• İstanbul 14 °C
  • Ankara 16 °C

Prof. Dr. İhsan Safi: Mehmet Âkif’in, Şanlı Osmanlı Devleti’nin Yıkılması Karşısındaki Duygu ve Düşünceleri

Prof. Dr. İhsan Safi: Mehmet Âkif’in, Şanlı Osmanlı Devleti’nin Yıkılması Karşısındaki Duygu ve Düşünceleri
Mehmet Âkif diğer şairler gibi isteseydi tabiatın; ağaçların ve çiçeklerin güzelliklerinden aldığı hisleri, duygulanmaları çok güzel bir şekilde ifade edebilirdi. Ama o bu duygularına ketm vurmayı, onları setr etmeyi, gizlemeyi tercih etmiştir.

Tebliğime başlamadan önce, Hasan Basri Çantay’ın Âkif’le ilgili bir hatırasını burada vermek istiyorum. Çantay, şunları söylü­yor:

“Galiba 1926 senesindeydi. Ben hastalanarak İstanbul’a gitmiş, orada tedavi altına girmiştim. Karesi otelinde âcizi lütfen ziyarete gelen Âkif bana yeni bir şiirini okudu. Galiba Gece’siydi. Dedim ki: - Hazret, siz vadiyi değiştirmişsiniz! Cevap verdi: - Benim asıl va­dim bu idi. Ben şiirlerimi cemiyete faideli olsun diye yazdım.”[1]

İşte sadece bu satırlar bile bize Mehmet Âkif’in vatanını ve mil­letini ne kadar çok sevdiğini ve düşündüğünü göstermesi için yeterlidir. Bu sevgi yüzünden şiirinin asıl mecrasını bile değiş­tirmek zorunda kalmıştır.

Yine Süleyman Nazif de Âkif için şunları söyler:

“Tabiatın mehasininden, eşcar ve ezharın güzellikle­rinden, güzel çehrelerinden aldığı maye-i tahassüsü daima gizlemiştir, ketmedemediklerini cemiyetin el- vah-ı mukadderatına mezcetmiştir.”[2]

Mehmet Âkif diğer şairler gibi isteseydi tabiatın; ağaçların ve çiçeklerin güzelliklerinden aldığı hisleri, duygulanmaları çok güzel bir şekilde ifade edebilirdi. Ama o bu duygularına ketm vurmayı, onları setr etmeyi, gizlemeyi tercih etmiştir. Onun ye­rine ülkenin içinde bulunduğu durumu ortaya koymuş, yanlış­lıkları tespit etmiş, bu durumdan kurtulmak için insanlara çareler sunmuş, milletin ve ülkenin hâli perişan iken bu tarz sanatla uğraşmayı doğru bulmamıştır. Nadiren yazdığı bu tarzdaki şiirleri ise Türk edebiyatının semasında altın levhalar hâlinde asılı durmak­tadır. O kadar güzeldirler.

Süleyman Nazif’in yukarıda söylediği sözlere misal olarak burada Safahat üçüncü kitap “Hakkın Sesleri”ndeki 5 Haziran 1913 tarihini taşıyan şiirindeki bahar tasvirini göster­mek istiyoruz. Şiirde Âkif, bahardan şu şekilde bahsetmektedir:

Rengârenk coşkusuyla bahar gelmiştir. Allah, her tarafa bir yeşil kan, bir yeşil can yağ­dırmış ve gökyüzü yemyeşil olmuştur; dağ, dere gömgök kesilmiştir. Her taraftan hayat fışkırmaktadır. Çıplak, kurumuş kemik gibi olan dalların âdeta yüzlerinden kan damla­maktadır. Bugün yaratılış şenliğidir. Yaratılış, kırları mekân tutmuştur, kudretin feyizli eli kırlarda işlemiştir. İnsan gidip bunları görmelidir:

Çık da bir seyret bahârın cûş-i rengâ-rengini;

Nefh-i Sûr’un dinle mevcâ-mevc olan âhengini!

Bir yeşil kan, bir yeşil can yağdırıp, kudret, yere:

Yemyeşil olmuş, fezâ, gömgök kesilmiş dağ, dere.

En kısır toprak doğurmuş, emzirir birçok nebat;

Fışkırır bir damlacık ottan, tutup sıksan, hayat!

Dün, kemikten külçe hâlindeydi her çıplak fidan;

Bak: Ne sağlam kan, bugün, dolgun yüzünden damlayan!

Dün, kudurmaktaydı ormandan cahîmî bin zefir;

Âşiyan tutmuş, bugün, her dalda perran bir safir!

Dün, nigeh-bânıydı milyarlarca zî-rûhun sübât;

Silkinip çıkmış o mahbesten, bugün, bir kâinât.

Dün, ne mâtemdeydi âlem! Yer hazin, gökler hazin;

Sûr-i fıtrattır bugün: Fıtrat bugün sahrâ-güzin!

İşlemiş kırlarda yer yer kudretin feyyâz eli,

Öyle yapraklar ki sun’undan: Gidip bir görmeli!

Görüldüğü gibi Âkif burada çok güzel bir bahar tasviri yapmıştır. Hem de diğer pek çok şairden farklı bir tarz takip ederek. Masnuattan bahsederken Sani’i unutmuyor. Tabiat­tan mana-yı harfiyle değil mana-yı ismiyle bahsediyor. Yani kendileri namına değil onla­rı bu kadar güzel yaratan yaratıcıları adına.

Şiirin buraya kadar olan kısmıyla Âkif, isterse ne kadar güzel bahar şiirleri yazabileceğini göstermiştir. Ama onun niyeti bu tarz şiirler yazmak değildir. Maksadı başkadır.

Nitekim şiirin ikinci bölümünde bu anlatımı sürdürmez, terk eder. Değil bir bahar, gök­yüzü böyle yüz bin bahar indirse; benim ruhumdaki sonbahara hiç tesir etmez, der. Çünkü aklına hemen vatanı ve milleti gelir. Memleketin durumu düzelmedikçe, insan­larımızın başındaki bu büyük musibet geçmedikçe bahardan zevk alamaz, onu anlatan

şiirler yazamaz:

Öyle amma, gördüğüm elvâh-ı şevkin rağmine,

Bende hâlâ zevke benzer duygu yok, hâlâ yine!

Bir değil, yüz bin bahâr indirse hattâ âsuman;

Hiç kımıldanmaz benim rûhumda kök salmış hazan!

Dem çeker bülbül... Benim beynimde baykuşlar öter!

Sonra, karşımdan geçer bir bir, yıkılmış lâneler!

Âşinâlık yok hayâlin konsa en bildik yere,

Yâd ayaklar çiğniyor: Düşmüş vatan yâd ellere!

Başka ses bilmem, muhîtimden enîn eyler huruş;

Beklerim dinsin bu mâtem, beklerim, olmaz hamûş!

Âh! Tek bir âşiyandan bin yetîmin nâlesi,

Yükselirken, dinleyen insan mıdır bülbül sesi (Safahat, C.1., s.424.)

Burada söyledikleri aslında o dönemdeki şairleri de bir nevi tenkittir. Memleket işgal al­tındayken, her tarafta mağlubiyetler varken, insanlar büyük acılar çekmekteler iken na­sıl olur da bunlar kalkıp aşktan, bahardan, gülden, bülbülden bahsedebilmektedirler? İşte Âkif böyle şairlerin insan bile olamayacağını söylüyor. Tek bir yuvadan binlerce yetimin iniltisi yükselirken, bülbül sesi dinleyen insan mıdır?

Mehmet Âkif’in Osmanlı Devletinin yıkılması üzerine yazdığı şiirlerinin daha iyi anlaşıl­ması, insanların nazarında değerinin düşürülmemesi için yaptığımız bu uzun girişten sonra esas konumuz olan Âkif’in bu tarz şiirlerindeki duygu ve düşüncelerini gösterme­ye geçebiliriz.

Âkifnâme adlı Mehmet Âkif’le ilgili önemli bir kitabın sahibi olan ve yukarıda da ondan bir alıntı yaptığımız Hasan Basri Çantay’ın Âkif hakkında söylediği şu sözü tebliğimizin de özeti gibidir:

“Kalb-i İslâm’ı göğsünün içine sığdıran bu şairi görünce şehitler: - Biz bu kadar eziyet çekmedik ve ıstırabın bu derecesine biz tahammül edeme­yiz diyeceklerdir.”[3]

Ne kadar büyük, yerinde ve tam isabet bir tespit! Âkif’in ruh hâlini ortaya koyan ne kadar muazzam ve muhteşem bir ifade! Bu söze öyle böyle bir söz nazarıyla bakılmamalıdır. Aşağıda vereceğimiz örneklerde de görüleceği gibi Âkif, gerçekten memleketin başına gelen musibetlerden âdeta kendini helâk edecek derecede büyük ıstıraplar çekmiştir.

İşte biz de bu tebliğimizde Mehmet Âkif’in Şanlı Osmanlı Devleti’nin mağlubiyetleri kar­şısındaki çektiği eziyeti ve ıstırabı yani onun bu büyük hadise karşısındaki duygu ve düşüncelerini elimizden geldiğince göstermeğe çalışacağız.

Mehmet Âkif, Osmanlı’nın yıkılmasından önceki baştakilerin yani yönetici konumunda­ki büyük kafaların durumunu şu şekilde vermektedir:

Başta bir kukla, bütün milletin istikbali

İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş:

Bir siyaset ki didiklerdi, eminim, Karakuş![4]

Nerde bir maskara sivrilse, hayâsızlara pîr,

Haydi Mabeyn-i Nümâyûn’a! Ya bâlâ ya vezîr

Ümmetin hâline baktım ki: Yürekler yarası!

Ne bir ekmek yedirir iş; ne de ekmek parası.

Kışla yok, daire yok, medrese yok, mektep yok;

Ne kılıç var, ne kalem... Her ne sorarsan, hep yok!

Kalmamış terbiye askerde. Nasıl kalsın ki?

Birinin ömrü mülazımlıkta geçerken öteki,

Daha mektepte iken tayy-ı meratible ferik

Bir müşirlik mi var? Allahu veliyyüttevfik

Hele ilmiye bayağıdan da aşağı bir turşu

Bâb-ı fetva denilen daire ümmi koğuşu

Anne karnından icazetlidir, ecdada çeker;

Yürüsün, bir de sarık, al sana kadıasker!

Vükelâ neydi ya? Curnalcı, müzevir, âdî

Ne Hudâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî

Güç okur, hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi..

Hani, can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi! (Safahat, C.1., s. 314, 316)

Burada Âkif, padişahtan başlayarak, saraydakiler, vekiller, askerler, ilmiye sınıfı, şeyhü­lİslâmlık dairesine kadar bütün önemli kurumların durumunu tek tek gözler önüne sermektedir. Hepsinde liyakatsiz, ehliyetsiz insanlar bulunmaktadır. Buralarda mem­leket ve millet hayrına hiçbir güzel iş yapılmamaktadır. Hürriyet’ten önce Osmanlı’nın durumu böyledir. Hazret-i Peygamber’in: “İşler, ehil olmayanlara verildiğinde kıyameti bekleyiniz.”[5] şeklindeki hadis-i şeriflerine de uygun bir durumdur bu. İşte Osmanlı’nın kıyameti de bu şekilde kopmuştur. Ehil olmayanlar pek çok önemli mevkii işgal etmiş­tir. Bunlar da Osmanlı’nın çöküşüne sebep olmuşlardır. Onu ayağa kaldıracak icraatları yapamamışlardır.

Yöneticilerin durumları böyledir. Peki, halk ve memleket nasıldır? Âkif, onları da şu şekilde anlatmaktadır:

“Zaman zaman görülen âhiret kılıklı diyar Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar Damarda seyri belirsiz irinleşen kanlar; Sürünmeler, geberip gitmeler, rezaletler;

“Dilencilikle yaşar derbeder hükûmetler;

Esaretiyle mübâhi zavallı milletler;

Harabeler, çamur evler, çamurdan insanlar;

Ekilmemiş koca yerler, biçilmiş ormanlar;

Durur sular, dere olmuş akar helâlar;

Sıtmalar, tifolar, türlü mevt-i sâriler;

Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar;

Mezar mezar dolaşıp, hasta baktıran sağlar...

Ataletin o mülevves teressübatı bütün!

Nümune işte biziz... Görmek isteyen görsün!

Bakın da haline, ibret alın şu memleketin!

Nasıldın ey koca millet? Ne oldu akıbetin?

Yabancılar ediyormuş -eder ya- istikrah

Dilenciler bile senden şereflidir billâh.

Vakarı çoktan unuttun, hayâyı kaldırdın;

Mukaddesatı ısırdın, Huda’ya saldırdın!

Ne hatıratına hürmet, ne ananâtını yâd;

Deden de böyle mi yapmıştı ey sefil evlât ( Safahat, C.1., s.486, 488.)

Böyle bir memleketin geleceğinden hayır umulur mu? Eğer bir an önce düzelmese mağlup olması, esaret altına girmesi mukadderdir. Nitekim öyle de olur.

İlkin Balkanlar elimizden çıkar. Hem de ne çıkış! Beş yüz senedir bulunduğumuz ve adi­lane yönettiğimiz, cennete çevirdiğimiz topraklardan Bulgar, Yunan ve Sırp orduları ve eşkıyaları tarafından çoluk çocuk demeden yaşlı, genç ayırımı gözetmeden büyük bir kıtale, zulme ve tehcire tabi tutularak çıkmak zorunda bırakıldık.

Mehmet Âkif, Osmanlı Devletinin Balkanlardaki bu feci mağlubiyetinden çok etkilen­miş, âdeta çıldırmış gibi olmuştur. Safahat’ta buna büyük yer ayırmış, pek çok şiirinde bu elim hadiseden bahsetmiştir.

Âkif, sadece şiir yazmakla kalmamış, İstanbul’un büyük camilerinde vaazlar vererek hal­ka hitaplar da etmiştir.

“1913 yılının ilk aylarında ve Balkan Harbi mağlûbiyetinin felâketli günleri içinde Beyazıd, Fâtih ve Süleymâniye camilerinde verdiği vaazlarında Âkif, İslâmiyet’in insanları kardeş yapan özelliği, Müslümanların başına gelen felâ­ketlerin sebepleri, dinde ırkçılık olmadığı, milleti birbirine düşüren en büyük fitnenin ırkçılıktan çıktığı, bu cereyanın yurdumuzu parçalamak isteyen ya­bancılar tarafından içimize sokulduğu; felâketimizin ikinci mühim sebebi­nin ise ahlâk düşüklüğü olduğu, dünyadaki Müslümanların son ümidinin devletimiz olup, elbirliği ile devleti ve orduyu kuvvetlendirmemiz gerektiği, çalışmanın, eğitimin, dinimiz ve milletimiz için hayati önemi... gibi bahisle­rin üzerinde durmuş; Balkan Harbi dolayısıyla halkı orduya yardımcı olmaya çağırmıştır.”[6]

Fatih Camiinde verdiği bir vaazda okuduğu şiir,[7] onun bu mağlubiyet karşısında ne ka­dar etkilendiğini göstermesi açısından önemlidir. Cenab-ı Allah’a samimi bir kalpten çıktığı belli olan kelimelerle seslenerek, O’ndan memleketin, Müslümanların, dinin bu kötü durumuna niye müsaade ettiğini sorar.

Şiir, Balkanlarda yapılanları gözler önüne sermektedir. 600 bin Müslüman birden boğaz­lanmıştır. Canlar yanmış, ismetler yırtılmış, seller gibi Müslüman kanı akıtılmıştır. Çoluk çocuk demeden, yaşlı genç ayırımı yapılmadan insanlar süngüler altında can vermiştir. Evler ateşe verilmiş, insanlar diri diri yakılmıştır:

İlâhî, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı...

Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı!

Ne ma’sûm ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!

Ne bîkes hanümanlar işte, yangın verdiler, yandı!

Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı!

Bu ciğerleri parçalayan hadiselerden sonra 600 sene Müslümanların elinde olan yer­ler artık Hristiyanların eline geçti. Ezanlar susturuldu, onun yerine çan sesleri işitilmeye başlandı. Fakat bu kadar eziyet çeken mazlumların kanı yerde kaldı. Onların hakkı alın­madı. Âkif Cenab-ı Allah’tan bunu sorarak bunun alınmasını ister:

Ezanlar sustu... Çanlar inletip durmakta âfâkı. Yazık: Şark’ın semâsından Hilâl’in geçti işrâkı! Zaman artık Salîb’in devr-i istîlâsı, ilhâkı.

Fakat yerlerde kalmış hakların ferdâ-yı ihkâkı,

Ne doğmaz günmüş ey âcizlerin kudretli Hallâk’ı!

Âkif, bunları yapan, Bulgur, Yunan ve Sırpları en rezil kavimler ve milletlerin en kahpesi olarak adlandırır. Bunların orduları da en alçak ordulardır:

İlâhî, şer’-i ma’sûmun şu topraklardı son yurdu...

Nasıl te yîd-i kahrın en rezîl akvâma vurdurdu

Evet, milletlerin en kahbesinden, üç leîm ordu,

Gelip tâ sînemizden vurdu, seyret hem, nasıl vurdu:

Ki istikbâl için çarpan yürekler ansızın durdu!

Mehmet Âkif bu yapılanları anlattıktan sonra Cenab-ı Allah’a seslenerek cemalini göster­mediğini, celâliyle üç yüz elli milyon Müslümanları mağlup ettirdiğini söyler. Oturmuş eğlenilirken yok olup gidişinle, dinsizliğe mühlet verişinin manası nedir, diye O’ndan bu sualin cevabını öğrenmek ister:

Tecellî etmedin bir kerre, Allâh’ım, cemâlinle!

Şu üç yüz elli milyon rûhu öldürdün celâlinle!

Oturmuş eğlenirlerken senin - hâşâ - zevâlinle,

Nedir ilhâdı imhâlin o sâmit infiâlinle

Nedir İslâm’ı tenkîlin bu müsta’cel nekâlinle

Burada Mehmet, Âkif Cenab-ı Allah’a değil Müslümanların başına gelenlere isyan et­mektedir. Gerçekten insanı isyan ettirecek kadar büyük hadiseler olmuştur. Bunların se­bebi insanların kendileridir. Allah’a bunları vermek bir nevi Cebriye mezhebine girmek olur ki bu, Âkif’in akidesine uygun bir durum değildir. Nitekim onun bu hissî hâli fazla devam etmez ve şiirin sonunda gerçek kimliğine tekrar geri döner.

Âkif, şiirin sonunda bu durumun kâinatta cereyan eden bir kurala göre olduğunu, fıtrata uygun davranılmadığı için yani çalışıp ilerlemedikleri için Allah’ın Müslümanların mağ­lubiyetine izin verdiğini söyler. Çünkü dünyada çalışma kanunu vardır. Allah bu kanunu koymuştur. Çalışan kazanacaktır. (“İnsan için ancak çalıştığı vardır.” Necm Suresi 39. Ayet) Hak olan budur. Allah da çalışmayanı, tembellik edeni, yan gelip yatanı yanı batılı galip getirerek haksızlık etmemiştir.[8]

Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mu’tâdı.

Ne sandın Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı

Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı;

Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı.

Cihan kanûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkadı!

Ne yaptın “Leyse li’l-insâni illâ mâ-se’â” vardı!

(Safahat, C.1., s. 378-3829

Safahat üçüncü kitap “Hakkın Sesleri”nin ilk şiiri olan bu şiir, Âkif’in Balkan mağlubiye­tini anlattığı diğer şiirlerinin de özeti gibidir. Buradaki üç başlık yani Bulgar, Yunan ve Sırpların yaptıkları katliamlar; Müslümanların hataları; Allah’a sığınma, yalvarma diğer şiirlerin de esasını teşkil eder.

Kitaptaki en güzel şiirlerden biri olan 12 Haziran 1913 tarihli “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” başlıklı şiirde de aynı metot uygulanmıştır. Aradaki fark sadece Âkif’in Cenab-ı Allah yerine Sahib-i şeriat’a yani Hz. Peygambere seslenmiş olmasıdır. Ondan İslâm’a sahip çıkmasını, Müslümanlara yardım etmesini ister:

Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed.

Aylar bize hep Muharrem oldu!

Akşam ne güneşli bir geceydi...

Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!

Âlem bugün üç yüz elli milyon

Mazlûma yaman bir âlem oldu:

Çiğnendi harîm-i pâki şer’in;

Nâmûsa yabancı mahrem oldu!

Beyninde öten çanın sesinden

Binlerce minâre ebkem oldu.

Allâh için, ey Nebiyy-i ma’sum,

İslâm’ı bırakma böyle bîkes,

İslâm’ı bırakma böyle mazlûm. (Safahat, C.1., s.426)

Şiirin sonlarında Âkif, âdeta ağlamaktadır. Bu son üç mısra ise onun sanatının ustalığını gösteren en güzel örneklerden birisidir. Son derece samimi; insanları can evinden yaka­lıyor. İşte Âkif, bunu başaracak kadar şiirde maharetli birisidir.

Bu şiiri verdikten sonra Mehmet Âkif’in Balkan mağlubiyeti üzerine yazdığı şiirleri yuka­rıdaki tasnife göre incelemeye geçebiliriz.

BALKANLARDA BULGAR, YUNAN ve SIRPLARIN YAPTIKLARI ZULÜMLER:

Bulgarlar, ihtiyar, kadın, yetim demeden beş altı günde otuz bin insanı boğazlamışlardır. Pomakların yani Rumeli’de Bulgarca konuşan bir Türk ve Müslüman topluluğun göğ­sü süngülerle deşilip içlerindeki imanı âdeta alınmak isteniyor. Âdeta, nasıl Müslüman olursunuz, diye onlara bunlar yapılmıştır. Irzları, malları, yurtları Bulgarlar tarafından he­der edilmiştir. Sebep de tekrar Bulgar olmaları isteniyor. Olmazlarsa öldürülüyorlar:

Bu mel’anetleri yapmaz - meğerki Bulgarlar!

—Ne ihtiyar seçiyor, bak, ne kimsesiz tanıyor;

Beş altı günde otuz bin adam boğazlanıyor!

Pomakların deşilip süngülerle vicdanı;

Alınmak isteniyor tâ içinden îmânı!

Birer birer oluyor ırzı, mâlı, yurdu heder...

Gidince hepsi elinden: “Ya Bulgar ol, ya geber!”

(Safahat, C.2., s.556)

Göğüsler baltaların en körüyle parçalanıyor, kafalar taşların altında eziliyor, gazlı bezle o bulunmazsa yağlı katranla insanlar yakılıyor. Bütün bu canilikler ancak Bulgarlara layık bir soğukkanlılıkla yapılıyor:

Şu, göğsü baltaların en körüyle parçalanan,

Şu, beyni taşların altında uğrayıp kafadan,

Karın, çamurların üstünde, inleyen canlar;

Şu, bir yığın kömür olmuş, kül olmuş insanlar;

Ki gazlı bezle, o olmazsa, yağlı katranla

Yakıldı Bulgar’a şâyeste bir soğuk kanla;

Onların dediklerini yapmayanları yani Hristiyan olmayanları şehit ediyorlar. Hristiyan ol­mak isteyenlere de fırsat vermiyorlar. Çünkü niyetleri bu değildir. Hristiyan bile olsalar kurtulamazlar. Öldürüleceklerdir. Bu bahanedir. Maksat ruhlarını da cesetleri gibi öldür­mektir:

“Salibe secdeye varmak Huda’ya isyandır.”

Deyip Huda’sına kurbân olan şehîdandır.

“Ya Bulgar ol, ya geber!” sâde hâinin dediği...

Tanassur etmeye koyvermiyor ahâlîyi,

Bahanesiyle imam görmüyor mu, çıldırarak,

Kuduzca saldırıyor intikam için ite bak!

Sarıklarından asılmışların hesabı mı var?

Yetişmiyor gibi yer, bir de gökyüzünde mezar! (Safahat, C.2., s.556)

Sırpların da Bulgarlardan aşağı kalır yanları yoktur. Onlar da benzer bir katliamı Kosova’da yapmışlardır. Öyle ki Kosova ovası, ıssız bir ovaya dönüşmüştür. Pek hazin bir vaziyette durmaktadır. Eski hâlinden bir eser kalmamıştır. Âkif’in, kuduz canavar diye adlandırdığı Sırplar burada taş üstünde taş bırakmamışlardır. Her tarafı yakıp yıkmış­lardır. Murad Hüdavendigâr’ı koynunda taşıyan toprak şimdi Sırpların ayakları altında inlemektedir. Onun emanetine sahip çıkılamamıştır, buralar Sırplara bırakılmıştır:

— Nedir uzakta nümâyân olan şu ıssız ova?

Ki pek hazin duruyor?

Bilmiyor musun? Kosova!

Nasıl bilirdin! Evet, bilmesen de hakkın var:

Bırakmamış ki, taş üstünde taş, kuduz canavar!

Yol uğratıp da bu sahradan önce geçmişsen;

Görür müsün, bakalım, bir nişane geçmişten?

Ne olmuş onca mefahir? Ne olmuş onca diyar?

Nasıl da bitmiş o saymakla bitmiyen âsâr!

O, Yıldırım gibi sâhib-kıranların, ebedî

Sadâ-yı kahrı fezasında çınlıyan vâdî,

Bir inkılâb ile, yâ Rab, nasıl harâb olmuş?

Ki çırpınıp duruyor her taşında bin baykuş!

Murâd-ı Evvel’i koynunda saklıyan toprak,

Kimin ayakları altında inliyor, hele bak!

Kimin elinde bıraktık... Kimin emânetini!

O Pâdişâh-ı Şehîd’in huzûr-i heybetini,

Sonunda çiğneyecek miydi Sırb’ın orduları,

İçip içip gelerek önlerinde bandoları? (Safahat, C.2., s.558)

Sırp orduları, ahaliyi birer birer öldürmeye başlar. Bahaneleri de şöyledir: Müslüman nü­fus gayrimüslimlerden çokmuş. Bunu dengelemeden idare zor olurmuş. O yüzden Müs­lümanları katletmeye başlarlar. Odun kıyar gibi binlerce can doğranır. Kosova, Prizren, İpek, Yakova karanlık bir renge bürünür. Her taraftan matem çığlıkları yükselmektedir. Beşikteki masumlar ile yaşlıların bile yaşama hakkı yoktur. Baltalarla kesilir, süngülerle delik deşik edilirler. Her tarafta kemik yığınları, kan pıhtıları vardır. Ocaklar bütün yı­kılmıştır. Yüz elli bin hane ortadan kaldırılmıştır. İşte Sırplar ve Hırvatlar Kosova’da, Arnavutluk’ta Müslümanlara bunları yapmışlardır:

Nedir şu karşıda birçok karaltılar yürüyor?

Muzaffer ordu ahâlîyi şimdi öldürüyor.

Nüfûs-i müslime çokmuş da gayr-ı müslimeden, İdare müşkil olurmuş tevazün eylemeden.

Demek tevazün içindir bu müslüman kesmek;

O hâsıl oldu mu artık adam kesilmiyecek!

Tevazün olmadı besbelli: Her taraf yanıyor;

Odun kıyar gibi binlerce sîne doğranıyor!

Ne reng-i muzlime girmiş o yemyeşil Kosova!

Şimale doğru bütün Pirzerin, İpek, Yakova,

Fezâ-yı mahşere dönmüş gıriv-i matemden...

Hem öyle arsa-i mahşer ki: Yok şefâ’at eden!

Ne bir yaşındaki ma’sûm için beşikte hayat-.

Ne seksenindeki mazlum için eşikte necat:

O, baltalarla kesiktir; bu, süngülerle delik...

Öbek öbek duruyor pıhtı pıhtı kanla kemik!

Bütün yıkılmış ocak, başka şey değil görünen;

Yüz elli bin bu kadar hânümânı buldu sönen! (Safahat, C.2., s.560)

Âkif’in Arnavutluk’un elden gitmesi karşısındaki üzüntüsünü bir kat daha artıracak baş­ka bir sebebi daha vardır. O da buranın babasının, dedesinin yurdu, köyü olmasıdır. Âkif, babasına seslenerek kabrinden kalkıp üç milyon insanın nasıl doğrandığına, bir bakma­sını ister. Diriler imdadına koşmadı, bari sen mezarından kalk diyerek onun ruhundan yardım ister, bu durumu ona şikâyet eder:

Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk

Bak nasıl doğranıyor Kalk, baba, kabrinden kalk!

Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş... (Safahat, C.1., s.390.)

Arnavutluk yanıyordur. Hem de pek müthiş bir şekilde. Sönmedik tek bir ocak kalma­mıştır. Tanıdık bir çehre kalmamıştır. Her taraf çöle dönmüştür. Geride hiçbir iz bırakıl­mamıştır. İnsanlar yakılmıştır. Cesetleri bile kalmamıştır:

Arnavutluk yanıyor... Hem bu sefer pek müdhiş!

Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu:

Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu.

O ne yangın ki: Ocak kalmadı söndürmediği!

O ne tûfan ki: Yakıp yıktı bütün vâdîyi!

Âşinâ çehre arandım... O, meğer, hiç yokmuş...

Yalınız bir kuru çöl var ki, ne sorsan: Hâmûş!

Âşinâ çehre de yok hiçbirinin yâdı da yok;

Yakılan bunca hayâtın, hani, ecsâdı da yok!

Yoklasan külleri, altından, emînim, ancak

Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak! (Safahat, C.1., s. 391.)

Âkif, bunları söyledikten sonra bir kez daha babasına seslenir ve senin öz vatanın, üç kal­tabanın hırsına feda olacak mıydı? diye ona sorar. Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti, der. Hem de bir daha geri gelmemecesine:

Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın

Olacak mıydı fedâ hırsına üç kaltabanın

Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti...

Öyle bir gitti ki hem: Bir daha gelmez ebedî!

Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba (Safahat, C.1., s.391.)

Murad Hüdavendigâr’ın türbesine haç saplanmıştır, mescitler hep ahır yapılmıştır. Hır­vat askerleri türbenin üzerine çıkıp hora tepmektedirler. O yerlerden geriye bir iz bile bırakmamışlardır. Şehitlerin türbeleri yerle bir edilmiştir:

“Meşhed”in beynine haç saplanacak mıydı baba!

Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra,

Hırvat’ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!

Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri...

Yer yarılmış, yere geçmiş, şühedâ türbeleri!

(Safahat, C.1., s.390, 392.)

Kosova artık tanınmaz bir hâle gelmiştir. O şanlı geçmişinden geride bir şey kalmamıştır. Şehitliğin üzerine meyhane kurulmuştur. İçerisinde sarhoşlar yatmaktadır. Sırp ayakları altında çiğnenmektedir:

Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova...

Sen misin, yoksa hayâlin mi Vefâsız Kosova!

Hani binlerce mefâhirdi senin her adımın

Hani sînende yarıp geçtiği yol “Yıldırım”ın

Hani asker Hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehîd

Ah o kurbân-ı zafer nerde bugün Nerde o iyd

Söyle, Meşhed, öpeyim secde edip toprağını;

Yok mudur sende Murâd’ın iki üç damla kanı

Âh Meşhed! O ne Sâhandaki meyhâne midir?

Kandilin, görmüyorum, nerde Şu peymâne midir?

Ya harîminde yatan, şapkalı sarhoşlar kim

Yoksa yanlış mı Hayır, söyleme, bildim... Bildim!

Basacak mıydı, fakat, göğsüne Sırb’ın çarığı

Serilip yerlere binlerce şehîdin sarığı,

Silecek miydi en alçak neferin çizmesini

Dürtecek miydi geçen, leş gibi her lîmesini (Safahat, C.1., s.394.)

Üsküp’te de durum aynıdır. Vardar nehrinde boğularak öldürülen erkek ve kadının had­di hesabı yoktur:

Şişip şişip gidiyorsun, değil mi, ey Vardar?

Ya boğduğun kadının, erkeğin hesabı mı var!

Mezarı olmuş iken bunca na’ş-ı mevvâcın,

Cenaze yutmaya hâlâ mı doymaz emvâcın?

Ne oldu yâdına her gün hutur eden o nukuş?

Nedir bu göğsüne çökmüş sevâd-ı cûşacûş?

Neden kısıldı muhitinde çağlıyan nagamât?

Bir âşinâ sesi duysaydım ölmeden... Heyhat! (Safahat, C.2., s.562)

Yunanlılar da Bulgarlar ve Sırpların benzeri bir katliam yapmıştır. Selanik’in, Siroz’un meşhur ovasında da durum aynıdır. Her taraf Müslüman kanına boyanmıştır ama Yu­nanlılar, Müslüman öldürmeye gene de doymamışlardır:

Selânik’in, Siroz’un, bak, o nâmdâr ovası,

Kimin elinde bugün, hangi haydudun yuvası?

Zemini öyle boyanmış ki, hûn-i İslâm’a:

Kızıl kesafeti çökmüş cebîn-i eyyama!

Kızıl ufukların altında kıpkızıl her yer...

Kızardı, baksana, dağlar, kızardı vadiler;

Kızardı çehre-i dünyâ; kızardı rûy-i semâ;

Fakat şu mavili bayrak kızarmıyor hâlâ!

Onun salındığı yerlerde bir kızıl tufan,

Ne can bıraktı, ne îman, ne boğmadık vicdan! (Safahat, C.2., s.562)

Minareler yıkılmıştır, medreseler, hatta kabirler bile yıkılıp dümdüz edilmişlerdir. Mes­citlerin çoğu ortadan kaldırılmıştır. Geri kalanlar ise ya meyhane olmuştur ya da kilise. Şehirde Müslüman evlerine sürekli baskınlar yapılır. Kazalarda katliamlar yapılır. Kirle­tilmedik namus bırakılmaz. İşte bütün bunları bir zamanlar Osmanlı sayılan Yunanlılar yapmıştır:

Minareler serilip- hâke, sustu ma’bedler;

Yıkıldı medreseler; dümdüz oldu merkadler.

Mesâcidin çoğu meydanda yok, kalanlar ise,

Ya gördüğün gibi meyhanedir, ya bir kilise.

Şehirde evlere baskın; kazada katl-i nüfûs;

Kurada kalmadı telvis olunmadık nâmûs!

Yapan da kim? Adı Osmanlı, ruhu Yunanlı,

Bu işde en mütehassıs bölük bölük kanlı!

“Mukaddes ordu”yu te’yîd eden bu azgınlar

Saçıp savurdular etrafa öyle yangınlar-.

Ki uğradıkları yerlerde tütmüyor bir ocak...

Kıyâm-ı haşre kadar, belki tütmeyip duracak! (Safahat, C.2., s.564)

Adım başında eşkıyalık, adım başında katliam... Alçaklığın ne kadar kanlı şekli varsa yapmaktadırlar. Haç kazılmak için alınlar parça parça ediliyor. Güya vaftiz edilecek diye buzlu gölde insanlar donduruluyor. Rahimler süngülerle delik deşik ediliyor, kızların ce­setleri çarıklarla çiğneniyor. Ailesi yok edilenler, evsiz barksız kalanlar, perişan analar, başıboş kalmış çocuklar, saç baş yolan nineler, inleyen babalar, camiye doldurulup bom­balarla öldürülen insanlar, yakılan Müslümanlar. İşte Yunanlılar bunları yapmışlardır:

Adım başında şekavet, adım başında kıtal;

Şenâ’atin ne kadar kanlı şekli varsa: Helâl!

Şu, haç kazılmak için alnı parça parça olan;

Şu, vaftiz etmek için buzlu gölde dondurulan

Zavallılarla soğuklarda titreşen eytâm;

Şu, süngülerle aranmış delik deşik erhâm;

Şu, na’şı kanlı çarıklarla çiğnenen kızlar;

Şu, hanedanı sönenler; şu hânümansızlar;

Şu ümmehât-ı perişan; şu derbeder evlâd;

Şu, saç yolan ninecikler; şu inleyen ecdâd;

Şu, bombalarla çöken kubbeler derûnundan;

Kemik sütunları hâlinde fışkıran ecsâd;

Şu kül yığınları altında saklı gövdeleri

Tavaf eden, o yürekler dayanmıyan feryâd; (Safahat, C.2., s.564)

Balkanlardaki Müslümanlara Sırp, Yunan ve Bulgarların yaptıkları bütün bu katliamların, zulümlerin, insanlık dışı işlerin sebebi, sadece o insanların Müslüman olmalarıdır. Suçları budur. Başka günahları yoktur. Müslüman oldukları için dipçik altında kafaları ezilmiş, gözleri oyulmuş, süngülenmişlerdir, beşiğinden alınıp parçalanmışlardır. Kolları başları vücudundan ayrılmış, namusları kirletilmiştir, katran dökülüp yakılmışlardır, kadınların memeleri kesilmiştir, göğüsleri baltayla yarılmıştır, hâsılı Balkanlardaki Müslümanlar, sırf Müslüman oldukları için kurumuş ot gibi doğranmışlardır. Onların Bulgar, Sırp ve Yunan­lılar nezdinde ot kadar bile değerleri yoktur:

Bu ne hicrân-ı müebbed bu ne hüsrân-ı mübin...

Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin!

Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar:

Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar!

Bereden reng-i hüviyyetleri uçmuş yüzler!

Kim bilir hangi şenâatle oyulmuş gözler!

“Medeniyyet” denilen vahşete lâ’netler eder,

Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler!

Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden!

Nice başlar, nice kollar ki cüdâ cisminden!

Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkat;

Sonra, nâmûsuna kurbân edilen bunca hayat!

Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler

Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler!

Teki binlerce kesik gövdeye âid kümeler.

Saç, kulak, el, çene, parmak...Bütün enkâz-ı beşer!

Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,

Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can!

İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün,

Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün!

Müslümanlıkları bîçârelerin öyle büyük

Bir cinâyet ki: Cezâlar ona nisbetle küçük! (Safahat, C.1., s.384-388)

Şimdi bütün bu şenaatler, fecaatler, cinayetler işlenirken, bunları görmezlikten gelmek, bu duruma seyirci kalmak, hiçbir şey yokmuş gibi fildişi kulelerde oturup aşktan, şa­raptan, sevgiliden, bahardan, bülbülden, gülden bahsetmek insafa, vicdana, insanlığa sığışır mı? Şair hassasiyeti buna müsaade eder mi? Bu vahşeti yapan Yunanlıların me­deniyetini Nev Yunanîlik akımı adı altında insanlara takdim hangi akla hizmet olur? Ya bunları dillendiren, tarihe belge olarak düşüren Mehmet Âkif’i, şimdiki rahat koltukları­na oturup da niye böyle şiirler yazdı deyip tenkit edenler veya bu yazdıklarına şiir değil deyip burun kıvıranlar o katliamlara ortak olmuş olmazlar mı?

Mehmet Âkif, burada bizim dayanamayıp tenkit ettiklerimize kendisi de Safahat’ta ce­vap vermektedir. “Berlin Hatıraları” başlıklı şiirinin içinde Rumeli’de yapılan mezalimi bir kez daha zikreder: Eşkıya çarıkları, imanları çiğnemiştir. Eski hanedanların yerini domuz çobanları almıştır. O soylu aileler, o beyler hep mahvolmuşlardır. Aile reisleri tamamen şehit düşmüşlerdir. Evler, dullar yetimlerle dolmuştur. Öyle bir katliam yapılmıştır ki de­reler kan akmıştır. Namuslar, ayaklar altına alınmıştır. Aile eşiğinden bile dışarı çıkmamış başlar, Rusya içlerine taşınmıştır:

Alev, saçaklara sarmış... Yerinde yok Rumeli!

Şakî çarıkların altında hurdehâş îmân;

Hudâ yı titretiyor eyledikçe istîmân!

Domuz çobanları “Balkan”da hânedân-ı vakûr!

O hânedanlar, o beyler bütün bütün makhûr.

Reîs-i âileler kâmilen şehîd olmuş;

Kapanmış evlere dullar, yetîmler dolmuş.

Zemîn-i câmidi seyyâl bir alevdir bürüyor’

Bütün sular durarak pıhtı pıhtı kan yürüyor.

Değil ki mahremi olsun yabancı enzârın,

Bu ihtimâli tasavvurdan ürken ebkârın,

Açılmadık yeri yok şimdi, hepsi meydanda;

Ridâ-yı ismeti bir yanda, kendi bir yanda.

Harîminin eşiğinden uzanmamış başlar

- Üzerlerinde muhâfız bölük bölük canavar -

Sürüklenip karakışlarda Varna sahiline

Sefinelerle taşınmakta Rusya dâhiline! (Safahat, C.2., s.658, 660)

İşte bütün bunlar olurken, bu şairler, okuryazar kesimler, aydın geçinenler bunlardan bir tanesi bile çıkıp millete uyanın dememişlerdir. Etrafı yangın sarmış, evler yanıyor, bunlar yangını haber vermedikleri, söndürmeye koşmadıkları gibi karşısına geçip bir de seyret­mişlerdir. Hatta bu işi yapanları da engellemeye kalkmışlardır. Ortada fol yok, yumurta yok, nedir senin bu yaptığın kuzum, diyerek:

Bu, yanmadık yeri kalmışsa, kağşamış yurda,

Meğerse Avrupa kundak sokar dururmuş da,

“Uyan şu uykudan, etrafı yangın aldı, yetiş!”

Demek lüzumunu hiçbir beyin düşünmezmiş.

Unutmuşum, bunu olmuştu hisseden gerçek..

Çıkıp da: “Ortada fol yok, yumurta yok” diyerek!

(Safahat, C.2., s.658, 660)

Âkif, onlara beddua ederek vatanın felâketine yaş akıtmayan böyle insanların gözleri kör olsun der:

Nasıl Tahammül eder hür olan esaretine?

Kör olsun ağlamayan, ey vatan felâketine (Safahat, C.1., s528)

Buraya kadar verdiğimiz örneklerden de görüldüğü gibi Mehmet Âkif, Balkanlardaki hadiseleri başından beri çok iyi takip etmiş, bunları şiirlerine konu ederek insanları bu­lundukları gafletten uyandırmak, olup bitenden haberdar etmek için büyük çaba sarf etmiştir.

Âkif’in Balkanlardaki hadiselere bu kadar büyük yer ayırmasının, ısrarla bunun üzerin­de durmasının, oralarda yapılanları insanlara anlatmasının başka bir sebebi daha var­dır. O da şudur: Balkanlar elimizden çıkmıştır. Ama düşman bununla yetinmeyecektir. İstanbul’u ve Anadolu’yu da almak isteyecektir. İşte Âkif, asıl bunu engellemek için çır­pınmaktadır. Geri kalan topraklarda da Balkanlardaki duruma düşülmemesi için tedbir alınmasını istemektedir.

Âkif, bu durumu göremeyenler, hâlâ gaflet içerisinde olanlara da veryansın eder. İşte Mehmet Âkif’in Balkan mağlubiyeti karşısında takındığı ikinci tavır da budur. Şimdi de bununla ilgili birkaç örnek vereceğiz.

Feda etmedik hiçbir şey elde kalmamıştır. Şeref, şan, din, iman, vatan, vicdan hepsi ayak­lar altına alınmıştır. Türbeler, mezarlar, mescitler hepsi yıkılmıştır. Çoluk çocuk demeden insanlar kesilmiştir, kadınların namusuna musallat olunmuştur. Bütün bunlar olmasına rağmen hâlâ bazı insanların kılı bile kıpırdamamaktadır. Hâlbuki düşman daha uğrunda yaşanılacak bir şey bırakmamıştır ki bu insanlar harekete geçmek için onu beklesinler. İşte Mehmet Âkif, bu ilgisizliğe, lakaytlığa, gayretsizliğe isyan eder. Böylelerine demedi­ğini bırakmaz:

Düşün: Hayâta fedâ etmedik elinde ne var?

Şeref mi, şan mı, şehâmet mi, din mi, îman mı?

Vatan mı, hiss-i hamiyyet mi, hak mı vicdan mı?

Mezar mı, türbe mi, ecdâdının kemikleri mi?

Salîbi sîneye çekmiş mesâcidin biri mi?

Ne kaldı vermediğin bir çürük hayâtın için?

Sayılsa âh giden fidyeler necâtın için!

Çoluk çocuk kesilirken; kadınlar inlerken;

Zavallılar seni erkek sanır da beklerken;

Hayâyı, ırzı ekip yol boyunca, çırçıplak,

Kaçarsın, öyle mi, hey kalp adam sıkılmayarak! (Safahat, C.1., s.490)

Âkif, bu kadar bağırıp çağırması, kızması, anlatması fayda etmeyince böylelerine son bir çare olarak yalvarmayı bile dener. Onlara yalvararak bir an önce uyanmalarını, kendileri­ne gelmelerini ister. Memleketin hali fenalaşmıştır. Bundan sonrası çok kötü olacaktır:

Ey cemâat, yeter Allâh için olsun, uyanın...

Sesi pek müdhiş öter sonra kulaklarda çanın!

Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamber’den, Ki uzaklardaki bir mü’mini incitse diken Kalb-i pâkinde duyarmış o musîbetten acı Sizden elbette olur rûh-i Nebî da’vâcı.

Sizi kim kaldıracak, sûru mu İsrâfil’in

Etmeyin... Memleketin hâli fenâlaştı... Gelin!

Gelin Allâh için olsun ki zaman buhranlı;

Perdenin arkası - Mevlâ bilir amma - kanlı! (Safahat, C.1., s.352)

Onlardan enbiya yurdu, şüheda burcu olan, bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ’nın titredi­ği, dışı baştanbaşa bir büyük neslin hatıralarıyla, içi boydan boya milyonla şehit cesediy­le dolu olan bu toprakları, yerleri, vatanı, yurdu düşmana vermemelerini ister:

Enbiyâ yurdu bu toprak; şühedâ burcu bu yer;

Bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ titrer!

Dışı baştanbaşa bir nesl-i kerîmin yâdı;

İçi boydan boya milyonla şehîd ecsâdı,

Öyle meşbû’-i şehâdet ki bu öksüz toprak;

Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!

Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefil,

Yerin üstünde muhakkar, yerin altında rezil! (Safahat, C.1., s.354)

Eğer verecek olurlarsa çok iğrenç bir durum olacaktır. Bunu düşünülmesi bile vicdanlar için yüz karasıdır. Eğer uyanılmazsa, Allah korusun, vatanları çökecektir. İnsanlar aç, pa­raları yok, kadın erkek hepsi çıplak, evler yıkılmış, kalacak yerleri yok. İnsanlar, sokaklarda yatıp kalkıyor. Yüzlerce köpek bunları çiğneyerek geçiyor. Namuslara musallat oluyorlar. Camiler opera olmuş. Camilere hep haç ve çan takılmış. İçlerinde balolar düzenleniyor. Minberde bando çalınıyor. Bir sürü murdar kişi içerisinde dans ediyor. Kubbelerde dua­lar, Kur’an’lar, ilahiler yerine şuh sözler, kahkahalar gümbürdüyor:

Yurdunuz bir çökecek olsa, iyâzen-billâh,

Öyle iğrenç olacak âkıbetin manzarası!

Ki tasavvur bile vicdanlar için yüz karası!

Azıcık bilmek için kadrini istiklâlin,

Bakınız çehre-i meş’ûmuna izmihlâlin:

Yarılıp sanki zemin uğrayıvermiş yer yer,

Bin sefil ordu ki efrâdı: Bütün âileler.

Hepsi aç, bir paralar yok, kadın erkek çıplak;

Sokağın ortası ev, kaldırımın sırtı yatak!

Geziyor çiğneyerek bunları yüzlerce köpek,

Satılık cevher-i nâmûs arıyor. Kâr edecek!

Sen işin yoksa namaz kılmak için mescid ara...

Kimi camilerin artık kocaman bir opera;

Kiminin göğsüne haç, boynuna takmışlar çan,

Kimi olmuş balo vermek için a’lâ meydan!

Vuruyor bando şu karşımda duran minberde;

O, sizin secdeye baş koyduğunuz, mermerde,

Dişi, erkek bir alay murdar ayak dans ediyor;

İşveler, kahkahalar kubbeyi gümbürdetiyor!

(Safahat, C.1., s.354, 356)

Fakat ne yapsa boştur. Bütün çabalarına rağmen insanların kılı bile kıpırdamamaktadır. Âkif, daha fazla dayanamaz, kendini tutamaz, belki ondan anlarlar diye böylelerine ha­karet bile eder:

Dilenciler bile senden şereflidir billâh.

Vakârı çoktan unuttun, hayâyı kaldırdın;

Mukaddesâtı ısırdın, Hudâ’ya saldırdın!

Ne hâtırâtına hürmet, ne an’anâtını yâd;

Deden de böyle mi yapmıştı ey sefıl evlâd?

Hayâtın erzeli olmuş hayât-ı mu’tâdın;

Senin hesâbına birçok utansın ecdâdın!

Damarlarındaki kan âdeta irinleşmiş;

O çıkmak istemiyen can da bir yığın leşmiş!

İâde etmenin imkânı yoksa mâzîyi,

Bu mübtezel yaşayıştan gebermen elbet iyi.

Gebermedik tarafın kalmamış ya pek, zâten...

Sürünmenin o kadar farkı var mı ölmekten?

Sürünmek istediğin şey! Fakat zaman peşini

Bırakmıyor, atacak bir çukur bulup leşini!

Bugün sahîk-i âlemde sen ki bir lekesin;

Nasıl vücûdunu kaldırmasın, neden çeksin? (Safahat, C.1., s.488)

Hatta onların birer leş olduklarını bile söyler. Ve bu topraklar için şehit olan atalarımıza seslenerek böyle insanların murdar yüzlerine tükürmelerini ister. Onların lakaytlığına, gayretsizliğine, zalimlere alkış tutmalarına, bunca zulümlerini gördükleri hâlde hâlâ on­ların medeniyetini savunmalarına tükürmelerini ister:

Ey, bu toprakta birer na’ş-ı perişan bırakıp,

Yükselen mevkib-i ervâh! Sakın arza bakıp;

Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var...

Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var...

Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza!

Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!

Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark’ın, tükürün!

Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!

Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!

Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere! (Safahat, C.1., s.386)

Âkif, 1913 tarihli diğer bir şiirinde de bu leş ifadesini bir kez daha tekrarlar. Balkanlar elden gitmiştir, yukarıda söylediğimiz zulümlere maruz kalınmıştır, ülkenin geri kalanı da elden gitmektedir. Ama buna rağmen insanlarda bir hareket yoktur. Bir türlü bu du­rumu düzeltmek, engellemek için davranmamaktadırlar. Hareketten vazgeçtik his bile kalmamıştır, onlarda. Yani bu duruma üzülmemektedirler bile. İşte böylelerinin Âkif, leş­ten farksız olduklarını söyler:

Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”

Davransana... Eller de senin, baş da senindir!

His yok hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin

Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin. (Safahat, C.1., s.400)

Mehmet Âkif, Cenab-ı Allah’a da yakarışlar etmiştir. Müslümanların içerisinde bulunduk­ları perişan durumu arz ederek ondan yardım istemiştir. Safahat ikinci kitap “Süleyma- niye Kürsüsünde”nin sonunda yaptığı dua bunlar içerisinde en tesirli olanıdır. Cenab-ı Allah’a samimi duygularla seslenerek ondan yardımını göndermesini, insanlara doğru yolu göstermesini ister. Çoğumuzun günahsız olduğunu söyleyerek diğerleriyle birlikte onları da yakmamasını ister. Müslüman yurtlarını her yerde felâketlerin vurduğunu, eli­mizde kalan bu son toprakların da işgal edilmesine müsaade etmemesini ister:

Yâ İlâhî bize tevfîkini gönder...

-Âmin!

Doğru yol hangisidir, millete göster.......

-Âmin!

Rûh-i İslâm’ı şedâid sıkıyor, öldürecek.

Zulmü te’dîb ise maksûd-i mehîbin, gerçek,

Nâra yansın mı berâber bu kadar mazlûmîn

Bî-günâhız çoğumuz... Yakma İlâhî!

-Âmin!

Boğuyor âlem-i İslâm’ı bir azgın fitne,

Kıt’alar kaynıyarak gitti o girdâb içine!

Mahvolan âileler bir sürü ma’sûmundur,

Kalan âvârelerin hâli de ma’lûmundur.

Nasıl olmaz ki? Tezelzül veriyor arşa enîn!

Dinsin artık bu hazin velvele ya Rab!

-Âmin!

Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu...

Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu!

Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer’ -i mübîn;

Hak-sar eyleme ya Rab, onu olsun...

-Âmin!

Ve’l-hamdu li’l-lâhi Rabbi’l-âlemîn.             (Safahat, C.1., 372, 374)

Mehmet Âkif, zamanla bu yalvarmaların, duaların şiddetini giderek artırır ve neredey­se isyan noktasına kadar getirir. Nitekim Safahat üçüncü kitap “Hakkın Sesleri”ndeki 10 Nisan 1913 tarihli şiirinde Âkif Cenab-ı Allah’a seslenerek: “Bu uğursuz gecenin sabahı yok mu? Bu kadar sıkıntı çeken Müslümanların bu dünyada felahı olmayacak mı?” diye sızlanır ve vaziyeti ona şikâyet eder. “Nur istiyoruz, sen bize yangın veriyorsun, yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun!” diyerek de şikâyetlerini sürdürür. Eğer yardım etmezse âlem-i İslâm mağlup olacak ve eski putperestlik dönemine geri dönülecektir. Mekke ve Medine Hristiyanların eline geçecektir. 1335 senedir orada yapılan ibadetlerin yerini çan sesleri alacaktır. Tevhit anlayışı ortadan kalkıp teslis inancı bütün âlemi kapla­yacaktır. Yoksa bunların olmasını mı istiyorsun, diyerek ondan böyle sualler sorar. Müs­lümanların başına gelen musibetlerin sebebini öğrenmek ister. Fakat âdeta muamma gibi duran bu durumun altından kalkılması, bu soruların cevabının bulunması o kadar da kolay değildir:

Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı

Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!

“Yandık!” diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!

Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında,

Yâ Rab, o cehennemle bu tûfân arasında,

Toprak kesilip, kum kesilip âlem-i İslâm;

Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!

Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn’i.

En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn’i!..

Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicâz’ın

Âteşli muhîtindeki sûzişli niyâzın,

Emvâcı hurûş-âver olurken melekûta;,

Çan sesleri boğsun da, gömülsün mü sükûta

Sönsün de, İlâhî, şu yanan meş’al-i vahdet,

Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet

Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman

Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban

Enfâs-ı habîsiyle beş on rûh-i leîmin,

Solsun mu o parlak yüzü Kur’ân-ı Hakîm’in

İslâm ayakaltında sürünsün mü nihâyet

Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhî, bu ne zillet

Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede ma’nâ

Zâlimleri adlin, hani, öldürmedi hâlâ!

Cânî geziyor dipdiri... Can vermede ma’sûm!

Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm

Lâ yüs’el’e binlerce suâl olsa da kurban;

İnsan bu muammâlara dehşetle nigeh-ban! (Safahat, C.1., 404, 406)

Mehmet Âkif, biraz daha ileri gider ve Cenab-ı Allah’a: “İlle de yakacaktın, adaletin bunu gerektiriyordu, melunları yaksaydın ya! Sen tuttun bizi yaktın.” diyerek âdeta itiraz bay­rağını çeker. “Kâfirler, Kur’an-ı Kerim’i ortadan kaldırdılar, binlerce cami yakılıp yıkıldı, kalan bir iki taneyi de kiliseye çevirdiler. Kadınlar dul kaldı, çocuklar babasız kaldı. Binler­ce aile matem içerisinde... Milyona yakın insan vatanından büyük bir vahşetle çıkarıldı. Başımıza gelen bunca felâket yetmez mi?” diye de ilâve eder.

Mehmet Âkif, bunları sıraladıktan sonra öyle bir noktaya gelir ki sonunda şu sözleri bile söyler: “Ağzım kurusun, Yok musun ey adl-i İlâhî!”

Eyvâh! Beş on kâfirin îmânına kandık;

Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık!

Mâdâm ki, ey adl-i İlâhî, yakacaktın...

Yaksaydın a mel’unları... Tuttun bizi yaktın!

Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi:

Binlerce cevâmi’ yıkılıp hâke serildi!

Kalmışsa eğer bir iki ma’bed, o da mürted:

Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!

Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,

Bir giryede bin âilenin mâtemi çağlar!

En kanlı şenâ’atle kovulmuş vatanından,

Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!

İslâm’ı elinden tutacak kaldıracak yok...

Nâ-hak yere feryâd ediyor. Âcize hak yok!

Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî

Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî! (Safahat, C.1., 404, 406)

İşte Mehmet Âkif, yaklaşık altı yüz senedir bizim olan vatan topraklarının, Balkanların eli­mizden çıkmasından, oradaki Müslümanların başına gelen ciğerleri yakacak hadiseler­den bu sözleri söyleyebilecek derecede etkilenmiştir. Bu onun isyanını değil aksine va­tanını, milletini ve dinini ne kadar çok sevdiğini gösterir. Onlar için çok sevdiği Allah’ına bile bu şekilde seslenebilmektedir. Bu sözlerin ne zaman söylendiğine, hangi hadiseler karşısında söylendiğine, kimin söylediğine, kime söylediğine bakmazsak Âkif hakkın­da yanlış hükümler verebilir, yanlış düşüncelere kapılabiliriz. Başkası söylese küfrün ta kendisi sayılabilecek bu feveranlar Âkif söz konusu olunca Allah’a yakınlığın, imanın alâmeti olmaktadır. Öyle sözler vardır ki kendisi küfür olduğu halde sahibi kâfir olmaz. Bu sözler aynı zamanda Mehmet Âkif’in zayıflığını değil aksine karşılaştığı hadisenin ne kadar büyük ve dehşetli olduğunu da gösterir. Bulgarların, Sırpların, Yunanlıların Müslü­manları camilere doldurup yakarlarken söyledikleri hâşâ: “Allah’ınız yok mu? Gelsin sizi kurtarsın!” demeleriyle elbette Âkif’in burada söylediği: “Yok musun ey adl-ı İlâhî?” sözü arasında çok büyük fark vardır.

Biricik oğlunu kaybeden bir annenin feryatlarından, şikâyetlerinden, isyanlarından, yırtınmalarından farksızdır onun burada söyledikleri. O anneyi mazur görenlerin hak verenlerin Âkif’e de aynı nazarla bakmaları gerekmektedir. Bu helâket ve felâket yılları öyle dehşetli yıllardır ki insanın kolay kolay bunun üstesinden gelmesi mümkün değil­dir. Herkesin bir tahammül noktası vardır. Nitekim başka bir şiirinde Âkif bu durumu kendisi de ifade etmektedir. Onun elemi çok büyüktür. Bir yüreğin kârı değildir. Çünkü etrafında dönen matem o kadar dehşetlidir. Vatan kabristana dönmüştür. Öyle ki uzayıp gitmektedir. Sanki başı sonu yoktur. Sadece kendisi değil semanın ruhu, zeminin kalbi bile parçalanır bu durumun karşısında:

Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım:

Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım:

Ne yapıp ye’simi kahreyliyeyim, bilmem ki Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!.. Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu, Nereden başladı yükselmeye, bak nerde ucu! Bu ne hicrân-ı müebbed bu ne hüsrân-ı mübin...

Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin! (Safahat, C.1., s.386)

Âkif, 24 Nisan 1913 tarihli bir şiirinde de bu hadisenin dehşetine dikkatleri çeker. Balkan­ların kaybedilmesi, Müslümanlara yapılanlar, mezar taşlarına varıncaya kadar oralardaki eserlerin; camilerin, türbelerin, evlerin yakılması, yıkılması öyle büyük felâkettir ki insan bu yapılanları düşünmeye kalksa muhakkak ki beyni eriyip yaş gibi gözünden damlaya- caktır. Aklın alacağı, taşıyabileceği, üstesinden gelebileceği işler değildir bunlar. İnsanın şuurunu kaybetmemesi, şoka girmemesi mümkün değildir:

Son ders-i felâket neye mal oldu? Düşünsen:

Beynin eriyip yaş gibi damlardı gözünden! (Safahat, C.1., s.408)

Âkif’in bu sözlerini anlamak istemeyenlere, yanlış yorumlayıp ona suizan edenlere Ab- dülhak Hâmid Tarhan’ın “Na-kâfi” şiirindeki bir mısradan ilhamla şu şekilde cevap ver­mek istiyoruz: “Felâket görmemişsin ki Âkif’i eylersin istihfaf.”[9]

Benzer bir hadise de Hazret-i Peygamberin ve sahabelerin başına gelmiştir. Cenab-ı Al­lah, onları da büyük bir imtihana tabi tutmuş, öyle ki “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek duruma gelmişlerdir. Bakara suresi 214. Ayet-i kerime bu hadiseden bahsetmektedir:

(Ey müminler! ) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah’ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesi­niz ki Allah’ın yardımı yakındır.

Hazret-i Peygamberin ve sahabelerin imanını sorgulamak veya onlardan şüphe etmek mümkün müdür? Allah’ın yardımı ne zaman demeleri hâşâ onun varlığı ve Müslüman- lara muhakkak yardım edeceği konusunda şüpheleri olduğunu mu gösterir? Aksine çektikleri yoksulluk ve sıkıntının büyüklüğünü gösterir. Aynı şekilde bir Asr-ı Saadet Müslüman’ı gibi yaşayan, iman eden Âkif’in yukarıdaki sözlerine bakıp da ondan şüphe etmek, onun hakkında yanlış şeyler düşünmek de doğru değildir.

Bu bağlamda Âkif’in bazı çevreler tarafından bazı ibarelerine ilişilmek istenen Çanakka­le Zaferi üzerine yazdığı şiirini de burada zikretmek istiyorum.

Çanakkale Zaferi, Osmanlı’nın son şanlı zaferi olmuştur. Osmanlı yıkılırken bile tarihe büyük bir kahramanlık örneği göstermiş ve öyle yıkılmıştır. Biz yedi cephede savaştığı­mız için mağlup olmuşuzdur. Osmanlı yenildiği dönemde dünyanın sayılı devletlerin­den birisidir. Karşımıza ittifak edip çıkan devletler tek tek bize karşı savaşsalardı mağlup edemezlerdi. Çanakkale’de de İngilizlerin yenilmez armadası, çelikten zırhlı gemileri, yanlarına Fransızları da almalarına rağmen Boğaz’dan geçememiş, İstanbul’u işgal ede­memişti. İstanbul’un İngilizlerin eline geçmesi demek; İslâm âleminin merkezine gi­rilmesi, İslâmiyet’in bitme aşamasına gelmesi demekti. Bedir Savaşındaki duruma yakın bir durumdur bu. Orada da eğer üç yüz kadar Müslüman Müşrikler tarafından mağlup edilip öldürülseydiler, yeryüzünde İslâmiyet namına bir şey kalmayacaktı.

İşte yukarıda gösterdiğimiz gibi baştan beri bu tehlikeye dikkatleri çekmek isteyen, bu­nun önüne geçebilmek için mücadele eden Mehmet Âkif’in, Çanakkale Zaferini öğre­nince ne kadar sevineceği aşikârdır. Mağlubiyet karşısında bu derece üzülen birisinin elbette zafer karşısında da onun muadili bir derecede sevinç gösterisinde bulunaca­ğı tabiidir. Âkif, Mehmetçiklerin bu büyük başarısı karşısında sevinçten âdeta kendini kaybetmiştir. Zaferi parlak ifadelerle yüceltmiş, tebcil etmiştir. Bu ifadeleri abartı olarak görmemelidir. Sevincinin fazlalığı ona bunları söyletmiştir. O anki duygularının ifadesi oldukları için de bu söyledikleri mukteza-yı hâle mutabıktır. Aynı belâgattir:

Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i...

Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?

“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...

Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.

“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

(Safahat, C.2., s.842, 846)

Bu aynı zamanda bir hadiste[10] geçen, çölde devesini kaybeden bir adamın tam ümidini kestiği bir zamanda birdenbire devesini yanı başında dikiliyor bulunca sevincinden ne söyleyeceğini şaşırıp: Allah’ım! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim! de­mesine de yakın bir durumdur. Bedevi sevincinin şiddetinden dolayı böyle laflar ettiği gibi Âkif de kanaatimizce zaferin sevincinden yani İslâmiyet’in mağlup olmamasından dolayı bu sözleri söylemiştir.

Burada Mehmet Âkif’in şiirlerinin en büyük bir özelliği olan samimilik de karşımıza çıkı­yor. Âkif’in insanları etkilemesinin, en çok okunan şairlerinden biri olmasının, halk tara­fından benimsenmesinin sebeplerinden biri de onun tasannudan, yapmacıktan, argo tabirle edebiyat yapmaktan uzak olan ifade ve ibareleridir. Bir şiirinde bunu kendisi de söylemektedir:

Bana sor sevgili kâri’, sana ben söyliyeyim, Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım: Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri; Ne tasannu’ bilirim, çünkü ne san’atkârım. Şi’r için “gözyaşı” derler; onu bilmem, yalnız, Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!

Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem;

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!

Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;

Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa. (Safahat, C.1., s.22)

Âkif, gerek Balkan hadiseleri üzerine yazdığı şiirlerinde gerekse Çanakkale Zaferi üzeri­ne yazdığı şiirinde tasannu yapmamıştır. Sanat endişesiyle veya başka sebeplerle o anki duygularını değiştirme, gizleme, olduğundan farklı gösterme ihtiyacı hissetmemiştir. Ne düşünmüşse, yaşamışsa sıcağı sıcağına onları mısralara dökmüştür. Bu kadar sevil­mesinin, tutulmasının sebebi de bu samimiliğidir.

Mehmet Âkif bu şekilde Osmanlı Devletinin yıkılmaması için uğraşır, didinir, yırtınır ama mağlubiyetini de engelleyemez. Bunun üzerine Âkif, 1918 yılında, “Umar mıydın?” başlıklı bir şiir yazar. Sadece bu başlık bile bize çok şey anlatmaktadır. Aslında şiirin de­vamını okumaya gerek yoktur. Umar mıydın kelimesi her şeyi anlatmaktadır. Şiirden bir parçayı buraya alıyorum:

Görünmez âşinâ bir çehre olsun rehgüzarında;

Ne gurbettir çöken İslâm’a İslâm’ın diyarında?

Umar mıydın ki: Ma’betler, ibâdetler yetîm olsun?

Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun?

Umar mıydın: Cemâ’at bekleyip durdukça minberler, Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın mermer? Umar mıydın: Tavanlar yerde yatsın, rahneden bîtâb? Eşiklerden yosun bitsin, örümcek bağlasın mihrâb? Umar mıydın: O, taş taş devrilen, bünyân-ı mersûsun, Şu vîran kubbelerden böyle son feryâdı dem tutsun? (Safahat, C.2., s.906)

İslâm’a, İslâm’ın diyarında gurbet çökmüştür. Mabetler, ibadetler yetim olmuştur. Ezan­lar âdeta ağlamaktadırlar, camiler cemaatsiz kalmıştır, yıkık ve harap vaziyettedirler, eşiklerinde yosunlar bitmiştir, mihraplarını örümcek ağları kaplamıştır, sağlam yapılar Osmanlının yıkılışına eşlik eder gibi harap vaziyettedirler. İşte şanlı Osmanlı Devletinin yıkılacağını, başımıza bu büyük hadiselerin geleceğini kim umardı ki?

Âkif’in Ekim 1919 tarihini taşıyan “Hüsran” başlıklı şiirinde de hemen hemen az önce söylediğimiz aynı durum vardır. Sadece şiirin başlığı bile yine onun, şanlı Osmanlı Dev­letinin yıkılışı karşısındaki duygularını göstermesi için yeterlidir. Osmanlı’nın yıkılışını bu kelimeden daha güzel ifade edebilecek başka bir kelime olamazdı herhâlde. İşte Âkif, bu kadar güzel bir kelimeyi bulmuştur ve bunu şiirinde kullanmıştır. Âkif’in mücadelesinin neticesi tam manasıyla bir hüsran olmuştur. O kadar uğraşması boşa gitmiştir. Yıkılışı engelleyememiştir:

HÜSRAN

Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı, İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım.

Gür hisli, gür imanlı beyinler, coşar ancak,

Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım! (Safahat, C.2., s.892)

Özellikle bu satırlara dikkatleri çekmek istiyorum. İşte: “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir!” sözünün tam bir karşılığı burada görülmektedir. Mehmet Âkif, Osmanlı’nın mağlup olmasından dolayı kendisini sorumlu tutuyor. Aydın duruşu da bunu gerektirmektedir. Himmeti o kadar büyüktür ki tek başıyla Osmanlının mağlubi­yetini engelleyecek azmi, izzeti, potansiyeli kendisinde görmektedir. Bu yüzden yaptık­larını yeterli görmüyor. İstese daha gür hisli, gür imanlı, beyinli olabilirdi. Bunun neticesi olarak da coşup Müslümanları uyandırabilirdi. Ama zaten uzun boylu düşünmekten uzak olduğu için bunu yapamamıştır. Dolayısıyla suç kendisindedir. Uyandıramadığı, harekete geçiremediği halklarda değil.

Âkif, elbette dili bağlı durmamıştır. İslâm’ı yani Müslümanları uyandırmak için haykır­mıştır. Ondan başkaları onun yaptıklarının binde birini yapabilseydiler Osmanlı Devleti şimdi belki de yıkılmamış olacaktı. Ama kendisini sorumlu tutması büyük bir hamiyet örneğidir.

Âkif, Osmanlının yıkılışını engelleyemediği için son bir çare olarak Cenab-ı Allah’a müra­caat eder ve ondan Müslümanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak olan nurunu gön­dermesini ister. Asırlar oldu, artık yeter, diyerek. Milletin ufukları bunalmıştır, bir sabah istemektedir. Müslümanlar dalga dalga karanlıklar içinde daha fazla kaynamasın. Âkif bunun için Kâbe, Kur’an’ı Kerim, şehitler gibi değerleri şefaatçi yapar:

O nûru gönder, İlâhî, asırlar oldu, yeter!

Bunaldı milletin âfâkı, bir sabah ister.

İnayetinle halas et ki, dalga dalga zalâm İçinde kaynamasın çırpınıp duran İslâm! Bu secdegâha kapanmış yanan yürekler için; Bütün solukları feryat olan şu mahşer için;

Harîm-i Kâbe’n için: sermedî kitabın için;

Avâlimindeki âyât-ı bî-hesabın için;

Nasîb-i dâimi hüsran kesilmiş ümmet için;

Şu hâk-i pâke bürünmüş semâ-yı rahmet için:

Biraz ufukları gülsün cihan-ı İslâm’ın! (Safahat, s.682)

O nurun ne olduğu ise başka bir şiirinde karşımıza çıkmaktadır. Doğu’yu yani Âlem-i İslâm’ı yani Müslümanları karanlıktan istedikleri aydınlığa götürecek müeyyed bir el yani Mehdi:

İlâhî! Bir müeyyed bir kerim el yok mu, tutsun da,

Çıkarsın Şark’ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?

(Safahat, C.2., s.908)

Bu bağlamda Âkif’in 8 Nisan 1922 tarihinde yazdığı “Leylâ” (Safahat, C.2., s.936,938) şi­irini de değerlendirebiliriz. Leylâ, İslâm’ın geleceğidir. Yani Mehdi dönemindeki parlak devir:

Hayır! Şark’ın, o hodgâm olmayan Mecnûn-i nâ-kâmın,

Bütün dünyada bir Leylâ’sı var: Âtîsi İslâm’ın.

Âkif bu Leylâ’ya seslenir ve onun gelmesini ister. Daha fazla senin derdinle geçen Mecnun’la uğraşma der:

Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın canan uzaklaşma!

Senin derdinle canlardan geçen Mecnun’la uğraşma!

Bu milletin en kahraman, en gürbüz evladı, kurban olup onun uğrunda doğranmıştır, yüz binlerce sönmüş yurt onun için yanmış, milyonlarca öksüz, dul ve başından geçen aslanların vebali onun boynundadır. Onun uğruna insanlar katledilmiştir, zindanlara atılmıştır. Bütün bunlar sana helâl olsun. Yeter ki bizi ümitsizlik istilâ etmeden sen görün der:

Düşün: Bîçârenin en kahraman, en gürbüz evlâdı,

Kimin uğrunda kurbandır ki, doğrandıkça doğrandı?

Şu yüz binlerce sönmüş yurda yangınlar veren kimdi?

Şu milyonlarca öksüz, dul kimin boynundadır şimdi?

Kimin boynundadır serden geçip berdâr olan canlar?

Kimin uğrundadır, Leylâ, o makteller, o zindanlar?

Helâl olsun o kurbanlar, o kanlar, tek sen ey Leylâ, Görün bir kerrecik, ye’s etmeden Mecnûn’u istîlâ.

Burada Âkif, Balkan harpleriyle birlikte ta Kurtuluş Savaşına kadar Müslümanların ba­şına gelen yukarıda bahsettiğimiz o hadiseleri zikreder. Müslümanlar büyük sıkıntılar çekmişlerdir. Artık vaat edilen İslâm’ın o güzel günlerinin gelmesi lâzımdır. Yani Mehdi ve döneminin... Bu çekilenlerin karşılığı ancak odur. Bu musibetzedeler bir teselli ister. Onların yüzü suyu hürmetine İslâm’ın o altın devri gelmelidir.

Fakat bu günler hâlâ çok uzaktadır. Eğer bütün bu olanlara rağmen yine o vaat edilen günler gelmeyecekse, Âkif, hilâli, ezanları, camileri, cemaatleri, Kâbe’yi zikrederek onla­rın hatırına görünmez âlemlerde olan Leylâ’nın yani İslâmiyet’in güzel günlerinin artık gelmesini ister:

Niçin hilkat zemîninden henüz yüksekte pervâzın?

Şu topraklarda, şâyed, yoksa hiç imkân-ı i’zâzın,

Şafaklar ferş-i râhın, fecr-i sâdıklar çerâğındır;

Hilâlim, göklerin kalbinde yer tutmuş, otâğındır;

Ezanlar nevbetindir: İnletir eb’âdı haşyetten;

Cihâzındır alemler, kubbeler, inmiş meşiyyetten;

Cemâ’atler kölendir Kâ’be’ler haclen... Gel ey Leylâ;

Gel ey candan yakın cânan ki gâiblerdesin, hâlâ!

Artık bu kadar nazlanması yeter. Bir an önce gel ki Cenab-ı Allah’tan şu yanmış yurda sonsuz bir bahar gelsin:

Bu nâzın elverir, Leylâ, in artık in ki bâlâdan,

Müebbed bir bahâr insin şu yanmış yurda, Mevlâ’dan

Görüldüğü gibi Mehmet Âkif bütün bu hadiseler karşısında hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemiştir. Memleket işgal edilse bile bu tavrı değişmemiştir. Esareti, artık her şey bitmiştir diyerek kabullenmemiştir. Hemen Anadolu’ya geçip nasıl daha önce ülkenin yıkılmaması için çalışmışsa aynen öyle de ülkenin yeniden ayağa kalkması, esaretten kurtulması için de o şekilde çalışmıştır:

Ey benim her taşı bir mabed-i iman yurdum

Seni er geç bana mutlak verecek mabudum

diyerek. Bu da ayrı bir tebliğ konusudur.

Türkiye Yazarlar Birliği'nin vefatının 90. yılında Âkif'i anmak için düzenlediği bilgi şöleninin tebliğlerini içeren kitap, TYB'nin 45., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 6. kitabı...

 

[1]      Hasan Basri Çantay, Âkifnâme (Mehmet Âkif), Ahmed Sait Matbaası, İstanbul 1966, s.25.

[2] Çantay, s.26

[3] Çantay, ay.

[4] Karakuş, önceleri köle iken efendisi tarafından azat edildikten sonra devlet kademelerinde yüksek rütbelere çıkan ve kendisine gelen davalarda kanun ve mantık dışı hükümler vermesiyle tanınmış olan Bahaeddin bin Abdullah.

[5] Buhârî, Rikak 35, İlim, 2.

[6] age, s.42-43.

[7] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat -Orijinal Metin-Sadeleştirilmiş Metin-Notlar, C.1-2, Hz., Prof. Dr. Ömer Faruk Huyu- güzel, Yrd. Doç. Dr. Rıza Bağcı, Arş. Gör. Fazıl Gökçek, Feza Yayıncılık, Tarihsiz, s.378 - 383. Burada alıntı yaptığımız bundan sonraki şiirler için de bu kitaptan yararlanılmıştır.

[8] Mehmet Âkif, Safahat dördüncü kitap “Fatih Kürsüsünde”de bu çalışma meselesine büyük bir yer ayırır. Uzun tutmasının sebebi insanların zihinlerine çalışmak fikrini zerk etmek için olmalıdır. Kâinattan örnekler getirerek zer­reden şemse, seradan süreyyaya kadar her şeyin bir faaliyet içinde olduğunu çalıştığını söyler. Çalışmak, kâinatta cari olan bir kanundur. İnsanın bu kanundan müstesna olması düşünülemez. Nizam-ı kevne nigehben o sermedî kanun / Bütün cihanı tutarken tahakkümünde zebun. / Garîb olur beşeriyet çıkarsa müstesna / Hayata hakkı olan kimdir anlıyor, görüyor; / Çalışmayanları bir bir eliyle öldürüyor. (Safahat, s.484) Batılılar da buna uymuştur ve çok mesafe kat etmişlerdir. Onlarda görülen terakki numuneleri ve medeniyet harikaları çalışmalarının göstergesidir. Şark’ta ise durum tam tersidir. Görülen tüm kötü durumlar tembelliğin neticesidir. Müslümanlarda görülen bu tembellik ve miskinliğin sebebi eğitimsizliktir.

[9] Abdülhak Hâmid Tarhan, eşi Fatma Hanımın vefatı üzerine Makber adlı eserini yazdığı zaman bu eserle bazı kişiler alay etmişlerdi. O da, “ Na-Kâfi” diye bir şiir yazarak bu kimselere cevap vermişti. Hâmid, bu şiirin bir dörtlüğün­de: “Güler mi mateme dünyada hiçbir sahib-i insaf / Felâket görmemişsin, derdimi eylersin istihfaf” diyerek asıl felâketin insanlardaki bu davranışın olduğunu söylemişti. Yani matem tutan kişinin, vefat karşısında ne yaptığını bilmeyen, feryat u figân eden kişinin hareketlerini, söylediklerini komik görüp ona gülmenin. Asıl felâketin bu olduğunu söylemişti. İşte bu büyük Balkan felâketi üzerine Âkif’in söylediklerine gülenlerin, onu anlamamazlıktan gelenlerin, itham etmek isteyenlerin Hâmid’in burada söylediklerinden bir farkı yoktur. Asıl burada suçlanması gereken kişi Âkif değil aksine onun gösterdiği tepkinin, hassasiyetin binde birini bile göstermeyen, yapılanlara bigâne kalan, kıllarını kıpırdatmayan, normal şekilde hayatlarını devam ettirmeye çalışan, fildişi kulelerinde otu­rup sanat sanat içindir anlayışını devam ettiren, aydın geçinen, okuryazar denen kimselerdir.

[10] Buharî, Da’avât 4; Müslim 3, (2744); Tirmizî, Kıyâmet 50.

Bu haber toplam 2359 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim