Bu başlık pek fazla açıklayıcı bulunmayabilir. “Ortadoğu kelimesi zaten Türkçedir, daha Türkçesi ne olabilir ki?”
TYB Akademi Dergisi 15. Sayı / Ortadoğu, Eylül 2015
“Ortadoğu” kelimesini biz icad etmedik, İngilizce “middle east”ın karşılığı olarak dilimize girdi, yani patent hakkı İngilizlerin...
*Neden Batı Asya değil de Ortadoğu?
Bunu tartışmadan önce, mesela 19. yüzyılda dünyanın böyle bir kavramdan haberdar olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü Ortadoğu, 20. yüzyılda ortaya çıkan, daha açığı, siyaseten icad edilen bir kavramıdır. Güya coğrafî bir bölge, fakat tarifler kesinlikle coğrafî değil, tamamen siyasî.
“Ortadoğu” denildiğinde bir yere, merkeze nisbetle bu kavram kullanılıyor demektir. “Doğu”nun uzağı var, orta uzağı var ve yakını var...
Kime göre veya nereye nisbetle?
Tabiî Avupa’ya ve bilhassa İngiltere’ye göre...Bugün Ortadoğu denilen bölgenin objektif tanımlaması “Batı Asya” olabilir. Ya Yakındoğu? İki coğrafî kavramın esasen siyasî adlandırmalar olduğu, yol açtıkları karışıklıktan çıkarılabilir.
*Değişmeyen coğrafyaya değişen tarifler
Elimizdeki sözlükler, ansiklopediler Ortadoğu’yu ve Yakındoğu’yu nasıl tarif edeceklerini bilemiyorlar, dense yeri var. Tarifler zamanla eskiyor, farklılaşıyor; değişmeyen coğrafyanın değişen tarifleri neye alâmet olabilir?
Dünya Politika Ansiklopedisi’nde Ortadoğu şöyle tanımlanıyor: (Fr. Moyen orient, İng. Middle east): “Dünyanın Irak, İran, Suudi Arabistan, Yemen, Aden, Umman, İran Körfezi ve Batı Pakistan’ı içine alan bölümü. Buna Hindistan katılmaz. Bu hâle göre ortadoğu Asya kıtasındadır.”[1]
Dikkat edilirse bu tarifte Türkiye, Suriye, Lübnan, Filistin, Mısır vb. ülkeler yoktur. Bu siyaset sözlüğünde “Yakındoğu” kavramına yer verilmemiştir. Bunu o sıralar bu kavramın kullanımdan düşmesine bağlayabiliriz. Çünkü Yakındoğu 1. Dünya Savaşı’nın yaygın kavramı iken, Ortadoğu, 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren kullanılma sıklığı artan bir kavram haline gelmiştir.
Daha eski tarihli bir ansiklopedimiz “Yakındoğu”yu tarif ediyor, onda da Ortadoğu yok: “Birinci Cihan Harbi’nden sonra ortaya çıkmış siyasî bir tâbirdir. Bununla kastedilen Akdeniz’in doğusundaki memleketlerdir. Yakındoğu’nun en mühim devleti şüphe yok ki Türkiye Cumhuriyeti’dir. Buna Suriye, Lübnan, Irak, Filistin, hatta İran, Pakistan ve Mısır’ı ithal etmek mümkündür. Bilhassa Birleşmiş Milletler Birliği’nde Yakındoğu’nun hudutlarını daha geniş tutmak temayülü vardır. Bundan başka Ortadoğu ve Uzakdoğu tâbirleri vardır.”[2]
Bu ansiklopedinin dönemin dünya literatürüne uygun bir tanımlama yapmaya çalıştığını, Ortadoğu yerine Yakındoğu kavramını kullanmaya devam ettiğini, ama Ortadoğu kavramını zikretmeyi de ihmal etmediğini söyleyebiliriz.
*Yakındoğu’dan Ortadoğu’ya
Ortadoğu, 1945’te ilk baskısı yapılan Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde yer almaz. Ama Yakın doğu vardır. Tarifi de gayet sarihtir: “Eski Osmanlı İmparatorluğu’nun kapladığı yer.”[3]
“Lozan Andlaşması”ndan yirmi yıl sonra kayda geçirilen bu tarifin, ad koyanın meramını, maksadını bilerek yapıldığından şüphe edilmemelidir. Bizim “Lozan Konferansı” olarak bildiğimiz toplantının gerçek ismi Conference on Near Eastern Affairs-“Yakın Şark İşleri Konferansı”dır. Başlangıçta Türk Heyeti’nin bu ismi değiştirme teşebbüsleri akim kalmıştır.[4] “İngilizler bu konferansla, asırlık emellerine ulaştılar: Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırdılar! Bu devletin coğrafî alanı içindeki bütün hukukunu iptal ettiler ve kendi hukuklarını tesis ettiler, ‘Yakın Şark’ dedikleri bölge işte Osmanlı sınırlarının kapsadığı bölge idi.”[5] Nitekim, 3 Ekim 1923'de açılan İngiliz İmparatorluk Kongresi’nde İngiliz Başvekili Stanley Baldwin şunları söylemektedir: "Bu muahede (andlaşma), İngilizlerin esaslı menfaatlerini korumakla kalmayıp aynı zamanda Yakınşark’da ekseriyetle bozulan müteaddit (çok sayıda) ırk ve din menfaatlerinin telifine (uzlaşmasına) medar (kaynak) olacak, devamlı bir sükûnet teminine ve iktisadî vaziyetin ıslahına yardım edecektir. İngiliz itibarını korumak için takib edilecek yegâne yol budur."[6]
Türkçe Sözlüğün 2. baskısı 1955’te yapılır. Bu baskıda Yakındoğu kelimesine rastlanmaz! 1959’daki 3. baskıda da. 1983’te yapılan 7. baskıda Ortadoğu şöyle tarif edilir: “Türkiye, Suriye, Mısır, İsrail, Lübnan, Arabistan, Irak ve İran’ı içine alan ülkelere verilen ad.” Bu baskıda Sözlük’e Yakındoğu kavramı da avdet etmiştir: “Akdenizin doğu kıyısındaki ülkelerle (Suriye, Mısır, Lübnan, İsrail), Ürdün’ün oluşturduğu bütüne verilen ad.” Bu tanımlama, Sözlüğün yeni hazırlayıcılarının yakın geçmiş bilgisinden bîbehre olduğunu, daha doğrusu tarih şuurundan yoksun bulunduğunu gösterir!
1998’de yapılan 9. baskıda Ortadoğu’nun yazılışı ile birlikte tarifinde de değişiklik yapılmıştır. Ortadoğu’nun birleşik kelime değil, sıfat tamlaması şeklinde yazılması tercih edilmektedir: Orta doğu.
Tarif de değişmiştir: “Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Suriye, Mısır, İsrail, Lübnan, Filistin, S.Arabistan, Irak ve İran’ı içine alan ülkelere verilen ad.”
Bu tarifde, Kıbrıs’ın değil de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin zikredilmesi, kavramın coğrafî olarak değil, siyasî olarak algılandığını apaçık ortaya koymaktadır.
TDK sözlüğünde Ortadoğu’nun son tarifi bu değildir. İşte 2011’de yapılan 11. baskıdaki tarif: “Güneybatı Asya’da tarihsel ve kültürel yakınlığı olan ülkelerin oluşturduğu coğrafî bölge, Orta Şark.”
Türkiye’de tercüme ve tadil yoluyla meydana getirilen ansiklopedilerin en başarılısı sayılan Meydan Larousse’da yer alan Yakınşark tarifi de ilgi çekicidir:
“Yakındoğu. ing. near east, eş-şarkuledna. Akdeniz kıyısındaki ülkelerle (Suriye, Mısır, Lübnan, İsrail) Ürdün’ün meydana getirdiği bütüne verilen ad. (Bazı yazarlar bu terimin kapsamına Türkiye, Balkan devletleri ve Karadeniz kıyısındaki ülkeleri de sokarlar.) Metnin sonundaki köşeli parantez içindeki “L”, tanımın Fransızca Larus’dan aynen tercüme edildiğini göstermektedir.[7]
*Kaynağından tarifler!
Daha yakın döneme ait bir tercüme ansiklopedide, Encyclopaedia Britannica[8]’nın tercümesi Anabritannica’da yer alan Ortadoğu ve Yakındoğu tanımlamalarını okumak bir hayli aydınlatıcıdır:
“Ortadoğu, Akdenizin güneydoğu ve doğu kıyılarında, Fas’tan Arap yarımadası, İran ve bir kabule göre de onun ötesine kadar uzanan topraklar. Orta bölümü, eskiden batılı tarih ve coğrafya bilginlerince Yakındoğu diye adlandırılırdı. Doğuyu üç bölgeye ayırma eğilimindeki bu anlayışa göre, Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar uzanan ve Avrupa’ya en yakın olan bölge Yakındoğu, Basra Körfezi’nden güneydoğu Asya’ya kadar uzanan bölge Ortadoğu, buradan Pasifik Okyanusu’na kadar olan bölge de Uzakdoğu’ydu.
2. Dünya Savaşı öncesinde bu terminoloji eski kesinliğini yitirmeye başladı ve Ortadoğu terimi, Mısır’daki İngiliz komutanlığına bu adın verilmesinden sonra yerleşti. Günümüzde Ortadoğu terimi Bahreyn, Birleşik Arap emirlikleri, Irak, İran, İsrail, Katar, Kıbrıs, Kuveyt, Libya, Lübnan, Mısır, Suriye, Suudi Arabistan, Türkiye, Umman, Ürdün, Yemen Arap Cumhuriyeti ve Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni kapsar. Ama çeşitli siyasal gelişmeler sonucu batı ülkeleri, özellikle öteki Arap ülkeleriyle yakınlaşan Tunus, Cezayir ve Fas ile Afganistan ve Pakistan’ı da zaman zaman Ortadoğu kapsamında düşünür. Hatta Yunanistan da bazen Ortadoğu’nun bir parçası olarak değerlendirilir. Dünyadaki siyasal duruma ve özellikle de bu bölgeye nereden bakıldığına bağlı olarak Ortadoğu teriminin anlamı değişmekle birlikte, bölgenin çekirdeğini müslüman Arap dünyasının oluşturduğu genellikle kabul edilir.”[9]
“Yakındoğu, Akdeniz’in doğu kıyıları çevresindeki topraklar. Afrika’nın kuzeydoğusuyla Asya’nın güneybatısını kapsar; bazan Balkan yarımadası da Yakındoğu’nun parçası olarak kabul edilir. Yakındoğu terimi ilk çağdaş batılı coğrafyacılar tarafından doğunun Avrupa’ya en yakın kesimi olarak ve kabaca Osmanlı Devleti’nin topraklarıyla örtüşen bölge için kullanılmıştır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Yakındoğu daha çok Ortadoğu adıyla anılmaya başlanmıştır. Günümüzde bu iki terim çoğu zaman birbiri yerine kullanılmaktadır.”[10]
Birşeyin adını koyan onun üzerinde tasarruf ediyor/etmek istiyor demektir. Bu kavramı ilk defa 1902 yılında Amerikan deniz tarihçisi ve jeopolitikçi Alfred Thayer Mahan kullanılmakla beraber[11] İngiliz patentli olduğu şüphe götürmez. Ortadoğu tanımları, 20. yüzyılın başında İngiltere’nin iktisadî ve askerî çıkarlarının korunması ihtiyacından doğmuştur.[12]
* “Ortadoğu Komutanlığı”
İngiliz çıkarlarının tayin edici rolü hakkında çok açık bir örnek İngilizlerin 2. Dünya Savaşı sırasında Mısır’daki askerî birliklerinin “Ortadoğu Komutanlığı” olarak adlandırılması üzerine yaygınlaştırılmasıdır.
Ortadoğu 19. yüzyılda zirve yapan Avrupa emperyalizmi için hayatî önemi haiz bir bölgedir. Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu, Rusya ile sıcak denizleri birbirine bağlayan, aynı zamanda Doğu ile Batı arasında ticarî ve kültürel geçişleri sağlayan bir bölge sözkonusudur. Bölge dünyanın en önemli kara ve su yollarına sahiptir ve nihayet 20. yüzyılın vazgeçilmez enerji kaynağı petrol rezervlerinin önemli bir bölümünün burada bulunması stratejik kıymetinin bir daha teyidi/ güncellenmesi anlamına gelmektedir.
Yüz yıl önce Avrupa’da başlayan 1. Dünya Savaşı’nın ağırlıklı olarak bu bölgede cereyan etmesi boşuna değildir. Bugün de Ortadoğu kirli bir savaşın nesnesi haline getirilmiştir.
*Birleştirici tek devlet: Osmanlı
Tarih boyunca Ortadoğu’yu tek devlet olarak bütünleştiren ve uzun süren bir barışı tesis edebilen sadece Osmanlılar olmuştur. Ne Roma, ne Persler ne de Emeviler ve Abbasiler bunu başaramamışlardır.
İngilizler Yakınşark İşleri Konferansı ile Ortadoğu’yu Fransızlarla birlikte kontrollerine almışlar fakat bitmez tükenmez ihtilafların, çatışmaların oluşumuna yol açarak bölgeyi barut fıçısına çevirmişlerdir. Bugün bölgede hâkimiyet mücadelesinin esas aktörü olarak ABD görünmektedir. 1. Dünya Savaşı’ndan yüz yıl sonra ABD bölgeyi yeniden belirlemek için açık ve gizli operasyonlar yapmakta bu da bölge halkının hayatını cehenneme çevirmektedir.
Ortadoğu kavramı için “kaypak bir mefhum”[13] tanımlaması yapan düşünürümüz, Türkçe ustası Cemil Meriç’i rahmetle analım. Kavramın bütün kaypaklığına rağmen şunu söylemek durumundayız: Lâmı cimi yok, Ortadoğu ile İslâm dünyası kastedilmekte fakat sürekli operasyon yapıldığı için Müslümanları ilzam eden, onların tepkilerini yükseltecek bir tanımlamadan kaçınılmaktadır...
*Ortadoğu ve türkçe
Bu kavram tartışmasından sonra, ihtiyaca göre sınırları değişen bu hayalet coğrafyada Türklerin ve türkçenin yeri üzerinde durmak niyetindeyiz. Bu aynı zamanda “İslâm dünyasında Türkler ve türkçe” olarak da anlaşılabilir.
Türkiye türkçenin batıdaki vatanıdır. Selçuklular döneminden başlıyarak çok güçlü bir türkçe edebiyat bu coğrafyada vücut bulmuştur. Osmanlı Devleti’nin başlangıcından itibaren de Türkçe devlet dilidir.
Ortadoğu’nun türkçesi sadece Türkiye ile sınırlı tutulabilir mi?
Daha baştan, tarihen bunun imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Suriye’nin, Irak’ın kuzey bölgelerinde hatırı sayılır türkçe konuşan topluluklar yüzyıllardır varolagelmiştir ve bölgede güçlü bir türkçe edebiyat da ortaya çıkmıştır. Bir anlamda 35. paralelin kuzeyi arapçanın tam hâkim olmadığı bir bölgedir ve bu bölgede türkçe etkili bir dildir.16. yüzyılın büyük şairi Fuzulî’yi, Bağdatlı Ruhî’yi ve 20. yüzyılda Bağdat’ın köklü ailelerinden olan Alûsîzadelerden Ahmed Haşim’i zikretmek bir fikir verebilir.
Bağdat elbette Abbasî hilafetinin başkentidir ve arapça açısından mühim merkezlerden biridir. Bununla birlikte, Türkçe için ve Türk tarihi ve kültürü için büyük önem taşıyan Divanü Lügati’t-Türk’ün Kaşgarlı Mahmud tarafından burada yazıldığını ve zamanın Abbasî halifesi Muktedî bi Emrillah’a sunulduğunu unutmamalıyız. İşin ilgi çekici yanı, bu kitabın bugün elimizde bulunan tek nüshası da Şam’da istinsah edilmiştir!
Daha güneye iner ve batıya doğru gidersek Mısır, türkçe açısından mutlaka dikkatten uzak tutulmaması gereken bir ülkedir. Tulunoğulları’ndan (868-905) itibaren 1952’ye, yani subaylar darbesine kadar, arada Fatımî dönemi hariç, bin yıl Mısır idaresinin başında daima Türk asıllı veya Türk devlet kültürü içinde yetişmiş yöneticiler bulunmuştur.[14] M. 830’da Halife Me’mun, Bizansla savaşırken ve bu sebeple Ankara’da bulunurken, Mısır’da Kıptî isyanları başlar. Me’mun Afşinlerden Haydar Kara-buğra’yı Mısır’a gönderir. Karabuğra Kıbtileri mağlub eder. Me’mun 833’te Mısır’a geldiğinde kubbeli bir Türk çadırında oturur. İbn Mühenna’ya göre. “Bundan sonra Abbasiler Mısır’ı elde tutmak için Türklere dayandılar ve bu merkeze ekseriyetle Türk valileri yolladılar.”[15]
Osmanlı öncesi dünyanın en güçlü Müslüman devleti olan Mısır Memlûkları zamanında Devletu’t-Türkiye veya Devletü’l-etrak olarak anılmıştır.
İlk sosyolog, siyaset felsefecisi sayılan ve Mukaddime isimli eseri yazılışının üzerinden 6 asırdan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen değerini koruyan İbn Haldun (1332-1406) ömrünün son 24 yılını Mısır’da geçirmiştir. Ailesi Endülüs’te (İşbiliye/Sevilla) yaşadıktan sonra Tunus’a geçmiş. Onun da bir süre Gırnata’da yaşadığı, Tunus’ta, Fas’ta ve Endülüs’te birçok önemli görev üstlendiği biliniyor.
İspanya’da ve Mağrib bölgesinde müslümanların sınır çatışmaları, işgaller ve iç karışıklıklarla boğuştuğu bir dönemde hac bahanesiyle Tunus’tan ayrılan İbn Haldun Mısır’a gelir. Sultan Berkuk yeni tahta çıkmıştır, burada iyi kabul gören İbn Haldun döneminin Mısırı için "burayı görmeyen, İslâm'ın kudretini anlayamaz" der. Burada muhtelif medreselerde müderrislik ve başkadılık yapan İbn Haldun’un Kamhiye Medresesi’nde verdiği ve Memlûk yöneticilerinin de bulunduğu derste, Türklerle ilgili şunları söyler:
“Mızrak ışıltılarıyla sapıklık şer karanlıklarını yok eden, keskin temrenleriyle yalan ve iftira bağ̆larını kesen, batıcı oklarıyla cehalet ve şirk deliğini tıkayan, yaptıklarında ve terk ettiklerinde ‘ümmetim içinde bir bölük hep olacak’ (Buhari, Müslim) hadisinin sırrını muzaffer kılan Türklerin bu zafere erişmiş öbeğinin devletleri, İ̇slâmı gölgesine almıştır. İslâm coğrafyasını genişletmişler, hilafet dâvetini en güzel şekilde yürütmüşlerdir, Hicaz ve Şam’ın en uzak yerlerine yaymışlar, Haremeyn-i Şerefeyn’e hizmette halkın hükümdarlarına üstün gelecekleri şeylere dayanmışlardır.” Mısır’a hâkim olan Türkler “bu ülkeyi bayındır hâle getirmişlerdir. Medreselerinde hep Kur’an okunmuştur. Camiler, taşların ve yıldızların sayısını geçen namaz ve ezanla coşmuştur. Minareler, iman simgesini duyurarak, istiğfar ve tesbihine dayanmıştır.”[16]
İbn Haldun, Sultan Berkûk tarafından yaptırılan el-Berkûkiye Medresesi’nin açılısında da̧ Berkûk’u ve Türkleri öven sözler sarf edȩr. Berkûk ülkenin ve dinin koruyucusudur. İbn Haldun yeryüzünün iki büyük milleti olarak Türkleri ve Arapları zikreder. Araplar yer kürenin güneyini, Türklerse kuzeyini kaplamıştır.[17]
* Dünyanın 2. “Türk devleti” Memlûklar!
Memlûkler Abbasilerden itibaren İslâm devletlerinde kölelerden müteşekkil bir askerî sınıf. Memlûk sistemi Osmanlı Devleti’ndeki kapıkulu kurumuna benzetilebilir. Abbasiler zamanında halifenin muhafız birlikleri olarak başlamış, sonra yaygınlaşmıştır. Bu şekilde kölelikten yetişenler tarafından ilk olarak Mısır’da Tulunoğlu devleti kuruluyor, sonra Ihşid devleti. Mısır bir süre sonra memlûk yönetimli bir ülke haline geliyor. Eyyübilerden Necmeddin Eyyub (1240-1249), Türk asıllı askerlerden Bahrî memlûk birliklerini oluşturuyor. “Kardeşi 2. Âdile karşı Kürt asıllı askerlerin kendisini terk etmesine karşılık Türk memlûklerinin sonuna kadar sadakatlerini devam ettirmeleri, onun bu teşkilatı kurmasında çok etkili oldu.”[18]
13. asırda İslâm dünyasını kasıp kavuran Moğol istilası sırasında Moğollara esir düşmüş Kıpçaklar satın alınarak okuma yazma öğretiliyor, Kur’an ukutuluyor, dinî bilgiler veriliyor. Ata binme, yüzme, kılıç, topuz vb. cenk âletleri kullanma becerisi kazandırılıyor ve savaş teknikleri talim ettiriliyor. Memlûklerin yerli halkla karışması istenmiyor, köle olarak alınan Türk asıllı hanımlarla evlendiriliyorlar. Memlûkler için İbn Haldun El-İber’de “Allahu teala, düştükleri bu esarete bedel olarak onlara Müslüman olmayı, bir süre sonra da Mısır’da saltanatı ele geçirmeyi nasib etti” diyor.[19]
Eyyubî devletinin memlûkleri devletleşiyor. Necmeddin Eyyüb’ün oğlu Turan Şah memlûkleri kıskanıyor, Bahrî (deniz) memlûklerinden Baybars ve arkadaşları Turan Şah’ı öldürüyor. Efendileri Necmeddin Eyyüb’ün Türk asıllı dul eşi Şecerü’d-dür’ü tahta çıkarıyorlar. Kadın hükümdar yadırgandığı için İzzeddin Aybek ile evlendiriliyor. (M.1250)
Memlûkler hangi kavimden olurlarsa olsunlar Türk isimleri taşıyor. Kölemenler tek nesillik bir asalet sınıfı meydana getiriyorlar. Çocuklara bu asalet geçmiyor, çünkü çocukları köle veya esir değil.[20]
Memlûk hükümdarları, köle askerler olarak çoğunlukla Türkler/Kıpçaklar arasından devşiriliyor, fakat Çerkez de olsalar, başka kavimden de gelseler, Türkçe öğrenerek yetiştiriliyorlar.[21] Mısır Memlûklerinin saray ve yönetim dilinin türkçe olduğu söylenebilir. Bu sahada önemli türkçe eserler yazılmış, arapça ve farsçadan türkçeye tercümeler yapıldığı gibi Memlûk yöneticilerinin kütüphaneleri için bazı Türkçe eserler istinsah edilmiş, bazı memlûk yöneticileri türkçe şiirler yazmıştır. Bu sahada yazılan eserlerin dillerinin asıl Memlük Kıpçakçası, asıl Oğuz Türkçesi ve Kıpçak-Oğuz karışımı bir dil olduğu görülmektedir.[22]
Memlûk sahasında yazılan lügat ve dilbilgisi kitapları:
1. Kitâbü’l-İdrâk li-lisâni’l-etrâk/Türklerin dilini anlama kitabı. Araplara Türkçe’yi öğretmek maksadıyla Endülüslü Ebû Hayyân el-Endelüsî tarafından 1312’de Kahire’de yazılmıştır. Sözlük bölümünde yaklaşık 3500 kelime var. Selânikî Mustafa Bey (1894) ve Ahmet Caferoğlu tarafından yayımlanmıştır (İstanbul 1931).[23]
2. Kitâb-ı Tercümân-ı Türkî ve Acemî ve Mugalî. 1343’de yazılmış, müellifi Halil bin Muhammed bin Yusuf el-Konevî. Araplara Türkçe öğretmek için kaleme alınmıştır. Recep Toparlı, M. Sadi Çögenli, Nevzat H. Yanık tarafından hazırlanan türkçe tercümesi TDK tarafından yayınlandı (Ankara 2000).
3. Kitâbü’t-Tuhfeti’z-Zekiyye fi’l-lugati’t-Türkiyye. 1425 yılından önce kaleme alındığı tahmin ediliyor, fakat müellifi bilinmiyor. Besim Atalay tarafından yayınlanmış (İstanbul 1945).
4. Kitâbü Bulgati’l-müştâk fî lugati’t-Türk ve’l-Kıfçak. Ebû Muhammed Cemâleddin Abdullah et-Türkî tarafından kaleme alınan eserin 1451’den önce yazıldığı tahmin ediliyor. Ananiasz Zajaczkowski tarafından isimler ve fiiller birer cilt halinde yayımlanmıştır (Varşova 1938-1954).
5. el-Kavânînü’l-külliyye li-zabti’l-lugati’t-Türkiyye. Kahire’de 15. asrın başlarında yazılan ve müellifi bilinmeyen eserin tek yazması Süleymaniye Kütüphanesi’nde. Kilisli Muallim Rifat (Bilge) tarafından yayınlandı. Daha sonra Recep Toparlı vd. tekrar yayınlanmıştır, Ankara 1999).
6. eş-Şüzûrü’z-zehebiyye ve’l-kitâbü’l-Ahmediyye fi’l-lugati’t-Türkiyye. Molla Sâlih tarafından 1619’da Mısır’da yazılan eser Besim Atalay tarafından yayımlamıştır (İstanbul 1949).
7. Kitâbü’d-Dürreti’l-mudîa fi’l-lugati’l-Arabiyye ve’t-Türkiyye. 14. veya 15. yüzyılda yazılmış Arapça-Türkçe sözlük. Recep Toparlı tarafından yayınlanmıştır. (TDK. Ankara 2003)
Dille ilgili bu eserler dışında türkçe fıkıh kitapları, okçuluk ve atlarla ilgili eserler ve farsça bazı edebî eserlerin tercümeleri de vardır.[24] Diyarbekirli Şerifî Firdevsî’nin Şâhname’sini 60 bin beyit halinde Sultan Kansu Gavri için çevirmiştir. Memlûk sultanlarının en ünlülerinden olan, Salahaddin sonrası Haçlı kalıntılarını bölgeden temizleyen Baybars, Arapların kahramanlık hikâyelerine konu olmuştur. Baybars bu hikâyelerde hem gerçek hüviyetiyle hem de efsanevî yönüyle görülür. Bazıları Binbir Gece Masallarına da karışan Baybars’la ilgili hikâyeler 50 kitap hâlinde yayınlanmış (Kahire 1908-1909).[25]
Türkiye’den sonra en fazla eski harfli türkçe basma ve yazma eser Mısır kütüphanelerindedir. En başta islâmî Türk edebiyatının ilk büyük eseri Kutadgubilig’in üç yazma nüshasından biri Mısır Millî Kütüphanesi “Darü’l-Kütub”dadır. Mısır kütüphanelerinde bulunan türkçe yazma ve matbu eserlerin on binin üzerindeki olduğu tahmin ediliyor.[26]
Memlûk Devleti’nin Osmanlı öncesi bölgede rolü önemli. Bölgeden son haçlı kalıntılarını temizliyorlar. Moğol/İlhanlıları durduruyorlar. Abbasî soyundan birini Kahire’ye getirip halife olarak ilân ediyorlar. Hicaz’da otoriteyi temin ediyorlar. Yemen civarına ve Basra Körfezi’ne yerleşmek isteyen Portekizlileri engellemeye çalışıyorlar. Osmanlılar Memlûkları ortadan kaldırdıktan sonra bölgeyle ilgili sorumluluklarını da üzerlerine almışlardır.
Tarihte ilk “Türk” isimli devletin Gök/Kök Türkler olduğu kabul edilir. Türk devletleri ekseriya hanedan veya kabile adıyla anılmıştır. Selçuklu, Osmanlı, Akkoyunlu... gibi. Mısır’da kölemen devletinde ne hanedan, ne de kabile sözkonusudur. Kölemenlerin esas vasfı, Türk asıllı veya Türkçe öğretilerek yetiştirilmiş olmaktır. Dolayısıyla devlete bir kabile veya hanedan ismi vermek mümkün değildir. Bu yüzden Mısır Memlûk devleti döneminde, ed-Devletü’t-Türkiyye veya Devletü’t-Türk olarak adlandırılmıştır.[27]
Memlûk sahasında çok sayıda Türk asıllı ilim adamı yetişti. Zehebî, ibnü’t -Türkmanî, Moğoltay b.Kılıç, ibn Kutluboğa, İbnülmecdi Ahmet b. Tanboğa, Baybars Devadar el Mansurî, Safedî Halil b. Aybek, Demirî, ibn Dukmak, Bedreddin Aynî, Muhyiddin el-Kâfiyeci, ibn Ayas, ibn Tagriberdî bunlar arasında sayılabilir.
Memlûk döneminde Türk sanatının izlerini Mısır sanatında görmek mümkündür. Memlûk sanatı Abbasî ve Fatımî sanatlarının devamı olarak görülmekle beraber, Türkistan sanatından büyük ölçüde izler taşır. Mimaride ve süslemecilikte Türk motifleri dikkati çeker.
Türklerin Mısır sanatında ve mimarisinde görülmesinin tarihi daha eskidir. Nilin sularının yükselişini ölçen “mikyas” binası M.861’de Ferganalı bir riyaziyeci ve mimar olan Ahmed b. Muhammed Ferganî tarafından yapılmıştır. Bu Türkistanlı âlim ve mimar Mısır’da kemer şekiline yenilik getirmiş. Roma ve Bizans’ın yuvarlak kemerlerinin yerine Hindistan ve Türkistan Budist mimarisinin özelliği olan sivri kemer Mısır’da görülmeye başlanmıştır. “Sivri kemerin, Burkan’ın mukaddes ağacı sayılan yabanî incir yaprağının şeklini taklid ettiği rivayet edilir.”[28]
Mısır’da 9. yüzyılda yapılan Tulunoğlu camii önemli bir mimarî eserdir. Kale görünümlü Ahmed b. Tulun’un Camiin minaresinin modelini kağıttan yaparak mimarlara verdiği ve minarenin o modele göre yapıldığı iddia edilmektedir. Bu şekil, İskenderiye Feneri’nin üzerine bir kubbe ilâvesi şeklindedir ve “Mısır minaresi”nin esasını oluşturur: Kaidesi dört köşe, orta bölümü çok köşeli, gövdesi toparlak ve tepesinde asıl İskenderiye Feneri’nde bulunmayan şekilde bir kubbe.[29]
Kültür ve sanat tarihi bakımından Selçuklu ve Zengî geleneği, Eyyubiler aracılığı ile Mısır’a ulaştı ve orada yerleşti. 14. asır tarihçisi Kalkaşandî, Mısır devlet nizamı ile merasimlerinin ve bunlar ile ilgili türkçe tabirlerin çoğunun Zengî sarayından geldiğini kaydeder.[30] Türklerin teşrifatçılığa ve hanedan armacılığına has ongunları Eyyubiler devrinde Mısır’da kulanılmış, Haçlı savaşları sırasında bazı Türk ongunları Firenklere geçmiş ve Avrupa’ya yayılmıştır. Avrupa şovalyeliğinde bir çok örf ve âdetin kaynağı Eyyübilerdir. Memlûkler evvela Eyyübî kültürünü, değiştirmeden, benimsemişler ve umumiyetle unvanlarında olduğu gibi, bunların geleneklerini takip etmişlerdir. Memlûk mimarisinin ilk devresi olan 1. Baybars devri (M.1260-1277) yapılarında ve sonrasında Türk mimarî geleneğinin tesirleri hissedilir.
Mısır’ın fethinden sonra inşa edilen yapılarda Osmanlı mimarî üslubu ağır basmaya başlar. Osmanlı döneminde yapılan camiler, tekkeler, sebiller, türbeler ve hanlar içinde en ünlüleri Süleymâniye Câmii, Mahmûdiye Câmii, Murâd Paşa Câmii, Kethüdâ Abdurrahmân Sebili’dir. Bunlar Mısır’da Osmanlı mahalli yöneticileri tarafından yaptırılmıştır. 19. yüzyılın ortasında Mehmed Ali Paşa’nın yaptırdığı camii ise tam mânasıyla bir selatin camiidir ve muhtemelen 19. asırda yapılan Osmanlı camilerinin en büyüğüdür.
*Osmanlı Mısır’ının son hamlesi: Kavalalı hanedanı
Memlûk devletine Yavuz Sultan Selim son veriyor (Ridaniye zaferi, 22 Ocak 1517), fakat memlûklerin Mısır toplumunda, 19. yüzyılın başında Mehmet Ali Paşa’nın kırımına kadar etkili oldukları görülüyor.
Mehmed Ali Paşa’nın hayatı, tarihi büyük şahsiyetlerin hikâyesi olarak okumaktan yana olanlara destek olacak olağanüstülüktedir. 18. asrın sonunda (1769) Kavala’da doğan Mehmed Ali, küçük yaşında babasını kaybeder. Leon adında bir Fransız tüccarın yanında çalışmakta iken 1787 yılında askerliğe intisab eder. Vergisini ödemeyen köylülere karşı girişdiği çatışmalarda dikkati çeker. 1801’de Mısır’ı işgal eden Fransızlara karşı oluşturulan kuvvete dahil edilir. Fransız kuvvetlerine karşı kazandığı başarıdan ötürü Mısır Valisi Mehmed Hüsrev Paşa tarafından binbaşılığa yükseltilir. Mısır’ın son Osmanlı valileri Hüsrev, Tâhir, Ali ve Hurşid paşaları bertaraf edip ulemâ, eşraf ve Mısır halkının desteğini alarak kontrolü sağlayan Mehmed Ali, Bâbıâli tarafından vali olarak tanınınır (1805).
O sıralar Osmanlı Devleti’ni meşgul eden Arabistan’daki Vahhabî gailesi ile İstanbul’un talebi üzerine ilgilenmeye başlar. 1815’e kadar Vahhabî/Suudî isyanının bastırılmasıyla ilgilenir, bilahire Vahhabîler’in tenkilini oğlu İbrahim Paşa’ya tevdî eder. Vahhabî isyanının bastırılması ve hac yollarının emniyetinin sağlanması, Mehmed Ali Paşa’nın İslâm dünyasındaki şöhretini artırır.
1820 yılında Sudan’ı kontrolüne alan Paşa, Hicaz ve Sudan seferinde ordusunun yetersizliklerini gördüğü için, Nizâm-ı Cedîd adlı yeni bir ordu kurmaya karar verir. Avrupaî tarzda düzenlenen bu ordu Mora isyanının bastırılmasında başarılı olur. İngiltere, Fransa ve Rusya, 1827’de savaşın durdurulmasını talep eder. Bâbıâli’nin reddi üzerine 20 Ekim 1827’de Navarin’de Osmanlı-Mısır donanması imha edilir. Mehmed Ali, müttefikleri temsil eden İngiliz Amiral Codrington ile İskenderiye’de bir antlaşma imzalar ve 1828’de Babıâliye danışmadan Mora’daki kuvvetlerini geri çeker...
Mehmed Ali Paşa, Mora seferindeki kayıplarına karşılık Suriye’nin kendisine verilmesini talep eder. Talebi reddedilince oğlu İbrahim Paşa kumandasındaki bir orduyu Suriye’ye gönderir (1831). İbrahim Paşa ordusu bir yıl içinde Suriye’yi geçip Anadolu’nun ortasına kadar gelir. Konya’da Osmanlı ordusunu mağlub eden İbrahim Paşa Kütahya’ya kadar ilerler. 2. Mahmud, Halep ve Şam’a ilâve olarak Adana’nın da İbrâhim Paşa’ya verilmesini kabul etmek zorunda kalır. Mehmed Ali Paşa, 2. Mahmud’un Ruslarla Hünkâr İskelesi anlaşması yapması karşısında kendisine verilen yerleri garantiye almak için ele geçirdiği bölgelerde yeni vergiler ihdas eder, mecburî askerlik uygulamasına geçer. Bu da huzursuzluğa yol açar. Bâbıâli ile Mehmed Ali arasındaki mücadeleye Avrupa’nın büyük güçleri de müdahil olur. Beş büyük devletin temsilcileri ortak bir nota ile Bâbıâli’den teşebbüslerinin neticesini beklemesini talep ederler. 15 Temmuz 1840’ta Bâbıâli, İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya temsilcileri arasında Londra antlaşması imzalanır. 24 Mayıs 1841 tarihli fermanla Mısır’ın idaresinin ırsî olarak Mehmed Ali Paşa soyundan gelen en büyük erkek evlâda geçmesi kabul edilir. Yarı müstakil bir devlet olan Mısır’ın valilerine, 1866’da “Hıdiv” unvanı verilir.[31]
Mehmed Ali Paşa, okuryazarlığı olmayan bir Osmanlı vatandaşı iken zekâsı, kabiliyeti ve cesareti (ve kıyıcılığı) ile Mısır’da bir buçuk asır sürecek bir hanedan kurdu. İslâm dünyasında modernleşme hamlelerini bazı ahvalde Osmanlı’dan önce gerçekleştirdi. Modern ve kuvvetli bir ordu meydana getirdi. Silâh ve mühimmat imali için fabrikalar tesis etti. Mehmed Ali Paşa, donanmaya da önem verdi. 1810’da Mısır donanmasının temelini Bulak’ta attı. Önceleri Fransa ve İtalya’dan gemi alan Paşa, İskendiye’de bir tersane kurdurdu. 1809’da Avrupa’ya öğrenci göndermeye başladı. Ülkede Avrupaî usulle öğretim yapan çok sayıda mektep açtı. 1816’da Hendese mektebi, 1827’de Tıbbiye, 1834’te Mühendishâne’yi kurdu. Tıbbiye hariç diğerlerinde tedrisat türkçe olarak yürütüldü.
Mehmed Ali Paşa, 1821’de yayıncılık tarihimizde önemli yeri olan Bulak Matbaası’nı kurdu. Öncelikli olarak ders kitapları olmak üzere bu matbaada çok sayıda türkçe eser basıldı. Tarım alanında da bir hayli düzenleme yaptı, üretimde ciddi artışlar oldu. Paşa türkçeden başka dil bilmiyordu, okur yazarlığı da yoktu. Buna rağmen yenilikçi bir Osmanlı zihniyeti ile hareket etti. Osmanlı Devleti ile zaman zaman çatıştı ama, kültürel olarak Osmanlı’yı devam ettiren bir siyaset takip etti.[32]
İslâm dünyasında modernleşme ihtiyacının hissedilmeye başlandığı dönemde Mehmed Ali’nin Mısır hâkimiyeti Osmanlı-Türk kültürü ve türkçe açısından büyük önem taşımaktadır. “Osmanlı ordusunda görevli bir subay (serçeşme) olan Memed Ali’nin 1805’te Mısır valiliğine yükselmesi ve kendi sülalesinin Mısır’ın mukadderatına 1952’ye kadar hâkim olması... Yüz elli yıllık bu tarihî sürecin şimdiye kadar ele alınmayan yönlerinden biri ve belki en önemlisi, bu sülalenin Mısır gibi Arap kültürünün, geleneklerinin kök saldığı bir toplumda, Türk kültürünün değişik tesirlerinin nüfuz etmesinde modern Mısır kültürün oluşmasındaki temel unsurlardan birisi haline gelmesidir. Merkezî bürokrasi ve ordunun kurulmasıyla genişleyen bu tesir klasik dönem Osmanlı tesirinin ulaşamadığı noktalara nüfuz etmiştir.”[33]
18. yüzyılın sonunda, Osmanlı taşrasında, Kavala’da ortalama Osmanlı kültürü ile yetişen Mehmed Ali Paşa ve ailesinin ilk nesli, Mısır’da güçlü bir yönetim oluştururken kararlı şekilde kendilerini geliştirmişler ve yeni nesillerin yüksek Osmanlı kültürü ile yetişmesini sağlamışlardır. Hanedana ilave olarak Osmanlı ülkesinin türkçe konuşan bölgelerinden getirilen ve Mısır halkından seçilerek yetiştirilen yeni idareci kadro ve modernleşme sonucu oluşan yüksek ve orta sınıflara bu kültür başarılı şekilde aktarılmıştır. “Böylece Mehmed Ali ve sülalesi döneminde Mısır’da Osmanlı Türk kültürü 1517’den bu yana görülmeyen bir yoğunlukta yayılma ve önceki döneme nazaran daha geniş bir kitleye ulaşma imkânını bulmuştur.”[34]
Osmanlı tesirinin Mehmed Ali Paşa döneminde, önceki üç yüz yıla göre daha müessir ve çok yönlü olduğu açıkça görülmektedir. Bu tesir, hayat tarzı, giyim kuşam, yemek kültürü, müzik ve eğlence gibi değişik sahalara nüfuz etmiştir. Mehmed Ali Paşa, ailesi ve genişleyen yönetim çevresi, Osmanlı kültürünü sürdüren bir aristokrasi ve burjuvazi tabakası oluşumuna yol açmış, orta tabakalar da zamanla bu kültür muhitinden etkilenmiştir. Modernleşme maksatlı uygulamalar, açılan yeni okullar ve özel olarak kurulan matbaada basılan çok sayıda türkçe kitab, arapça konuşan yerli halkın Osmanlı-Türk kültürünü benimsemesinde mühim rol oynamış, böylece Osmanlı-Türk kültür versiyonunun yanında “Osmanlı-Mısır” versiyonu ortaya çıkmıştır.[35]
Müşterek Osmanlı-Mısır kültürel geçmişi başlıca dört temel unsurdan oluşmaktadır: Türkçe öğretimi, İslâm medeniyetinin üç büyük dilinden biri olan farsçanın öğretimi, hüsn-i hat ve Osmanlı mûsıkîsinin yaygınlaştırılması.
Türkçenin bilhassa askerî alanda kullanılması bir zaruret olarak görülmüştür. “Askerî hayatın değişik safha ve yönlerini ifade etmek, hazar ve sefer hallerinde gerekli komutları vermek için, mevcut kullanılabilir durumda olan türkçenin yerine konulacak başka bir dil yoktur.” Türkçe güçlü bir askerî terminolojiye sahiptir. “Ayrıca Nizam-ı Cedid tecrübesiyle yeni terim ve komutlar ile belirli ölçüde avrupalılaştırılan türkçe, askerî dil olarak Mehmed Ali’nin istediğini yapmaya yetecek zenginliktedir.”[36]
Hıdiv İsmail Paşa (1863-1879) döneminde Türkçe öğretimi Mısır’da hiçbir dönemde görülmediği şekilde yaygınlaşır, hatta Sudan’a da intikal eder. Mısır’da Saraya mensup kadın şair ve yazarların varlığı ilgi çekicidir. Hıdiv İsmail’in eşlerinden Çeşm-i Âfet Hanım (öl. 1907)[37], ünlü Teymur ailesine mensup Ayşe Hanım (1840-1902)[38], Sultan Hüseyin Kâmil’in kızı prenses Kadriye Hüseyin (1888-1955)[39] ve sarayda yetişen cariyelerden olduğunu tahmin edilen Gülperi[40] hanımın şiir ve nesir eserleri kadın edebiyatımız açısından bilhassa dikkatle incelenmeyi hak etmektedir.
Osmanlı mûsıkisinin de bu kültürel yapılanmada önemli rolü vardır. Hıdiv İsmail Paşa, Ordu Nazırı İsmail Paşa’ya 1863’te, Mısır’ın değişik bölgelerinden dokuz ila on altı yaş arası 315 gencin seçilmesini ve nefesli ve darplı sazlarla icra edilen ‘mehteran’ müziği öğretilmesini emretmiş. “Bunlarla yetinmeyen Hıdiv İsmail, Türk mûsıkîsini maiyeti ve saray etrafında halka halka oluşan yeni aristokrasinin dikkatine sunmuş, İstanbul’daki köklü mûsıkî çevresi ile Mısır’da oluşan saray ve şehir -yani orta sınıf- mûsıkîsinin mensupları arasında ilişkiler kurulmasını sağlamıştır.”[41]
İsmail Paşa, kabiliyetli ses ve saz sanatkârlarını yazları İstanbul’a gönderir, burada mûsıkî çevreleri ile temasa geçen gençler, nihavent, hicazkâr ve acem gibi Mısır’da fazla bilinmeyen makamları öğrenirler. Bu yüzden, yirminci yüzyıl başında yetişen Münire el Mehdiye[42], Muhammed Abdülvahab, Ümmügülsüm gibi çok meşhur sanatkârlar üzerinde Osmanlı mûsıkîsinin tesiri hissedilir...
1930’lu yıllarda Şark Mûsıkîsi Enstitüsü kurulur. Kurucularından biri ve ilk müdürü Safer Ali Bey Mısır’da yaşayan Türk asıllı bir mûsıkîşinastır. Münir Nureddin de bu dönemde Kahire’ye gelerek konser vermiştir. 1960’lı yıllarda Türk mûsıkîsine alâka yeniden canlanır. Büyükelçi Semih Günver, 1968’de Ruşen Kam ve Ankara Radyosu Klasik Türk Mûsıkîsi heyetini davet eder, heyetin konserleri büyük alâka görür.[43]
Mehmed Ali Paşa’nın Mısır sarayı Türk yemeklerine de ilgiyi artırmıştır. “Günümüzde halen kebap, köfte, şiş köfte, şiş tavuk, börek, poğaça, baklava, dolma, yahni, türlü ve turşu gibi kelimeler Türkler için ne ifade ediyorsa Mısırlılar için de aynı mânayı ve benzer lezzetleri ifade etmeketedir.”[44] Bu dönemde Osmanlı hat sanatı zevki de yaygınlaşmıştır.
*Mısır ve türkçe basın-yayın
Mısır Lozan Andlaşması’na kadar, şöyle veya böyle, şeklen de olsa bir Osmanlı ülkesi idi. Tabiatıyla, “Arap devleti” karakteri baskın değildi. Hatta hanedan Türk asıllı olduğu ve türkçe konuştuğu için, askerî ve sivil bürokrasinin üst kademelerinde bir hayli türkçe konuşan-yazan kimse bulunduğundan, Kahire Türkçe için önemli bir merkez olma özelliğini koruyordu.
1933’te Millî Şairimiz Mehmed Âkif’in son şiir kitabı Gölgeler’in Kahire’de yayınlanması bu açıdan olağandışı sayılmaz.[45]
İlk türkçe gazete Kahire’de yayınlanmıştır. Vakayi-i Mısriye, yani Mısır valisi/Hıdivi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın yayınladığı resmî gazete Türkçe ve Arapça’dır. Bu süreli yayın, İslâm dünyasında bir ilktir. Osmanlı resmî gazetesi Takvim-i Vakayi’den üç yıl önce yayınlanmaya başlanmıştır. Bağdat valisi Davut Paşa’nın 1816’da yayınladığı rivayet edilen türkçe-arapça Curnalu’l-Irak’ın varlığı kesinleşinceye kadar 1828’de yayınlanmaya başlanan Vakayi-i Mısriye’nin ilkliği devam edecektir.[46]
Mehmed Ali Paşa önce âdeta “hizmete özel” denilebilecek bir mevkute daha yayınlatmıştır: Curnalü’l-Hıdivî, 1826. Yine Türkçe-Arapça bu süreli yayın 100 adet basılıp sadece üst kademe idarecilere dağıtılırmış. Vakayi-i Mısriye’nin yazıları önce Türkçe olarak hazırlanır, sonra Arapça’ya çevrilirmiş. Hatta, 1847-1851 yıllarında tamamen Türkçe yayınlanmış. Daha sonra tamamen Arapça yayınlanan bir resmî gazete olarak devam etmiş.[47]
Demek oluyor ki, Mısır’ın basın tarihimizin başlangıcında gözden kaçırılan/ihmal edilen mühim bir yeri var. Sadece basın tarihimizde değil, “basım” yani “tab’”-matbaacılık tarihimizde de mümtaz bir yeri var Mısır’ın. Yayıncılık tarihimizin efsanevî matbaası “Bulak” Mısır’da, Kahire’dedir. En güzel, en kaliteli, eski harfli türkçe eserler bu matbaada basılmıştır.
Bulak, Kahire’de bir semt.[48] Matbaa 1819-1820’de inşa edilmiş, 1821’de açılmış. Vakayi-i Mısriye de başlangıçta 5 yıl sürekli bu matbaada basılmış. Kitabesi türkçe[49], ilk kitap türkçe bir eser, Şânizade Ataullah Efendi’nin tercüme ettiği, Prusya kıralı Fredrick’in generallerine talimatı. Matbaa kısa süre sonra genişletiliyor. 1848’de 169 çalışanı olan kocaman bir basımevi haline geliyor. Bastığı kitapların büyük çoğunluğu türkçe ve arapça. Az miktarda farsça ve diğer dillerde kitap basılmış.[50]
Mehmed Ali Paşa’nın özellikle türkçe ders kitapları bastırmak, çocukların okumalarını düşündüğü türkçe kitapları özel olarak hazırlatıp burada yayınlatmak istediği arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır. “Valinin kendisi ve oğulları için, özellikle büyük oğlu İbrahim Paşa için siyasî tarih ve büyük devlet adamlarının biyografilerinin türkçeye tercüme edilmesi ve basılması sağlanmıştır.” Mehmed Ali Paşa döneminde Mısır’da basılan askerlikle ligili kitapların İstanbul’dan fazla olduğu görülüyor. Bazı askerî kitaplar önce Mısır’da basılıyor. Mehmed Ali Paşa döneminde (1822-1848) Mısır’da, büyük çoğunluğu fransızcadan tercüme 73 türkçe askerlik kitabı basılmış.[51]
Mısırda türkçe harflerin kullanıldığı ilk metin 1798’de Napolyon’un kurduğu matbaada basılmış hurufat kataloğu. Son kitap 1997’de basılmış. Bu iki asırlık dönemde Mısır’da 671 türkçe kitap basıldığı tesbit edilmiş. Bunların içinde Tuhfe-i Vehbî gibi 9 defa basılanlar da var. İstanbul’da İbrahim Müteferrika’nın matbaası 1729 faaliyete geçmiştir. Bulak Matbaası’nın yaklaşık yüz yıl sonra 1821’de açılışına kadar İstanbul’da Türkçe kitap basılan üç matbaa var. Bunlarda toplam 112 kitap basılmış. Mehmed Ali Paşa’nın ölümüne kadar (1848) Bulak’ta 253 kitap basıldığı dikkate alınırsa, yapılan işin vüsati anlaşılabilir. 1893’e kadar bu sayı 371’e yükselmiş.[52]
İstanbul’da yayınlanan kitaplardan daha güzel bir şekilde basılan 57 edebiyat kitabının 28 tanesi Türkçe divandır. 1836-1846 yılları arasındaki on yıllık dönemde yayınlanan bu türkçe divanlar, yazma kitap zevk ve alışkanlığının basılı kitaba yansımasının en iyi örnekleri arasındadır. Mehmed Ali Paşa döneminde türkçe kitap basılan diğer iki matbaa daha var: Saray el-İskenderiye ve Divan el-cihadiye. Bulak’ta basılan 28 divandan on bir tanesi sadece bu matbaada basılmıştır.[53]
Mısır’da bu tür yayınlar yanında, 2. Abdülhamid döneminde muhalif Jöntürklerin bir hayli kitap bastığı görülüyor. Daha sonra Yeni Osmanlılar ve nihayet Cumhuriyet’ten sonra muhalifler Mısır’da kitap yayınlamayı sürdürmüşlerdir.
Mısır sadece kitap neşriyatı bakımından değil, Vakayi-i Mısriye’den itibaren süreli yayınlar bakımından da önemli bir merkezdi. Burada yayınlanan 252 süreli yayının önemli bir kısmı, tahmin edilebileceği gibi muhaliflerin yayınıdır.
“Mısırda 20.yüzyılın son çeyreğinde basılan ve dikkate şayan son eser… Mısırlı türkolog ve polyglot dr. Hüseyin Mucib el-Mısrî’nin Solgun bir gül adı şiir kitabıdır.”[54]
*1920’lerde Mısır-Türkiye ilişkileri ve Mehmed Âkif’in Mısır’da bulunuşu
1920’li yılların başından itibaren Mehmed Âkif, Kavalalı Hanedanından Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak Mısır’da bulunuyor, ama Mısır bize yabancı bir ülke değil. O sıralar Mısır semalarında dalgalanan bayrak da Mehmed Âkif’e yabancı gelmiyor olmalıdır. Çünkü o bayrakda da İstiklâl Marşı’nda hitab edilen “şanlı hilâl” var! Tek farkı, yıldızın bir yerine üç tane olması ve zemin rengi. Bizim al bayrağa mukabil, Mısır’ın bayrağı yeşil. İskenderiye ile İstanbul arasında tarifeli vapur seferleri var. İstanbul’un ünlü lokumcusu Hacı Bekir’in İskenderiye ve Kahire’de şubeleri bulunuyor. Mısır’ın köklü eğitim kurumu olan El-Ezher’de binlerce Türk öğrenci eğitim görmüş ve görmeye devam etmektedir. 1950’lere kadar kadar Mısır’ın Türk asıllı devlet adamlarının ailelerinin pek çoğu yaz aylarını İstanbul’da kışları da Mısır’da geçirirmiş.
19. yüzyılın ikinci yarısında, bilhasa Abdülhamid devrinde yaygınlaştırılan öğretim sistemi bizim uzun süre dikkatten kaçırdığımız sonuçlar doğurdu. Eğer bu sistem bir çeyrek asır daha devam ettirilebilse idi, İslâm dünyasının çehresi çok farklı olacaktı. Osmanlı okullarından mezun olan Araplar “genellikle türkçeyi arapçadan daha ustalıklı kullanıyorlardı. Aileleriyle, çoluk çocuklarıyla arapça, meslek ve okul arkadaşlarıyla türkçe konuşuyorlardı.”[55]
Bütün Arap dünyasında olduğu gibi, Mısır’ın entelektüelleri de türkçe biliyordu. Mehmet Âkif bir zamanlar “Müslüman kadını” ve “Müslümanlıkta medeniyet” isimli kitaplarını çevirdiği ünlü Mısırlı yazar Ferid Vecdi ile Kahire’de görüşüyor. Mehmed Âkif, kendi ifadesiyle “ben Birgivî arapçasıyla (medresede öğretilen klasik arapçayı kastediyor) konuşmaya başlayınca Ferid Vecdi “zahmet etme ben türkçe biliyorum” diyor ve mükâleme türkçe olarak devam ediyor.
Türkiye Cumhuriyet’ten sonra Mehmed Âkif’in yaşamasına uygun bir ülke olmaktan çıkmıştı. 1925’te Eşref Edip belki de Mehmed Âkif’in yerine İstiklâl Mahkemesinde yargılanmaktadır! Eşref Bey’den sonra sıranın ona gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Çünkü şairin peşine polis hafiyeleri takılmıştır.
Mehmed Âkif’ın Mısır’a gidiş (ve orada kalış) sebebi belli olmakla beraber o sıralar ve hatta uzun süre bu durumun ifade edilmesi mümkün değildi. Eşref Edip, 1940’ta tercüme ve tadil edilerek Devlet tarafından Türkçesi yayınlanmaya başlanan şarkiyatçıların İslâm Ansiklopedisi’ne karşı aynı yıl çıkardığı Türk-İslâm Ansiklopedisi’nde, Âkif’in Haccetü’l-veda şiirini yazmak üzere “yâr-ı şefiki Abbas Halim Paşa ile birlikte Mısır’a çekildiği”ni yazmaktadır! Âkif, Kahire’de Halvan (imla onun) köyünde 11 sene inziva hayatı geçirmiş, mehtaplı gecelerde Nil kenarında şiirlerini okumuş, ehramlar önünde Firavun’un yüzüne silleler savurmuş![56] Bu ifadeler hakikatı ketmetmek gerektiğinde Eşref Edib’in şairaneliği şair Mehmed Âkif’e bırakmadığını gösteriyor!
*Âkif ve Mısır: Dostları, çevresi, meşguliyeti
Mehmed Âkif’in ilk Mısır ziyareti, I. Dünya Savaşı’ndan önce. Onu1914 başında Mısır ve Hicaz’da görüyoruz (ocak-mart1914). Mısır’la ilgili ilk şiiri bu ziyaretin eseri: El-Uksur’da, Hâtıralar, 15 kânun-ı sânî 1329, (1914 Ocak, Mısır’da, şiire başladığı tarih olabilir.)
Mehmed Âkif 1923 Ekiminde Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gidiyor. 1924 baharında dönüyor. 1924 sonunda gidiyor, 1925 baharında tekrar dönüyor. 1925 Eylülünde ise dönmemek üzere gidiyor.
Mehmed Âkif’in Mısır’da dostları, tanıdıkları var. Başta Abbas Halim Paşa. Mısır’a onun daveti üzerine gidiyor. Paşa çok takdir ettiği Âkif’i himaye ediyor. Türkiye’den sıkı dostlukları var. 1934’te vefatından sonra, kızı Emine ve yeğeni Sait Halim Bey Âkif’le ilgileniyor. Âkif’in hastalığı sırasında bir süre kaldığı Baltacı Çiftliği Halim Bey’in.
Abdülvahhab Azzam, 1920’li yıllarda Mısır’ın iktidar partisi olan Vefd partisi erkânından Abdurrahman Azzam’ın yeğeni, Kahire üniversitesinde hoca, Âkif’i buluyor ve üniversitede türkçe dersleri vermesini sağlıyor, (1929 Aralık), Hilvan’da, Âkif’le aynı semtte oturuyor.[57] Mehmed Akif zamanın Ezher şeyhi Meragî ile görüşür ve takdir edermiş.
Mısır’daki Türkler- talebeler. Yozgatlı İhsan Efendi ile 1925’te Mısır’a giderken vapurda tanışıyorlar.[58] Tahsilini tamamladıktan sonra Sultan Mahmut Medresesi’nde müderris oluyor. İhsan Efendi’yi çok seven ve takdir eden Âkif yurda dönerken Kur’an tercümesini ona emanet ediyor.[59]
Mehmed Âkif, Mısır’da İhvan-ı Müslimin’in kurucusu Hasanü’l-Benna ile de tanışmış ve görüşmüş.
Mehmed Âkif’in Mısır’da rahat bir hayat sürdüğü düşünülmemeli. Yalnız ülkesinin dışına düşmemiş, hayatın içinde iken, dışına düşmüştür. İçinde bulunduğu ruhî durumunu eski şeyhülislamlardan Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim beye şöyle açıklar: Mecali kalmamıştır, kendini toparlayamamaktadır, yapılanlar ona çok ağır gelmiştir. Perişanlığı o derecededir ki, sehiv secdesiz namaz kılamamaktadır![60]
İhsan Efendi Âkif’in ıstırap içinde olduğunu, memleketin başına gelenlerin ona çok tesir ettiğini belirtiyor. Ayrıca hanımı da rahatsızdır. Sinir krizleri geçirmektedir. Mehmed Akif, İhsan Efendi’nin müdürü olduğu Sultan Mahmut Tekkesi’ne cuma günleri gelir, camide cuma namazını kılar, akşama kadar kalır, yemek yer, çay içermiş.[61]
Abbas Halim Paşa’ya karşı bile dikkatli davranırmış. Hilvan’da onun evinde oturmayı kabul etmiş ama bir kaç kere Kahire’de ev kiralamak istemiş, Emir kendisine darılmış.
Geçim sıkıntısının ölçüsü, yakınlarından çok cüz’i borçlar istemesinden çıkarılabilir. Abdülvahab Azzam’ın Universite’de türkçe muallimliği teklifini “doktor size bunu arzetmek istiyorum. Sizinki keramet gibi oldu. Param bitti, çareler düşünüyordum”cümleleriyle karşılar. Azzam, “Efendim Kahire’ye gidip geleceksiniz, çoluk çocuğa gramer okutacaksınız”, deyince, Âkif’in cevabı “hammalık yapmaya razıyım” olmuş.[62]
Mısır’da yazılan şiirler
Mehmed Âkif 1923-1926 (Kur’an tercümesine başladığı tarih) arasında altısı uzun, biri kıt’a yedi şiir yazıyor. Mealle uğraşırken, şiir üretkenliği azalıyor. 1926-1933 arasında 19 şiiri var, altısı uzun, geri kalanları kıt’a. Safahat’a alınmayan 1928-1935 arasında yazılan 8 şiir var.
Firavun ile yüz yüze, Hilvan, 29 Kânun-ı evvel 1339 (uzun bir şiir, 1923)
Şehidler âbidesi için, kıt’a, Hilvan, 27 kânun-ı evvel 1340 (1924)
Vahdet, Hilvan, 12 kânun-ı sâni 1340 (1924, 1925 de olabilir, yayın tarihine bakılarak)
Gece, Hilvan, 5 kânun-ı sani 1341 (1925, ihtilaflı)
Hicran, Hilvan 10 kânun-ı sani 1341 (1925)
Secde, Hilvan 15 kânun-ı sani 1341 (1925)
Hüsam Efendi hoca, Hilvan, 4 şubat 1341 (1925)
Bir arîza, Hilvan, 1 ağustos 1345 (1929)
Bir gece, Hilvan 14 rebiüevvel 1347 (1928)
Ne eser ne semer, Hilvan, 21 mart 1346 (1930)
Derviş Ahmed, Hilvan, 1 eylül 1346 (1930)
Said Paşa İmamı, Hilvan, 1 teşrinisani 1347 (1931)
Resmim için, kıt’a, Hilvan, 10 teşrinisani 1347 (1931)
Nefsi nefsi, (kıt’a) Hilvan 12 temmuz 1348 (1932)
Yaş altmış, Hilvan 4 ağustos 1348 (1932)
Nevruz’a, (kıt’a) Hilvan 15 teşrinisani 1348 (1932)
Nerdesin, kıta, Hilvan, 19 teşrin-i sâni 1348 (1932)
Tek hakikat, kıt’a, Hilvan, 17 temmuz 1349 (1933)
Hayat arkadaşıma, yer adı yok ama..
Sanatkâr, Hilvan, 22 ağustos 1349 (1933 Şerif Muhiddin’le ilgili)
Gölgeler kitabı mûsıkî üstadı Şerif Muhiddin’e ithaf edilmiş.
Mehmed Âkif’in Safahat dışında kalan Mısır’da yazdığı şiirler:
Safahat için 1928, mektupta Mahir İz’e
Ferda kadın, torunu için, 1926
Tebrik, 1927 Abbas Halim Paşa için
Resmim için, 1929 Mahir İz’e
Tebrik, 5 temmuz 1928 Abbas Halim Paşa’ya (Mahir İz’e göndermiş).
Şarkın yegâne dahi-i san’atına, 18 eylül 1930, Şerif Muhiddin’e
İkinci mektup, 16 temmuz 1932 (Abbas Halim Paşa’ya)
Viranelerin yasçısı, kıt’a, ağustos 1935 Antakya ziyaretinde
Resmin arkasına not, 1935,
Kendim için, şubat 1936, “Resmim için” de denilir
Arkamda serilmiş yere 1936
Mehmed Akif’in Mısır şiirlerinin farklı bir muhtevaya sahip olduğu söylenebilir. Daha önce hep hayatın içinden konuşan şair, Mısır’da bu imkâna sahip değildir. Bir muhacir, bir münzevi olarak farklı bir iklimdedir. Bu yüzden içe yöneliş, ferdi duyuşlar şiirlerinde ağır basar.
*Modern dönemde Türkçe’nin önceliği: İlim ve yönetim
Osmanlı Devleti’nin son döneminde, öğretimin yayınlaştırılmasıyla rüşdiye (orta okul) ve idadî (lise) lerde Türkçe öğretimi yapılmış, böylece Arap nüfusun yoğun olduğu bölgelerde de okur yazarlar arasında Türkçe yaygınlaşmıştır. Bundan başka Osmanlı’nın yüksek öğretim kurumlarında öğretim gören Arap seçkinleri günlük hayatında Arapça konuşmakla beraber, işlerini Türkçe ile görmüşlerdir.
19. yüzyıldan itibaren Avrupa ile yakın temasın sonucu, batıda ortaya çıkan ilim, fen ve edebiyat terimlerinin karşılıkları türetilmiştir. Batı ilim ve fen terimleri esas olarak Arapça köklerden üretilen kelimelerle karşılanmış ve böylece çok zengin bir terminoloji oluşturulmuştur. Sosyal ve siyasî alanla ilgili üretilen veya yeni anlamlar verilerek kullanılan Arapça kökenli kelimeler sadece Türkiye’de değil, Arapça ve Farsça konuşulan bölgelerde de yaygınlaşmıştır. Türkçe 19. yüzyılda, bu hüviyetiyle ve batıdan yapılan tercümeler dolayısıyla, Arapça ve Farsça gibi iki güçlü dilin önüne geçmiştir.[63] Bütün İslâm dünyasında modernliğin kavranışında Türkçenin öncelikli yeri olduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlı’da modern tıp öğretimi 1827’de Tıbhane-i Âmire ile başlıyor. 1839’da Fransızca tedrisata geçiliyor. Anadolu’da tıp dili beylikler devrinde türkçeleşmişti. 2. Mahmud’un açılıştaki konuşmasında her ne kadar Fransızca öğretim yapılıyorsa da zamanla türkçe öğretime geçileceği ifade edilmektedir. Mehmet Cemaleddin Efendi 1855’te mümtaz (seçkin, özel) bir sınıf açarak Osmanlıca tıp dilini geliştirme çalışmalarına girişiyor. Böylelikle 1866’da Mektebi-i Tıbbiye-i Osmaniye’de Türkçe tıp tedrisatına başlanıyor, 1870’de Askerî Tıbbiye’de de Türkçe öğretime geçiliyor. İlk modern tıb sözlüğü 1874’te yayınlanmış: Lügat-ı Tıbbiye. Batı dillerinden bir çok tıb kitabı Türkçeye çevrilmiş. Türkçe öğretimden sonra müslüman tabiplerin sayısında artış olmuş. 1901’de daha geliştirilmiş bir tıp sözlüğü olan Lügat-ı Tıb hazırlanmış.[64]
Tıp terimlerinin hazırlanmasında daha önce mühendishanelerde başlayan modern ilimlerin terimlerinin Türkçeleştirilmesinde takib edilen yoldan gidilmiş, böylece modern bilimlerin diğer İslâm ülkelerine yayılması kolaylaşmıştır. Avrupa dillerinde eski bilimden modern bilime geçen terimlerin karşılıkları aslında İslâm dünyasında vardır. “Avrupalılar, yeni kavram ve yeni keşfedilen maddeleri kültürel arka planlarını temel iki klasik dil olan eski Yunanca Latince’den yeni kelimeler türetirken, Osmanlılar bunun mukabilinde Türkçe yanında kendi medeniyetinin klasik dilleri olan Arapça ve Farçadan yeni kelimeler türetme yolunu seçmişlerdir. Arapça yazılı klasik İslâm tıp literatürünün zenginliğinden istifade eden Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye mensupları, modern tıp terimlerinin türetilmesinde Arapçaya dayalı yeni mukabiller türetmeyi uygun görmüşlerdir.”[65]
Osmanlı ülkesinde İstanbul’dan sonra ilk tıp fakültesi Şam’da açılmıştır (1903) ve Şam Tıbbiye’si Türkçe öğretim vermiştir. Şam Tıbbiyesi Türkçe öğretim verirken, kullanılan tıp sözlüğü daha çok arapça köklerden üretilmiş olan terimlerden oluşuyordu. Şam Tıbbiyesi’nde tedrisatın Türkçe yapılması, bölge halkından destek görmüştür. Bu dönemde Beyrut’ta Amerikalı ve Fransız misyonerlerin tıp okulları var. Şam Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiyesi Hicaz demiryolu linşaatını teftiş için gönderilen operatör Hayreddin Paşa’nın Şam’da tıp mektebinin yararlarından söz eden raporu üzerine açıldığı anlaşılıyor. Bunun bölgede faaliyet gösteren misyonerlerin tıp tedrisatına karşı bir hamle olduğu düşünülebilir.
Tıbbiye, 1903-1916 Şam’da faaliyet gösteriyor, savaşın gidişatı karşısında Beyrut’a taşınıyor ve 2 yıl da orada faaliyet gösterdikten sonra 1918’de kapanıyor. Din ve mezhep farkı gözetmeden yöre halkından ve ecnebilerden talebeleri olmuş. Bütün harcamalar devlet tarafından yapılmış. Ecnebî tıp okullarıyla rekabet edecek vasıfta eğitim vermiş, bölgesinde tıp eğitiminde ekol oluşturmuş. Savaştan sonra, 1918’de eski binasında tekrar faaliyete geçmiş, Arap âleminde tıp tedrisatı tamamiyle İngilizce veya Fransızca yapılırken bir tek Şam Tıp Fakültesi’nde tedrisat arapça olarak yapılmaktadır. “Bağımsız Suriye Devleti’nin tıp fakültesinin temelini teşkil eden Şam Tıbbiyesi’nde tedrisatın Türkçe olması, bu fakültede Arapça tıp tedrisatının başlamasına vesile olmuştur. Günümüz Arap dünyasında Arapça tıp eğitimi, Şam Tıp fakültesi hariç bütün fakültelerde Avrupa dillerinde yapılmaktadır. Arapça tıp eğitimi sadece Şam’da gerçekleşmektedir. Bu da Osmanlı Şam Tıbbiyesi’nin Arapça tıp eğitiminin etkisinin açık bir ifadesidir.”[66]
Osmanlı Devleti’nin yönetim dili Türkçe’nin bölgede bu niteliğiyle de kabul gördüğü anlaşılmaktadır: “1920’lerde Filistin’deki İngiliz manda yönetiminde görev yapan Sir Harry Luke, anılarında 1928’de protesto için gelen bir Filistin Arap heyetinden (bu, iki cemaatin kutsal yerleri konusunda müslümanlarla Yahudiler arasında çıkan ‘Ağlama duvarı olayı’nın ilk evresidir) söz eder. Osmanlı İmparatorluğu’nun hâlâ varlığını sürdürdüğü dönemde Anadolu’da görev yapmış olan Luke, biraz Türkçe biliyordu ama Arapça bilmiyordu. Arapça tercümanını aradan çekmeye karar verdi ve ‘bildiğim biraz Türkçe’den ne kaldıysa, onunla başlattığım hararetli tartışmadan sonra, bu dilde söylediklerimin daha önce tercümanın arapçaya aktardığı sözlerimden çok daha etkili olduğunu farkettim. Bu ülkede yaşlı araplar arasında Türkçe’nin otorite dili olması geleneğinin hâlâ devam ettiğini gösteren bu durum çok ilginçti.”[67]
Arapçadaki türkçe
Türkçe’nin İslâmiyet’in kabulünden sonra Arapça’dan çok sayıda kelimeyi bünyesine aldığını biliyoruz. Bugün de sözlüklerimizde Arapça kaynaklı büyük miktarda söz varlığı mevcuttur. Peki Türkçe’den Arapça’ya geçen kelimeler yok mudur? Bu konu nedense fazla merak edilmemiştir. Arapça’da, ülkelere göre değişmekle beraber, askerlik, beslenme ve giyim kuşamla ilgili bir hayli Türkçe kelime yer almaktadır. Ayrıca, Türkçenin kavram eki -lık, -lik, -luk, -lük; meslek eki -cı, -ci, -cu, -cü, çi, çu, çü ekleri, -lı, li, lu, lü ve olumsuz sıfat eki, -sız, -siz, -suz -süz eklerinin gramatik bir şube yaratacak kadar sık kullanıldığı görülmektedir. Ayrıca Osmanlılar tarafından üretilmiş arapça kelimeler de bu mânalarıyla arapçaya girmiştir: Avrak/evrak, daire, davriya/devriye, farik/ferik, maaş, muşir, nefer, nutka/nokta, resmî, tahsil vs.[68]
“Arapça’da Osmanlılardan kalan birçok kelime hâlâ kullanılmaktadır. Örneğin Suriyeliler dogri (doğru) kelimesini kullanırlar. Mısır evlerinde erkeklerin oturduğu oda hâlâ selâmlık adını taşır. Mısırlılar, evlerinin bölümlerine de hâlâ oda demektedirler...Türkçeden geçen gümrük ve kubri (köprü) kelimeleri de yaşayan arapçanın parçasıdır...Türkçe -ci eki ile üretilmiş kelimeler, örneğin eczaci, kahveci, sofraci (garson anlamına Türkçede hiç kullanılmamıştır) ve arbacı (arabacı) muhtemelen Türk mirasından ‘eğer özgül olarak Osmanlı mirasından değilse) bir parça sayılabilir; İbn Batuta araba kelimesini lik kez Altın Ordu topraklarını gezerken duymuştur.”[69]
Osmanlı döneminde Arapça köklerden türetilen medeniye-medeniyet, vatan, asasa’den müessese, ictimaî, salahiyet, idam, tayyare vb. pek çok kelime kullanılmaya devam edilmektedir.[70]
Türkçe kullanılışta Arapçasından farklı mânalara sahip olan bazı Arapça kelimeler, Türkçedeki mânaları ile Mısır idarî dilinde olduğu gibi, halk diline de kullanılmaktadır: Belediye, müdür, imza, teşrif, ifade…vs. Bu kelimeler Mısır’la birlikte birçok Arap ülkesinde de Türkçede kazandıkları mânaları ile kullanılıyor. “Türkçedeki mâna ve kullanımları ile arapça yazışmalarda kullanılan çok sayıda kelime vardır: Kalem (büro), muharrerat (yazışmalar), şukka, sergi, maaş, inha, iltimas, istirham, yekûn, el-yekûn, el-umumî, örnek, buyruldu, nizamname, mazbata, imza, teşrif, redif, nefer, resmî, hususî, azruhal, mukavele, hey’e (heyet), rûz, mâh, mâhiye, serbuş (serpuş), ruhsatname, mirî, mezkûr, mumailey, müşarüniley gibi…” Bunun yanında görev unvanları: Nazır, müdür, memur, başkâtip, baş mühendis, yaver, hükümdar (kumandan) vs. onbaşı ile başlayan, ferik ve müşire kadar yükselen rütbeler Mısır’da da aynı şekil ve mânaları ile kullanılmıştır. Devletin yüksek kademeli ricaline arapça yazılan metinlerde hitap şekilleri türkçe cümlelerle aynen kalmış… Osmanlı menşeli sivil rütbeler Mısır’da 1952 darbesinden sonra kaldırılmış, Türkçe askerî rütbeler yerine Arapçaları ihdas edilmiş, bey ve paşa gibi sivil rütbelere resmen son verilmesine rağmen bu kelimelerin halk dilinde saygı ve taltif ifadeleri olarak kullanılmasına devam edilmiş.[71]
*Sonuç: Yakınşark’dan Ortadoğu’ya ve nihayet büyük Ortadoğu’ya...
İslâmın doğuş ve ilk yayılış alanları kendine mahsus bir tarih yaşamış, Emevî, Abbasî dönemlerinden sonra bölge Selçuklu ve Osmanlı yönetimleri tarafından bütünleştirilmiş, modern döneme ise Osmanlı hâkimiyeti altında girmiştir. Osmanlı idraki İslâm kültürünün taşıyıcısı olan bütün unsurları bünyesinde toplamış, Arapça, Farsça ve Türkçe’nin bu müşterek kültürün taşıyıcısı diller olarak hayatiyetini devam ettirmiştir. 19. yüzyıldan itibaren Türkçe yönetim dili olarak ve modern ilimlerin dili olarak bölgede etkili hale gelmiştir. Bunun ciddi bir müştereklik meydana getirdiği görülebilmektedir. Bu müşterekliğin 20. yüzyılda dünya sistemi içinde güçlü bir Osmanlı-İslâm bloku olarak belirmesi durumu ile karşı karşıya kalınabilecektir. 1. Dünya Savaşı ve sonrasında İngiliz politikaları ile bu ihtimal tamamen ortadan kaldırılmıştır. “Âlem-i İslâm-İslâm dünyası” kavramı “İttihad-ı İslâm”a, yani bir bütünlüğe atıflarından ötürü etkisizleştirilmiş, coğrafî gibi görünen siyasî kavramlar yaygınlaştırılmıştır.
Emperyalist Avrupa’nın “Şark meselesi” bağlamında icad ettiği, görünüşte coğrafî, esasta siyasî kavramlar 19. yüzyılın sonundan itibaren yaygınlaştırılmıştır. Near east “Yakınşark”, esas olarak Osmanlı Devleti’ni, onun sahip olduğu coğrafyayı ifade eden bir kavram olarak bizim “Lozan Konferansı” olarak bildiğimiz “barış konferansı”nın adında yer almıştır.
1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere öncülüğündeki batılı emperyalistler Yakın Şark İşleri Konferansı ile Osmanlı mirasını paylaşmışlar, sınırları belirlemişler ve bölgede sürekli istikrarsızlık unsuru olacak İsrail’in yolunu açmışlardır. “Savaşa son veren barış” olarak tanımlanan “Lozan”, esasında bölge otoritesini yok ederek, yerine yeni bir bölge gücünün konulmasına da izin vermeyerek, büyük istikrarsızlıklara ve karışıklıklara yol açmış ve bu da bitmez tükenmez çatışmalara, savaşlara sebebiyet vermiştir.
2. Dünya Savaşı sürerken yaygınlaştırılan Middle east “Ortadoğu” kavramı kısmen Osmanlı sınırları dışındaki İslâm coğrafyasını da içine alacak şekilde tanımlanmıştır.
1. Dünya savaşından sonra üç müstakil İslâm ülkesi vardı: Türkiye, İran ve Afganistan. Bunun dışında kalan İslâm ülkelerinin önemli bir bölümü sömürge olarak batılıların kontrolündeydi, geri kalanını da mandater olarak yönetiyorlardı. Bir taraftan manda yönetimleri sona erdirildi, diğer taraftan çok sayıda “bağımsız” ülke ihdas edildi. İngilizlerin “Yakındoğu”sunda Türkiye dışında Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan, Yemen, Umman ve Körfez emirlikleri siyaset açısından ciddi çeşitlilik meydana getirmeye müsaitti. Bununla yetinilmemiş, İsral’in devletleşmesi desteklenerek siyaset denklemi daha karmaşık hâle getirilmiştir.
Bütün bu ülkelerde sömürge/manda yönetimleri görünüşte sona ermiş fakat İngiltere, Avrupa nüfuzu devam etmiştir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin bölgedeki nüfuzu ve varlığı artmış ve “Ortadoğu” adeta ABD’nin yaygınlaştırdığı bir âlet kavram hâline gelmiştir.
1.Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılına yaklaşıldığında, 20. yüzyılın stratejisini belirleyen kapitalist/komünist bloklaşmasının çöküşünden sonra değişen dünya dengeleri karşısında yeni bir dünya stratejisi oluşturma peşinde olan ABD, “Büyük Ortadoğu” kavramını ortaya atmıştır. Bu kavramla İslâm coğrafyasının tamamının kastedildiğini, açıkça “İslâm dünyası” dememek için böyle bir kavramlaştırmanın tercih edildiğini tahmin edebiliriz.
“Büyük Ortadoğu projesi” denildiğinde, İslâm dünyasının geleceğini şekillendirme yönündeki emperyalist iradeyi anlayabiliriz. Her geçen yıl biraz daha görünürleşen bu irade, İslâmın merkez toprakları yanında, hemcivar ülkelerde de kanlı çatışmalarla tanımlanabilmektedir. Afganistan, Pakistan’dan Fas’a kadar büyük bir Asya ve Afrika coğrafyası ABD’nin stratejik önceliklerine göre dizayn edilmektedir. Bu sınırların değişmesi, yeni mezhebî ve etnik çatışmalar ihdası ve en önemlisi “radikal-terörist-dinci” örgütler öne sürülerek bir dünya düzeni dayatması olarak okunmalıdır.
Radikal dinci-terörist örgütleri öne sürerek İslâm coğrafyası üzerinde kontrol hakkı iddiasının temellendirilmesi bağlamında büyük İslâm blokununun oluşumunu imkânsız hâle getirmek, Şii dünyayı ise İran etrafında bölgede etkili bir güce dönüştürmek orta vadeli bir hedef olarak görünürleşmektedir. İslâm dünyası Şii-Sünni güç blokları şeklinde tanımlanır hâle gelirken, merkez coğrafyanın Arap-Türk-Kürt-Acem unsurları arasındaki müştereklikleri yok etme yönünde ciddi faaliyetler dikkati çekmektedir. Irak’ın işgaliyle sünniler cezalandırılırken, sünnilikle kuvvetli Arap bağı koparılarak diğer sünnî kavim Kürtler öne çıkarılmakta, böylece siyasî bölünme için güçlü bir unsur oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Türkiye Yakınşark İşleri Konferansı ile kurulmuştu. Onun Yakınşark’daki Osmanlı rolünü oynamaktan men edildiğini biliyoruz. Zaten yeni Türkiye’nin buna mecali de yoktu, fakat uzun vadede Türkiye’nin bu role sahip çıkabileceği de tahmin edilmez değildi. Nitekim geç de olsa Türkiye bu anlamda “ben de varım” dedi. Bölge ülkeleri ile ilişkilerini geliştirdi, ekonomik ve siyasî hamleleri psikolojik etki de meydana getirdi. Bu sırada patlak veren Arap baharının Türkiye modeline benzer bir demokratik İslâm dünyası ortaya çıkarma ihtimali, ABD ve batıya hoş gelmedi. Bölgenin yeniden yapılandırılmasında geniş kitlelerin oynayabileceği rolün Türkiye’nin güçlenmesine yol açacağı kuşkusu görünür görünmez müdahalelerle ortaya konuldu.
İslâm dünyasını kendini yönetemez, coğrafî bütünlüğü siyasî-kültürel-ekonomik bütünlüğe ulaştıramaz bir çerçevede tutmak, “Büyük Ortadoğu” siyasetinin esasıymış gibi görünüyor. Türklerin bölge yönetiminden dışlanması 20. yüzyılın batı siyasetinin temelini teşkil etmekteydi ve bunun haklı sebepleri vardı. İslâm âlemi, 20. yüzyıla kadar Türklerin yönetimde belirgin rol sahibi olduğu bir coğrafya idi. Hindistan’dan Cezayir’e kadar geniş bir coğrafyada Türk hanedanlı devletler etkili idi. Bu tesir Hindistan’dan başlıyarak İngilizler ve Cezayir’den başlıyarak Fransızlar tarafından 19. yüzyılda kırıldı ve 20. yüzyılda tamamen yok edildi. Türkiye’nin bölgede güçlenmesi bir dönüş ihtimali ihtiva etmesi açısından da rahatsızlık verici bulunuyor olmalıdır.
Dünyanın nüfusunun yaklaşık yüzde yirmibeşini müslümanlar teşkil etmektedir. Müslüman nüfusun yüzde 15’i şiidir. İran inkılâbına kadar yeryüzünde bir Şii İslâm devleti sözkonusu değildi. İran devrimi ABD tarafından, Amerikan karşıtı tavrına rağmen rağmen, İslâm dünyasında doktriner bir Şiî devlet ortaya çıkarması bakımından olumlu karşılanmış olmalıdır. Bu Şii otoritenin başlangıçta bütün İslâmı gözetir görünen bir siyasî konumda bulunurken, reel politik zeminine oturarak zamanla dünya Şii siyasetini oluşturduğu artık açıkça belli olmuştur. Sonuç olarak, Büyük Ortadoğu Projesinin asla barışçı bir muhteva taşımadığı, İslâm coğrafyasında ABD-Batı tahakkümünü süreklileştirmeyi esas aldığı şüphe götürmez hâle gelmiştir.
Kitabiyat
Şinasi Altundağ: Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı-Mısır Meselesi. 2.bs. Ankara 1988
Ahmet Angın: Dünya Politika Ansiklopedisi. İstanbul 1967
L.Carl Brown: İmrapatorluk Mirası-Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası. (Çev. Gül Ç. Güven) İstanbul 2000
Ali Fuat Cebesoy: Siyasî Hatıralar. II. kısım. İstanbul 1960
D. Mehmet Doğan: Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş, 3. bs. Ankara, 2014 Batılılaşma İhaneti. 35. bs. Ankara 2014
M. Ertuğrul Düzdağ: Mehmet Âkif Ersoy, Ankara 1998
Üstad Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar 3 C. 4. bs. İzmir 2008
M. Emin Erişirgil: İslâmcı Bir Şair’in Romanı. İstanbul 1956
M. Emin Gerger-Ramazan Topdemir: Bilinmeyen Yönleriyle İslâm ve İstiklâl Marşı Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, İstanbul 2011
İbn Haldun: Bilim ile Siyaset Arasında Hatıralar. (çev. Vecdi Akyüz). İstanbul 2004
Hüsrev Hatemi-Yeşim Işıl: Bir Bilim Dili Mücadelesi ve Tanzimat. İstanbul 1989
Ekmeleddin İhsanoğlu: Mısır’da Türkler ve Kültürel Mirasları. İstanbul 2006
Ekmeleddin İhsanoğlu: Suriye’de Modern Osmanlı Sağlık Müesseseleri, Hastahaneler ve Şam Tıp Fakültesi. Ankara 1999
E. İhsanoğlu, R. Şeşen, C. İzgi, C. Akpınar, İ. Fazlıoğlu: Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi. 2 C İstanbul 1997
Mahir İz: Yılların İzi. İstanbul 1975
Abuzer Kalyon: Ayşe Teymurî Divanı/Divan Şiirinin Nil'deki Sesi. Ankara 2013
Güner Karaağaç: Türkçe Verintiler Sözlüğü. Ankara, 2008
Cemil Meriç: Kırk Ambar. İstanbul 1980
İsmail Yiğit: Memlûkler. İstanbul 2008
A.Azmi Bilgin-Necmeddin Hacıeminoğlu: “Kıpçaklar” DİA, C.25
Jale Demirci: “Cumhuriyetin 80. yılında Türkiye’de Memlûk-Kıpçak türkçesi çalışmaları” DTCF Türkoloji Dergisi, C.16 S.2
D.M.Doğan: “Şairin Mısır’daki Gölgesi” Mehmet Akif Bilgi Şöleni 6 Mehmed Âkif ve Gölgeler. Ankara 2014
Emel Esin: “Mısır Türk sanat merkezleri” Türk Ansiklopedisi, C.24
Gökhan, İlyas: “İbn Haldun'un Memlûk Sultanları İle İlişkisi”, Kapadokya Tarih ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 3, Ekim 2014
Cengiz Kallek: “Bulak” DİA, C.6
Süleyman Kızıltoprak: “Memlûk” DİA, C.29
Turgut Kut: “Bulak Matbaası” DİA, C. 6
M. Hanefi Kutluoğlu: “Kavalalı Mehmed Ali Paşa” DİA, C.25
Bernard Lewis: “Çağdaş arapçanın siyaset terminolojisinde Osmanlı mirası” sf. 313 (L.Carl Brown: İmparatorluk Mirası, İstanbul, 1996 içinde)
Geofferey Lewis, “Dildeki Osmanlı mirası” (L.Carl Brown: İmparatorluk Mirası, İstanbul, 1996 içinde)
Serdar Sakin-Can Deveci, “Ortadoğu Kavramı ve Sınırları Üzerine Bir Değerlendirme” History Studies, ABD ve Büyük Ortadoğu İlişkileri Özel Sayısı/ 2011
Kürşat Solak, “Çerkez Memlûkler Çerkez mi?”, AÜDTCF Tarih Araştırmaları Dergisi (TAD), S. 51, Ankara, 2012
İsmail Yiğit: “Memlûkler” DİA, C.29
Anabritannica, Encyclopaedia Britannica’nın 22 ciltlik Türkçe versiyonu (1986-1990) C.17, C.22.
İktisat ve Ticaret Ansiklopedisi, C.10 (1954)
Meydan Larousse, C.11
Türkçe Sözlük. Türk Dil Kurumu. İstanbul 1945, 2. bs. 1955, 3. bs. 1959, 7.bs. 1983, 9. bs. 1989, 11. bs. 2011
[1] Ahmet Angın: Dünya Politika Ansiklopedisi. İstanbul 1967, sf. 159
[2] İktisat ve Ticaret Ansiklopedisi, C.10 (1954)
[3] Türkçe Sözlük. İstanbul 1945, sf. 621
[4] D. Mehmet Doğan: Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş, 3. bs. Ankara, 2014, sf. 189
[5] D. Mehmet Doğan “Yüzyıl savaşları” Vahdet, 8.4.2015
[6] Ali Fuat Cebesoy: Siyasî Hatıralar, II. kısım. İstanbul 1960, sf. 25
[7] “Yakındoğu” Meydan Larousse, C.12
[8] Encyclopædia Britannica, dünyanın en uzun süreli ingilizce genel kültür ansiklopedisi olarak kabul ediliyor. İlk baskısı 1768'de İskoçya'nın Edinburgh şehrinde yapılmış. Dünyanın en gelişmiş akademik ansiklopedisi sayılan Britannica’nın 2012’den beri sadece elektronik versiyonu yayında.
[9] Anabritannica, C.17. Encyclopaedia Britannica’nın 22 ciltlik Türkçe versiyonu (1986-1990). Türkiye ile ilgili bazı maddeler ilave edilmiş, bazı maddelere eklemeler yapılmıştır.
[10] Anabritannica, C.22
[11] Serdar Sakin-Can Deveci, “Ortadoğu Kavramı ve Sınırları Üzerine Bir Değerlendirme” History Studies, ABD ve Büyük Ortadoğu İlişkileri Özel Sayısı/ 2011
[12] a.g.m., sf. 284
[13] Cemil Meriç: Kırk Ambar. İstanbul 1980, sf. 282-288
[14] Ekmeleddin İhsanoğlu: Mısır’da Türkler ve Kültürel Mirasları. İstanbul 2006, sf. XVII
[15] Emel Esin: “Mısır Türk sanat merkezleri” Türk Ansiklopedisi, C.XXIV
[16] İbn Haldun: Bilim ile Siyaset Arasında Hatıralar. (çev. Vecdi Akyüz). İstanbul 2004, sf. 181
[17] İbn Haldun, 185-186, Gökhan, İlyas: “İbn Haldun'un Memlûk Sultanları İle İlişkisi”, Kapadokya Tarih ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 3, Ekim 2014, s.35-43.
[18] İsmail Yiğit: Memlûkler. İstanbul 2008, sf. 15
[19] Zikreden: İ.Yiğit, Memlûkler, sf. 15
[20] Süleyman Kızıltoprak: “Memlûk” DİA, İsmail Yiğit: “Memlûkler” DİA
[21] “Çerkez memlûkler”in çoğunlukla Türk olduğu iddiası için bkz. Kürşat Solak, “Çerkez Memlûkler Çerkez mi?”, AÜDTCF Tarih Araştırmaları Dergisi (TAD), S. 51, Ankara 2012, sf. 201-208.
[22] A.Azmi Bilgin-Necmeddin Hacıeminoğlu: “Kıpçaklar” DİA
[23] Endelüsî’nin türkçe ile ilgili diğer üç kitabının günümüze ulaşmadığı belirtiliyor: Zehvu’l-mülûk fî nahvi’t-Türk, el-Ef’al fî lisani’t-Türk ,Dürretü’l mudîa fi’l-lügati’t-Türkiyye (İsmail Yiğit: Memlûkler. İstanbul 2008, sf. 311)
[24] Jale Demirci: “Cumhuriyetin 80. yılında Türkiye’de Memlûk-Kıpçak türkçesi çalışmaları” DTCF Türkoloji Dergisi, C.16 S.2, sf. 53-63
[25] İsmail Yiğit: Memlûkler. İstanbul 2008, sf. 364
[26] Mısır’daki yazma eserlerle ilgili ilmi fihrist Prof. Dr. Nasrullah Tırazi tarafından hazırlanmış (bkz. Abuzer Kalyon: Ayşe Teymurî Divanı/Divan Şiirinin Nil'deki Sesi. Ankara 2013, Sunuş)
[27] “Bahrî Memlükler, Mısır’a Devletü’t-Türkiyye (Türk devleti) adını verdiler.” Emel Esin: “Mısır Türk Sanat merkezleri” Türk Ansiklopedisi, C.XXIV sf. 122
[28] Emel Esin, a.g.m., sf. 117
[29] E.Esin, sf. 119 İskenderiye Feneri, antik dönemin 7 harikası arasında sayılır. Tarihte inşa edilmiş deniz fenerlerinin en yükseği olarak bilinir. Yapının tepesinde tunçtan bir ayna bulunuyormuş. Ahmed b. Tulun İskenderiye Feneri’ne de tahtadan bir kubbe ilave ettirmiş.
[30] a.g.m., 122
[31] Hıdiv, farsça bir kelime olup, “büyük vezir, sadrazam, başvekil” demektir.
[32] Şinasi Altundağ: Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı-Mısır Meselesi. 2.bs. Ankara 1988, M. Hanefi Kutluoğlu: “Kavalalı Mehmed Ali Paşa” DİA
[33] Ekmeleddin İhsanoğlu: Mısır’da Türkler ve Kültürel Mirasları. İstanbul 2006, sf. XVIII
[34] E. İhsanoğlu, a.g.e, sf. 23
[35] A.g.e, XX
[36] A.g.e 88
[37] Çeşm-î Âfet Hanım’ın dîvânı Levha-i Dil, Semra Tunç tarafından yayımlanmıştır. (Konya 2013)
[38] Ayşe Teymûrî, Mısır’da siyaset, kültür ve edebiyat alanında etkili olan Teymûrî sülalesine mensup. Türkiye’deki edebiyat ve ilim çevrelerine M. A. Yekta Saraç’ın İlmi Araştırmalar dergisinde 1995’te yayınlanan “Türk Edebiyatının Mısır’da Unuttuğu Bir Şair: A’işe İsmet Teymûr” isimli makalesi ile tanıtılmıştır. Teymurî’nin divanını Abuzer Kalyon yayınlamıştır (Ankara, 2013)
[39] Millî Mücadele sırasında, 16 Nisan-24 Mayıs 1921 tarihleri arasında Ankara'yı ziyaret etmiş olan Kadriye Hüseyin, intiblarından oluşan kitabıTemmuz 1921'de Roma’da fransızca olarak yayımlatmış, "Mukaddes Ankara'dan Mektuplar" ismiyle Cemile Sahir Sılan tarafından 1922’de türkçeye çerilen eser, ancak 1987’de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır.
[40] Gülperi Hanım’ın Güldeste-i Hatırat’ı, Filiz Kalyon tarafından yayımlanmıştır. (Ankara, 2014)
[41] İhsanoğlu, 41
[42] Münire el Mehdiye (Müniretü’l-Mehdiye, 1895-1965) hanımın, Türkiye’nin inkılâp tarihinde ismi geçen bir Mısırlı muganniye olması ilgi çekicidir. Arap dünyasının Ümmügülsüm’den önce en meşhur şarkıcısı olan Münire Hanım, 9 Ağustos 1928’de İstanbul’da Sarayburnu’nda konser vermiştir. Konseri dinleyen Mustafa Kemal Paşa şunları söylüyor: “Bu gece burada güzel bir tesadüf eseri olarak şarkın en mümtaz mûsıkî heyetini dinledim. Bilhassa sahneyi birinci olarak tezyin eden Müniretü’l-Mehdiye hanım sanatkârlığında muvaffak oldu.”
Harf inkılabı ile ilgili bir konuşmanın bir parçası olan bu sözlerin devamında, Paşa, Türk hissiyatı üzerinde artık bu basit mûsıkînin tesiri olamayacağını, medenî dünyanın müziğini benemsemek gerektiğini belirtir. Türk’ü şen olmaktan alıkoyan bu mûsıkî yerine konulmak istenen mûsikînin caz veya dans müziği olabileceği tahmin edilebilir. Çünkü klasik batı müziğinin de insanları neşelendirmek gibi bir özelliği yoktur. (bkz. D.M. Doğan: Batılılaşma İhaneti. 35. bs. Ankara 2014, sf. 89-90)
[43] İhsanoğlu, 43
[44] a.g.e, 44
[45] Bkz. D.M.Doğan: “Şairin Mısır’daki Gölgesi” Mehmet Akif Bilgi Şöleni 6 Mehmed Âkif ve Gölgeler. Ankara 2014, sf. 34-44
[46] Nesimi Yazıcı: “Vakayi-i Mısriye üzerine birkaç söz”, OTAM, Sayı: 2, 1991, sf. 267
[47] A.g.m, sf. 268 vd.
[48] Bulak, 13. yüzyılda Nil nehrinin yatağının yer değiştirmesi ile ortaya çıkan kumsal üzeninde eski Meks şehrinin yerine kurulmuş bir yerleşme. Sultan Kalavun zamanında gelişmiş, ticaret ve sanay merkezi haline gelmiştir. Evliya Çelebi 45 mahalleli, 6700 haneli 400’e yakın cami ve mescidli ve 1600 dükkânlı bir şehirden bahseder. Napolyon’un Mısır seferi sırasında yakılıp yıkılan şehir Mehmed Ali Paşa zamanında tekrar imar edilmiştir. (bk. Cengiz Kallek: “Bulak” DİA)
[49] Bulak Matbaası’nın kitabesi halen İskenderiye Kütüphanesi’nde muhafaza ve teşhir ediliyor. 2013 yılı başındaki ziyaretimizde bizzat gördük.
[50] Bulak matbaası, “Darüssınati’l-âmiriyye”, kitabesine göre, 1819-1820’de inşa edilmiş. 14 kasım 1821’de resmen açılmış. Kitabesi türkçe. (Turgut Kut: “Bulak Matbaası” T.Diyanet V. İslâm Ansiklopedisi C. 6)
[51] İhsanoğlu, sf. 26, 88, 91
[52] İhsanoğlu 177-179. Ekmeleddin İhsanoğlu kitabın sonunda Mısır’da basılan kitapların künyelerini kaydetmektedir. sf. 384-517
[53] A.g.e, sf. 181-183
[54] A.g.e, 247
[55] Bernard Lewis: “Çağdaş arapçanın siyaset terminolojisinde Osmanlı mirası” sf. 313 (L.Carl Brown: İmparatorluk Mirası, İstanbul, 1996 içinde. )
[56] Bkz. M. Emin Gerger-Ramazan Topdemir: Bilinmeyen Yönleriyle İslâm ve İstiklâl Marşı Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, İstanbul 2011, sf. 25
[57] Mahir İz, Abdurrahman Azzam’ın İstanbul’a gelip görüşerek Âkif’e Mısır Üniversitesi’nde Türk dili ve edebiyatı dersleri okutmasını teklif ettiğini yazıyor. “İstiklâl Marşı şairinin barınacak evi olmadığı gibi, ne bir geliri ne de tekaüd maaşı vardı, bu teklife hüsnü Kabul gösterdi” diyor. (Yılların İzi, İstanbul 1975, sf. 143) Bu durumda, Âkif’in en azından 1925’te ders vermeye başlaması gerekir. Fakat bizzat Mehmed Âkif, Mısır’dan Mahir İz’e yazdığı 17 aralık 1929 tarihli mektupta iki hafta evvel derslere başladığını bildiriyor. (bkz. M. Ertuğrul Düzdağ: Mehmet Âkif Ersoy, Ankara 1998, sf. 138-139) M. Emin Erişirgil “İslâmcı Bir Şair’in Romanı”nda, Abdülvahhab Azzam’ın 1929’da İstanbul’a gelişinde Âkif’in damadı Ömer Rıza Doğrul ile görüştüğünü, onun Hilvan’da, oturduğunu böylece öğrendiğini ve dönüşte teklifi yaptığını yazıyor. (Sf. 396-397) Ömer Rıza Doğrul ise Safahat’ın başında Akif’in hayatını anlatırken derslere 1926’da başladığını belirtiyor. (Safahat, 15. bs. İstanbul, 1982)
[58] M. Ertuğrul Düzdağ: Üstad Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar 1, 4. bs. İzmir 2008, sf. 331
[59] Aynı eser, 375
[60] Ali Ulvi Kurucu, C. 2, sf. 114
[61] Ali Ulvi Kurucu, C. 1, sf. 376, 378
[62] Ali Ulvi Kurucu, C. 1, sf. 379
[63] E. İhsanoğlu, R. Şeşen, C. İzgi, C. Akpınar, İ. Fazlıoğlu: Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi. 2 C İstanbul 1997 (Ekmeleddin İhsanoğlu’nun takdim yazısı, sf. I-X)
[64] Hüsrev Hatemi-Yeşim Işıl: Bir Bilim Dili Mücadelesi ve Tanzimat. İstanbul 1989
[65] Ekmeleddin İhsanoğlu: Suriye’de Modern Osmanlı Sağlık Müesseseleri, Hastahaneler ve Şam Tıp Fakültesi. Ankara 1999, sf. 64
[66] A.g.e, sf. 26, 36, 64
[67] L.Carl Brown: İmrapatorluk Mirası-Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası. (Çev. Gül Çağalı Güven) İstanbul 2000, sf. 20
Teyid edici yakın bir örnek: “Telefonda Filistinli Nidal’in dedesi hakkında bana anlattıkları bunu doğrulamıyor muydu? Çanakkale cephesinde bulunmuş bir gazi olan dedesinin kendisine 5 yaşındayken özellikle Arapça’dan önce Türkçe (yani bizim deyişimizle Osmanlıca) öğrettiğini, ölene kadar dedesiyle Osmanlıca yani İslâm yazısıyla ama Türkçe mektuplaştıklarını anlattığında gözlerimin dolmaması mümkün müydü?” (Derin Tarih Çanakkale özel sayısı, Mart 2015, Mustafa Armağan’ın sunuşu).
[68] Güner Karaağaç: Türkçe Verintiler Sözlüğü. Ankara, 2008 sf. XXI
[69] Geofferey Lewis, “Dildeki Osmanlı mirası” (L.Carl Brown: İmparatorluk Mirası, İstanbul, 1996 içinde.) sf. 318
[70] G. Lewis, sf. 322
[71] E. İhsanoğlu, Mısır’da Türkler ve Kültürel Mirasları, sf. 82-83

























Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.