Sema-Abdullah Uysal Çifti: Hercai Bir Kız / Allah Dostu Bir Adam

Sema-Abdullah Uysal Çifti: Hercai Bir Kız / Allah Dostu Bir Adam
Kırk Güzel İnsan-29 / Fahri Tuna

Ne zaman İstanbul’da Yahyaefendi Semti’nden geçsem önce Sema’yı hatırlarım, sonra Abdullah’ı; yüzümü bir tebessüm kaplar. Çoğu kez telefon ederim ikisinden birine. Abdullah kahkaha ile ‘haklısın Fahri Ağbi’ (h hırıltılı, ağbi’nin a’sı ayınlı, Güneydoğu usulü) der, Sema ‘bööö’ diye cevap verir.

Hikâye aynıyla vakidir: Kanuni dönemi evliyalarından büyük Allah dostu Yahya Efendi, şimdiki Çırağan Sarayı- Galatasaray Üniversitesi karşısındaki bir semte tekkesini kurmuş, halkı aydınlatma ödevini yürütmektedir, büyük bir başarı ve takdir içerisinde. Ama hazretin ciddi bir problemi vardır: Eşi inanılmaz huysuz ve geçimsizdir. İleri gelenler, dostları, hatta sultan araya girer, onu ‘bu huysuz hatun’dan ayırır, güzeller güzeli, ahlaklı, geçimli, melaike gibi biriyle evlendirirler. Her şey yolundadır artık. Da, daha büyük bir problem vardır: Bizim şeyhin kerametleri kesilmiştir. Biraz daha sabır şu bu… kerametler başlayacak gibi değil. Çaresiz ‘eski hanımı’yla evlendirirler yeniden: Durum ‘eski hamam eski tas’tır şimdi. O ne; bizim Yahya Efendi’de kerametler yine başlar… Ben de Abdullah Uysal’la birer hafta, onar günlük yolculuklar yapmış bir ağabeyi olarak, ondan sadır olan kerametleri gördükçe bunun esbabı mucibesinin ‘Sema kaynaklı’ olduğuna inananlardanım ve takılmadan edemem: “Abdullah kardeş, e kolay değil ‘eş durumundan’ cenneti garantilemek, geçici olan bu dünyada biraz sabredeceksin artık.” O her zamanki gibi kahkaha ile “Evet, evet, çok haklısın.” der. (Not: Benim eşimin de ‘eş durumundan’ cenneti garantileyenler arasında olduğuna çok inanan var, işin daha da garibi ben de buna inananlardan biriyim.)

Sema ile ne zaman tanıştığımızı hatırlamıyorum. Muhtemelen 2002 veya 2003 olmalı. Daha ilk gün dikkatimi çeken üç özelliği olmuştu: İflah olmaz bir Fenerbahçeli, anut (çok inatçı), asla vazgeçmez bir mizaç ve ömrü benimle çatışma ile geçecek, ne dersem ‘hayır, öyle değil böyle’ diyecek bir kişilik. Aradan on beş seneye yakın zaman geçmiş; her şey aynıyla vaki. Çok muhtemel o da aynı şeyleri benim için düşünüyordur, sadece Fenerbahçe yerine Galatasaray’ı koyarak. Bu arada Fenerbahçe’den üç futbolcu ismi bile sayamaz. Onun sarı-lacivert aşkı platoniktir. Son on yılda iki kere şampiyon olmuş Fenerbahçe’yi son on yılda beş kere şampiyon olmuş Galatasaray’dan büyük zannediyor. Sayı saymasını da bilmediğinden olmalı. Ama her GS şampiyonluğunda ona ‘cenaze helvası’ götürdüğümden kilo almaya başlamış olabilir…

İlginç bir kader çizgisi var Sema Uysal’ın. Özbeöz bir Türk kızı, İngiltere’de daha on altı on yedi yaşında, üstelik büyüklerinin rızasına muhalif, Arap asıllı bir çocuk doktoruyla evleniyor. Ama yürümüyor evlilik, senesi dolmadan boşanıyorlar. Boşandıklarında gelin kızımız hamile. Doğan çocuğun adı Sema koyuyorlar. Bizim aile apar topar Türkiye’ye dönüş yapıyor. Doktor da memleketi Ürdün’e.

Cennet yüzlü, cennet bakışlı, cennet gönüllü Birsen Anneanne büyütüyor Sema’yı İstanbul Yeşilköy’de. Sema ile en anlaşamadığımız, en anlaşamayacağımız tartışma alanı bu ‘anneanne’ meselesidir. Ben ‘Birsen Hanım benim anneannemdir’ diyorum o ‘hayır benim.’ Birsen Hanım ise ‘ikinizin de’ diyorsa da, bu ne beni tatmin ediyor ne Sema’yı. Bakalım bu mesele nasıl çözülecek… (Pek çözülecek gibi görünmüyor ya.)

Bizim Sema doğma büyüme Yeşilköylüdür; ‘Kız sen İstanbul’un neresindensin?’ şarkısını ne zaman dinlese ki o Türkçe şarkı dinlemez, dinledikleri hepsi gavurcadır, belki radyoda çıksa tesadüf, ‘Yeşilköyyy’ diye çığlık atmaktadır. İlkokul, orta lise… Mimar Sinan’da sinema okumaya başlar. Bu sırada mankenlik podyumlar... Anlı şanlı mankenler anlı şanlı futbolcular arkadaşı olur. Kamera arkası filan. Derken bir akrabanın ölüm mevlidinde kapı aralığından bir gence takılır gözü. Takılan gözü değil gönlüdür: Âşık oluverir... O genç tıp fakültesi öğrencisi Abdullah’tır. İleride mevlithan, gazelhan, şair, bestekâr olacak Abdullah Uysal. Büyükleri ile beraber bir bahir de o okumaktadır o gün, orada. Kader ağlarını örmeye başlar. Çekilecek çilesi, görülecek günü, yazılmış yazısı vardır bizim Abdullah’çığın: Tanışırlar görüşürler evlenirler. Albümler yani ‘geçmiş’ yakılır, yırtılır, yok edilir: Beyaz önlüklü bir doktor, beyaz bir sayfa, beyaz bir hayat vardır artık önünde. Gadir Çalap onlara üç evlat bağışlar, Muhammed, Ömer Faruk, Yunus Emre adlarında. Küçükler ikizdir üstelik. O kadar ki her seferinde karıştırır sorarım: ‘Hanginiz Ömer, hanginiz Yunus’sunuz bakalım?’ söylerler her seferinde sabırla. Ama yer değiştirdiklerinde yine karıştırırım. Sema da bana kızar; “Bir öğrenemedin gitti şu bızdıkları!” Ömer atılır hemen: “Sen de bana hep Yunus diyorsun anne!” Anlaşılan o ki Sema da karıştırmaktadır hep; belki huylarından tanınabilir ikizler: Biri babası gibi uyumlu, diğeri annesi gibi aksidir zira.

Siz bu satırları okurken; “Fahri Ağbi, kızı harcamışsın yahu, bu ‘huysuz kız’ nasıl ‘kırık güzel insan’a girdi o zaman?’ dediğinizi duyar gibiyim. Söyleyeyim: Merhameti, yardımseverliği ve düzgünlüğüyle… Yetimler, öksüzler, düşkünler için bu kadar çırpınan çok az insan gördüm ben hayatımda. Eşinin dostunun ona ihtiyacı olduğunda zaman ve mekân ayırmadan ölümüne koşan çok az insan gördüm Sema gibi. Ve hiç yalan söylemeyen, dedikodu yapmayan, arkadan konuşmayan çok az insan gördüm Sema gibi. Onlarca yüzlerce güzel ve örnek olay sayabilirim onunla ilgili. Sene 2010, aylardan kasım. Kayınpederim ölüm döşeğinde eşim de başından ayrılmıyor. Ben GAP Kültür Birliği’ndeyim. Adapazarı’ndan önce İstanbul Atatürk Havaalanı’na özel aracımla geçeceğim, fotoğraf sanatçısı servet Sezgin’le buluşup 7.20 uçağıyla Mardin’e uçacağım. En geç 03.50’de evden çıkmam lâzım. Evde yalnızım ya, salonda uyuyakalmışım. Telefonum da sessizde kalmış. Pencerenin hızlı hızlı vurulmasıyla uyandım. Saat 04.15. Baktım Sema. Şaşkın şaşkın bakıyorum, ‘hayrola?’ gibisinden. Meğer Servet Sezgin onu aramış ki sonra fark ettim 33 cevapsız arama var telefonumda. “Fahri’ye ulaşamıyorum, evde uyuyakalmıştır. Gidip uyandırabilir misin?” diye. Sema sabahın kör vaktinde yol gelip beni uyandıran ve uçağa yetiştiren; destansı, ölümüne gerçek dostum ve kahramanımdır. Servet de hiç ondan geriye kalmaz tabii. Sema’nın yine Oya Pervin Pelit’e zor günlerinde, ev taşıma olayında bir sahip çıkışı vardır ki ayrı bir destandır, bunlar gibi yüzlerce olayın kahramanıdır o; anlatmayayım. İyilikler güzellikler çok da faş, ifşa edilmemeli düşüncesindeyim.

Gerçek bir Allah dostu Abdullah Uysal’a gelince. Tatar Türkmen karışımı, zekâ ve espri küpü bu İstanbul delikanlısı da bir başka âlem adamdır. Bizim ‘Yaşayan Nasreddin Hoca’ Hâfız Hasan Çolak’a göre; “Abdullah gerçek bir Hocaefendidir; ama bizi tıp doktoruyum diye kandırmaktadır.”

Tıp fakültesi öğrenimine başlamadan, henüz üniversite sınavı esnasında; ‘bu kadar işaretlediğim yeter, camiye yetişmem lâzım’ diyerek soruların tamamına bakmayıp Beyazıt Camii’ndeki hafızlık merasimine koşan delikanlımızdır o bizim.

Aruzla şiirler yazan bir şair, besteleri TRT’de çalınan bir bestekârdır. İnanmış mümin adamdır Abdullah. Tebessümü, umudu, neşesi, yüzünden hiç eksik olmaz. Hastalarını ilaçtan önce sözleriyle tedavi eden bir doktordur. Her hastasına davranışı ayrıdır: Kimini muayene eder ilaç yazar, kimine de fırça atar hafiften, kalayı basar, mutlu gönderir. Adapazarı’nın en sevilen aile hekimidir desek abartmış olmayız.

O bir gönül adamıdır. Tevekkül adamıdır. Edeb adamıdır. Medeniyet adamıdır. Zira İstanbul adamıdır.

Yüz yirmi kiloluk ‘ağır’ adamımızdır o bizim. Yemek yapmasını bilmeyen bir eşin kocası olmasına rağmen ‘ağır top’ olmasını; onun hem dünya hem de ahireti birlikte yaşamasına, ‘iki dünyalık’ olmasına bağlamışımdır ben hep. Mevlevi’dir, Melami’dir, Abdi’dir hazret. ‘Tam inanmış’ adamdır. Ömer Tuğrul İnançer’den Ahmet Özhan’a… ehibbayı kiram’ını saymaya gerek yoktur.

Onun bestelenmiş ‘Ayırma’ şiirini sizlerle paylaşmak isterim:

“Ya Rabbi meded, hazret-i Kur’an’dan ayırma/ Ahir nefesim nimet-i imandan ayırma, Kul haşrolacak sevdiği dostuyla beraber/ Lütfet, beni peygamber-i zişandan ayırma, Kaydet ne olur defter-i uşşaka ilahi/ Mücrim kulunu halka-i pirandan ayırma, Aşkın beni yaksın, bu gönül narına yansın/ Dervişlere ilhak ile kervandan ayırma, Bir kalbe iki sevgili sığmaz, bunu bil de;/ Abdi hazret, gönlünü Rahmandan ayırma”

Aşkı da meşki de iyi bilir, iyi icra eder.

Muhabbeti kadar konserleri de sadra şifadır Abdullah Uysal’ın. Hele Münir Nureddin merhumun, Yahya Kemal’den bestelediği ‘Dönülmez akşamın ufkundayız’ı bir icra edişi vardır ki, evlere gönüllere dimağlara şenlik… Ama o en çok zikir ehlidir.

Evet; Sema - Abdullah Uysal çifti bizim zenginliğimiz, güzelliğimiz, bereketimizdir.

Onlar birbiriyle uyumlu olmasalar da, dünyaları yerle gök, Fizan ile arş, siyah ile beyaz kadar farklı olsa da ‘aynı evin’ insanıdırlar. Ayrı dünyaların aynı dünyada buluşmasıdır onlar. Allah bilir mutludurlar da.

Bizim dünyamızda ayrı ayrı; ama çok değerli yerleri vardır. Biri on yedi buçuk yaşında bir kız çocuğu -ki bu yazının bir yirmi üç nisan günü yazılıyor olması elbette bir tesadüf değildir- biri yetmiş beş yaş kemalatında bir erdemli erkek; yirmi yılı aşkın süredir aynı çatının altındadırlar.

İkisini de çok seviyoruz ve ikisinsiz de yapamıyoruz.

Zira ikisi de Muhammedîdirler, Yunusîdirler, Farukîdirler.

İyi ki dünyamızdasınız gençler.

Siz benim kırk güzel insanımdan ikisisiniz.

Bu haber toplam 2553 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim