• İstanbul 16 °C
  • Ankara 12 °C

Ömer Lekesiz: Eserin yaratılma talebi

Ömer Lekesiz: Eserin yaratılma talebi
Ahmet Avni Konuk (v. 1938), Füsûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi’ni 1915-1928 yılları arasında yazmıştı.
Martin Heidegger (v. 1976), ilk şeklini 1935 yılındaki bir konuşmasının oluşturduğu, Sanat Eserinin Kökeni’ni (Holzwege içinde) 1950’de kitaplaştırmıştı.
Bu zaman aralığında şahsiyet ve düşünce olarak birbirlerini tanıma ihtimali bulunmayan iki mütefekkirin, zikrettiğimiz kitaplarında, “sanat eseri yaratılmayı talep eder mi?” sorusuna, büyük oranda aynı cevabı vermeleri, ilkin ikisinin de metafiziği meşrep edinmeleriyle açıklanabilir.
 
Zikrettiğim sorunun ve ona iki mütefekkir tarafından verilen ortak cevabın başlangıcında ise İbnü’l-Arabî bulunmaktadır. Onun Füsûs’taki ilgili paragrafı, Ekrem Demirli çevirisiyle şöyledir:
 
“Doğa âlemi, tek bir aynadaki suretlerdir. Hayır! Doğa âlemi, farklı aynalardaki tek bir surettir.
 
“Burada, bakış açısının farklılaşması nedeniyle yalnızca hayret vardır. Bizim söylediğimizi anlayan kimse hayrete düşmez. Bilgisi çok olsa bile hayretin olmayışı (idrak) aracı(nın) özelliğinden kaynaklanır. Araç ise ayn-ı sâbitenin ta kendisidir. Hak (a’yân-ı sâbite anlamındaki) araçta, tecelligâhta çeşitlenir. Bu durumda, O’nun hakkındaki hükümler çeşitlenir. Böylece Hak, her hükmü kabul eder. O’nun hakkında hüküm veren ise tecelli ettiği tek hakikattir ve bundan başka bir şey de yoktur.” (Kabalcı Yayınları, İstanbul 2006)
 
Konuk, bu fikri şöyle tefsir eder:
 
“... ressâm olan şahısta hattâtiyyet sıfatı dahi bulunup da bir yazı levhası tertîp etmek istese, yazacağı levhayı evvelâ yine zihninde tasavvur eder. Ve bu levhanın dahi sûret-ilmîsi peydâ olur. Fakat resim levhasıyla yazı levhası başka başka hükümleri hâizdir. Zîrâ ressâmiyyet ve hattâtiyyet sıfatları o şahıs üzerine lisân-ı isti’dâtlarıyla ‘Bizi böyle tasvîr et!’ diye hüküm ettiler. O şahıs dahi onların verdikleri hükme binâen, kendi zâtının kendi zâtına tecellîsi indinde, ilminde peydâ olan onların suver-i ilmiyyesinde, o sûrette olmalarına hükm etti. Şu halde o şahs-ı vâhid hükmü, ancak kendi zâtından kabûl edilmiş oldu. İşte hakîkatte vâkı’ olan hâl ancak bundan ibârettir. Ya’ni Hak üzerinde hükm eden ancak Hakk’ın tecellî eylediği a’yân-ı sâbitedir. Ve Hak ayn-ı vâhide iken esmâ ve sıfâtının sûretlerinden ibâret bulunan a’yân-ı sâbitenin verdiği hükümler ile müteaddid görünür. Ve ‘ O, her an bir işte, her dem tecelli hâlindedir’ (Rahman 55/29) âyet-i kerîmesi mûcibince ebedü’l- âbâd bu tecellîsi devâm edip gider. Zîrâ esmâ-i ilâhiyye her ne kadar külliyâtı itibariyle kâbil-i ta’dâd ise de cüz’iyyâtı i’tibariyle nâ-mütenâhîdir. Binâenaleyn tecellîsi dahi nâ-mütenâhi olur.” (Füsûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Haz.: Mustafa Tahralı – Selçuk Eraydın, İFAV Yayınları, İstanbul 2002)
Bu haber toplam 400 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim