"Yazarken sabır sebat göstermek ve elbise provası yapar gibi yazdığını yeniden okumak..."

"Yazarken sabır sebat göstermek ve elbise provası yapar gibi yazdığını yeniden okumak..."
D. Mehmet Doğan'la Kepenk dergisinde yapılan söyleşi.

D. Mehmet Doğan, ülkemizin ünlü yazarlarından. İlk kitabı Batılılaşma İhaneti 1975’te yayınlanmış. Türkiye Yazarlar Birliği’nin kurucusu. Mehmet Âkif Araştırmaları merkezi başkanı. Kırka yakın yayınlanmış kitabı var. Birçok gazetede köşe yazarlığı yapmış. Bunlar bilinen veya kolaylıkla bilinebilecek şeyler. Biz D. Mehmet Doğan’ı farklı yönleriyle tanımak niyetiyle sorularımızı sorduk. İşte ilk sorumuz:

Yazar D. Mehmet Doğan, vatandaş olarak kimsiniz?

D.M.Doğan-Terzi Said’in oğluyum. Babam terzi idi, terziler eskiden esnafın önemli bir bölümünü teşkil ederdi. Babamın terzilik yaptığı çarşıda 1960’larda on kadar terzi dükkânı vardı, bu dükkânlarda en az üç kişi çalışırdı. Sonra hazır elbise imalatçılığı çok gelişti. Eskiden çocuklar ve fakir fukara hazır elbise giyerdi, terziler şahsa göre, ısmarlama elbise dikerdi. Uzun provalardan sonra vücudunuza uygun elbise ortaya çıkar ve ömürlük olurdu. Meşhur terzilere elbise diktirmek bir övünme vesilesi olarak görülürdü. Velhasıl terzilik itibarlı bir meslekti.

Terzi babanız Ankara’nın hangi çarşısında mesleğini icra ederdi?

Ben Kalecik’te doğdum, Ankara’nın yakın bir ilçesi. 9 yaşımızda Ankara merkeze göçtük, bir gecekonduya yerleştik. Babam daha önce ustasının daveti ile Ankara’ya gelmiş, mesleğini onun yanında icra etmeye başlamıştı. Sonra bizi de Ankara’ya aldı. Ankara’nın en gelenekli çarşılarından birinde, Saraçlar çarşısında küçük bir dükkânları vardı. Saraçlar Çarşısı Samanpazarı’nda Ahi Elvan camiinin iki altındaki sokak. Eskiler “Kavaflar Çarşısı” da derlerdi. Galiba eski adı imiş. Saraçlık eskinin mühim mesleklerinden. Saraçlar mesleklerini deri ile icra ederler, terziler kumaşla. At koşumu, eğer takımı ve benzeri şeyler yapar saraçlar. Benim bildiğim zamanlarda çarşıda saraç kalmamıştı. Kavaf birkaç tane vardı. Ayakkabı yapan esnafa kavaf denirdi. Bunlar da bir nevi terzi anlayacağınız, birisi at terzisi, öteki ayak!

Ankara, çarşı, esnaf… denilince ahilik hatırla gelir. Çocukluğunuzda Saraçlar çarşısında ahiliğin izleri var mıydı?

Ahilik, Anadolu kültürünü mayalayan dinî-iktisadî bir ocak. Sermaye-emek çatışması yerine, meslek bütünlüğü içinde, kardeşlik hukukunu hâkim kılmaya çalışan, paylaşmayı, dayanışmayı, ihtisası esas alan bir yapılanma. Bir mesleğe girme, o meslekte meharet kazanıp çıraklıktan kalfalığa, ustalığa doğru bir seyir takip etme, neticede zaman içinde bu merhalelerden geçerek her bakımdan olgunlaşma, gelişme, kemale erme gözetiliyor. Esnafın kendi kendini denetlemesi, yaptığı işin hakkını vermesi, müşteriyi aldatmaması ve hem yönetilen hem yöneten olması, hem yaşça büyüğe, hem meslek büyüğüne saygı, küçüklere ihtimam göstermesi bu meslek birliğinin esaslarını teşkil ediyor. Ahilik teşkilatı 19. Yüzyıla kadar fiilen var olmuş, bu yüzyılda benzer bir yapı olan lonca teşkilatına geçilmiş. Tabiî bizim bildiğimiz zamanlarda bu gelenekli kurumlar artık yoktu, fakat çarşıda o yüzlerce yıllık esasların kırıntıları, kalıntıları vardır. Esnafın yaşayışında, birbiriyle münasebetlerinde, müşterilerle ilişkilerinde bu yazılı olmayan esaslara hâlâ büyük ölçüde uyulurdu, uymayanlara hoş bakılmazdı. Ankara’nın ahiliğin önemli bir merkezi olduğunu, yakınımızdaki Ahi Elvan ve Ahi Şerafeddin yani Aslanhane camileri bize hatırlatırdı. Ankara bir esnaf şehri idi. Orta ve yakın çağların ipekten sonra en kıymetli bir dokuma hammaddesi olan tiftiğin merkezi idi. Şehirde tiftik etrafında gelişen bir ekonomi vardı. Şehrin hayatında bu ekonominin izleri hâlâ görülüyordu. Artık evlerde tiftik işlenmiyordu, fakat tiftik ticareti devam ediyordu. 1980’li yıllara kadar tiftik Türkiye’nin en önemli ihracat kalemlerindendi. 

Saraçlar çarşısı, nerede başlar, nerede biterdi? Esnafı hangi meslekleri icra ederdi?

Saraçlar çarşısı Samanpazarı’ndan başlar, Çıkrıkçılar yokuşunda biterdi. Çıkrıkçılar yokuşundan aşağısı eskiden Tahtakale imiş. 1920’li yılların sonunda yanmış. Artık oraları biz Anafartalar olarak bilirdik. Terziler, ayakkabı imalatçıları-satıcıları, deri ve kumaş satıcıları, manifaturacılar esnafın büyük çoğunluğunu teşkil ederdi. Meşhur bir helva imalatçısı vardı: Ali-Nihat-Hayri Sami Helvacıoğulları. Bir küçük fırın (simit, çörek vb. yapan), sokağın başında bir kantariye yani bir nevi büyük bakkal dükkânı, bir kırtasiyeci, bir mahalli kıyafetler ve av malzemeleri satılan dükkân ve bir berber hatırımda kalanlar. Sokakta iki tane-cami-mescid vardı. Dükkânlarda su tesisatı bulunmazdı, tam bizim dükkânın karşısında çeşme vardı, suyu herkes oradan alırdı.

Berber dedikse, bugünkü berber veya kuaför anlaşılmasın. Berber Ârif, sülük tutar, hacamat yapar ve diş de çekerdi. Başkent Ankara’da 1960’lı yıllarda sağlıkla ilgili durumumuzun bir görüntüsü de buydu. Bizim sokakta bir bakkal vardı ama yemek yenecek bir yer yoktu. Esnaf mükellef öğle yemeği yemez, ya evden getirdiği şeylerle idare eder, ya da peynir ekmek, zeytin, yaz aylarında üzüm ve kavunla kifaf-ı nefs ederdi.

Ankara’nın nüfus yapısında eskiden Ermeniler, Rumlar, Yahudiler yüzde 20-25 oranında gösteriliyor. Sizin çocukluğunuzda, Rum, Ermeni, Yahudi esnaf var mıydı?

Karşı komşumuz, Rum’du ayakkabı satardı. Bir Ermeni terzi vardı, ortağı Kastamonulu bir Müslümandı. Hatta babam bu Kalecikli Ermeni terziden bir süre terzilik öğrenmişti. Hatırımda kaldığı kadarıyla bir de kırtasiyeci Yahudi vardı. Bu farklı din-ırka sahip olanlar güçlü bir müşterek kültüre sahipti. Bu müşterek kültür çarşıyı ayakta tutardı.

Ya siyasi temayüller? Çocukluğunuzun 1950’li, 60 yıllarında çarşıda hissedilir miydi?

1950 Türkiye’de siyasî bakımdan bir dönüm noktası olmuştu. İlk defa seçimle iktidar değişmiş, cumhuriyet ve demokrasi böylece lâf olmaktan çıkmıştı. Esnafın içinde çatışmaya yol açmayacak şekilde siyasi temayüller görülürdü. Esas olarak demokratlar ve halkçılar vardı. Demokratlar Demokrat Parti taraftarları idi, Halkçılar ise CHP taraftarı. Fakat siyasî nezaketi aşan bir taraftarlık görülmezdi.

Baba mesleği ile bir ilişkiniz oldu mu?

Ankara’ya taşınınca, üçüncü sınıftan okumaya devam ettim. Bunun için hemen çarşının bir üst sokağındaki Ulus İlkokulu’na yazdırdılar beni. Zaten oturduğumuz Akdere mahallesinde okul yoktu. Bu gecekondu mahallesi, Samanpazarı’na hayli uzaktı. İlk başlarda, dolmuş, otobüs gibi taşıma araçları da yoktu. O uzunca mesafeyi yürüyerek katederdik. Babamla sabah erkenden evden çıkar, Cebeci’yi, Dörtyol’u, geçer Ulucanlar’a doğru eski Ankara’nın dolambaçlı sokaklarını aşarak Samanpazarı’na ulaşırdık. Okul yarım gündü. Dersler bitince eve gitmez, dükkânda vakit geçirirdim. Tabiîi dükkânda iş vardı. Beni işe alıştırmaya çalıştılar. Terzi çıraklığının ilk adımı olarak orta parmağıma yüzük taktılar ve kıvrık olarak kalmaya alışması için bağladılar. İğne iplikle, yüzük kullanma denemeleri yaparak çıraklığa adım attık. O zaman ütüler kömürle yakılırdı. Şimdi mangal kömürü dediğimiz kömür ütünün içine konur, sokakta yakılır, iyice yandıktan sonra içeri alınır ve ütü ancak o zaman kullanılırdı. Eğer ütü iyi yanmamışsa, kömürden çıkan gazlar ölüme yol açabilirdi. Ütü yakmak, çırakların işi idi. Elektrikli ütü kullanılmaya başlandığında bu terziler için büyük bir kolaylık olmuştu.

Çıraklığa ilik örmek, düğme dikmek gibi işler yapmakla başladık, zamanla makine başına geçtik, ufak tefek dikiş işleri yaptık, nihayet pantolon dikmeye kadar öğrendik. Bir kademe ötesi kalfalık olabilirdi. Fakat biz bu arada liseye kadar gelmiştik. 27 Mayıs darbesi olmuş, bu da esnafı sarsmıştı. Babam eniştemle birlikte çalışırdı. İşi yürütmek zorlaştı. Dükkân kiraya verildi. Bizim sanat öğrenme işi de böylece akim kaldı. Kendi söküğümü dikmek, ütü yapmak gibi terzi çıraklığından kalan maharetler daha sonraları epeyce işime yaradı. 

Bir taraftan. Okul, diğer taraftan yarım zamanlı da olsa terzi çıraklığı. Bu okuma yazma merakı nereden geliyor?

Onun da kökleri çarşıda! Okul sonrası çarşıdaki boş zamanımda, bizim dükkândaki gazetelerle komşuların gazetelerine takas eder okurdum. Ankara’da çok gazete çıkmazdı. Demokratlar Zafer diye bir gazete alırlardı. Halkçıların ise Ulus’u vardı. Babam demokrattı. Bunlar çok okunacak şeyler değildi. İkindiye doğru, gazete müvezzii çarşıyı baştan başa “tayyare İstanbul” avazı ile çınlatırdı. Bu “İstanbul gazeteleri uçakla geldi” demekti. İstanbul gazeteleri daha zengin muhtevalı, çocukların da ilgisini çekecek yapıda idi. İşte o sıralar haftalık bir çocuk dergisi dikkatimi çekti: Çocuk Haftası. Bu dergide çocukların ilgisini çekecek güzel şeyler vardı. Öğretici bilgiler, tarihi çizgi romanlar, şiirler, hikâyeler ve Kemaleddin Tuğcu’nun acıklı tefrika romanları. Bu dergiyi birkaç yıl takip ettim. Sonra okuduğumuz gazetelerin de tesiriyle edebî eserler okumaya yöneldim. İlk okuduğum bu tarz eser Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’dur. Okuma merakım orta okulda iyice gelişti. Lisede her kitabı almaya imkânımız olmadığı için Gazi Lisesi’nin yakınındaki Kediseven Sokağı’nda bulunan Ankara İl Halk Kütüphanesi’nin müdavimi oldum. Okuldan çıkınca uğrak yerim orası idi. Bu kütüphanede edebî eserler yanında, fikir kitapları ve felsefi eserler de okudum.

Terzi çıraklığı size bir fayda sağlıyor muydu?

Sağlamaz olur mu. Terzi çıraklığından harçlık çıkardı. İş sahipleri az veya çok bahşiş veya şerbetlik denilen ufak tefek şeyler verirlerdi. Bunun bir orta okul talebesi için işe yarar bir şey olduğundan şüphe yok. Dükkân kapanınca bundan mahrum kaldık. Mahallede pazarcılık yapan Kızılcahamamlı bir komşumuz vardı. Bize yardımcı oldu, sağ olsun pazarcılığın en temiz işlerinden limonculuk işimiz oldu. Haftada bir iki gün pazara gider, bir-iki kasa limon satarak harçlığımızı çıkarır olduk. Üniversitede kredi alıncaya kadar eve, babama yük olmadan harçılığımı böylece temin ettim. Bütün bunlar hayata karışmak gibi bir şeydi. Bütün zamanını okula ayırmak, başka bir şeyle meşgul olmamak bizi bu tecrübeden yoksun bırakabilirdi.

Terziliğin, esnaflığın, pazarda limon satıcılığının hayatınızın sonraki devrelerinde bir yararını gördünüz mü?

Görmez olur muyum? Dediğim gibi, bu hayatı mektebi idi. Bu tecrübe bütün hayatım boyunca bana faydalı oldu. Esnaflık insan ilişkilerinde esneklik, yumuşaklık, hassasiyet gerektirir. Öte yandan terzilik meslek olarak söküp dikme işidir. Elbise tasarlamak, bunu ihtiyaç sahibinin beğeneceği şekle sokmak, provalar, denemelerle bir sonuca ulaşmak. Bir eser meydana getirmek esasen böyle bir şeydir. Yazarken sabır, sebat göstermek ve bir elbise provası yapar gibi yazdığını yeniden okumak, sağını solunu düzeltmek, son haline getirmek için dikkatini yazıya, esere yoğunlaştırmak, teferruat gibi görünen hususlarda titizlik göstermek. Yazı hayatımda çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdaki tecrübenin çok faydalı olduğunu düşünüyorum.

Saraçlar çarşısının 1950’li, 1960’yı yıllarından hatırınızda kalan önemli hadiseler var mı?

Epeyce hatıra var. İkisi unutulur gibi değil. 1957’deki Ankara’nın maruz kaldığı büyük sel felaketi birincisi. Güz aylarında Ankara’ya Hatip çayından şiddetli bir sel geldi, büyük maddi hasar verdi, yüzden fazla insan boğuldu. Bu görülmemiş sel felaketi halkın zihninde öyle bir kırılma meydana getirmiş olmalı ki, bir hafta kadar sonra kale yamacındaki Saraçlar çarşısı esnafı, halkın akın akın kaleye doğru tırmandığını gördü. Halk büyük bir panik içinde idi. Bu kaleye doğru akının sebebi Çubuk barajının patladığı, Ankara’yı daha büyük bir selin basacağı korkusu idi. Halbuki çubuk barajı Ankara’nın içme suyu ihtiyacını karşılamak için yapılmış küçük bir barajdı. Yani o büyük sel felaketine benzer bir felakete yol açması mümkün değildi. Fakat halkın zihninde sel felaketinin tesiriyle küçük baraj büyümüş ve paniğe yol açmıştı.

İkinci hatırımdan çıkmayan, Kıbrıs görüşmeleri için İngitere’ye giden Adnan Menderes’in Londra yakınlarında düşen uçaktan sağ kurtulmasından sonra Ankara’ya dönüşü dolayısıyla hava alanından gelirken güzergâh olarak Ulus’tan sonra Samanpazarı’na ve Talatpaşa bulvarının seçilmesi dolayısıyla gördüğüm kalabalıktı. Menderes’i halkın nasıl heyecanla karşıladığını, ona gösterdiği sevi tezahüratını unutmak mümkün değildir.

Ankara’nın çarşısı, pazarı, esnafı, yakın dönemde yaşadıkları pek fazla yazılıp çizilmez. Bu söyleşi Ankara’nın bu yönlerine dikkat çekeceğe benziyor. Bu farklı söyleşi için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim. Ankara başkenttir ama pek fazla bilinen, yazılan bir şehrimiz değildir. Her şehrin o şehri zihinlerde diri tutan bir edebiyatı vardır, Ankara’nın yoktur. Ankara üzerinde Cumhuriyet’ten sonra yanlış bir imaj oluşturulmuştur. “Ankara önemsiz bir şehirdi, hatta bir köydü. Biz orayı başkent yaparak kıymetlendirdik.” Ankara tarih boyunca önemli bir merkezdi, Osmanlı döneminde de bu önemini korumuştu. 20.yüzyılın başında Anadolu’nun en yüksek nüfuslu birkaç şehrinden biriydi.  Bu kıymeti bilinmedik şehrimizin makus talihini tersine çevirmek için bir kitap kaleme aldım: Ömrüm Ankara. Böylece şehrime borcumu eda etmeye çalıştım.

 

img-20210318-wa0018.jpgimg-20210318-wa0019.jpg

Bu haber toplam 876 defa okunmuştur
  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim