Borcum olsun. Bir gün, tam gün dinlemek istiyorum onu.) Kervan biterken, Yaşar Abi’min etkisiyle şöyle düşündüğümü itiraf etmeliyim (Bu kanaatimi D. Mehmet Doğan Ağabeyime ilettim, o da onayladı): Acaba tarihte Simavistan diye bir ülke vardı da, Kütahya, İzmir, Aydın, Muğla, Manisa, Balıkesir, Uşak oraya mı bağlıydı, başkentleri de Simav mıydı. Biz mi okumadık. Yahut dikkatimizden kaçtı. O kadar yani. Tam da böyle. Yaşar Abi, sen ne güzel adamsın ya. Simavlı da inşallah senin kalbindeki Simav sevdanı fark eder de takdir eder. (Takdir edilme derdin yok, onu biliyoruz da.) İyi ki bizimleydin, derviş adam.            

33-001.jpg

Mustafa Ekici, Tolga Aydın, Mirbey İsmail Kaynak

(Ankara, Genel Merkezden)

Bitişik kardeşler. Muhteşem üçlü. Mahşerin üç atlısı. Güzel kalpli gençler. Üçü de çok farklı, üçü de çok özgün, üçü de çok uyumlu. Çalışkan trioydular. Abileri Mustafa’ydı. Eski, çok eski tanırım Mustafa’yı. Severim de. O da beni sever. O olmasa gittiğimiz hiçbir yeri ispatlayamayız biz. O olmasa kim inanır ize, Edirne’den Mostar’a, on gün kırk yazar Balkanları dolaştığımızı, o olmasam kim inanır bize, üç gün Türkistan’da Hoca Ahmed Yesevi’nin misafiri olup mutluluk denizinde yüzdüğümüzü. O delillendirir her şeyi. Fotoğraf, video çekerek tabi ki. Ama o fotoğraflarda olmaktan, - maalesef her çeken gibi -  kendisi mahrumdur. Olamaz. Onun için arada sırada fırlar, onun kareye girmesini de sağlamaya çalışırım. Mağduriyeti sevmem zira. Adapazarı’nda (14. Şubeler Toplantısında) arada kaybettiğimiz Mustafa (hep haklı mazereti vardır ya, neyse) bu kez daha dikkatli ve titizdi. Daha bir formdaydı sanki. Görevmen. Tam görev adamı yani. Abileri olarak - tim komutanı mı desek - Tolga ve İsmail’i de iyi koordine etti. Tolga genç adam. Genç TYBli. Hatta başı. Fedakâr, çalışkan, görevinin başında daima. Kâh çay getirirken, kâh lokum dağıtırken, kâh afiş taşırken gördük onu. Tam not aldı bizlerden de. Saygılı efendi çalışkan genç. Ne güzel gençler gelmiş genel merkezimize. Mutlu olduk. İsmail daha ilginç bir karakter. Genç ama ağır abi. İçine derin. Gözleriyle konuşuyor, daha çok. Gözleriyle çekiyor. Gözleriyle dua ediyor. İçinin duruluğu yüzüne vurmuş. Kars’ta Harakani Türbesinde kendisinden geçişini gördük, gurur duydum kardeşimle. Kâh fotoğraf çekti kâh nutuk attı. Gözleriyle tabii ki. Mahşerin bu üç atlısı, yedi gün yüzlerce olayda uyumlu birlikteliğiyle, işleri kotarmalarıyla dikkat çektiler. Bizden de helalinden birer aferin ve dua aldılar. Yolunuz açık olsun gençler. Sizleri seviyoruz. 

 

Bu haber toplam 681 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim