Çıkıp şu yaylada yaylayamadım. Divane gönlümü eyleyemedim.
 Bu halk türküsünün ne demek istediğini tam mânasıyla anlayabilmek için bir yaylada yaylamış olmak gerekir galiba…
 Yayla ya da “yaylak”ın türkcenin eski çağlarından miras bir kelime  olduğunu belirtelim. Şimdi bizim yaz dediğimiz mevsime atalarımız “yay”  diyorlardı. Anadolu lehçesi dışındaki Türk lehçelerinden bazılarında  hâlâ “yaz”a “yay” denilip duruyor. 
 Şu Azerî türküyü hatırlayam: “Kış olmadan yay olmaz!”
 Evet “yay”, “yaz” olunca yayla ya da yaylak da “yaz geçirilen yer, yazlık” oluyor.
 Çıkıp şu yaylada yaylayamadım.
 Bu şairi bilinmeyen halk türküsünün meçhul kahramanı yaylaya çıkıp yazı  geçirememiştir. Soğuk sularından içememiş, yeşil düzlüklerinde  dolaşamamış, serin rüzgarlarına bağrını açamamıştır. O zaman elbette  “divane gönlünü eyleyemez”. Hele işin içinde bir de aşk-u sevda varsa!
 Şüphesiz yayla tatili artık bildiğimiz anlamda yaylada yaylamak, yani  yaz geçirmek değildir. O yüzden önceki nesillerin duyduğu hazzı aynen  duymamız her ne kadar mümkün değilse de, onlar için alışılmış olan  durumların biz şehirliler yönünden inkâr edilemez cazibesini de ihmâl  etmemek lâzımdır.
 “Yanma” esasına dayanan plaj tatillerinin yerine, serinleme esasına  istinad eden dağ dinlenmeleri! Doğrusu insan sağlığına da, tabiatına da,  ahlâkına da çok uygun böylesi… Bir tehlike var: Dağ, yayla tatillerinin  de yozlaşma tehlikesi! Kışlık dağ tatilleri mahiyet itibarıyla  plajlardan farklı değil. Bereket ki henüz yazları dağlar bizim!
 Uzun zamandır gidemediğimiz yaylaya fırsat bulup gittiğimizde, inşaat  faaliyetlerinin bir hayli hız kazandığını görmemek mümkün değildi. Hemen  girişte bir yaygın inşaat vardı. “Kooperatif” filan derken, yaylaların  da turistik kültür istilasına açılması devresi başlıyor olmasın?
 Doğrusu şimdiye kadar muhteşem bir dağlı olan Köroğlu gibi:
 Arkam sensin, kal’am sensin dağlar hey
 Diyorduk. Bakalım beş on yıl sonra da böyle haykırabilecek miyiz?
 Eyyam-ı Bâhur
 Eskilerin “eyyam-ı bâhur” (aşırı sıcak günler) dediği yaz günlerine  henüz gelmedik ama, o günleri aratmayan hararet var. Ankara’nın  bugünlerde hararet olarak otuzu geçip kırka yaklaşan sıcaklarından  bunalmamak imkânsızdır. Bir yandan güneş, öte yandan güneşin hararetini  büsbütün ziyadeleştiren beton ve asfalt, cehennem sıcağından numuneler  verir âdeta…
 Ankara bürokrasisi, neden bu sıcakları öne sürüp bir “yazlık Başkent”  ihdas etmez? Düşünün bir; izin alan almış, tatile çıkabilen çıkmış ama  yine de devlet işlerinin yürütülmesi için büyük bir kadro merkezde  kalmak zorundadır. Hele de siyasetin sıcaklaştığı günler içinde  bulunulduğu düşünülürse, Ankara’da zorunlu olarak yananların hiç de  küçümsenemeyecek nisbette olduğu tahmin edilebilir.
 Ankara’nın parkları, yakın mesireleri bu mevsimde sararır, kurur ve  serinlik kaynağı olmaktan çıkıp bunaltı yuvası olur çıkar. Şehir  ahalisinin eski serinlik kaynağı bağ ve bahçelerden ise iz bile  kalmamıştır artık. Son on yıllarda moda olan denizde serinlemenin suyu  da iyice çıkmak üzeredir. En yakın 400 km. uzakta olan bu tür serinleme  yerlerinin Ankara’dan en az 5-10 derece daha sıcak olduğu, nem oranı  yüksekliğinin sıcağın tesirini katladığı düşünülürse, buraların ne menem  bir serinleme sağladığı anlaşılabilir! Öte yandan iç ve dış turistlerin  kıyılara yaptığı yığınak buraları daha da yaşanmaz hale getirir.  Meselenin ahlâki yönünün gittikçe daha iç kaldırmaz hale gelmesi de  cabası! Oysa yaz, dağ mevsimidir, kır mevsimidir, yayla mevsimidir!
 Büyük şehir ahalisinin çoğu doğdukları yerlere, memleketlerine giderek  tatil yapsalar, mesele geniş ölçüde ve çok yönlü olarak  halledilebilirdi. Kısmen de böyle yapıldığını tahmin ediyoruz.
 Dağın, bağın, kırın, yaylanın yalnız yaz güzeli olmadığını burada hemen  belirtelim. Yazın başka, güzün başka, kışın başka hele baharda  bambaşkadır buralar. Tabiatın hissedildiği bir yerde yaz da kış da  sağlıklıdır.
24.07.2011 Yeni Akit

























Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.