• İstanbul 16 °C
  • Ankara 14 °C

Dr. Mark Feuerle: Modern Öncesi Dönemde Türk- Alman Diplomasisi

Dr. Mark Feuerle: Modern Öncesi Dönemde Türk- Alman Diplomasisi
Kanuni Sultan Süleyman‘ın ordusu, yağmurlu bir günde Viyana‘ya yarım günlük yolculuk kadar uzak olan küçük Güns bölgesine taarruza geçtiğinde, tarih 1532 yılının Ağustos ayını gösteriyordu.

Sultan‘ın onbinlerce kişilik ordusunun üç yıl önce olduğu gibi yine asıl hedefi Viyana idi. Orada Habsburg Hanedanlığı‘nın eski merkezi bulunuyordu. Aynı zamanda orada onları bekleyen ve Avrupa‘nın her bölgesinden toplanmış güçlü bir ordu vardı. Bu ordunun ana gövdesini ise Kutsal Roma İmparatoru V. Karl‘ın gönderdiği ünlü İspanyol piyadesi oluşturu­yordu. Kardeşi Alman Kralı ve daha sonraki Kutsal Roma İmparatoru II. Ferdinand da, elinde­ki kısıtlı imkanlarla toparladığı güçle orduya destek sağlıyordu. Viyana önünde askerler ile yaklaşmakta olan Osmanlı ordusu beklenirken, küçük Güns bölgesinin sorumlusu, umutsuz bir şekilde Güns şehrinin savunması için hazırlıklar içerisindeydi. Bu kişi, Güns‘ün Şövalyesi ve Veznedarı ünvanına sahip Niclas Jurisic2 idi.

Bu dönemde 40 yaşlarında olan Yüzbaşı Jurisic, eldeki kaynaklar ışığında Almanca tabirle „Haudegen“ olarak tarif edilen tecrübeli ve sert bir asker, hiyerarşik yapıda yükselmesine rağmen sade kalan ve okuma-yazma bilmeyen biriydi. Kendisinin karşı taraftaki dengi ise, Batı dünyasında anılan adıyla Muhteşem Süleyman‘ın sağ kolu olarak bilinen ünlü İbrahim Paşa idi.3

Daha savaş başlamadan önce, Jurisic Kral Ferdinand‘a açık bir mektup yazarak, şeh­ri kesin çöküşten kurtarmak için Alman ordusunun Güns‘e kadar ilerlemesini rica etmişti.4 Kendisi de daha önce 28 süvari birliği ile, Alman ordusuna savaş öncesi kat­kı sağlamak ve katılmak için, Viyana yolundaydı. Kısaca belirtmek gerekirse, Jurisic‘in Ferdinand‘dan talep ettiği yardım gelmedi. Alman ordusu avantajli konumunu, Güns‘e kaçmış olan birkaç bin kadın, çocuk, yaşlı ve köylü için kurban etme niyetinde değildi. Bundan sonra Jurisic’ın Alman Kral’ına yönelik kaleme aldığı mektuplar gün geçtikçe daha umutsuz ve suçlayıcı bir hal alıyordu. Örneğin şu satırlarda da görüldüğü gibi: „Ben şehri koruyordum, çünkü şehir kadın ve çocuklarla doluydu. Umut ettik ki biz Türkleri burada be­lirli zaman oyalarken, siz Majesteleri ve kardeşiniz Kayzer buraya yetişir ve Türklere baskın yaparsınız. Ancak kısa sürede benim burada kurban edilmek istendiğimi anladım”.[1] Jurisic sitem etmekte haklıydı, çünkü analizleri doğruydu.

Üç gün sonra ise, Sultan‘ın kendisi de orduya katılması ve kuşatma sürecinde yaşanan geliş­meler sadece Niclas Jurisic’in mektuplarında değil, aynı zamanda Türk askeri kaynaklarında da yazmaktadır.[2]

Kuşatmadan kısa süre sonra Güns kale duvarı üç bölgeden parçalandı ve Osmanlı ordusu­nun develeri yoluna aralıksız devam edebilmesi için, oluşan çukurlar da dallar ile dolduruldu. Aralıksız yağan yağmur,[3] yeniçeri ve akıncıların moralini bozuyor ve adeta şehrin tek yardım­cısı olarak anılıyordu. O kadar ki, Jurisic‘in ifadesiyle „.. [yağmur da olmasa] kimse savunma hevesini kendinde bulamayacaktı“.[4]

Şehre giren yeniçeri askerlerinin son taarruzları gerçekleşirken, Jurisic kalanlar ile ne­redeyse mürettebatsız geriye çekilmiş ve kendi ifadesiyle artık „..sona yaklaşılıyordu“. Büyük olasalıkla Jurisic, bu duruma nasıl gelindiğini ve çağın iki büyük İmparatorluğunun, Viyana kuşatmasından 3 yıl sonra tekrar nasıl karşı karşıya geldiğini kendisine sormuştu. Çünkü kendisi, iki yıl önce bu savaşı önlemek için oluşturulan diplomatik heyetin ve mis­yonun baş aktörlerindendi. Bu nedenle, bu barış misyonunun 1530 yılında neden başarısız olduğunu anlamak için, sürecin hem siyasi hem de kültürel çerçevesine ve arka planına göz atmakta fayda vardır.

Kral II. Ferdinand’dan Kanuni Sultan Süleyman’a Elçi Heyeti (1530)

1530 yılında gerçekleşen bu diplomatik misyon birçok açıdan dikkat çekicidir. İki tarafın bü­yük bir savaşta karşı kaşıya olduğu bir süreçten (1529 Viyana Kuşatması) çok kısa süre sonra gerçekleşen bu misyon, iki tarafın da gizli raporlarında kayıt altına aldığı bir süreç olmuştur. İki tarafın barışmak yerine, düşmanlıklarını devam ettirmelerine neden olan görüşmeleri ve görüşme esnasındaki kültürel yanlış anlaşılmaları ve diplomatik temasları neredeyse kelime­si kelimesine aktaran belgelerden okuyabiliyoruz. Dolayısıyla birçok açıdan bu diplomatik süreç, modern dönem öncesi Türk-Alman diplomasisini bize aktaran önemli bir örnek ola­rak görülebilir. Bir Pazar günü, tarih 21 Ağustos 1530 gösterdiğinde, bu misyon Laibach‘tan İstanbul‘a doğru yola çıkılarak başlamışı.

İstanbul‘a gidip devlet erkanıyla diplomatik temaslarda bulunmak üzere katılanların isimle­rini, ekipte Latince Tercümanı olarak yer alan Laibach Noteri Benedikt Kuripesic kayda geçir­miştir. Onun bir diğer görevi de yolculuk boyunca iç savaşın yaşandığı Balkan bölgesine dair gözlemlerini rapor etmektir. Nitekim Kuripesic tarafından kayda geçirilen bu rapor, Bosna hakkında günümüze ulaşan adeta ilk tasvir belgesidir.[5] Kuripesic‘in temel görevi ise, Türk heyetiyle yapılacak görüşmeleri Almancadan Latinceye tercüme etmesiydi. Çünkü Batı için evrensel bir dil olan Latincenin, Sultan‘ın sarayında da mutlaka biliniyor olduğuna inanılıyor­du. İşte tam bu noktada, tüm süreci etkileyen ve taraflar arasındaki ilk anlaşmazlığı görüyo­ruz. Türk heyetiyle görüşmelere başlamak üzereyken, Türk tarafında ne Latinceyi tanıyan, ne de Latinceyi Türkçeye tercüme edecek biri vardı. Alman heyetinde de aynı sorun söz konu­suydu. Kayzer V. Karl, bir yıl önce Sultan Süleyman‘dan gelen Türkçe mektupta yazılanları[6] [7], ancak bir Türk savaş esirinin mektubu tercüme etmesi sayesinde, yani tam yarım sene sonra anlayabilmiştir.11

Aynı zamanda heyet, sadece Almanca konuşmaları doğrultusunda sıkı bir talimat almışlardı. Burada görüyoruz ki, iki İmparatoluk için 16. yy’da karşılıklı dil sorunu - inanılması güç de olsa - büyük bir problem teşkil etmekteydi. Diplomatlar, çaresizlik içinde sadece Alman­ca konuşma talimatını delmeye karar verdikten sonra Niklas Jurisic’in Almanca sunumunu Hırvatçaya tercüme ediyor, Hırvatçadan da Türk heyetinden bir paşa Türkçeye aktarıyordu. Dil sorunu yinede Türk-Alman diplomasisinde temel sorunu teşkil etmiyordu. Bu daha çok siyasi-kültürel anlaşmazlık konusunda göze çarpıyordu.

Alman heyetine Niklas Jurisic ve Joseph von Lamberg öncülük ediyordu. Heyet, Balkan böl­gesine vardığında Türk heyeti tarafından karşılandı ve İstanbul‘a kadar onlara eşlik edildi. Jo- seph von Lamberg heyetin entelektüel ismiydi ve Lamberg-Schwarzenberg soyundan geli­yordu. Özellikle 2013’e kadar Çek Dışişleri Bakanı Karl Schwarzenberg tanınan bir şahsiyettir. İstanbul‘a varan heyet, misafir diplomatların ağırlandığı konaklama yerine götürüldü. Gö­türüldükleri yer, 1453 yılından önce de Konstantinopel‘de diplomatlar için konaklama yeri olarak faaliyet gösteriyordu. Alman heyetinin noteri, bu noktada şu cümleleri kayda geçi­yor: „Alman özgürlüğümüz hariç hiçbir eksiğimiz yoktu“.[8] Aslında bu gibi cümlelerle Alman diplomatlar arasında yaygın olan bir korkuyu dışa vurmaktaydı. Yaygın olan kanaat şuydu ki, devlet erkanına kötü haber ulaştıran elçiler, genellikle Sultan‘ın uzun süreli ağırlanan „mi- safirleri“ (!) oluyorlardı. Elçiler böyle bir olası durumu hesap etmiş ve Kral Ferdindand‘dan, böyle bir durum söz konusu olduğunda ailelerine yüksek tazminat bedeli ödenmesinin ga­rantisini almışlardı.[9]

Konaklama sürecinde misafir heyete Sultan tarafından ilk hediyeler olarak pahalı ve gör­kemli elbiseler takdim edildi. Alman heyeti, bu hediyeleri gururla Türk heyetinin kendile­rine olan saygı ve samimi hürmetleri olarak yorumluyorlardı. Ancak işte bu hususta yanı­lıyorlardı. Çünkü sembolik açıdan misafirlere giysi giydirilmesi, yüksek mertebede olanın emrinde olanlara yaptığı bir jest idi. Yani bu jest, kendisine bağlı olanlara karşı gösterilen babalık şefkatini sembolize ediyordu. Alman heyetine karşı ise bu jest, aslında Alman Kralı‘nı küçük düşürücü bir hamleydi. Dolayısıyla, taraflar arası yanlış anlaşılmalar böy- lece devam ediyordu. Elçilere aynı zamanda yüksek miktarda para takdimi de yapılırken, bu takdimler kısmen günlük raporlara kayıt edilmiyor, kısmen de gururla anlatılıyordu.[10] İlerleyen haftalarda para, Alman heyetinde de önemli bir rol oynayacak, ancak bu bağlamda ciddi yanlış anlaşılmalar sonucu tüm müzakerelerin olumsuz sonuçlanmasına neden ola­caktı. Elçiler, müzakereleri yürütmeleri konusunda iki ayrı talimat doğrultusunda hareket ediyorlardı.[11] Birincisi, Türk heyeti tarafından üzerleri arandığında ele geçirilmesi ve okunma­sında sakınca olmayan talimat mektubu, diğeri de gerçek ve gizli talimatları içeren mektup. Bu talimat mektubunda, müzakereleri Sultan‘ın kendisiyle yapmaları için özellikle israrcı ol­maları bildirilmekteydi. Kral Ferdindand ve V. Karl cephesinin, Osmanlı devlet prosedürü ve görgü kurallarından bu kadar habersiz olmaları gerçekten hayret edici bir durumdur. Oysa bu geçmişteki Bizans teşrifat kurallarıyla aynıydı.[12]

Dolayısıyla müzakereler elbette Sultan Süleyman ile değil, ancak onun görevlendirdiği isimlerle yapılabilirdi. Müzakereleri İbrahim Paşa gibi, Osmanlı Devleti‘nin en etkili ve güçlü isimlerinden biriyle yapacak olmaları da heyet için bir avantajdı. Bu durumu Viyana merkezi de olasılık olarak hesap etmişti, ve talimat olarak da, şayet Sultan‘ın yerine İbrahim Paşa ile görüşülecek olursa, o halde İbrahim Paşa‘ya rüşvet teklif edilmeli ve paşa para ile satın alın­maydı.

Burada kültürlerarası farklılık ile bilhassa Alman heyetinde Osmanlı Devleti‘nin işleyişi ve si­yasi iradesi hakkındaki bilgi ve anlayış eksikliği ortaya çıkıyor. Avrupalı müzakereciler için, si­yasi taleplerin parayla satılabilir olmaması düşünülemezdi. Bu sebeple, teklif ettikleri rüşvet miktarını sürekli daha da yükseltiyorlardı, ama bu durum Türk tarafını daha da çok öfkelendi­riyordu. Osmanlı tarafı için barış anlaşmasını para karşılığında sağlamak büyük bir güçsüzlük örneğiydi. İbrahim Paşa, elçilerin sabrını özellikle sınıyordu. Sürekli kişisel hakaretlerde bulu­nuyor ve batılı liderleri aşağılıyordu. Kayzer V. Karl‘ı „İspanya Kralı“, Alman Kral Ferdinand‘ı„Vi- yana Kralı“ ve Papa‘yı ise sadece „Sizin büyük Papazınız“ olarak tanımlıyordu.[13] İbrahim Paşa bununla da kalmıyor, Kral Ferdinand‘ın kendisine „baba“ diye hitap edebileceğini, vaktiyle Balkanlarda çok sayıda kadınla birlikte olduğunu, bu ilişkilerden dünyaya gelen çocuklardan birinin de Ferdindan olabileceğini, bu nedenle kendisinin babası olabileceğini ima ediyordu. Alman heyeti, nezaketini bozmuyordu ama asıl meseleri olan Macaristan tacı için müzakere­leri de ilerletemiyorlardı. Haftalar sonra artık bir mutabakat sağlamanın mümkün olmadığını anlaşılmıştı. Bu tabloya rağmen elde edebildikleri tek bir kazanç vardı, o da duruşlarıyla İb­rahim Paşa‘nın saygısını kazanmış olmalarıydı. Nitekim kendilerine serbestçe geri dönebile­cekleri bildirildi. Ancak bu noktada İbrahim Paşa, gelecek sene Kral Ferdinand‘a Viyana‘da bir karşı ziyaret yapacağını elçilere söyleyerek önemli bir hata yaptı.[14] İbrahim Paşa muhteme­len düşmanını yanlış değerlendiriyor veyahut gururlu tavırlarıyla onları fazla küçümsüyordu. Sonuç olarak bu tavrı, karşı tarafın 1532 yılına güçlü bir ordu kurarak hazırlanmasına neden olacaktı.

Alman heyeti, Sultan Süleyman‘ın bizzat kendisinden belki daha olumlu karşılık alabilecek­lerini hala ümit ediyor ve Sultan‘ın huzuruna kabul edilmek için ısrar ediyorlardı. İbrahim Paşa daha sonra elçilerin Sultan‘ın huzuruna çıkmasına imkan tanıdı. Burada yine anlaşıl­mayan, bu huzura kabulün sadece protokol gereği gerçekleşen bir tören olduğunu elçilerin bilmemesiydi. Elçilerin Sultan‘ın huzurundaki bu törende, Sultan ile müzakere etme girişi­minde bulunmaları Osmanlı heyeti tarafından edepsizlik ve protokol sürecine aykırı bir tavır olarak değerlendirilmiştir.

Sonuç olarak heyet istedikleri barış anlaşmasını sağlayamadan eli boş ola­rak dönüş için yola çıkmış, Niklas Jurisic de yolculuk esnasında ağır hastalanmıştı. Bu misyon, aslında karşılıklı anlayış eksikliği ve yanlış anlaşılmalar hasebiyle başarısız olmuş ve sonuç olarak iki güçlü devletin tekrar karşılıklı bir mücadeleye gireceği kesinleşmişti.19 Bu tarihi arka planı aktardıktan sonra şimdi tekrar yazımızın ilk bölümüne, 1532 yılının Ağus­tos ayına, yani Güns‘te gerçekleşen muharebede şehri savunanların Yeniçeriler karşısında son derece karamsar oldukları ana dönebiliriz.

Sonuç

Kısaca özetleyecek olursak: Yeniçeri askerleri, kadın çığlıklarının yankılandığı evle­rin arasından geçerek, muhtemel bir pusuya karşı son kez daha kale duvarının önü­ne kadar çekildiler. Kısa süre sonra Niklas Jurisic de şehri terk ederek, bir kez daha İb­rahim Paşa ile görüşüp şehrin kaderi hakkında müzakere etmek için yola koyuldu. Burada görüyoruz ki, taraflar artık birbirlerini daha iyi tanımaktaydılar. Nitekim bu seferki müzakereler başarıyla sonuçlanacak ve barış sağlanacaktı. İbrahim Paşa öncelikle Niklas Jurisic’in daha önceki müzakereler sonunda yakalanmış olduğu hastalığı atlatıp atlatma­dığını ve yaralı olup olmadığını sorarak, ihtiyaç duyması halinde doktor muayenesi teklif etmiştir. Akabinde müzakere çok hızlı gelişmiş ve bir çay içme süresi içinde noktalanmıştır. Varılan anlaşmaya göre, hiçbir Türk askeri şehre ayak basmayacak, buna karşılık şehire Türk bayrağı çekilecekti. Böylece her iki tarf durumu kurtarmış olacaktı. Ayrıca, geri çekilen hiçbir Türk askerine ateş açılmayacaktı.

Dikkat çeken başka önemli husus da şudur: Jurisic’in anlatımına göre, İbrahim Paşa Sultan’ın çadırının çok yakınlarda olması nedeniyle kendisini onunla bizzat görüştürebileceğini söy­lemiştir. İbrahim Paşa’nın karakterini iyi tanıyan Jurisic ise cevaben „Buna gerek olmadığını, çünkü İbrahim Paşa olarak sözlerinin Sultan’ınki kadar ağırlığa ve etkinliğe sahip olduğunu“ ifade etmiştir.20 Anlatıma göre bu sözler İbrahim Paşa‘nın hoşuna gitmiş ve yüzünde tebes­süm oluşmuştur. Ayrıca Jurisic veda esnasında İbrahim Paşa‘nın eteğini öperek ayrılmıştır, oysa bu durumlarda sadece Sultan‘ın eteği öpülürdü.

Burada müşahede ediyoruz ki, Jurisic‘in kişisel gayretleriyle kültürel anlaşmazlıklar da aşıla­rak savaş müzakereleri başarıyla noktalanmıştır. Böylece yeni müzakereler için de atmosfer bir hayli yumuşamıştı. Nitekim 1532/33 yıllarında dördüncü bir heyet daha İstanbul‘a geldi. Bu görüşmede Macaristan hakkında hiç konuşulmazken, sınırlardaki mevcut durum resmi­leştirilmiş ve beş yıllık bir barış antlaşmasına varılmıştır. 1547 yılında iki taraf da İstanbul‘da bir Avrusturya Elçiliği‘nin sürekli bulunmasına karar vermişlerdir. Diplomatların pozisyonu ise duruma göre değişikliğini ve belirsizliğini koruyordu.

Bu sürecin aktörleri 16.yy‘da hayata veda ettikten sonra da sorunun kaynakları devam edi- yodu. Etkinliği fazlasıyla başından aşmış olan ve mütevazi bir yunanlı balıkçının oğlu İb­rahim Paşa, 1536 yılında Topkapı Sarayı‘nda boğulmuş halde bulunur; „İspanya Kralı“ Karl 1558, „Viyana Kralı“ Ferdinand 1564 yılında hayata veda ederken, Sultan Süleyman da 1566 yılında hep hayal ettiği şekilde cephede, Macaristan/Zigetvar kuşatması esnasında hayata gözlerini yumuyordu.

19 Der Brief an den König,in: Gevay, Urkunden und Actenstücke, 1. Bd. Heft 4, p. 96.

20 Original aller Vereinbarungen bei: Feuerle / Büttner, p. 252.

Mehmet Âkif 100 Yıl Sonra Berlin'de / 2015
TYB'nin 62., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 10. kitabı...

[1] Feuerle/Büttner, p. 144.
[2] Feuerle/Büttner, p. 152ff; Sultan Süleyman’ın Güns Önünde Savaş Günlüğü, tercümeden sonra: Hammer-Purgstall, Ge- schichte des Osmanischen Reiches, Bd. 3, p. 667-668; sowie auch: Bericht der österreichischen Gesandten vor Güns, in: Gevay, Urkunden und Actenstücke, 2. Bd. Heft 1, nachp. 93 (ohne eigene Seitenzahlung).
[3] Hammer-Purgstall, Bd. 3, p. 667.
[4] Feuerle/Büttner, p.143ff.
[5] Das Reisetagebuch,angebundene Handschrift imBand: Herzog August Bibliothek Wolfenbüttel, 23.VI.Bell.2°
[6] Der Brief Süleymâns an Ferdinand I., in: Gevay, Urkunden und Actenstücke, 1. Bd. Heft 2, p. 51-52.
[7]      Feuerle/Büttner, p.155.
[8] Feuerle/Büttner, p.93.
[9] Vgl.: Versicherungsschreiben für die Gesandten, in: Feuerle/Büttner, p. 60; Auch: Drei Versicherungsschreiben, in: Cu- ripeschitz, Itinerarium,hg. v. Eleonore Grafin Lamberg, S. 79-83; imNeudruck, hg. v. Gerhard Neweklowsky, Klagenfurt 1997. p. 98-101.
[10] Vergleiche zum Geschenkwesen: Dilger, Hofzeremoniell, p. 96-100.
[11] Instruktion für die Gesandten, in: Gevay, Urkunden und Actenstücke, 1. Bd. Heft 4, p. 1-12.
[12] Hierzu die ausführliche Darstellung bei: Dilger, Hofzeremoniell.
[13] Feuerle/Büttner, p. 113.
[14] Der Bericht der Gesandten,in: Gevay, Urkunden und Actenstücke, 1. Bd. Heft 4, p. 25-49.
Bu haber toplam 511 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim