• İstanbul 14 °C
  • Ankara 14 °C

“Felsefe terimleri” gökten mi indi?

D. Mehmet DOĞAN

Zaman zaman “sosyal medya”da bazı felsefe terimleri ile ilgili yazışmalar, tartışmalar oluyor. Altık, anlak, bilinç, eytişim, saltık, us, tin, tikel, tümel…vs. vs.

Bu kelimeleri kullanmaya alış(tırıl)mış olanlardan bugüne kadar “yahu bu kelimeler nereden çıktı? Felsefe tarihimizde yeri var mı? Büyük felsefecilerimiz, fikir adamlarımız bu kelimeleri kullandı mı?” sorularını sorana pek rastlamadım. Aksine, itiraz edilince bir savunma bir direnme, şaşarsınız.

Felsefe ile münasebetimiz hayli eski, fakat bu kelimelerin dilimizde bir geçmişi yok. 1941 yılı bizim için felsefenin başlangıcı, “miladı” olabilir mi?

Eğer bu kelimeleri kabul ediyorsanız, 1941 başlangıçtır ve ondan öncesi yoktur!

1941’de resmen bir komisyon kurulmuş: “Felsefe ve Gramer Terimleri Komisyonu”. İşte bu komisyon yukarıda zikredilen kelimeleri ve daha nicelerini yapmış, yani uydurmuş. Zaman zaman türkçe kökleri, ekleri ve kelime türetme usûllerini hiçe sayarak yapmışlar bu işi. Mesela, tikel cüz’i (partiküler) karşılığı uydurulmuş. Türkçede “tik” diye bir kök yok. Sözlüklerimizde bir tek “tik” var, o da fransızcadan geçmiş olan “irade dışı meydana gelen ve tekrarlayan kas hareketi”. Yine dilimizde -el, -al diye sıfat yapan bir ek yok. Devir Millî şef devri: Biz yaparız olur!

Komisyonun nasıl çalıştığına dair bazı “katılımcı”ların beyanları var: “Bizi dâvet ettiler. Her şey hazırlanmıştı, bize tasdik etmek düştü!” Komisyonun devrin Maarif Vekili’nin baskısı, diktesi altında çalıştığı anlaşılıyor. O sırada İstanbul Üniversitesi’nde felsefe doçenti olan Macit Gökberk anlatıyor: “1941 yılının şubatında felsefe terimlerini hazırlamak üzere, felsefe bölümündeki bütün öğretim üyesi arkadaşlarla Ankara’da Millî Eğitim Bakanlığı’na çağrıldık. Biz oraya oturulacak, konuşulacak, tartışılacak diye gittikdi. Ama gittiğimizde önceden hiç düşünmediğimiz bir durumla karşılaştık. Bütün terimler daha önce hazırlanmış, listeler yapılmış ve Bakanlık’tan da dille ilgisi olan olmayan birçok kişi üye alarak kurula getirilmişti. Bir terimden söz ediliyor; başkanlık eden kimse de ‘kabul edenler, etmeyenler’ diyor ve o terim tabiî büyük çoğunlukla kabul ediliyordu. Bizim de oylarımız hiçbir defasında bir rol oynamadı.”[1]

Felsefe terimlerimiz için ne kadar “felsefî” bir başlangıç değil mi?

Konu yakın tarihin bilinmezleri/görülmezleri arasındadır. Neden bilinmez/görülmez? En başta merak yoksunuyuz! Burada keskin bir lâf etsek yeri var: Merak yoksa felsefe de yok! Ortalık felsefeci kaynıyor, diyeceksiniz. Onlar ne yapıyor öyleyse? Tefelsüf ediyor!

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devreden iki mühim ilim ve fikir adamı, Fuat Köprülü ve Şekip Tunç merakımızı zail edecek şeyler söylüyorlar. Türkiye’de edebiyat tarihi, medeniyet tarihi ve hatta türkçe denilince ilk akla gelen isim Fuat Köprülü’dür. 1945’te bu işlerin nasıl yapıldığını gayet net ifadelerle anlatıyor:

“Âlimler, münevverler, mütefekkirler ve profesörler çalışarak oy birliği ile hazırlandı’ deniliyor. Bu işlerle uğraşanlar az çok bilir ki, kararlar önceden verilmiş, emre itaatten ayrılamayacak komisyonlara bunlar tasdik ettirilmiş, münakaşa ve tenkide asla imkân bırakılmamıştır.”

“Köprülü, dışarıdan konuşuyor”, denilebilir. Elbette müşahedeye, bilgiye dayanan bir konuşma. Kendisi de bir “dil devrimi mağduru”. İlk dil kurultayında işler sarpa sarınca evinden apar topar alınıp Dolmabahçe Sarayı’na getirilmiş, “ikna edilmiş” ve ertesi gün Ebedî Şef’in karşısında bülbül gibi şakımış! Onu şimdilik bir kenara bırakalım, asıl işin içinde olanlar ne diyor? Ona bakalım.

Bu komisyonun meşhur ruhiyatçı, felsefeci başkanı, devrinde sahasının en tanınmış şahsiyetlerinden Prof. Dr. M. Şekip Tunç’dur. Şekip Tunç, on yıl sonra Cumhuriyet muhabiri Ferdi Öner’e mülakat veriyor, mülakatın haberi 10.7.1951 tarihli gazetede yayınlanıyor. Şekip Bey, söyle söylüyor: “Senelerce evvel, bu uydurma terimlerin okul kitaplarına sokulmaması tezini cesaretle ortaya atmıştım. Fakat günün birinde zamanın Maarif Vekili tarafından tehdide uğradım.”

Bilmem ki felsefede “felsefe ve korku”“felsefe ve tehdit” diye bahisler var mı?

Dünyanın neresinde felsefe dili felsefeciler korkutularak, tehdit edilerek kurulmuştur?

Dünyada felsefe dili devlet otoritesi tarafından tanzim edilen başka bir ülke var mı?

Dil ve korku…

“Dil ve devrim” ibaresinde devrimin yerine “korku” konulabilir.

Devlet dili, devletin dayattığı dil!

Devlet’in hayatımıza 2. Mahmut’la, bilhassa Tanzimat’la karışmaya başladığı gerçeği üzerinde pek durulmaz. Şimdi eğitim denilen “maarif” işleri, o zamana kadar (Enderun hariç) tamamen vakıfların ve şahısların üzerinde idi. Mektep ve medrese kendi programını kendi yapar, müfredatını kendi tayin ederdi. Elbette gelenek vardı, çerçeveyi gelenek çizerdi. Büyük bir değişme mecburiyetinin kapıya dayandığı bir zamanda sadece gelenek üzerinden dönüşüm mümkün olamazdı belki. Gelenekle yeniliği aynı yapıda birleştirmeyi tecrübe etmek yerine, ekseriya geleneksiz (köksüz) yeni tercih edildi. Devletin maarif ve ilim sahasına müdahalesi böylece başladı. Şimdi bu bize olağanmış gibi geliyor. Halbuki bu işin olağanı ancak devletin çerçeve çizmesidir; sistemin kurulması ve çalıştırılması devletin işi olmamalıdır.

Devlet’in ilme, maarife müdahalesi Meşrutiyet’le arttı, Cumhuriyet’le son haddine vardı. Hani mutlakıyetten meşrutiyete, cumhuriyete geçiş hürriyet ve demokrasi kavramları etrafında anlatılmaz mı? Bu geçişlerin sonunda ilmin ve maarifin patronu külliyen Devlet oldu. Devlet, tevhid-i tedrisatla bir eğitim ve öğretim tekeli kurdu. İş o noktaya vardı ki, binlerce yıllık yaşayan dilimizi tanzim etmek için “devrim” yaptı. Bunun “arıdil-öztürkçe” adlandırmaları altında yapıldığı günlerde, Devlet gerçekten “muhtar-özerk” Darülfünun’u lağvederek yeni bir yüksek öğretim kurumuna vücut verdi: Üniversite. Batı dillerinden üniversite kelimesi alınarak teşkil edilen yüksek öğretim kurumunun örnek alınan batıdakilerden farkı, “özerk” olmamasıdır. Darülfünun’un kapatılmasının asıl sebebi, inkılâplara yeterince destek vermemesi idi. Üniversite’ye “ilmi bırakın ideolojiye” bakın deniyordu. Üniversite “İnkılâp dersleri” ile açıldı!

Üniversite kurulurken sessizce başka bir “dil inkılâbı” daha yapılıvermişti: Tıp dilinde latince terminolojiye geçildi, asıl dil inkılâbı buydu. Bu geçiş, fizik, kimya, biyoloji gibi temel ilimlerin terminolojisinin değişmesi demekti. Böylece Üniversite’nin fen-teknik kesimi latince, sosyal ilimler-edebiyat kesimi “arıdil”li olacaktı. Asıl niyet bu muydu? Şahsen bundan emin değilim: Çünkü bu işi yap/tır/anlar, sosyal ilimlerin de belli bir süre sonra latince terminolojiyi geçmek zorunda kalacağının farkındaydı. Nitekim, Dil devriminin en önde gelen “operatör”lerinden Ahmet Cevat Emre hatıralarında itiraf ediyor:

“Özleştirme hareketinin verdiği fena netice karşısında ‘birbirimizi anlamaz hale geldik’ kanaatine gelen Gazi, birkaç gün sonra, elinde benim ‘Yeni bir gramer metodu layihası’ Çankaya’da toplanmış olan Dil Heyeti’ne gelmiş, sert sert beni paylamıştı: ‘Lisanda inkılâp olmaz, diyorsun; seni Fransız âlimleri aldattılar!’ buyurdu ve ilave etti: Daha evvelki kitabında lisan inkılâbından uzun uzun bahsediyorsun, şimdi aksini söylüyorsun.”

“Çekine çekine, kısaca izaha çalıştım: ‘Efendim umumî konuşma ve yazı dilinde inkılâp olmaz, yani milyonların kullandığı kelimeler ve deyişler attırılıp yerlerine başka kelimeler kullandırılamaz. Böyle bir teşebbüsle ancak birkaç kişi arasında bir ‘argo’ yaratılabilir. Halk gene eski dilini kullanır. Halk için roman piyes, hikâye yazanlar da halkın anladığı dil ile yazarlar. Fakat bütün medenî milletlerde hekimlerin, hâkimlerin, avukatların, mühendislerin, makinistlerin, askerlerin, siyasilerin kullandığı terminolojiler vardır. Bunlara ihtisas ve zümre dilleri denilir. Bu terminolojileri almak bizim en büyük ihtiyacımızdır. Arapça ıstılahları bırakıp milletlerası terimler almak…işte bizim muhtaç olduğumuz lisan inkılâbı budur.”[2]

Terim yapanlar o yüzden itidalden, makul olandan kaçındılar ve ipe sapa gelmez uydurmalar yaptılar ki, latince terimlerin yolu açılsın.

Bu birinci adımdan sonra ne yapıldığını yine Fuat Köprülü’den aktaralım: “Doğrudan doğruya Devlet nüfuzuna dayanan Dil Kurumu, uydurduğu ıstılahları, mütehassıs ilim adamlarına cebrî sûrette kabul ettirerek mekteplere soktu. Mektep kitapları, hiç kimsenin anlamadığı uydurma bir dille yazdırıldı. Yavaş yavaş ilk mektepten liselere, yüksek mekteplere, fakültelere kadar genişletilen bu cebrî hareketin, memleketin kültür hayatına meş’um tesirleri olduğu muhakkaktır.”

Fuat Köprülü, devletin ders kitapları yoluyla dayattığı dili “yazma konuşma dillerinden büsbütün ayrı bir ‘resmî argo’” olarak nitelendiriyor! Argo, yani belli bir gruba veya mesleğe ait olan ve dil içinde ayrı bir kelime haznesi bulunan konuşma sistemi…Devlet müdahalesi işin içine Meclis de katılarak genişletilmiştir. “Daha ziyade politikacılardan ve dil amatörlerinden mürekkep bir dil heyetinin kurulması, en salahiyetli akademilerin bile dil işlerinde kat’i hükümler veremeyeceği ve sadece teklifte bulunmakla iktifa edeceği bir hakikatken Maarif Vekilliğinin bu heyetin uydurduğu yapma dili mekteplere ve hatta üniversiteye zorla kabul ettirmeğe kalkması, bunlar yetmezmiş gibi Büyük Millet Meclisi’nin kendisinde bir dil akademisi salahiyeti görerek mektep argosuna uygun yeni bir hukuk argosu meydana getirmesi…”

Köprülü’ye göre, asıl mesele, Üniversite’nin “ilmî istiklâl”den (bu kavramın şimdiki ‘özerklik’ yerine kullanıldığını düşünebiliriz), yoksun bırakılmasıdır. Üniversite böylece esarete düşürülmüştür. “Hakikat şudur ki, üniversite başta olduğu halde bütün yüksek ilim müesseselerimiz, on beş-yirmi yıldan beri ilmî istiklâlini mütemadi sûrette kaybetmiş, ‘disiplinli hürriyet’ maskesi altında manevî bir esarete düşmüştür.” 12 yıl önce Darülfünun’un yerine kurulan Üniversite Maarif Vekilliğinin keyif ve iradesine tâbi, zavallı bir vaziyette bırakılmıştır. Tamamiyle keyfi ve şahsî bir şekilde idare edilmiştir… “Azil ve nasb, terfi ve terakkileri yalnız Maarif vekillerinin keyfine bağlı profesörlerden mürekkep bir üniversitede fikir ve içtihad hürriyeti diye bir şeyin bahis mevzuu olmayacağı pek tabiidir. Böyle bir üniversite, hür ve hakikî bir ilim merkezi değil, sadece hükümetin emirlerini yayan bir propaganda müessesesinden başka bir şey sayılamaz.”

Köprülü’nün konuyla ilgili tesbitlerinin onun yüksek ilim ve düşünce kudretini yansıttığını söylemek yanlış olmaz. Son yirmi beş senede (yıl 1945 olduğuna göre, Cumhuriyet’ten beri) memlekette ilim hayatının ciddi bir gelişme göstermek bir yana korkunç bir gerileme manzarası arz etmesinin başlıca sebebi budur. Köprülü konuyu çok net şekilde ifade etmekten çekinmez. Diktatörlerin ilim meseleleriyle ve kültür dâvalarıyla ilgilenmesini “felaket” olarak niteler ve Hitler Almanyası ve Bolşevik Rusya’nın, bu hususta çok hazin örnekler verdiğini kaydeder.

Köprülü, neden böyle konuşmaktadır? Onun 1932’de arzusu hilafına Dil Kurultayı’nın 8. Günü kürsüye çıkarılıp o güne kadar savunduğu fikirlerin zıddına konuşmaya zorlanması ciddi bir kırılmaya yol açmıştır.[3] Gerçi Köprülü bu şekilde hem hayatını kurtarmış hem de ilmî payesi yükseltilerek ve milletvekili yapılarak ödüllendirilmiş, hatta daha sonra Halkevlerinin meşhur dergisi Ülkü’nün yönetimine getirilmiştir. Bu maddî ferahlık onun manevî yıkılışının önüne geçememiştir. İşte aradan 13 yıl geçtikten sonra hem itiraf hem itiraz mahiyetinde bu kadar açık konuşmuştur.[4]

Köprülü’den Tunç’a

Belki Şekip Tunç’un “mağduriyeti” Köprülü derecesinde değildir. O zorla getirilip kürsüden konuşturularak açıkça aşağılanmamıştır. Fakat Felsefe ve Gramer Terimleri Komisyonu Başkanlığı’na getirilmiş, muhtemelen bu işin ilim çerçevesinde konuşulup tartışılarak sonuçlandırılacağını sanmıştır. Fakat işin yürütülmesinden bunun böyle olmadığı anlaşılmış, muhtemelen bu raddede Maarif Vekili’ne, yani Hasan Ali Yücel’e itiraz etmiştir. Bu itirazın nasıl karşılandığı konusunda konuşmak için o da on yıl beklemiş, ancak halkın seçimi ile iktidar değişikliğinden sonra açıklama yapabilmiştir.

Bu kıymetli hocalar, neden gerektiği zamanda gereken tepkiyi gösterememişlerdir? Bu konulardan muztarip bir fikir ve edebiyat adamı olan Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde roman kahramanlarından Hayri İrdal’ın ağzından şöyle söyler:

“Bilhassa bizim gibi üst üste inkılâplar yapmış, türlü zümreleri ve nesilleri geride bırakan, dolu dizgin ilerlemiş bir cemiyette…Siyasî akideler çok defa şu veya bu sebeple gizlenen şeylerdir. Hiç kimse ortada o kadar kanun müeyyidesi varken elbette durduğu yerde, ‘benim düşüncem şudur’ diye bağırmaz. Yahut gizli bir yerde bağırır.”

Bu iki değerli şahsiyet, zamanında gizli yerlerde de bağırmış olabilirler! Şartlar değişince, açık konuşmak mecburiyetini de hissetmiş olmalılar ki, fikirlerini ifade etmişlerdir.

Şekip Tunç’un sözü edilen mülakattaki ifadeleri onun konuya vukufunu da ortaya koyar:

“Dil Kurumu’nun büyük hatası, bir dilin kelime atomlarından yapıldığını zannetmek gibi eski ve hükmü çoktan geçmiş bir nazariyeye dayanmış olmasıdır. Halbuki her dilde ana unsur, kelime değil, cümle yapısıdır. Unutmamak lâzımdır ki, dil bir konuşma âletidir. Konuşmada cümle yapıları kelimelere hâkim olmalıdır. Onun içindir ki, hiçbir kimse bir dili yalnız o dilin lügatlerini bellemekle ne konuşabilir ne yazabilir ne de anlayabilir. Çünkü lügatteki kelimeler, ancak cümleler içinde türlü mânalar, imalar, ifade edebilirler. Görülüyor ki Dil Kurumunun okul kitaplarına soktuğu bu kelimeler, bütün dünyanın kabul ettiği dil prensiplerinin dışındadır.”[5]

Şekip Tunç, tek parti iktidarının sona ermesiyle ortaya çıkan hürriyet ve serbestlik ikliminde, bugün kurulması güç bir paragraflık uzun bir cümle ile meramını anlatıyor: “Osmanlıca dedikleri asırlarca tarihimizle birlikte yuğrularak günümüze kadar gelmiş olan kültür dilimizi hiçe saymakla öğünen, ölü gören, aynı zamanda bu tarihî dil yerine ‘öz dil’ denen bir ırk dili koymayı hayal edenler içimizde ‘dil devrimcileri’ olarak boy göstermekte devam ettikleri gibi ham hayallerine amentü demeyenleri irtica ile damgalıyor, dilimizin mukadderatına tek elden kösemenlik etmek imtiyazına sahipmişler gibi her tarafta meydan okumayı inkılapçılık şanı sanıyor, ileriyi, geleceği, bugünden görmek kerametiyle bütün maziye arka çevirerek ölmüş göstermekte devam etmeyi şaşmaz bir (tarzda) güdüyorlar, bütün bu keramet sözde dil alanında halk için bir ilim kurumundan sâdır oluyor.”[6]

        “Şuurlu muhafazakârlık” olmazsa ne olur?

Günümüzde pek fazla hatırlanmayan mühim bir şahsiyet olan Şekip Tunç’un “Şuurlu muhafazakârlık” kavramını ortaya attığı bilinir. 1950’den sonra DP iktidarının Maarif Vekili Tevfik İleri’nin böyle bir şahsiyet olduğundan şüphe yoktur. Onun devrinde tek parti devrinin ders kitapları ile dile müdahalesi izale edilmeye çalışılmıştır. Bu tek parti diktasının milleti, tarihini, kültürünü hiçe sayarak dayattığı inkılap olarak adlandırılan yıkıcı uygulamalardan birinin durdurulması anlamına gelmektedir. Dilde normalleşmenin edebiyat ve fikir dünyamızın gelişmesi üzerinde müsbet tesirleri hissedilmeye başlarken bir darbe ile karşı karşıya kalınmıştır. 27 Mayıs 1960 darbesi ile memleket saat ayarı otuz yıl önceye çekilmiş, “türkçe ezan” dayatması hortlatılmak istenmiştir. Bu başarılamamışsa da maarifteki ıslah hamlesi 1960 darbesinden sonra tersine çevrilmiş, ders kitapları dil itibarıyla eski haline döndürülmüştür. Sonraları da bu irticaî hareketin önüne geçmek, mümkün olmamıştır.

O günlerden bugünlere kısa süren istisnalar bir kenara bırakılırsa, “muhafazakâr” iktidarlar Türkiye’yi yönetmiştir. Acaba Şekip Bey’in “şuurlu muhafazakârlık”la ilgili beklentisinin kuvveden fiile çıkamamasını neyle açıklayabiliriz?

“Muhafazakârlar” günlük siyasetin peşinde düşmüşler, maarif ve kültür alanlarında, yani derin siyaset konusunda muarızlarının at koşturmasını, hatta hâkimiyeti elinde tutmasını mühimsememişlerdir. Bulunduğumuz noktada “değiştiremeyen değişir” gerçeği hükmünü yürütmektedir. 

Türkçe kalesinin bir burcunu kaybettik!

Bu yazı üzerinde çalışırken, değerli felsefecimiz, mütefekkirimiz Teoman Duralı vefat etti. Onunla son görüşmemiz Türkçe Şûrası üzerine olmuştu. Sağlığı yerinde olursa muhakkak katılmak istiyordu. Dil konusu umurunda olmayan çok sayıda felsefeci yanında Teoman Duralı dilinin hakkını veren bir şahsiyetti. Vefatından kısa süre önce kendisiyle yapılan bir mülakatta (Süleyman Şahin, Gerçek Hayat, Türk Dünyası Özel sayısı, Eylül 2021) ilk sözleri: “Türklüğün iki sütunu, ana dayanağı var. Bunlardan biri Müslümanlık, diğeriyse Türkçe.”

Rahmetli, büyük emeklerle Kutadgubilik Türkçenin Felsefe-Bilim Sözlüğü’nü hazırlamıştı. Maalesef ilk cildi yayınlanmıştı; tamamladığını, kısa süre içinde yayınlanacağını söylemişti; inşallah tamamı yayınlanır. Allah rahmet etsin, ruhu şâd olsun.

 


[1] Kamus-ı Felsefe Istılahat Mecmuası, Sunuş’u sf. 13-14 (Macit Gökberk Armağanı, 1983’e atfen)
[2] İki Neslin Tarihi: Mustafa Kemal Neler Yaptı. İstanbul, 1960
[3] Fuat Köprülü’nün 1932’de Dil Kurultayı’nda konuşturulması ile ilgili safahatı daha önce Türkçenin Cenaze Töreni kitabımızda ele almıştık: “Türkiye’de ilim ve siyaset”, sf. 145-150, ayrıca bkz. https://www.tyb.org.tr/dil-kurultayinin-geciken-kahramani-21471yy.htm
[4] Fuat Köprülü’nün Vatan gazetesinin 1 Ekim 1945, 11 Ekim 1945, 31 Ekim 1945, 29 Aralık 1945 nüshalarında yayınlanan makaleleri için bkz. Recep Alpyağıl: Felsefe Dili Olarak Türkçenin Gelişim Aşamaları ve Felsefe Sözlüklerimiz (1851-1952) C.1 sf. 996-1009)
[5] R. Alpyağıl: Felsefe Sözlüklerimiz 1, sf. 1169-1170 (Cumhuriyet, 10 Temmuz 1951)
[6] R. Alpyağıl: Felsefe Sözlüklerimiz 1, sf. 1158 (İstanbul Ekspres 18 Mart 1952)

 

Bu yazı toplam 649 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim