• İstanbul 10 °C
  • Ankara 8 °C
  • İzmir 15 °C
  • Konya 8 °C
  • Sakarya 9 °C
  • Şanlıurfa 20 °C
  • Trabzon 14 °C
  • Gaziantep 14 °C
  • Bolu 6 °C
  • Bursa 11 °C

Mehmet Kaplan: İsyandan uysallığa

D. Mehmet DOĞAN

Hareket, Nureddin Topçu’nun dergisidir, ama bu derginin ilk çıkışından itibaren muhtelif devrelerini araştıranlar bir ismin neredeyse her dönemde yer aldığını görürler: Mehmet Kaplan!

Dergi 1939 şubat sayısı ile “bismillah” derken Kaplan’ın “Manzara”sı bu sayıda yer alan tek şiir olarak dikkati çeker. Ayrıca Kaplan’ın “Oğuzlar” makalesi de bu sayıda yayınlanmıştır. Hareket’in 1939’da yayınlanan diğer 6 ve 1943’de çıkan 5 sayısında da bir daha Mehmet Kaplan ismine rastlanmaz...

Derginin ilk yayınlandığı yıl Edebiyat Fakültesi’nden mezun olan Kaplan, Fuat Köprülü’nün asistanı olur. 1942’de doktorasını verir, 1944 yılında doçent olur. Derginin 2. dönemi Mart 1947’de yayınlanan 13/1. sayı ile başlar. Mehmet Kaplan 9 sene sonra Hareket’e avdet etmiştir. Bu dönemde ekseriya ilk yazı onundur. 5, 8 ve 28. sayılarda Topçu’nun yazısı yoktur, ilk yazı Kaplan’ındır. 10, 12 ve 24. sayılarda Kaplan’ın yazısı yer almaz. 24. sayı vefatının birinci yıldönümü dolayısıyla Hüseyin Avni Ulaş’a tahsis edilmiştir; nedense Kaplan onunla ilgili yazmaz.

Nesillerin Ruhu

Mehmet Kaplan’ın en çok basılan kitabı Nesillerin Ruhu’dur. İşe bakın ki, Hareket Yayınları’nın 1967’de yayınlanan ilk kitabı Nureddin Topçu’ya değil, Mehmet Kaplan’a aittir! Kaplan’ın Nesillerin Ruhu başlıklı yazısı aralık 1948’de Hareket’in 22. sayısında yayınlanmaya başlanır. “Fertlerin nasıl birbirinden ayrı bir duyma, düşünme ve hareket etme tarzları varsa, nesilerin de kendilerine has, önceki ve sonraki nesillerinkine benzemeyen bir duyma, düşünme ve hareket etme tarzları vardır.”

Kaplan, 2. Mahmud’dan itibaren nesillerin zihniyet ortaklığını özetler. Tanzimatçılar, ardından gelen Yeni Osmanlılar, Jöntürkler, 1908 sonrası edebiyat ve nihayet Cumhuriyet.

“1923’ten sonra Türk tarihinin mukadderatını yeni bir nesil eline alır.” Kaplan 23. sayıda (ocak 1949) bu nesli, yani Cumhuriyet dönemi edebiyatını incelemeye başlar. Meşrutiyet neslinde idealizm, hürriyet aşkı ve kahramanlık müşterek vasıftır. Ulvî fakat hayâlî görüşlerden bizim hakikatlerimize dönmek ve kuvvetli bir realizm lâzımdır. Cumhuriyet neslinin tepkisi öncekilerden güçlüdür. İlk Cumhuriyet nesli şiddetli mazi düşmanı olur. Onların tavrı bir şahsiyeti ölürken görerek bütün hayatını ona göre değerlendirmek gibidir. “Eskiye ait her şey, iyi kötü, müsbet menfi her şey, sırf maziye ait olduğu için menfur, geri ve bozuk görüldü, yıkılmaya çalışıldı ve...yıkıldı.”

“Maziye karşı halihazır siyaset, fikir ve edebiyat sahasında yegâne kıymet ve yegâne ölçü telakki edildi” diyen Kaplan, Türkiye ve Türk milletini bir tabula rasa (boş levha) gibi tasavvur eden Cumhuriyet edebiyatı ile Cumhuriyet’in başkenti arasında paralellik görür: “Ankara sun’i bir şehirdir. Değil harap köylülerden ibaret Anadolu ile kendi tabiî muhiti ile bile münasebeti yoktur.”

Kaplan’ın edebiyat ve fikir alanında konuşurken güçlü bir inkılâp/devrim eleştirisine yöneldiğini görürüz: Toplumun, tarihin ve coğrafyanın şartlarına meydan okuyarak yeni bir dünya kurmak ancak masallarda olur.

“Tarihe, coğrafyaya ve içtimaî şartlara meydan okumak; onların empoze ettiği zaruretler dışında bir âlem kurmaya çalışmak, eşine ancak masallarda rastlanan bir tahayyül ve iradenin ifadesidir.” “Yalnız yaşadığımız dünyanın bizi maddî ve manevî zaruretleriyle sımsıkı çevirdiğini unutmamak lâzımdır. ‘Tabiata ancak kanunlarına uymak suretiyle galebe çalınabilir’ sözü, içtimaî vakıalar için de doğrudur.”

“Yimi beş sene zarfında Türkiye’de yapılan hareketler, derinlik ve genişlik bakımından ölçülürse hayâl edilen ve ettirilmek istenilenin yanında çok dar ve sığ kalır.” “İçtimaî hayatta ve bizzat inkılâpçı neslin bünyesinde yaşıyan maziye ait kıymetlerle, kurulmak istenilen yeni hayata ait kıymetler, zorlama neticesi, gizli veya açık bir çatışma vücuda getirdi.”

Mehmet Kaplan’ın 1949’da, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin bir öğretim üyesi olarak hâlâ güçlü bir tabu olan devrimler konusunda konuşması ve bunu çok keskin şekilde sürdürmesi etkileyicidir:

“...Boşalan millî kütüphane tercüme eserlerle doldurulur. Daha ileriye gidilir: Asırların mahsulü olan türkçe beğenilmez, yepyeni bir dil vücuda getirilmek istenilir. Maziye karşı bu kadar şiddetli ve bu kadar cesaretli bir teşebbüse başka yerlerde rastlanılmaz.”

Mehmet Kaplan o günün şartlarında kolaylıkla kabullenilemeyecek şeyler söylemektedir. Bu yüzden sözlerine “İtham etmiyorum, izaha çalışıyorum” diyerek devam eder: “Millî hayatımız için çok mühim bir merhale olan son yirmi beş sene hakkında serbest sûrette düşünmenin zamanı gelmiştir.”

“Son 25 sene”, Cumhuriyet’in tek parti dönemidir (1923-1948). Bu dönemin sonuna gelindiği hissedilmektedir; nitekim 1946’da ilk defa çok partili seçim yapılmış, fakat açık oy gizli tasniften ve hükümetin müdahalesinden ötürü tam bir demokratik seçim sözkonusu olmamıştır. Yeni bir seçim yaklaşmaktadır, fakat bu seçimin tam demokratik olacağı yönünde bir garanti yoktur. Böyle bir zamanda konuşan Kaplan, “Tenkidsiz bir devir yaşadık, bunu bir tenkid devrinin takip etmesi gayet tabiidir” der. Kaplan, tenkidin aklın gereği olduğunu, batı medeniyetinin temelinde bu yüzden tenkidin bulunduğunu ifade eder. Düşünce hürriyetinden yoksunluk, tenkid yokluğu Cumhuriyet devrinde gerçek büyük mütefekkir yetişmesini engellemiştir.

Fransız sosyolog André Siegfried’in Avrupa’nın hıristiyanlıktan geldiğini söylediği insan şahsiyetine hürmet duygusu, “eskiden halis İslâmiyetin hâkim olduğu çağlarda bizim cemiyetimizde de vardı. İslâmiyete göre insan şahsiyetine hürmet duygusunun ne olduğunu öğrenmek isteyenler, Yunus Emre’nin şiirlerini okusunlar. Orada Tanrı’nın bir parçası olarak görülen insanın ulviyetini bulacaklardır. Fakat İran ve Bizans’tan gelen istibdat an’anesi İslâmiyet’in cevherinde var olan bu asıl ışığı karartmış ve bu nur sadece gerçekten dindar olan kalblerde kalmıştır.”

Kaplan, modern batının temellerinden olan büyük sanayiin bizden henüz uzak olduğunu, daha kaba yollarımızı bile yapamadığımızı, fakat devletçilikle garbın büyük sanayiine ancak şekil olarak benzer bazı fabrikalar kurulduğunu, bunların rasyonel şekilde işletilemediğini, bu yüzden batıyı teknikte de şeklen taklid ettiğimizi söyler.

“Bütün bu tezatların en fecii, şüphesiz, yaptıklarımızı serbest bir şekilde tenkid etmekten korkarak kendi kendimizi aldatmağa çalışmamızdır.”

Mehmet Kaplan yazının bir sonraki bölümünde Cumhuriyet nesillerinin fikir ve edebiyat mahsullerinin mahiyeti ve değerinden bahsedeceğini belirtir. 24. sayı Hüseyin Avni sayısı olduğu için yazının devamı 25. sayıdadır.

Cumhuriyet devrini İkinci Dünya Harbi öncesi ve sonrası olarak ayırmak gerekmektedir. Harbden önce tek parti, tek şef tek ideoloji, Harbden sonra çok partili siyasî ve içtimaî kaynaşmalar vardır. Esas değişiklik edebiyatta kendini gösterir.

Din duygusu Cumhuriyet’ten sonra değerini kaybeder. “Bu nesilde metafizik endişe, ahlâkî dram, kudsiyet ve ulviyet duyguları mevcut değildir. Bu nesil dine karşı kuvvetli bir reaksiyon içinde yetişir.”

“Bu devirde açıkca dinî duygular aleyhinde edebî eserler de kaleme alınmıştır. Bu devirde yalnız Necip Fazıl patetik bir dinî duyguyu terennüm eder. Fakat o artık bir nesli değil, kendini temsil eden bir şahsiyettir. Cahid Sıtkı’da dinî duygunun zevâlini gösteren güzel parçalar vardır.”

Eskiden Allah, Peygamber ve Kur’an hakkında kullanılan kutsayıcı kelimelerin bu devirde fanî insanlar ve fanî işler için kullanılması durumu ile karşı karşıya kalınır. Bu devirde din duygusunun yerini dünya duygusu alır. Aşk duygusu yerini şehvete ve çapkınlığa bırakır. Reel hayatta dahi aşk duygusu sukut etmiştir. “Kadının hazırlıksız ve merhalesiz olarak birden bire hayata atılması ruhlar üzerinde bir şok tesiri yapar. Bunun neticesi kadına karşı ulvî duygular ortadan kalkar...Bu devirde korkunç bir zina ve şehvet edebiyatı başgösterir. Garbtan şehvet ve zinaya ait bütün eserler tercüme olunur...Edebiyatta kadın ruhundan çok vücuduna ait telmih ve tasvirler artar.”

“Bu devir edebiyatında din, aşk ve aile duyguları gibi tarih temi de sukut eder.” Tanzimat neslinde tarih esaslı bir konudur, Servet-i Fünun’da yoktur. 2. Meşrutiyet nesli tarihi canlandırır. “Cumhuriyet devrinde yakın mazi ile alâkalı hatıraları hali hazıra kadar getiren canlı tarih fikri yerine, milletin hafızasında hiçbir izi olmayan sun’i, uydurma bir tarih tezi ortaya atılır...Türkiye tarihi hor görülür ve karikatürize edilir. Gençliği tarihten soğutmak için edebiyat kitaplarına millî mefahir değil, en kötü sahneler alınır.” “Cumhuriyet devrinde gençliği saran hedonizm, ihsas felsefesi bu duyguyu (milliyetçilik) köreltmiştir. Milliyetçilik fikrinin zaafa uğraması üzerine beynelmilelci fikirler edebiyatımıza nüfuz eder.” Gençlik böylece komünizme doğru sürüklenir. Harb’den sonra hürriyet havasında bu cereyanlar açığa çıkar.

Kaplan, dille ilgili uygulamalara da şiddetle karşı çıkar. “1928’den sonra” diyerek açıkça zikretmeden Harf inkılâbını da işin içine katarak dil devrimini eleştirir:

“1928’den sonra siyasî fikirlerin tesiri altında türkçenin normal seyri tekrar bozulur. Uydurma da olsa bütün kelimelerin türkçe olması fikri tekrar konuşma dili ile yazı dilini birbirinden ayırır. Tek parti-tek şef ideolojisi rejimi bu sun’i tezi memlekete zorla empoze eder. Bu hareketin derin sebebini her sahada kendini gösteren ‘maziye karşı reaksiyon’da, ‘yurtdışı Türkleri ile Türkiye’nin kültür bakımından alâkalarını kesme ve yetişen nesileri eski nesillerden ayırma’ fikir ve temüyüllerinde aramalıdır.”

“Kelimeler asırların ruhunu içlerinde taşırlar. Kelimeler, millî ruhun parçalarıdır. Mazisi zengin olan her kelimenin uyandırdığı bir hatıralar ve tedailer yekûnu vardır ki firenkler buna ‘halo’ (hâle) derler. Kelimelerin ‘halo”ları bizi maziye, dine, tarihe, aileye, vatana, millî varlığa bağlar. Uydurma kelimelerle işte bu ‘halo’ ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bu sûrette eski ve normal türkçe ile yazılmış kültür eserler de okunamaz hâle gelecektir. Yetişen nesillerin kafası millî kültürden boşalınca onu istenilen fikirlerle, mesela tercüme eserlerle doldurmak kolay olacaktı. Atatürk bu tehlikenin farkına vararak güneş dil nazariyesi ile bu cereyanın önünü almaya çalıştı ise de âlim kılığından görünen uydurmacılar anayasının dilini değiştirecek kadar ileri gittiler.”

Son cümlenin “rüşvet-i kelâm” olduğu kolaylıkla anlaşılabilir! Kaplan, dilin bozulmasını sadece kelimelere münhasır saymaz. Bu nesilde akıl ve irade de çözülmüştür. Ruh iç kuvvetinden boşalmış, sadece ihsaslarla (duyularla) iktifa edilir olmuştur. Bu durum edebiyatta cümle yapısını etkilemiş, cümleler arka arkaya sıralanan karışık, hercümerc halindeki kelime yığını haline gelmiştir. “Mekteplerde dil terbiyesinin yokluğu, gençlerde muhakeme ve iradenin inkişaf etmeyişi Türk sentaksını sukut ettiren derin âmillerdendir.” Cumhuriyet devri edebiyatı neslinin estetiği sanatın inkârına dayanır.

Topçu ve Kaplan

Nesillerin Ruhu yazısı, Cumhuriyet sonrası edebiyatı değerlendirirken edebiyatın ötesinde bazı unsurları ele alış tarzı ile Nureddin Topçu’nun fikirlerine kuvvetli atıflar ihtiva etmektedir.

Akıl ve iradenin çözülmesi, ruhun iç kuvvetinden boşalması, sadece ihsaslarla (duyularla) iktifa edilmesi...Gençlerde muhakeme ve iradenin gelişmeyişi... Kaplan’ın bakış açısını Nureddin Topçu’nun ciddi şekilde etkilediği görülmektedir. Bu aslında olağan görülmelidir. Anadolu’dan İstanbul’a yüksek tahsil için gelen Kaplan, Topçu’nun evinde toplanan bir grup arasında yer almıştır. Kaplan, Topçu’nun evinde bir araya gelenlerin isimlerini “Kırk yıllık Hareket Üzerine Konuşma”da saymaktadır. Bu isimler arasında önceki nesilden sayılabilecek iki isim dikkati çekmektedir: Remzi Oğuz Arık (1899) ve Mümtaz Turhan (1908 doğumlu).[1] Remzi Oğuz, 1930’ların başında İstanbul’da olmakla beraber, 1934’ten sonra Ankara’dadır. Mümtaz Turhan ise, 1928-35 yılları arasında Almanya’da öğrenim görmüş, Berlin’den sonra Frankfurt Üniversitesi’nde 1935’de doktora yapmıştır. 1936’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne asistan olarak alınmış ve 1939’da doçent olmuştur. Topçu’nun evinde Remzi Oğuz’un İstanbul’a geldiği zamanlarda bulunduğu tahmin edilebilir. Mümtaz Turhan’ın bu yıllarda İstanbul’da ve Üniversite’de olduğu dikkate alınırsa, Topçu’nun evindeki grup içinde yer alması mümkündür. Fakat bu birliktelik onu Hareket’te yazmaya yöneltmemiştir. Netice olarak Kaplan bu mülakatta bu iki ismi zikrederek kendi fikrî yönelimlerini, değişimini izah etmeye çalışmıştır. Tahminimiz, Topçu’yla “milliyetçilik” kavramı müşterekliği dışında ciddi muhteva farkları böyle bir grup mensubiyetini güçleştirmektedir. Ruhçu, metafizikçi Topçu ile ilimci, hatta pozitivist Mümtaz Turhan’ın, hele de üniversite mensubu olduğu düşünülürse, birliktelikleri güç görünmektedir. Kaplan fikrî değişimini temellendirmek için Topçu çevresinde pek fazla yer almayan bu ismi zikretmek ihtiyacını hissetmiş olabilir. Nitekim Remzi Oğuz da, Kaplan’ın talebeliği ve sonrasında Ankara’da görevli oludğu için Topçu’nun evinde pek fazla görülmemiş olmalıdır.

 

Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü’nün gerçek kurucusu

Mehmet Kaplan’ı, Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü’nün gerçek kurucusu saymak yanlış olmaz. Gerçi kürsü 1939’da Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından, 19. yüzyılla sınırlı olarak kurulmuştur. Fakat Tanpınar, 1942’de milletvekili olur. Milletvekilliği sona erdikten sonra da Millî Eğitim teşkilatında görev yapar ve ancak 1949’da tekrar kürsüsüne döner.

Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi sahasında bir zirvedir şüphesiz. 2. cildi yazılamayan bu kitabın devamında 20. asır Türk Edebiyatı Tarihi beklenmeliydi. Tanpınar’ın bu mahiyetteki makalesi “Türk edebiyatında cereyanlar” “Rokefeller Vakfı’nın yardımı ve Türk-Amerikan Üniversiteliler Derneği’nin mesaisi” neticesinde hazırlanan Yeni Türkiye (1959) kitabında yer alır. (sf. 343-374) Bu otuz sayfalık yazıda Tanpınar’ın güzel bir başlangıç veya özet yaptığını söyleyebiliriz, fakat bunun devamı gelmez. Tanpınar üç yıl sonra vefat eder (1962).

Tanpınar’ın yapamadığını Mehmet Kaplan’ın yaptığını söylemek mümkündür. Nesillerin Ruhu yazısı ile başlayan mesai Kaplan’ın vefatına kadar (1986) gerek müstakil kitapları, Şiir Tahlilleri (2 C.) Tanpınar’ın Şiir Dünyası, Hikâye Tahlilleri ve gerekse sonradan derlenip kitap olarak yayınlanan makaleleriyle Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar (3 C.) Yeni Türk Edebiyatı kürsüsünün gerçek kurucusu kimliğini pekiştirir. Ayrıca çok sayıda akademisyenin yetişmesinde gösterdiği gayret ve emek de hatırlanmalıdır.

Her dem yeni: Yunus

Kaplan’ın yakın dönem edebiyatı meşguliyetinin tabiî olarak klasik dönem ilgisini yok etmediğini söyleyebiliriz. Bilhassa Yunus Emre’ye olan ilgisi onun dikkat çekici yönlerinden biridir. Hareket’te ilk Yunus Emre yazısı “Yunus Emre ve Bugünün Meseleleri” 17. sayıda yayınlanır (temmuz 1948). Kaplan yazıya Andre Gide’in Dünya Nimetleri kitabının başlangıcında yer alan şu cümlelerle başlar: 

“Natanael, Allahı bütünden başka bir yerde arama!

Her varlık Allahı işaret eder, lâkin hiçbiri âyan etmez.

Kendisine bağlandığımız her varlık bizi Alah’tan uzaklaştırır.”

Kaplan bu iktibastan sonra, bizim bu fikri iyi bildiğimizi, İslâm’ın en yaygın formüllerinden olduğunu, müezzinin günde beş defa insanlara “Tanrıdan başka yoktur tapacak” diye ihtar ettiğini, terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i terk fikrinin tarikatlar tarafından çok işlendiğini belirtiyor. “Bana yaşadığımız günlük meselelerle hiç bir alâkası yokmuş gibi görünen bu fikrin kalbimizdeki ebedî yara ile çok yakından ilgili bulunduğunu Yunus öğretti. Yunus bizim en eski şairlerimizden biridir. Onun düşünceleri kadar bugünkü hayata aykırı bir şey tasavvur olanmaz sanılır. Fakat ben Yunus’un bir çok bakımdan Gide kadar modern olduğunu gördüm.”

Mehmet Kaplan’ın Cumhuriyet edebiyatının yetersizliğini, evrensele uzak sentetik milliliğini, yedi asırlık bir Anadolu şairi üzerinden konuşarak telafi etmek istediğini düşünebiliriz. Normal şartlarda, mazi düşmanlığı yerine edebiyatımızın sürekliliği fikri devam etse idi, Yunus Emre’nin düşünce dünyası ile barışık bir edebiyata sahip olacaktık ve bu modern edebiyatla paralellikler taşıyacaktı. Bu yapılamamış, Yunus –Anadolu’nun edebî ve estetik yönü- uçuruma terk edilmiştir. O edebiyatı, estetiği kavramak için derinlere doğru inmek, zahmetli yollar katetmek lâzımdır. Kaplan’ın Yunus’u tabiî olarak keşfi böyle bir çocukluk dönemi hikâyesi olarak okunabilir.

Kaplan, çağımıza ait ve evrensel mühim meselelerin Yunus tarafından da konu edildiğini fark etmiştir.

“Çağımızın en mühim meselesi nedir? Çağımız maddeye inanıyor. Maddeye tapıyor. Neş’e ve saadeti maddede arıyor. İlim maddenin birçok sırlarını çözdü. Teknik maddeyi işledi, binbir şekil ve kalıba soktu. Madde modern felsefenin temel taşıdır. Materyalizm kâinatta maddeden başka bir şey olmadığını vaz’ediyor. Büyük sanayi devrinde yaşıyoruz. Büyük sanayi demek, maddenin en son imkânlarına kadar işlenmesi ve insanın emrine âmade kalınması demektir. Fakat bir müddetten beri farkına varılıyor ki maddeye bu kadar tapış, maddeyi Tanrı yapış insan oğlunu mes’ut edemiyor. Bilakis maddenin insanlığı bedbaht ettiği düşüncesi gittikçe zihinlere hâkim oluyor.”

Batı medeniyetinin tenkidi, Türkiye için o sıralar hayli tehlikeli bir iştir. Kaplan burada Paul Valery’den başlıyarak bir çok batılı mütefekkirin modern medeniyeti tenkit ettiğini belirtiyor. Bu dönemde Cumhuriyet edebiyatının eleştirisi ancak modernlikten delil getirilerek yapılabilir. Ancak bunun dahi yeterli olmadığı, eleştiri sahibinin gericilikle, irtica ile itham edildiği vakidir. “Madde makine haline getirildi, makine büyük sanayii kurdu, büyük sanayi insanı kendine esir etti ve içtimaî sefalet doğurdu. İçtimaî sefalet ancak devletçilik sayesinde ortadan kalkabilir. Devletçilik ise insanlığın köleleşmesine doğru bir gidiştir. Büyük sanayi ile hürriyeti nasıl telif edebiliriz? Komünizm böyle bir telif yapılabileceğine inanmıyor. İnsanlığı müsavî sûrette bahtiyar etmek hulyası ile hürriyeti feda ediyor. Kapitalizm sermaye ile müsavat fikirleri arasında bocalıyor. Dünyayı temelinden sarsan bu tez ve antitez nasıl bir sentez ile hallolunacaktır?”

Mehmet Kaplan, Yunus Emre’nin şu mısraının bütün asırların meselesini en güzel şekilde izah ettiğini belirtiyor:

Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı...

Maddeci asrımıza Yunus’un gözü ile bakarsak, meselelerimizi başka şekilde görebileceğimizi ve belki de hal tarzı bulabileceğimizi belirtiyor.

Kaplan’ın Yunus Emre üzerinden konuşarak kendini, çocukluğunu, sonrasını ve hâlâ sonuçlandıramadığı bazı meseleleri ele aldığı yazısı “Mukaddes Uçum” başlığını taşımaktadır (26. sayı, nisan 1949).

Yazı ilgi çekici başlığından sonra çok çarpıcı girişi ile de dikkatleri üzerinde toplar:

“Yunus bir uçurumda yatar. Onun yattığı yere yüksek tepelerden inilir.”

Bu yazıyı Mehmet Kaplan’ın diğer metinlerinden farklı kılan, mevcut, yerleşik değerleri bir kenara bırakan bir ruhla konuşması olmalıdır. Sıradan bir masabaşı yazısı değildir “Mukaddes Uçurum”. Bir heyecan kasırgasının tesiri altında, belki gözyaşları, belki hıçkırıklar içinde bir varlık ifadesi olarak yazılmıştır...Bu yüzden de okumakla yetinilmeyip ezberlenmesi gereken bir yazıdır “Mukaddes Uçurum”. Yazar Yunus Emre’ye ulaşmanın zorluğunu sembollerle, alegorik bir dille ifade etmektedir. Hep yüksekte, ileride gözü olan Cumhuriyet nesli, gerçekten modern olabilmek için hem asırlarca geriye gitmek, yani maziyi inkârdan vaz geçmek zorundadır, hem de yükseklere çıkmaktan daha zor bir işi yapmak, uçurumlara inmek mecburiyetindedir. Kısacası: Yunus geçmiştedir ve derindedir. Kim uçuruma inmek, kim geçmişe dönmek ister?

Mehmet Kaplan, “Mukaddes Uçurum”a çocukluğunda Sivrihisar’dan bir bir gece vakti Sarıköy (şimdi:Yunus Emre) istasyonuna gelişlerini hikâye ederek başlar. Daha Yunus’un türbesine el sürülmemiş, yani Yunanlılar yaktıktan sonra imar edilmemiş ve mezarı açılıp yeri değiştirilerek yeni bir anıt mezar yapılmamıştır. Bu yolculuğun sebebini öğrenemeyiz. Belki bir yer değiştirme, göç sözkonusudur.[2] “Gece yarısı, yaylı araba, korkulu yollardan sarsıla sarsıla düşerken, uzaktan ta derinlerde bir ışık gösterdiler: ‘İstasyon’ dediler, ‘Yûnüs’ün türbesi onun yanındadır’”. (Yazıdaki imla böyle: “Yûnüs”, o zaman halkın söylediği gibi).

“Çocuk gözlerimle oraya baktım ve ürperdim. Kulaklarımda bir efsanenin uğultusu vardı. Dağlar, taşlar, ağaçlar ve kuşlar, mânasını bilmediğim bin ilahi söylüyorlardı.”

Bu gizemli, “mistik” başlangıç bize yazının bütünü hakkında bir fikir verebilir. Yunus’u anlatmaya başlayan yazar, kendisini, çocukluğunu... Anadolu’yu, 1930’ların Türkiyesini anlatır. Bu Yunus’un içinden çıktığı halkı ve toprakları anlatmadan olmaz elbette:

“Köye yerleştikten sonra, uçurum, Yunus, İstasyon ve ben, birbirimize kaynaştık. Zamanla orkestramıza başka sesler de karıştı: Yakıcı yaz güneşinde sıtmadan toprağa uzanmış köylüler gördüm. Toprak yüzlerinde, ruh yarığı gibi ela gözleri daima bir veliyi hatırlatan köylüler. Çatlak dudakları ile güldükleri zaman, taşlar canlanıyormuş hissiyle insanı korkutan köylüler ve akşam güneşi bataklıkta yanarken milyonlarca zehirli sineği göklere salıveren Porsuk.”

Gece, ellerinde ayran bakraçları ile –muhtemelen satış yapmak için-tirene çıkarlar. “Issız bozkır karanlığında, seyyar, ışıklı saraylar gibi, birden karşımızda duruveren vagonlar bizi büyülerdi.”

Tiren yüzlerce yıllık durgun hayatını sürdüren bu Anadolu köyüne modernliğin büyüsünü yayar. Yolcular uyku içinde rüyada bakar gibi kayıtsız bakar istasyondakilere ve bir şey göremezler. “Orada uçurumun içinde Yunus’un ve bizim bulunduğumuzu fark etmezlerdi. Nereden Fark edeceklerdi? Etseler ne yapacaklardı?”

Anadolu bu modernlik gösterisi karşısında büyülenirken, tiren yolcuları –ki o zamanın memuru, varlıklısı, aydını- Yunus’u ve halkı fark etmezler...

“Bu aydın masal kâşaneleri uzaklarda eriyince, biz yine mağaramıza dönerdik: Kerpiç damlarımıza ve sefaletimize. Yıllar var bu uçurumdan nasıl çıktığımı bilmiyorum. Arabalar, evler, istasyonlar, şehirler, mektepler, kitaplar ve insanlar beni uzun bir vadiden geçirdiler. Bu vadide asırlarca yürümüş gibiydim. Bir daha dönmedim.”

Yazar, bu uçurumdan, sefalet ortamından uzun bir süreç içinde çıkmıştır, fakat o kadar uzakta bırakmıştır ki o günleri, nasıl çıktığını hatırlamaz bile...

“Bir daha oraya dönmedim. Fakat uçurum benimle her yeri dolaştı. Ne zaman içime baksam, karşıma onun karanlık boşluğu, titreyen istasyon ışığı, Yûnüs, köylüler ve Porsuk çıkar. Milyonlarca sivrisineğin yüzüme hücum ettiğini hissederim.”

Bir daha oraya dönmemiştir ama içine yöneldiğinde o istasyon, Yunus, fakir köylüler ve Porsuk’la birlikte sivrisineklerin yüzüne hücumunu hissetmektedir. Bu âdeta herşeye rağmen kurtulunamayan geçmiştir, yoksul çocukluktur, şahsi mazidir, hatta bunun beslediği yerli-millî ruhtur. 

“Yaylı, tıpkı ilk gecede olduğu gibi, yüksek tepelerden iner, kulaklarımda anne sesiyle söylenen bir efsane uğuldar, dağlar, taşlar, ağaçlar kuşlar, o zaman mânasını bilmediğim, fakat şimdi çok iyi anladığım ilahiler söyler:

Ben Yûnüs-i bîçâreyim,

Dost elinden avâreyim,

Baştan ayağa yâreyim

Gel gör beni aşk neyledi.

“Bu uçurum şarkısı beni her zaman ürpetti. Ben onu Yûnüs’ün kendi ağzından dinledim. Ben ‘bîçâre’, başdan ayağa yâre ve dost elinden âvare’ Yûnüs’ü gördüm. Ben bu uçurum türküsünü, toprak yüzlerinde, ruh yarığı gibi ela gözleri Yûnüs’ünkinin tıpkısı olan insanlardan duydum.”

“Bunaltıcı bozkır öğlesi Porsuk sularını kaynattığı zaman, onlar, toprağa uzanırlar; sırtmalı, çatlak ve yorgun sesleri ile bu türküyü mırıldanırlardı. Harap türbesinde yatan Yûnüs de onlara karışırdı.”

“Yıllar geçti, türlü şarkılar dinledim. Mes’ut evlerin pencerelerinden sızan şarkılar, meyhane şarkıları, ıssız sokaklarda söylenen külhanbeyi şarkıları, güzel kadınların, çirkin kadınların, çocukların, yaşlıların, artistlerin ve vatmanların şarkılarını dinledim. Ağlayan, gülen, söven ve okşayan şarkılar. Fakat hepsi de kulaklarımda kaldı. Ruhuma girmedi. Ama Yûnüs’ün, Yûnüslerin şarkılarını hiç unutmadım. Kaç sabah Yûnüs ölmemiş, Yûnüs çoğalmış, köyler Yûnüs’le dolmuş hissiyle uyandım.” 

Çocukluktan kaçmak, yoksulluk ve mahrumiyetle aynileşen memleketine dönmekten imtina etmek neyi değiştirir ki? Yazar Türkiye’nin en büyük şehrinde yaşar, o zaman tek olan üniversitesinde itibarlı bir öğretim üyesi olur. Bir şehirde olan herşeyi görür. Şehrin çok çeşitli şarkılarının, faaliyetlerinin, işlerinin hiçbiri ruhuna işlemez. Yûnüslerin şarkılarını ise unutmaz, aksine çoğaldığını, köyleri doldurduğunu düşünerek uyanır.

“Uyandım, fakat etrafımda şehir vardı; şehirli vardı. Asfalt yolları pırıl pırıl, apartmanları göklere tırmanan, meydanları, otomobil, kamyon, otobüs, tramvay, dilenci, fahişe, bey, işsiz, hamal ve talebe ile tıklım tıklım dolu şehir. Her biri kendi içine kapanmış körler gibi dolaşan insanlar. Kendimi onlar arasında buldum.” 

“Yıllar var, büyük, sonsuz karışık bir labirentin içinde, çıkacak bir yer bulmak için uğraşıyorum. Zaman zaman içimdeki uçurum beni çağırır ve ‘Çıkış yeri benim, der. Haydi, atlayıver, korkma !’ Ve kalbim kendi kendine şöyle söylenir: Bir yaylıya binsem, kırbacı elime alsam, atlara “deh” desem, yollardan geri dönsem, o mukaddes uçuruma insem…”

Kaplan’ın doğduğu yerlere bir daha döndüğüne dair bir bilgiye sahip değiliz. Muhtemelen dönmedi…Dönememek onda bir acı olarak kaldı; o mukaddes uçurumun çağrısını hep hissetti. 1920’lerin şartlarına dönüp, yaylı arabaya binip kırbacı eline alarak atlara “deh” demek ve çocukluğa dönmek…Elbette ancak o şartlarda bir dönüş etki uyandırabilirdi belki. Kaplan, belki de modern zamanlarında köyüne dönmekten bu yüzden imtina etti.

Bir yeniden doğuş: Yunus Emre

13. asırda yaşamış, halkın günlük hayatından, tekkelere, büyük bestekârların eserlerine kadar nüfuz etmiş Yunus Emre, 20. yüzyılın başında Fuat Köprülü’nün 1913’te Türk Yurdu’nda yayınlanan iki yazısı ile edebiyatçılarımızın ilgi alanına girmeye başlar. Onun tasavvufî lirizmi, yalın dili, dönemin edebiyatçılarını etkiler. Şair, feylesof Rıza Tevfik, o zamanın şartlarında Bursa’ya gider, “Âşık Yunus” kabri olarak bilinen mezarı ziyaret eder (1914). Heyecanını Yunus tarzı şiir yazarak (Yunus Emre’ye armağan) kalıcılaştırmak ister. Yakub Kadri’nin mistik temayüller taşıyan yazısı, aynı vadide Necip Fazıl’ın şiiri Yunus ilgisini güçlendirir. Sorbon’da fesefe tahsil eden Burhan Toprak, 1930’ların başında Alp dağlarında bir sanatoryumda tedavi görürken Fransız filozofu Paskal’ı okur ve Yunus Emre ile benzerlikleri dikkatini çeker. Yunus Emre’yi yazılarıyla ve seçilmiş şiirlerinden oluşturduğu kitabıyla tanıtır. Nureddin Topçu, Fransa’da doktora tezinde Hallaç’la birlikte Yunus Emre’den hareketle fikirlerini ortaya koyar. Mehmet Kaplan’ın Yunus Emre ilgisinin hocası olan Fuat Köprülü’den ziyade bilhassa Nureddin Topçu’nun Yunus Emre yorumundan kaynaklandığını söylemek mümkündür.

Mehmet Kaplan Nureddin Topçu’nun vefatından sonra yayınlanan “Çağdaş bir mistik: Nureddin Topçu” yazısında bu hususu tereddüte mehal vermeyecek şekilde ortaya koyar:

“Nureddin Topçu binbir ahlâk buhranıyla kıvranan Cumhuriyet devri Türkiye’sinin kalbi ve ruhu idi. Ben onda Yunus Emre’nin çağın felsefesi ile yoğrulmuş büyük bir temslicisini buldum. Hiç şüphe etmiyorum ki, öbür dünyada yöneldiği yer Mevlâna ve Yunus Emre’nin yanıdır.” (Fikir ve San’atta Hareket, Ocak-Şubat-Mart 1976, sayı: 112)

İsyandan uysallığa

Mehmet Kaplan’ın, Nureddin Topçu’ya yakın durduğu dönemlerde, özellikle Hareket dergisinde yazıları yayınlandığı yıllarda, o çocukluk döneminin aidiyet çizgisini sürdürdüğünü düşünebiliriz. Zamanla hayat şartlarının onu daha akılcı, daha uyumlu hâle getirdiğini ve pozitivizme doğru yönelttiğini, mistik yönelimli Nureddin Topçu’dan ilimci-pozitivist “muhafazakâr” Mümtaz Turhan’a doğru götürdüğünü düşünebiliriz. Bu yöneliş 1960’larda belirgin hale gelir. Kaplan, 1965-66’da Mümtaz Turhan’la birlikte çıkardıklarını söylediği Yol dergisinde yazar.

Mehmet Kaplan’ın Topçu ile aynı dergide yazarken Üniversite mensubu bir hoca olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’la mesaisinin de fikirlerinde etkili olabileceğini düşünebiliriz. Herşeyden önce sanatçı ve estet olan Tanpınar’dan ziyade, kendi ifadesi ile, Mümtaz Turhan ilgisi ağır basmıştır. Böylece ruhçuluktan ilimciliğe, pozitivizme doğru bir seyir sözkonusudur. Diğer bir dönüşüm sosyalizmden liberalizme doğru olmalıdır.

Kaplan’ın Topçu ile ilişkilerini gevşeterek kendine biçtiği konumu, isyandan uysalllığa, konformizme bir geçiş olarak değerlendirebiliriz. Topçu, isyan ahlâkında ısrar etmiş, uysallığa teslim olmamıştır. Mehmet Kaplan ise uysallığı (konformizmi) benimsemiş olmakla beraber geçmişini bir türlü silemeyen bir muzdarib konumundadır artık. Bu sıralarda Topçu’nun mistisizminin Türkiye’nin meselelerine çözüm getiremeyeceği kanaatine varmıştır. 1968’den sonra Hareket’te Nureddin Topçu’nun sanayileşme aleyhindeki yazıları da bu sonuçta müessir olmuştur. Kaplan, meşhur konuşmasında bir kaç satır sonra baklayı ağzından çıkarır: “Sosyalizm meselesi de beni Topçu’dan uzaklaştıran sebepler arasındadır.” Kaplan, Topçu’dan çok istifade etmesine ve tesirinde kalmasına rağmen, onun tilmizi olmadığını da konuşmanın sonunda belirtir.

Burada bilgi kabilinden, Kaplan Hoca’nın Yol dergisi ile yollarını ayırdığını söylediği 1966 ve 1967’de Hareket’de yazmaya devam ettiğini, asıl fikir yazılarını bu dergide neşrederken hikâye tahlillerini Yol’da yayınladığını hatırlatmak istiyoruz. Mehmet Kaplan 1968’den itibaren Hareket’te görünmez. Hisar, Meydan ve Türk Dili gibi dergilerde yazmaktadır. Onun Hareket’e dönüşü, Topçu’nun vefatından sonra yayınlanan hatıra sayısında (Ocak-şubat-mart 1976) yayınlanan “Çağdaş bir mistik: Nureddin Topçu” yazısı dikkate alınmazsa, 1979’da derginin yeniden çıkışıyla olur. Bu dönem Hareket’lerinde vaktiyle Yol dergisinde yayınladığı türden tahlil yazıları yayınlar.

Kaplan’ın 1970’lerde âdeta “Devlet âlimi, mütefekkiri” konumu kazandığını, bunun o yıllarda yayınlanan Cumhuriyet Devri Türk Şiiri’nde kendini bariz şekilde gösterdiğini biliyoruz.

Bu kitabın Önsöz’ü yukarıda sözü edilen Nesillerin Ruhu yazısıyla birlikte okunduğunda fark, değişim ve hatta zıddiyet apaçık ortaya çıkar: “Cumhuriyet devrinin ilk elli yılı, her sahada olduğu gibi san’at ve edebiyat sahasında da büyük yenilik, zenginlik ve çeşitlilik gösterir. Denilebilir ki yenilik bu devrin başlıca özelliğidir.” Yaklaşık 25 yıl ara ile yazılan iki metin temel göstergelerin tamamen değiştiğini ortaya koymaktadır. Mazi meselesinin, mazi düşmanlığı kavramının yerini “yenilik” almıştır. Cumhuriyet edebiyatının din ve tarihten uzaklaşması, hatta düşmanca tavır takınması artık önemsenmemektedir. İnkılâpları tarihe coğrafyaya ve sosyal şartlara meydan okumak olarak yorumlayan Kaplan’dan eser kalmamıştır. Maddeye tapma konusundaki eleştiri de unutulmuştur.

Mehmet Kaplan, artık yokluğundan şikayet etiği eleştiriyi bir kenara bırakarak “tahlil”lerini resmî tarih tezine yaslamaktadır: “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti, bütün eskimiş müesseseleleri ile tarihe karışınca, Kurtuluş Savaşı ile bütün dünyaya yaşama gücünü isbat eden Türk milleti, çağdaş medeniyete uygun ‘yeni bir devlet’ kurmak için rejimden sanayie kadar, hayatın her sahasında köklü ‘inkılâplar’a girişir.” Bunu yaparken, Nesillerin Ruhu’nda olduğu gibi rüşvet-i kelam kabilinden değil, Mustafa Kemal Paşa ve Kemalizme bağlılığını net şekilde ortaya koyar: Büyük kumandan olduğu kadar büyük bir devlet adamı ve devlet kurucusu da olan Atatürk kısa zamanda Türkiye’nin çehresini değiştirir... Bu hususda Mümtaz Turhan’la paralellik açıktır. Turhan’ın “Atatürk İlkeleri ve Kalkınma” kitabı 1965’te yayınlanmıştır.

Artık sistemin, rejimin sözü dinlenir bir figürüdür Kaplan. Yine de bir yerlerde o dönülmek istenmeyen çocukluk, onu çeken uçurum, yani “mukaddesat” zihninden silinmez. Son yazısı “Niçin bizde hastahanelerde imam kadrosu yok?” olur. Bu yazı hastahanede yazılmıştır ve tamamlanamamıştır....

Meseleye Nureddin Topçu zaviyesinden bakılırsa, Topçu’nun fikir çevresi içinde bulunanlara siyasetin yıkıcı tesirlerinden çok söz ettiği bilinir. Birkaç neslin siyaset yolunda kaybedildiğini sık sık tekrarlayan Topçu’nun üniversite için de benzer bir yaklaşıma sahip olduğunu düşünebiliriz. Bu hususla ilgili kanaatlerini eski anadoluculardan Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun vefatından sonra yayınlanan son yazısında bulmak mümkündür. (Hareket, Aralık 1974) Memleketi kurtarmak için yüksek mevkileri tutmaları gerekiyordu “en iyisi ilim yapalım, dediler, siyasî tehlike nasıl olsa âlimin hücresine girmez.” “Anadoluculuğu benimsemek dar bir görüşe bağlanmaktı. hem de bu dâvanın kuvvet ve ikbal kapıları kapanıktı...”

*

Bu yazı Türkiye’de fikrî istikrarsızlık konusunda bir deneme mahiyetindedir. Mehmet Kaplan’ın kültürümüze, edebiyatımıza ciddi hizmetleri olduğundan şüphe edilmemelidir. 1975’te Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nin yayını sırasında bu Ansiklopedi’nin Yayın Kurulu başkanı mevkiindeki Kaplan hoca ile teşrik-i mesai içinde olduk. Onun sahasıyla ilgili konuları geniş vukufu ve anlaşılır ifade tarzı ile yazdığına kolaylıkla yazdığına şahit olduk.

Mehmet Kaplan’ın anadoluculuğun tarihini yazmam hususundaki telkini hatırmdan çıkmadı. Tarih ve Toplum kitabımın yayınından sonra, muhtemelen onun muhteva ve teknik özelliklerini önemseyerek, böyle bir telkine muhatap olduğumu sanıyorum. Bu teklifi kabul etme şartları oluşmadığı için maalesef sonuca varılamamıştır. Bu itibarla, bu yazı merhum hocamızı rahmetle yad etmek borcunun bir neticesi olarak da okunmalıdır. 

TYB Akademi / 15 / Ortadoğu sayısı

Sayfa: 116-128

 

 

 


[1] Topçu’nun evinde bir araya gelenler, Remzi Oğuz Arık, Mümtaz Turhan, Tahsin Tola, Cahit Okurer, Âli Ölmezoğlu, İsmail Hakkı Aladağ (Fikir ve Sanatta Hareket, Mart 1979, sayı:1) İki isim dışındakiler o dönemde öğrencidir. Kaplan da bunlar arasındadır.

[2] Mehmet Kaplan Türk Edebiyatı dergisinin Mart 1991 sayısında yayınlanan hatıralarında, kendisi ilk mektebe giderken anne ve babasının Sarıköy’e gittiklerinden söz eder. Sivrihisar’da bakkal dükkanı açan ve işletemediği anlaşılan babası aynı işi Sarıköy’de denemiş olabilir. Bu arada yaz aylarında Mehmet Kaplan’ı da Sarıköy’e yanlarına aldıkları düşünülebilir. Ailenin bundan sonraki durakları Eskişehir’dir. Kaplan orada istasyonda ekmek ve süt satar.

Bu yazı toplam 907 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim