• İstanbul 16 °C
  • Ankara 17 °C

Papalagi -Batılı Adam’ın Eleştirisi-

Papalagi -Batılı Adam’ın Eleştirisi-
Bu kitabı modernite eleştirisi içinde değerlendirmenin mümkün göründüğünü düşünüyorum.

Erich Scheurmann’ın Samoa’da bir kabile şefi olan Tuavii’nin notlarını tercüme ederek Avrupa yazın dünyasına aktardığı iddiasıyla kaleme aldığı bir metin olan Göğü Delen Adam (Der Papalagi), Almanca’da 1920 yılında yayınlanmış. Tanıtım için başvurduğum baskı ise Ayrıntı Yayınları’nın 1989 nüshası. Kitabın yazı rengi lacivert. Tecüme Levent Tayla’ya ait.

Kitabın hemen başlangıcında Papalagi (“Papalangi okunur” diye not düşülerek) isminin manası izah edilir: Papalagi denince beyazlar anlaşılır. Ama sözcük “göğü delen” anlamına gelir. Çünkü, “Samoa’ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmiştir. Yerliler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler, beyaz adamın içinden çıkıp kendilerine geldiği bir delik. O, göğü delip geçmişti.” Erich Scheurmann, kitaba bir önsöz de yazmış. Önsözde bir yılı aşkın bir süre Tuavii’nin köyünde kaldığını anlatıyor. Tuavii, bütün Avrupa anakarasını dolaşarak bu ülkelerdeki izlenimlerini not ediyor. Bu mektuplar, yazarın iddiasına göre, Erich Scheurmann’a notlarla ilgisi nedeniyle veriliyor. Kitapta Tuavii’nin gözünden “Papalagi”nin yani Batılı insan’ın hayat biçimi, felsefesi, dünyaperestliği eleştiriliyor. Böyle bir eleştirinin yapılması iyi. Çünkü gerek Batı’da ve gerek İslam toplumlarında sürekli olarak “Batı uygarlığı”nın Batı dışı’na üstünlüğü vurgulanıyor. Bilimin tekliğine inanç yeryüzünün tüm halklarını Batılı kent/meslek/iktisat tarzlarının medeniyet oluşturduğu düşüncesine sevketmektedir.

Kültür ve uygarlık ayrımına dayanan bu bakış Batı’nın geldiği “aşama”yı tarihin mecburi istikameti görüyor. Müslümanlar uzun süreden beri “kültür” ile “uygarlık” arasında tefrik yapıyor. “Batı’nın ilmini alalım, İslam’ın ahlakını” sözü böyle bir tefriktir. Kendi “kültürümüz”e “Batı’nın uygarlık verimlerinden hayr olanı aşılama yapalım” endişesi içinde bulunanlar, Muhafazakâr/İslamcı/Türkçü bir mecra oluşturdular. İslamcıların ve Müslümanlar içinde kapitalizm eleştirisi yapanların kültür/uygarlık tefriki kurmaları aslında pozitivizmdir. “Sanayileşelim” dediğiniz zaman kültürel bir iş yapmış olursunuz. Bir roman yazmak da kültürdür. Diğer taraftan sanıldığının aksine “uygarlık” tamamıyla “kültür”dür. Otomobil kültür olduğu gibi, Sultanahmet Camii de kültürdür. Umran kelimesi de kültür kavramının içindedir (imar etmek). Bu tarife göre “Umrandan Uygarlığa” geçilemez.

Bizim yukarıdaki tarife ilişkin delilimiz Sigmund Freud’un “Uygarlığın Huzursuzluğu” kitabının başında yer alan bir makaleye dayanıyor. Ali Babaoğlu’nun “Freud’da Toplum, Kültür, Din Felsefesi” başlıklı makalesinde kültür (die kultur) kavramını çok ayrıntılı olarak izah ediyor ve sonunda diyor ki, “Almanlar kulturvölker dedikleri zaman, yüksek kültürü olan ileri Batı uygarlığı ülkelerini değil, özgün bir uygarlığa sahip olan halkları kasdederler. Örneğin Mayalar, Papualılar ya da Yakutlar birer Kulturvolk’turlar. Gene “Batı uygarlığı”nı anlatmak için de Abendländisches Kultur’dan söz edilir. Kulturschock denildiğinde kasdedilen, kültürü olmayan insanların kültürle karşılaştıklarında apışıp kalmaları değil, iki farklı kültüre ilişkin töre, âdet ve dünya görüşüşlerinin birbiriyle karşılaştıklarında yaşanan şaşkınlıktır. Bu bağlamda Almanca kultur sözcüğünün karşılığı dilimizde en iyi olarak “uygarlık” olabilir.” Bu kavram analizi ardından Tuavii’nin kitabına yeniden dönebiliriz.

Tuavii, Papalagi’nin giysileri, evi, parası, zamanı, Tanrı’sı, mesleği, vb. konularda bakışını, sahte yaşamını ele alır.

Beden günahtır

İlk olarak “giysi” meselesini eleştirir. Beyaz adam’a göre “insan eti günahtır” ve bu nedenle Papalagi etinin her yanını örtmeye gayret eder. Bu nedenle ayaklarına giydiği biri yumuşak diğeri sert iki deri (çorap ve kundura) yüzünden ayakları çürümüş gibi kokar. Kadınlar göğüslerini cendereye sokarlar (sütyen demek istiyor); bu yüzden artık bebelerine süt veremez olmuşlardır (Tuavii, 1989: 18). Bu yüzden anaların çoğu bebelerine sütü ağzında yapma bir meme olan cam bir boru ile verirler. Bu süt de kendi sütleri değildir; kızıl renkli, koca boynuzlu, biçimsiz bir hayvanın memelerinden zorla alırlar (Tuavii, 1989: 18).

Kent eleştirisi

İlerleyen sayfalarda, Tuavii’nin 1920’lerde kentleşme sürecini büyük oranda gerçekleştirmiş Batı insanının barınağına ilişkin gözlemi ve eleştirisi bugün Batı dışı ülkelerde yaşanan kentleşmeye itiraz edilmemesi nedeniyle çok değerli geliyor bana. Tuavii, Batı’da insanların dört bir yandan başka konutlarla sarılmışlığını “Taştan yarıklarda kalanlar” sözüyle yargılamaktadır: “Papalagi tıpkı bir midye gibi, sert bir kabuğun içinde oturur. Toprak kurdu gibi, taşların arasında lavların çatlaklarında yaşar. Sağı, solu, altı, üstü hep taşlarla örtülüdür. Barınağı dikine duran bir taş sandığı andırır, çok sayıda gözü olan delik deşik bir sandığı” (Tuavii, 1989: 26). Tuavii’nin Batı’lı insanların evini eleştirisi oldukça radikal ve tahkir edicidir: “Kimi barınaklarda, bir Samoa köyünde yaşayan insanlardan çok daha fazla insan oturur (…) Bir aiga (aile) diğerinin ne yaptığını bilmez (…) Giriş deliğinde karşılaştıklarında ya isteksizce selamlaşırlar ya da düşman böcekler gibi mırıldanırlar (…) Bu barınak da dik duvarlarla bölümlere ayrılmıştır. Kanatlardan kanatlara, giderek küçülen kutulardan kutulara geçilir. Her kutunun-Papalagi bunlara oda adını vermiştir- bir deliği vardır, eğer büyükse iki ya da üç tane daha olabilir. Bunlardan içeri ışık girer. Bu delikler camlarla kapatılmıştır (…) Samoalı bu kutularda hemen boğuverir, çünkü hiçbir yerinden içeri bizim kulübelerimizde olduğu gibi taze hava giremez. Sonra aşevinin kokuları da çıkacak delik ararlar kendilerine” (Tuavii, 1989: 27).

Tuavii, kent insanına “yarık insanı” adını verirken köylüye de “toprak insanı” demektedir. O’na göre Papalagi’nin “kent” adını verdiği yer, “Ömründe ne bir ağaç, ne bir ırmak, ne gökyüzü görmüş ne de büyük ruhla yüz yüze gelmiş insanların yaşadığı, ama yine de gurur duydukları yaratıları”dır. Bu yerlerde yaşayanlar “sürüngenler gibi insanlar”dır (Tuavii, 1989: 30). Toprak insanı kente geldiğinde yarık insanlarının zenginliği karşısında gözleri kamaşır, yarık insanı ise toprak insanlarının köyünden geçerken homurdanır (Tuavii, 1989: 31). Tuavii, Papalagi’nin taştan yarıklar arasında güneşten, ışıktan ve yelden yoksun kalarak “sözde mutluluk” yakaladıklarını söylüyor. Ardından da bir direnişten bahsediyor: “Ama bizim güneşli kıyılarımıza taş kutularından dikmeye kalkıştığında hepsini başına yıkmalıyız. Mutluluğumuzu taştan kutular, gürültü, duman ve yarıklarla yok etmeye çalıştığında karşısına dikilmeliyiz” (Tuavii, 1989: 31). Tuavii’nin ifade ettikleri “çarpık kentleşme” adı altında nitelelen gecekondulaşmayı “kentleşme süreci” ile yok eden zihniyete karşı bir direnç felsefesi de oluşturuyor. İnsanımızın “manzara hakkı”, “yürüme hakkı”, “barınma hakkı”, “toprak edinme hakkı” gibi hakları olduğunu kabul eden bir kent tasavvuru ve fıkıh anlayışı olsaydı Tuavii’nin “beşerî” ve hatta “primitif” kaygılarla geliştirdiği ama son tahlilde “fıtrata has” olan duruşuna daha temelli ve teorik katkılar Müslümanlar tarafından yapılabilecekti. Ne yazık ki, Türkiye’de İslamcılık sadece kamusal alanda görünülürlüğü mesele saydığından Müslümanların “mahrem alanı”, “kazanç alanı”, “yaşam alanı” gibi önceliklerini kaybetti. Böylece “barınma hakkı” ve “toprak hakkı” gibi hakları nispeten hayata geçirerek “mahalle kuran” eski gecekondu semtleri kentleşme ayartmasıyla yerlerini çok katlı binalara bıraktılar Gecekondu, “toprak hakkı’ da içeren bir “ev” biçimini esas alırken “çok katlı konut” sahibine “toprak hakkı vermemektedir. Bilindiği gibi kat irtifakı sisteminde kat maliklerinin kendilerine özgü bir toprağı yoktur. Modern kent topraksızlıktır. Dolayısıyla Tuavii’nin kente tepkisi kadar bir tepki bile geliştirememek nedeniyle asıl barbar biz olmalıyız. Tuavii’ye göre “tanrı’nın elini elinde hissetmeyen beyaz insanların taştan yarıklar arasında, ışıktan, rüzgardan yoksun yaşayarak” mutlu olunamaz. Onun bu sözü, kentlerimizde asık suratlı robotik insanlara da dokunuyor.

Para Tanrısı

Tuavii, beyaz adamın gerçek tanrısının, para adını taktığı yuvarlak metal ve ağır kağıttan başka bir şey olmadığından bahsediyor. “Bir Avrupa’lıya sevginin tanrısından söz edecek olsan, yüzünü buruşturur (…) ama pırıl pırıl bir yuvarlak metal ya da koca bir ağır kağıt uzatacak olursan, o an gözleri parıldar ve dudaklarının arasından salyalar akar. Onun sevgisi paradır, tanrısı paradır. Onlar, yani beyazların tümü uykularında bile bunu düşünürler (…) Ama beyazların ülkesinde, güneşin doğuşundan batışına kadar parasız hiçbir şey yapamazsın. Paran olmadı mı ne açlığını, susuzluğunu giderebilirsin ne de yatacak döşek bir döşek bulabilirsin (…) yani yürüdüğün yol için, kulübeni yaptığın yer için, gece yatacağın döşek için, odanı aydınlatan ışık için para vermen gerekir (…) Her şey için para ödemelisin (…) Daha doğar doğmaz para ödemeye başlarsın. Öldüğünde de, öldüğün için ailen para ödemek zorunda kalır. Ayrıca bedenin toprağa verildiği için ve nezarına senin adına dikilen taş için de para ödemek gerekir. Avrupa’da para vermeden herkesin yararlanabileceği tek bir şey buldum: Hava” (Tuavii, 1989: 34-35). Tuavii’nin “hava bedava” sözü hatırıma Orhan Veli’nin ‘Bedava’ şiirini getirdi: “Bedava yaşıyoruz, bedava; / Hava bedava, bulut bedava; / Dere tepe bedava; / Yağmur çamur bedava; / Otomobillerin dışı, / Sinemaların kapısı, / Camekanlar bedava; / Peynir ekmek değil ama / Acı su bedava; / Kelle fiyatına hürriyet, / Esirlik bedava; / Bedava yaşıyoruz, bedava.” Orhan veli’nin 1949 yılında yazdığı bu şiirin ironisi 1920 tarihli Papalagi yanında geç kalmış ve zayıf bir eleştiri olarak kalıyor. Zira Tuavii, para ile Batılı adam arasındaki ilişkiyi sırasıyla: tanrı inancına, insanın materyalizmine, sonra bu paranın insanı hasta ettiğine, sınıf ayrışmalarına yol açtığına, vs. getirir. Orhan Veli şiirinde bu analiz açısından sınıfta kalır. Tuavii diyor ki; “Daha çok para istiyorum, daha çok, daha çok, der. Böylece sen de, paranın onu hasta ettiğini, bütün duyularını ele geçirdiğini anlarsın. Hastadır o, kaçıktır. Ruhunu yuvarlak metal ve ağır kâğıda adamıştır (…) Kendi bedenleri yağ bağlasın, gelişip serpilsinler diye, kardeşlerinin en kötü işlere koşmasından zevk alırlar (…) Başkalarının gücünü sömürüp, kendi işlerinde koştukları için ne başları ağrır ne de uykuları kaçar (…) Böylece Avrupalıların bir bölümü bütün pis ve ağır işleri yaparken, diğer bölümü de ya çok az çalışır ya da hiç çalışmaz (…) para uğruna acımasız davranma hakkını elde eder Papalagi. Eli paraya gitti mi yüreği sertleşir, kanı donar, yalan söyler, dürüst davranmaz, tehlikeli olur. Başkalarını kaç kez para uğruna öldürmüştür (…) ya da onları (…) soymuştur (…) Bu yüzden (…) servetinin nereden ve nasıl geldiğini bilmen mümkün değildir” (Tuavii, 1989: 38-39).

Yoksulluk ve eşya

Tuavii, Batılı adamın bu materyalizmine karşı halkına dönerek “Biz hepimiz yoksuluz” diyecektir; çünkü “Şükredelim ki Büyük Ruh bizi aitu (Kötü Ruh)’a karşı korudu. Para bir aitu’dur. Onun yaptığı ne varsa kötüdür, çünkü” (Tuavii, 1989: 39). Paraya karşı kendilerini korumayı teklif eder. Oysa para kimseyi mutlu etmeyecektir. Yaptığı tek şey, insanın yüreğini kötü bir karışıklığa sürüklemektir” (Tuavii, 1989: 40). Tuavii’nin eşya eleştirisi ve yoksulluk tasavvuru tüketim toplumunun algısından kopmaktadır. Eşyalara sahip olmak, ihtiyaçlar ekseninde yaşamak Tuavii’ye göre gerçek yoksulluk sayılmalıdır. Batı’lı insan kurduğu kentler nedeniyle çorak bir beldede yaşamaktadır.

“Papalagi’nin bir dolu kulübe diktiği ve kent adını verdiği yerlerde de toprak bomboş bir el gibi çorak” (Tuavii, 1989: 44).


“Eğer insan çok fazla ‘şey’e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir.” “Papalagi de yoksuldur, çünkü o tam bir ‘şey’ düşkünüdür, ‘şey’leri olmadan yaşayamaz.”
“Bir Avrupa kulübesinde öylesine çok ‘şey’ vardır ki, onları bir yerden bir yere taşımaya, koca bir Samoa köyündekilerin hepsi ellerini kollarını doldursa yetmez yine de” (Tuavii, 1989: 45).

Batılı insan ‘şey’ yapmaktan dinlenmeye fırsat bulamaz. Evini irili ufaklı şeylerle doldurur. “Kulübesini ağzına kadar onlarla doldurur” diyecektir. Zamanının büyük kısmını ‘şey’lerini saymaya, yerlerini değiştirmeye ve temizlemeye harcar. “Avrupa’da ‘şey’siz yaşamaktansa, ölmek için ateş borusunu alnına dayayan insanlar vardır” (Tuavii, 1989: 45) tespitinde ise intihar meselesine değinir. Tuavii, Batılıların Batı dışını sömürgeleştirme politikalarını da şöyle anlatıyor: “Şimdi beyazlar, bizler de varlıklı olalım diye kendi hazinelerini getirmek istiyorlar. Kendi şeylerini yani. Oysa bu ‘şey’ler, göğüslerine saplanmış, öldürücü, zehirli oklardan başka bir şey değildir. Ülkemizi iyi tanıyan bir adamın ‘size ihtiyaçlar yaratmalıyız’ dediğini duymuştum. Yine ‘şey’leri kastediyordu. ‘O zaman siz de çalışmak için can atarsınız’ diye devam ediyordu” (Tuavii, 1989: 48). Kapitalizm, ihtiyaçlar için çalışma sistemi kurarak “maaşını çalıştığı yere/imalathâneye/dükkana/üretim alanına bırakan emekçi” zihniyetini sürekli yeniliyor. Kapitalizmin ürettiği emtianın tüketilmesi için hazır müşteriye ihtiyacı bulunuyor. Kent ortamı bu anlamda “hazır müşteri” oluşturuyor. Kent insanı topraksız bırakıldığı, kendi hesabına üretim yapamadığı bu çoraklıkta kendisine dayatılan ihtiyaçlar nedeniyle emeğinin kazancını (ücretinin tamamını) üretim araçlarına ve kent toprağının mülkiyetine sahip sınıflara bırakıyor. Eğer bir miktar tasarruf yaparsa bu kez de parasını bankalara emanet ediyor. Tuavii, insanı ‘şey’ler (şey, eşya demektir) üzerinden esir alan bu sistemi naif şekilde halkına izah ediyor.

Zaman’ın ruhu değil; zaman’a sıkışmak:

Zaman Papalagi’yi hep mutsuz eder. Hiç zamanı yoktur. “Oysa onun uğruna dünyanın patırtısını çıkarır. Zamanı böler; her bölümün adı vardır. Saniye, dakika, saat. Büyük ve ağır zaman makineleri vardır. Bunlar ya kulübelerin içinde dururlar ya da en yüksek evlerin çatılarına asılırlar. Avrupa kentlerinde zamanın bir bölümü geçti mi bir uğultu, bir gürültü kaplar ortalığı” (Tuavii, 1989: 52). Tuavii’nin saati ve saat kulelerini eleştirisi ile Ahmet Haşim’in “Müslüman saati” başlıklı denemesinde de aynı kaygıyı görüyoruz: “Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomik hesaplara göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti, fakat bu saat hatıratın kudsî saatiydi. Güneş saatinin adetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve ezanî saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımızın üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş ilgisiz dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı sonu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda darmadağın ederek, eski “gün”ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi” (Haşim, Gurebâhâne-i Laklakân). Papalagi de zaman için dertlenmediklerini belirtmektedir. “Kaç yaşındasın demek kaç dolunay boyunca yaşadığın anlamına gelir. Ama kaç yaşında olduğunun hesabını yapıp peşine düşmek tehlikelidir, çünkü böylece insanların genellikle kaç dolunay yaşadıkları ortaya çıkar (…) çok dolunay geçmişse, ‘Artık yakında öleceğim’ demeye başlar. Ondan sonra ne keyfi kalır ne de başka bir şeyi” (Tuavii, 1989: 54). Tuvaii zaman için kaygılanmaz, hiç dertlenmez. Bu nedenle “zaman ne az geldi ne de bıkkınlık getirdi. Hepimizin istediği gibi zamanı var, biz de onunla yetiniyoruz. Yettiği kadarından fazlasına hiç gerek duymayız” diyor. Bunu önemsemeliyiz. Çünkü Batı toplumlarında zamanı kısaltan, “hız” saplantısıdır. Daha çabuk ulaşmayı sağlayan teknoloji bizi yavaşlatırken zamanı kısaltıyor. Bu paradoksu görmeliyiz ve aşmalıyız. Tuvaii’nin ömrü bir ay hilal-dolunay dönemi olarak yaşaması zamanı büyütüyor.

Mülkiyet Düşüncesi& Tanrı’nın Yoksullaştırılması:

Tuvaii’nin mülkiyet-Tanrı ilişkileri hakkındaki görüşleri modernitenin “parakazandıran Tanrı” teolojisinden çok uzaktadır. Şöyle diyor: “Bizim dilimizde “Lau” benim demektir, ama aynı zamanda da senin demektir. Oysa Papalagi’nin dilinde bu senin ve benim gibi aynı anlama gelen tek bir söz bile yoktur. Benim olan yalnızca ve tek başına bana aittir, senin olan ise yalnızca ve tek başına sana. Onun için Papalagi, kulübesinin çevresindeki her şeye “benim” der. Bunlar üstünde onun dışında kimsenin hakkı yoktur. Bir Papalagi’nin yanında bir şey görsen, diyelim ki bir meyve, bir ağaç, su, orman ya da bir yığıncık toprak, hemen orada biri biter ve ‘Benim onlar’ der. ‘Benim olana dokunmayacaksın, sakın!’” (Tuavii, 1989: 58). Tuavii, giderek Papalagi’nin mülkiyet düşüncesinin “Tanrı’yı soyup soğana çevirdiğini” iddia edecektir. “Tanrı’nın pek bir şeyi kalmamış, insanlar her şeyini almışlar ve kendi ‘benim’leri, ‘senin’leri haline getirmişler. Birileri çıkıp daha fazla istediği için, Tanrı, güneşini bile herkese eşit dağıtamıyor” (Tuavii, 1989: 59). Tuavii’ye göre Papalagi, “her şey benim” diyerek tanrıtanımaz olmuştur. Tuavii’nin bu eleştirisi radikal ve gerçekçi. Tuavii, şimdi aktaracağım düşünceleriyle Mutezile’nin “Allah el-Adl’dir zulm etmez” teolojisi ile yaptığı tüm değerlendirmeleri yeniden hatırlatıyor gibidir. Ayrıca insanlar arasında kavganın mülkiyet kavgası olduğuna da değinerek sınıf savaşımının nedenine de değiniyor. “Tanrı büyük evinde en yüce alii sili (egemen) olmadığından” diyor Tuavii. İnsan, egemenliği, “Tanrı’dan çalmıştır.” Tanrı, diyor, “nasıl olur da çocuklarından birini unutur?” Bu nedenle sorunu Tanrı’da değil de Papalagi’de görüyor: “Papalagi, Tanrı’nın buyruklarına kulaklarını tıkayıp, yerine kendi yasalarını getirdiğinden, tanrı da onların üstüne bir sürü düşman salar. Onun ‘benim’ini bozsun diye yağmuru ve sıcaklığı, yaşlılığı, ufalanmayı ve çürümeyi gönderir (…) Tanrı, Papalagi’ye korkudan daha beter bir ceza vermiş. Çok az ‘benim’i olan ya da hiç olmayanlarla, bütün ‘benim’leri toplayanlar arasında sürüp giden bir savaş sarmış başına. Bu savaş yakıcıdır, çetindir ve sabah akşam durmak bilmez. Bu savaş herkese acı verir” (Tuavii, 1989: 60). Tuavii’ye göre “Sahip olanlar vermek zorundadır.” Tuavii’ye göre, “Papalagi, Tanrı’nın palmiyeyi, muzu, orman kuşlarını, denizin balıklarını hepimiz mutlu olalım diye verdiğini bilmeli”. Tuavii’nin “ekolojik kolektivizm-cemaatci sosyalizm”i din ile de barışık: “Tanrı birine fazla meyve vermişse, elinde çürümemesi için onu kardeşlerine vermelidir. Tanrı bütün insanlara ellerini uzatır. Tanrı’nın her şeyi kendi adaletli elinde tuttuğu yerde ne kavga olur ne de yokluk” (Tuavii, 1989: 62).

Makine Eleştirisi, Büyük Ruh makineden güçlüdür:

Tuavii’nin makine eleştirisi de Tanrı’ya inançtan besleniyor: Papalagi’nin en güçlü boynuzu makinedir. Papalagi Tanrı’yı mahveder, ama en büyük olan Tanrı’dır hâlâ. Güneş, su, ateş, önce onun hizmetindedir. Böyle olduğu sürece Papalagi’nin mucizelerinin fazla anlamı yoktur. “Bir köyden atla geçsem, çok daha hızlı giderim, ama yürürken çevrede olup biten her şeyi görürürm”; “Papalagi’nin makineleri, marifetleri, büyüleri, hiçbir şeyi insanın hayatını uzatmaya yetmedi, Papalagi hâlâ onu ölümden koruyan bir makine yapmayı beceremedi” (Tuavii, 1989: 69).

 

Meslek nedir?

Tuavii’nin anlattığına göre her Papalagi’nin bir mesleği vardır. Bir meslek sahibi olmak sürekli aynı şeyi yapmak demektir. “Mesela ellerimle kulübe yapmaktan, hasır örmekten başka hiçbir şey yapmasam, kulübe yapmak ve hasır örmek benim mesleğim olurdu” diyecektir. Tuavii bu durumu eleştirir. “Yapılan her iş bir meslektir.” Bir şey yapılıyorsa orada bir meslek var demektir. Elle ya da kafayla. Böyle biri mesleği dışında hiçbir şey yapmıyordur demektir. Uyku döşeğini kaldırıp katlamaz, aşevine gidip kendine bir meyve kızartmaz, kendi yemek kaplarını temizlemez. Balık yer, ama balık tutmaz, meyve yer ama ömründe ağacın dalından tek bir meyve bile koparmaz. Papalagi’ye göre meslek sahibi olmak, yalnızca koşmak, yalnızca tat almak, yalnızca savaşabilmek demektir. Yalnızca bir şeydir. Bu nedenle Papalagi’nin yüreğinde mesleklerine karşı nefret vardır; Hepsinin yüreğinde zincire vurulmuş hayvan gibi bir şey vardır.4591.jpg

Hıristiyan Sömürgecilik:
Tuavii, kitabın sonunda Papalagi’nin Tanrı inancının sahteliğini yeniden vurgular. “Papalagi’nin bize getirdiği Katoliklik, onun için takas malzemesinden başka bir şey değildir” (Tuavii, 1989: 100) diyecektir. Onun yüreğindeki en değerli şey Tanrı değildir. Din, meyveleri, ülkenin değerli topraklarını almak için kullandığı bir takas nesnesidir. Papalagi’nin “tanrı sevgidir” sözünün gerçek olmadığını söyler. Papalagi’nin yüreğinde alabildiğine pislik ve günah görmektedir. Nihayet “Birbirini sevin” diyen Papalagi’nin ülkesinde herkes birbirini katletmekte, öldürmektedir. Her yerde kan, çürümüşlük, korku kol gezmektedir. Hatta o içinde Tanrı olmadığını dahi artık itiraf etmektedir. Bu nedenle “azgelişmişliği” yüceltir: “O Papalagi ki bize vahşi der (…) Tanrı bu Papalagi’den daha çok sever bizi.”

Bu kitabı modernite eleştirisi içinde değerlendirmenin mümkün göründüğünü düşünüyorum. Avrupa bilgisinin dünyasallaşması (küreselleşmesi) bir egemenlik ilişkisidir. Tuavii’nin Batılı bilme/bilgi biçimine karşı geliştirdiği direnç kendi kültürü içinden ve özgüveni yitirmeden gerçekleşmektedir. Batı’nın bilme biçimine hayranlık Batı-dışını kapitalizmin emri altına girmeyi dayatmaktadır. Batı-dışı, kendi din, gelenek, cemaatik toplumsallığı ile Batılı bilmenin masum bir bilme biçimi olmaktan çıktığını görerek kendi dilinin imkânlarına dönmelidir. Batı’nın Batı-dışını kendini koruyarak stabilize etmesi, Batı-dışı’nın sömürülmezlik kaygısını dile dökmesi ihtimalini boğmaya şiddetle bağlı görünmektedir.

 

  • Tuavii - Erich Scheurmann, Göğü Delen Adam (Der Papalagi), Ayrıntı Yayınları, 1989.
Bu haber toplam 17957 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim