• İstanbul 13 °C
  • Ankara 12 °C

Aziz Nesin’in Toros Canavarı Oyununda Yapı, Mizah ve İroni

Aziz Nesin’in Toros Canavarı Oyununda Yapı, Mizah ve İroni
Ahmet Özpay, Dr. Öğr. Üyesi, Gaziantep Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

TYB Akademi 24, Mizah/İroni, Eylül 2018

Toros Canavarı[1], Aziz Nesin’in iki kara mizah oyunundan biridir. Diğer kara mizah oyununun adı, Hadi Öldürsene Canikom’dur.

            Eser, yazarının kaleminde önce öykü olarak şekillenir. Öykü, 1953’te yazılır, 1955’te dergide yayımlanır. 1957’de yayımlanan Toros Canavarı adlı öykü kitabının ilk öyküsü olarak da kitabın sayfaları arasında yerini alır. Gerçekte Aziz Nesin, Toros Canavarı’nı ileride oyun olarak yazmayı tasarlamıştır.[2]

“Şunu demek istiyorum ki Toros Canavarı öyküden uyarlanmış bir oyun değildir, aslında bir oyun özeti olarak önce öykü biçiminde yazılmış, sonra oyun yapılmıştır. (Öyküden yada romandan oyun yapılmasına karşıyım çünkü.)

Avni Dilligil’in çok üstelemesiyle Toros Canavarı’nı 1962’de oyun olarak yazdım. Şimdi bana bile kolay yazılmış sanısını veriyor. Oysa dosyama bakınca, not çalışmalarım ayrı tutulursa, son biçimini verebilmek için Toros Canavarı’nı bozup değiştirerek sekiz kere baştan yazmış olduğumu görüp kendim de şaştım. Bu oyunda, elimden geldiğince, bilinen klasik tiyatro kurallarına uymaya ve uygulamaya çalıştım”[3]

            Emin Çölaşan’ın kendisiyle yaptığı söyleşiden öğrenildiği kadarıyla Aziz Nesin, yazılarını doğrudan daktilo ile yazmaz. Önce el yazısıyla eski Türkçe olarak, sonra gözden geçirip yeni bir kâğıda yine eski Türkçeyle el yazısıyla yazar. Ondan sonra daktiloya çeker. Sonra bir kez daha gözden geçirerek daktiloyla yazar. Bu şekilde, bir yazısını, dört kere yazmış olması, kendisi için zor olsa da bütün boş zamanlarını yazmakla geçiren bir yazar olduğu için bu çaba, “kolay ve rahat okunan” bir yazar olmasını sağlar: “Size şunu söyleyeyim romanlarımı beş altı kerede yazarım. Oyunlarımda ise, onbeş yirmi kez yazdıklarım olmuştur”. Aziz Nesin, eski yazıyla yazmasını, hem bir alışkanlık hem de 1950’den beri elinde var olan krampın getirdiği psikolojik bir dayatma olarak açıklıyor. Bunun psikolojik bir şey olduğunun farkında olduğunu, eski Türkçeyle yazmanın kendisine daha kolay geldiğini belirtiyor.[4] Bu bilgiden hareketle, oyunun yazarının elinde sekiz kereden daha fazla yazılmış olduğu tahmin edilebilir.

            Öykü ile oyunun iskeleti temelde aynı görünmekle birlikte tematik bağlamın farklı olduğu barizdir. Öykü, anlatmayı; oyun, göstermeyi esas alan türler olduğu için her iki türün imkânları, iki metne de farklı boyutlar kazandırmıştır. Oyunda, öyküdeki kişilerin adları da değiştirilmiştir. Öyküdeki Nuri Pakyürek oyunda Nuri Sayaner, karısı Mehpare Hanım, Mihriban; apartman sahibi, Ziya Çalakçı; kabadayı Duman Haydar, (Duman) Osman Gümüştekir olur. Oğlu Metin ve kızı Gülay’ın adları her iki metinde de aynı kalmıştır. Öykü, bir mizah öyküsü olarak dikkat çekerken oyunun dramatik yapı içerisinde kara mizah ve ironi tarafı daha baskın durmaktadır. Tiyatro sahnesinde ilk göründüğü günden bu yana, Devlet Tiyatroları, özel tiyatrolar ve üniversite tiyatro toplulukları, Toros Canavarı’nı defalarca gösterime sunmuşlardır.

1. OYUNUN YAPISI

1.1. Olay Örgüsü

Toros Canavarı, Demokrat Parti’nin iktidar yıllarında, muhtemelen İstanbul’da, Nuri Sayaner adlı emekli bir vatandaşın ev sahibi, onun tuttuğu kabadayı, sistemin getirdiği sıkıntılar ve kendi aile bireylerinin arasındaki sıkışmışlığını, yalnızlığını anlatır.

Nesin, diğer oyunlarında olduğu gibi bu oyununda da perde ve sahne tanımlaması yerine bölüm ve tablo tanımlamalarını tercih etmiş, tablo geçişlerinde o tabloda yer alan kişilerin adlarına -yine diğer oyunlarında olduğu gibi- yer vermemiştir. Oyun, üç bölüm ve altı tablodan oluşur. Birinci bölüm, iki tablo; ikinci bölüm, bir tablo; üçüncü bölüm, üç tablodur. Birinci tablo serim, ikinci-beşinci tablo arası düğüm, altıncı tablo da çözüm kısmıdır. Yazar, “kapalı biçim” ve “benzetmeci tiyatro” üslubunu uyguladığı bu oyununda “bireyin bozuk düzen karşısındaki sınırsız yalnızlığı(nı)”[5] dile getirir.

Emekli memur Nuri Sayaner, eşi Mihriban, oğlu Metin ve kızı Gülay’la birlikte on sekiz yıldır, Ziya Çalakçı’nın apartmanlarından birinin bir dairesinde kiracıdır. Ev sahibi, Sayaner ve ailesini evden çıkarmak istemiş, Nuri Sayaner de açtığı davayı kazanmıştır. Fakat Ziya Çalakçı, onları evden çıkarma konusunda umudunu kesmemiş; üst kata gençlerden oluşan bir grubu, alt kata da başlarında Duman Osman adlı bir kabadayının bulunduğu sekiz kadını kiracı olarak getirmiş; dairenin penceresinin tam karşısındaki pencereden de üç erkeğin “pantolon düğmelerini fora” edip “edep yerlerini” göstermelerini sağlamıştır. Üst kattan gürültülü caz müzik sesleri, alt kattan gürültülü alaturka müzik sesleri gelmekte, evin içindekiler bazen birbirlerinin konuşmalarını anlamamaktadırlar. Bu sosyal baskı, ev sahibi ve Duman Osman’ın tehditleriyle daha da artmakta; fakat önleri kış olduğu için Sayaner ailesini evden çıkmaya ikna edememektedir. Üstelik evden çıksalar oturdukları fiyata bir ev bulamayacakları da malûmdur. Üst kattan, tavan çeşitli noktalardan delinip aşağıya su atılmaya başlandıktan sonra, o güne kadar defalarca eşi ve çocukları tarafından karakola gidip ev sahibi ve kiracıları şikâyet etmesi istenen Nuri Sayaner, bütün karakol korkusu ve tedirginliğine rağmen, karakola gitmeye, şikâyetçi olmaya karar verir. Sonra da bu kararından pişmanlık duyar. Hem tutukluğu ve tedirginliği hem de komiser ve polis memurunun buna fırsat vermemesi nedeniyle karakolda kendisini doğru ifade edemez. Bu esnada polis memurunun dikkati neticesinde, bir yanlış yorum sonucu, Toros Canavarı olarak bilinen suçlu zannedilerek tutuklanır. On bir aylık tutukluluk süresinden sonra gerçek suçlu ortaya çıktığı için tahliye edilen Nuri Sayaner, evine döndüğünde eşini, oğlunu ve kızını bıraktığı gibi bulamaz. Her şey değişmiş, evin içinde kendisinin yokluğunda başka bir düzen kurulmuş, eve dönüşü, evdekileri pek de mutlu etmemiştir.

 Oyun, iki temel çatışma etrafında kurgulanır: birincisi ev sahibi-kiracı, ikincisi vatandaş-düzen çatışması. Birincisi, ikincisinin sebebidir. İkinci çatışma, oyunun hem ritmini etkiler hem yönünü değiştirir. Karakolda geçen üçüncü tablo, merak unsurunun yükseldiği, bundan sonrasında ne olacağının sorgulandığı kısımdır. Aziz Nesin, maddî imkânın / imkânsızlığın belirlediği ev sahibi-kiracı çatışmasının içine Toros Canavarı’nın hikâyesini de ilave ederek oyununu geliştirmiş, bu yolla bozuk düzenin eleştirisini yapmış, yalnızlaşan bireyin dramını kara mizah boyutunda ironik bir çerçevede işlemiştir.

 

1.2. Kişiler

Oyunun başkişisi Nuri Sayaner, tipik bir aile babasıdır. Eşini seven, çocuklarına kol kanat geren bu adam, boş vakitlerini pul koleksiyonu yapmakla değerlendirir. Artık traş bıçağı ambalajı koleksiyonu yapmaktadır. Ev sahibi Ziya Çalakçı’dan çok korkan Nuri, onun tazyikli hücumlarına eşinin ya da oğlunun arkasına sığınarak onlardan aldığı cesaretle karşılık verir. Bu korkak tip, şimdilerde bir de Duman Osman korkusu yaşamaktadır. Oyunun birinci ve ikinci tablosunda, karakol korkusu da çok yakından hissettirilir. Üçüncü tablo, bu korkuyu, haklı çıkaracak bir sonuçla neticelenir. Nuri Sayaner, bütün oyun boyunca, korkak bir kimlik sergilerken Duman Osman’ın tehditleri karşısında farklı bir kimliğe bürünür:

“NURİ: Gençliğimde bendeniz de ayıptır söylemesi pek hiddetliydim. (Kahve tepsisi elinde Gülay girer. Babasının anlattıklarını dinlerken şaşıp kalır, o şaşkınlıkla bisüre kalakalır, kahveleri veremez.) Kendimi methetmek gibi olmasın, bendenizle sekiz on kişi birden başedemezdi. Yaa.. Yani siz bu halime bakmayın, hiç göründüğüm gibi değilimdir. Bilenler bilir, gayet yürekliyimdir. Bendenizde, nah böyle mangal gibi yürek vardır. (Anlattıkça coşar) Hatta bir keresinde, söylemesi ayıp, bir hanımla gidiyordum da… Dokuz kişi birden üstüme çullanmaz mı… Yaa… (El hareketleriyle anlatır) Ya bismillah… Bir şöyle yaptım da, afedersiniz, herife bir kondum… Tamam mı? Tamam… Bir ona… Bir öbürüne… Allah inandırsın yumruğu yiyen iki kere havada ters perende atıyor… Vurdum yumruğu… Bastım tokatı… İndirdim tekmeyi… Bendeniz de az buz değilimdir. Hatta bir keresinde de, kendimi methetmek gibi olmasın, ayıptır söylemesi, kafam bir kızdı… (Gülay’ı görmüştür, birden kendine gelir) Tabii gençlikte… Hey gidi gençlik… Gençlik gibi var mı, bir oturuşta üç rakı içerdim de… (Gülay’a kızarak) Ne dinleyip duruyorsun, versene kahveyi… (Gülay kahveyi Osman’a verir.) Hadi sen içeri git… (Gülay çıkar.) Hatta bir keresinde de hiç unutmam, afedersiniz…”[6]

            Evdeki herkes, Nuri’nin korkak olduğunu bilir. Bundan dolayı, hiç kimse, onun Toros Canavarı olduğuna inanmaz. Ancak süreç içerisinde, özellikle gazetelerin yazdıklarının etkisi altında kalan aile, isnat edilen bütün suçları işlediğine inanmaya başlar. Gülay’ın şahit olduğu bu sahne, daha sonra, Nuri’nin aleyhine kullanılacaktır.

Mihriban, onun evden uzak kalamayacağını, otel odalarında bile kalamadığını, yerini yadırgadığını[7] söylerken tahliye edileceğini öğrendikten sonra “O kadar soygunculuğu, yolbağcılığı, hepsi yanına kâr mı kalacak? İyi vallahi…”[8] “O kadar suç işlemiş adamı serbest bırakırlar mı?”[9] diyebilecektir.

“Bireyin yaşantısı ve yazgısı doğrudan doğruya içinde yaşadığı toplumun duyarlık ve bilinç düzeyiyle ilişkili”[10] olduğuna göre Nuri Sayaner için kabul etmek zorunda kaldığı yazgı, Toros Canavarı olmaktır.

Oyunda hasım güç konumunda birden fazla kimse vardır: Ziya Çalakçı, Duman Osman, Komiser Nejat, Polis Hamdi, Bekçi Bekir. Zaman zaman tavır ve davranışlarıyla Mihriban ve Metin de bu kadroya dâhil olurlar.

Ev sahibi Ziya Çalakçı’nın hırsı, görgüsüzlüğü, şımarıklığı, riyakârlığı, dalavereciliği hem kendi dilinden hem de oyunun diğer tipleri Nuri, Mihriban, Metin ve Gülay’ın dilinden anlatılır. Nuri’ye göre Ziya için en değerli şey paradır. “Bunlarda din, iman, siyaset, parti, her şey para demek”. Ziya boşuna milyoner olmamıştır. Beş çocuğu olunca onlara para yetiştirmek için milyoner olmak mecburiyetinde kalmıştır. “Herkes çocuğu oldukça sıkıntıya düşer, bu zavallı sıkıntıdan milyoner olmak mecburiyetinde kalmış!”[11] Mihriban ve Gülay’ın konuşmalarında dalavereci yönü teyit edilir. Gülay, üst kattaki kiracıları çıkartmak için tamir ettireceğim, kiremitleri aktarttıracağım diye çatıyı açtırıp öylece bıraktığını, yağan yağmurun eve dolduğunu, kiracıların eşyalarının mahvolduğunu ve evden taşınmak zorunda kaldıklarını; Mihriban da su borularını tıkadığını, elektrik tellerini koparttığını, havagazı borularını deldiğini belirtir.[12] Metin, Ziya Çalakçı’dan herkesin yaka silktiğini, tahliye davasını kazanmalarının adamı deli ettiğini, ne yapıp edip kendilerini evden çıkaracağını söyler. Ziya’nın kendi kendini anlattığı kısımlar şişkin bir egonun yansımalarıdır:

“ZİYA: (…) Tahliye davasını kazandınız, he mi? (Alaylı alaylı gülerek) Anlaşılan keyfiniz de bundan… Siz öyle belleyin bakalım. Ne demişler, meşhur atasözüdür: ‘Son gülen tatlı güler’ demişler. ‘Pabuçları giyerken belli olur’ demişler. (…) Onu bunu anlamam, ben de eğer Ziya Çalakçı’ysam, sizi evimde yaşatmam, işte o kadar… Mademki iş inada bindi, görüşeceğiz… Yahu, bu memlekette herkes kendi malına sahip değil mi? Bura dağ başı mı be! Canımın istediğini evimde oturturum, istemediğini oturtmam… Keyif benim değil mi? Kanun var, kanun… Allah Allah, demek siz benim evimde zorla oturacaksınız, he mi?” [13]

Aynı şişkin ego, Nuri tahliye edilip eve döndüğünde onun karşısında “Biraderi canberaberim, aziz kardeşim, sayın ve pek muhterem Nuri Bey” diye hitap edecek, oturduğu evin kendisinin evi olduğunu, ne emrediyorsa âlâsını yapacağını, kendisine kızmamasını, eski kusurlarını bağışlamasını, bundan böyle kira olarak “on para” almayacağını, herhangi bir ihtiyacı olur da kendisini insan yerine koyup söylemezse darılacağını dile getirecek kadar sönüktür. Fakat Nuri’nin gerçek Toros Canavarı olmadığını öğrendiğinde de tekrar asıl kimliğine dönecektir.

Osman Gümüştekir, çevresinde Duman Osman olarak bilinmektedir. Ziya Çalakçı, Nuri Sayaner ve ailesini evden çıkarmak için onu bir baskı unsuru olarak kullanır. Ziya, Nuri’ye Osman’ı anlatırken Galata, Tophane ve civar semtlerin ondan sorulduğunu, namının bütün memleketi tuttuğunu, yediden yetmişe herkesin ondan yaka silktiğini, yüz seksen beş sabıkası olduğunu, sabıka defteri dolduğundan emniyette onun için yeni bir defter açtıklarını, yiğidin sabıkasına defterlerin yetmediğini anlatır. Maşa varken elini ateşte yakmayacaktır.[14] Bu, zorbalığın övgüsü, efsaneleştirilmesidir. Osman, Nuri’yle konuşurken tam bir kabadayı ağzıyla konuşur. Söylediği sözleri karşıya teyit ettirir: “Tamam mı? Tamam…”[15] Nuri Sayaner ve ailesi, zorbalıktan ürkerken, çekinirken, aynı zorbalığa Ziya Çalakçı övgüler dizmekte, Osman da kendi zorbalığını onaylamakta ve onaylatmaktadır.

Komiser Nejat ile Polis Hamdi, birbirinin kopyası gibidir. Birer robot gibi davranırlar. Zanlının sorgulanması esnasında, birinin bıraktığı yerden diğeri aynı kelimeyle başlayarak sorgulama yapmaya devam eder:

“KOMİSER: Şitt… Hüttt!.. Sen bana baksana! Gözünü patlatırım senin… Ben senin bildiğin adamlara benzemem…

(Telefon çalar, Polis telefonu açar.)

POLİS (telefonla): Allo… Buyrun… Komiserim, sizi istiyorlar.

KOMİSER (telefona giderken polise): Hamdi Efendi, sen sorguya devam et!

POLİS (aynen Komiserin yerini ve pozunu aldıktan sonra): Nerde kalmıştınız Komiserim?

KOMİSER (hatırlamak için biraz düşündükten sonra): ‘Ben senin bildiğin adamlara benzemem’, orda kalmıştım.

POLİS (Komiser telefonda ‘evet, evet’ derken Polis, Komiserin kaldığı yerden aynı ses tonunu taklit ederek tıpkı onun gibi konuşmaya başlar): Ben senin bildiğin adamlara benzemem… Aç kulağını, iyi dinle!” [16]

Bu tavır ve davranış, söz Polis’ten Komiser’e geçerken aynen tekrar edilir. Komiser, Polis’in kaldığı kelimeden başlayıp sorgulamayı sürdürür. Sanığın sorgulanmasına şahit olan Nuri Sayaner, zaten korkarak geldiği karakolda daha da korkar, içe döner, kendisini anlatamaz. Komiserin sertçe sorduğu her soruya cevap vermeye kalktığında da konuşturulmaz. Toros Canavarı olduğu zannıyla ifadesi alınırken Komiser, böyle büyük bir işi başarmış olmanın sevinciyle “düdüğünü kesik kesik, hafif hafif, keyifli keyifli öttürür”[17] Bekçi Bekir’in tavrı da Komiser ve Polis’in tavrından pek farklı değildir.

Mihriban, oyunun yönlendirici kişisidir. Dominant bir tiptir. Kırk yıl önce rüyasında gördüğü bir aldatma sahnesini, gerçekmiş gibi hayatının merkezine oturtmuş, “bütün hayatımda elim, senden başka bir kadının eline değmedi.”[18] diyen Nuri’nin sözlerine inanmamış, hep kendisini aldatmış gibi davranmıştır. Ev sahibine nasıl davranması gerektiği konusunda, karakola gidip şikâyetçi olması hususunda Nuri’yi zorlayan, yönlendiren kendisidir. Nuri tutuklandıktan sonra, olanlara inanmak istemez. Kapıya gelen polislere Ziya Çalakçı’yı kastederek suçlamada bulunur. Dünyanın tersine mi döndüğünü sorar: “Bu ev sahibi ne alçak herifmiş… Her yerde eli var. Koskoca polis bir serseriyle başa çıkamıyor mu? (…) Suçluyu bırakıp davacıyı mı tutuyorlar?”[19] Aynı Mihriban, gazetelerde yazan her şeye inanmaya hazırdır. Oğlu ve kızıyla birlikte Nuri’nin ne ziyaretine ne duruşmalarına gider. Süreç içerisinde bu tutukluluk durumunu, oğlu Metin’i yönlendirerek bir kazanca dönüştürmeye bakar. Kocasının çift şahsiyetli bir insan olduğuna inanır. Bütün bu olan bitenler arasında asıl mağdur kendisidir:

“MİHRİBAN: Asıl zavallı ben. Bugüne kadar size açmak istemedim. Onda bu hastalık bildim bileli var, daha sekiz aylık gelindim, sokak süprüntüsü bir kadınla bana ihanet etti. Sonra da haberim yok dedi. Demek krizi tutmuş o zaman, ne yaptığını bilmiyormuş.

GÜLAY: Ya evdeyken kriz gelip de öteki adam oluverseydi!

MİHRİBAN: Aman yarabbi!.. Yıllarca bir arada, bir yatakta… Aklıma geldikçe şimdi bile korkuyorum.” [20]

Nuri tahliye edildiğinde onu sıcak karşılamaya korkar, mesafeli davranır. Bu tavır, Metin ve Gülay’ı da etkileyecek, onlar da babalarının eve dönüşünü bir müjde olarak göremeyeceklerdir.

Metin ve Gülay, oyunun alıcı kişileridir. Gelişmelerden olumlu / olumsuz anlamda etkilenmişlerdir. Metin Tıp Fakültesinde okumaktadır. Alt ve üst kattaki gürültülerden ders çalışamayan bu genç, evin içinde Ziya Çalakçı, Duman Osman gibi tipler geldiğinde babasını, annesini, kız kardeşini yalnız bırakmak ister. Onların karşılaşacağı sıkıntı ya da sorunla karşılaşmak istemez. Babasının beceriksizliğini, korkaklığını acımasızca, alaycı bir tavırla dile getirirken ondan kaynaklanan şöhreti en üst seviyede yaşamayı, tatmayı arzular. Bu şöhreti ne annesiyle ne kız kardeşiyle paylaşacaktır. Riyakârlıkta, bencillikte, Ziya Çalakçı ve Duman Osman’dan geri kalmaz.

Gülay, Mihriban ve Metin’e göre daha insani davranmakta, babasına karşı daha duygusal bir yaklaşım göstermektedir. Gülay’daki acıma duygusu, Mihriban ve Metin’de yoktur. Nitekim oyunun sonunda babasına sarılıp birlikte ağlaşırlar. Nuri’yi sakinleştiren o olur. Evin kızı olarak Gülay eve gelenleri karşılar, gidenleri uğurlar. Bütün tehdit ve tehlikeleri ilk o fark eder. Ziya Çalakçı’nın, Duman Osman’ın, polislerin gelişini haber veren, karşı penceredeki tehdidi fark eden ve söyleyen, gazetecileri içeriye alan, Gülay’dır. Metin’in kaçak güreşmesine rağmen Gülay, sorunların üstüne gitmeyi, çözüm üretmeyi tercih eder. Nuri’nin yazdığı mektubu, Duman Osman’a Metin götürmek istemeyince Gülay götürür. Karakola giden babasını arayıp sormayı Metin reddedince Gülay gidip sormak ister. Babasının bir yanlışlığın kurbanı olduğunu öğrendiğinde “Zavallı babacığım… (…) Zavallı adam…” sözlerini Gülay söyler. Gülay da zaman zaman aynı evde birlikte yaşadığı Mihriban ve Metin’in etkisiyle onlar gibi sözler sarf eder.

“Oyun kişilerinin temsil ettiği değerleri ve içinde bulundukları konumları gösterme tarzı, kişileştirme olarak adlandırılır”[21] Aziz Nesin, Toros Canavarı’nda kişileştirme konusunda oldukça başarılıdır. Nuri Sayaner ve Ziya Çalakçı tiplerini dramatik yapı içerisinde karakter seviyesine yaklaştırır. Diğer şahıslar, tipik düzeyde kalırlar. Bu anlamda kişiler, tipine uygun, inandırıcı ve gerçekçi çizilmiştir. Kişilerin değerlendirilmesinde varoluşçu yaklaşımın ve uyumsuz tiyatronun kişilerindeki temel özellikleri dikkate almak, bu oyunun kişilerini, daha sağlıklı bir yaklaşımla yorumlamak için kaçınılmaz bir adım olarak kabul edilmelidir.

1.3. Zaman

            Bir dramadaki zaman geçişleri, iki üç saatlik bir oyun, birkaç ay, birkaç gün ya da birkaç yıllık geçişleri nasıl taklit edebilmekte; zamanın hareketi nasıl gerçekleşmekte; bireylerin karakterlerini ve bireyler arasındaki ilişkileri nasıl etkilemekte; “izleyiciler oyunda sergilenen zaman akışına nasıl karşılık” vermektedirler gibi bazı soruların cevaplarını karşılar tarzda olmalıdır.[22]

Toros Canavarı’nda zaman tespiti için üç önemli ipucu vardır. Biri Ziya Çalakçı’nın kendisini “vatanını imar eden hakiki vatanperverler”, “bu vatanın mülk sahipleri”, “bu mukaddes vatanın kalkınması için”[23] çabalayanlar arasında gösterdiği kısımlardır. Bu ifadeler, Demokrat Parti dönemini işaret etmektedir. 1954 seçimlerinden sonra imar faaliyetlerindeki çeşitlilik, apartmanların da inşa sayısını arttırmış[24]; iktidar partisi DP, “Dağlar yol, viraneler bağ oldu.” sloganıyla 1957 seçimlerini de kazanmıştır.[25] Oyundaki bir başka ipucu, Nuri Sayaner’in ödediği kiranın Ziya Çalakçı’yı memnun edecek seviyede olmaması ve mahkemelik olmalarıdır. 1954 yılında çıkarılan Ucuz Mesken Kanunu’yla, “yeni inşaat için on senelik vergi muafiyeti ve kiralarda serbestlik kabul edilmiş”, bu durum kiralık konutlarda yüksek kira artışlarına neden olmuştur.[26] Üçüncü ipucu, karakoldaki komiser, polis ve bekçinin davranışlarıdır. İddia, DP’nin iktidara geldiği 1950 seçimlerinden sonra “polisin vatandaşa karşı yine sert bir tavır takındığı ve gelişen olaylara tavizsiz bir şekilde müdahale ettiği bir dönem” başlamıştır[27]şeklindedir. Bu bağlamda, oyundaki aktüel zamanı, 1950’li yıllar olarak sınırlamak mümkündür.

            Oyunun vaka zamanı, on iki, on üç aylık bir zaman dilimini kapsar. Bu zaman dilimi, on sekiz yıldır aynı dairede oturuyor olmalarından hareketle, on dokuz yıllık bir süreye doğru genişletilebilir. Birinci, ikinci ve üçüncü tablo, aynı gün ve gecede gerçekleşir. Oyun, bir öğleden sonra başlar, aynı günün gecesinde devam eder. Zaman geçişleri, birinci tabloda “öğle sonrası”, ikinci tabloda “gece” ifadeleriyle sağlanır. Üçüncü tabloda, bir zaman ifadesi yoktur ama aynı gece olduğu bellidir. Dördüncü tablo, Gülay’ın ifadesiyle “Saat yedi buçuk”ta başlar. Nuri, karakoldan henüz dönmemiştir. Aziz Nesin, dramatik yapıyı başlatmadan önce yazdığı hazırlık notunda “Bu tablonun sonuna doğru saat dokuz-on suları”[28] ifadesiyle tabloda gerçekleşecek olay dizisinin ne kadarlık bir süreyi kapsadığını belirtir. Beşinci tablodaki zaman ifadesi, “akşamüzeri”dir.[29] Metin’in “Hapisanenin en azılı gediklileri bile Toros Canavarı diye çekiniyor, babama hürmet ediyorlarmış. Onbir aydır paşalar gibi yaşıyor.”[30] Sözlerinden aradan on bir ay geçtiği anlaşılmaktadır. Bu süre zarfında yaşananlar, evdeki değişiklikler, ev sahibindeki değişiklikler, Nuri’nin gelişiyle birlikte çevresindeki insanlarda gerçekleşen yabancılaşmayı fark etmesi, bu tabloda başarıyla anlatılır. Altıncı tabloda, “Önceki tablo ile, bu tablo arasında bir iki aylık zaman geçmiştir. Vakit: İkindi”[31] ifadeleri yer alır. Süreç içerisinde Nuri’nin davranışlarında anormallikler başlamıştır: kendi kendine gülmeler, konuşmalar, kendi fotoğrafına “tıslar gibi, iğrenerek bikaç kere ‘Toros Canavarı…’”[32] diyerek bakmalar, her zamanki şarkısını söylemeye devam etmeler…

            Aziz Nesin’in Toros Canavarı’ndaki zaman kurgusunu başarıyla yapmıştır. Sahnede bunun seyirciye hissettirilmesi ya da fark ettirilmesi, ancak sahnedeki dekor değişimleriyle mümkün olacaktır.

 

1.4. Mekân (Dekor)

            Toros Canavarı, iki ana mekân içerisinde geçer. Birinci mekân Nuri Sayaner ve ailesinin oturduğu dairenin salonu, ikinci mekân bir semt karakolunun iç kısmıdır. Salon, orta halli bir İstanbul ailesinin evini yansıtacak şekilde düzenlenmiştir:

“Sağda, evin öbür odalarına ve mutfağa giden koridora açılan kapı. Karşıda, sokağa bakan iki pencere arasında duvara asılı levhada “Doğruların yardımcısıdır Hazret-i Allah” yazılı. Sol köşede eski ama temiz, üstünde koyun pöstekisi olan sedir. Sağdaki duvarda, Nuri’nin çerçeveli, büyükçe, camlı bir fotoğrafı asılmış”[33]

Bu dekorla tanımlanmış mekân, -oyunun üçüncü tablosu hariç- Nuri ve ailesinin, Ziya Çalakçı ve Duman Osman’ın tipik ve karakteristik özellikleriyle tanıtıldığı, yaşatıldığı, ev sahibi-kiracı ilişkisinin ve bireyin yabancılaşmasının gösterildiği mekândır. Nuri’nin asıl hürriyetinin -sonradan esaretinin- yansıtıldığı bu salonda Nuri, ailesinin arasında, evinde, kendisini güven içerisinde hissetmektedir. Evin dışı, güvensizdir. Evin içine, -Ziya ve Osman gibi- dışarıdan yapılan müdahaleler, Nuri’yi germekte, onu korkak bir insana dönüştürmektedir. Böylesi durumlarda evin içi de dışı kadar güvensiz hâle gelmektedir.

            Aziz Nesin, semt karakolunu anlatırken sahneyi ikiye bölmeyi arzu eder:

“Soldaki bölümde komiserin odası, sağda komiserin odasına geçilen koridor. Sağdaki bölümün karşı duvarında, eski resmî dairelerde bulunan yangın söndürme gereçleri asılmış ve sıralanmıştır: Kırmızı boyalı kovalar basamak basamak dizilmiş. Duvarda kazma, kürek, çengel, halat kangalı, yangın borusu, arma biçiminde duruyor” [34]

            Bu şekilde bir bölünme, mekânı verimli kullanmayı getirdiği kadar, iki ayrı mekânın işlevini de gözler önüne serer. Tablo başlarken sağdaki bölüm aydınlık, komiserin odası karanlıktır. Nuri, bekçi tarafından odaya getirildiğinde sağdaki bölüm karartılacak; soldaki bölüm, komiserin odası aydınlatılacaktır. “Çıplak bir küçük ampulle aydınlatılmış olan sağdaki bölüm, loş ve kirlidir”[35] Nuri ve bekçi komiserin odasına girdiklerinde, komiser genç bir sanığı sorgulamaktadır. Sanığa her bağırışında da Nuri, sanki kendisine bağırılıyormuş gibi ürkmekte, kapıya doğru yaklaşmaktadır. Nuri’nin şahit olduğu bu sorgulama, zaten içinde var olan karakol korkusunu arttıracak, sonuçta derdini anlatma sırası kendisine geldiğinde konuşamayacak, sorulan her soruya karşısındakinin beklediği onay cevabını verecek, şikâyet için geldiği bu yerden Toros Canavarı zannıyla tutuklanıp hapse yollanacaktır. Bu anlamda karakol da birey için güveni ya da güvensizliği ifade edecektir.

            Nesin, metin içinde, hem mekânı hem de kişilerin duruş, tavır ve hareketlerini anlatırken ayrıntılara dikkat çekmekte; oyunun sahnelenmesi esnasında nasıl bir özen gösterilmesi gerektiği konusunda yönlendirmektedir. Bu yönlendirme, yönetmen, oyuncular ve dekor tasarımcıları açısından bir sınırlandırma getirir gibi görünse de aslında yazarının oyununun gösterimi sırasında başarısını sağlamak adına attığı bir hassasiyet adımı olarak değerlendirilmelidir.

 

2. OYUNDA MİZAH VE İRONİ

            Aziz Nesin, mizahı, yaşam çatışmasının bir ürünü olarak görür. Güçlülerin güçsüzleri ezdiği, dövdüğü, yendiği ama alay edemediği bir çatışma. Çünkü güçlünün güçsüz üzerinde yaptığı alay tutmaz ve yayılmaz. Bu hâliyle mizah değeri kazanamaz. “Alay etme, yenilmişlerin vazgeçilmez, dayanılmaz kusuru ya da meziyetidir…”. Yenilmişler, kendilerini ezenlere karşı başkaldırmak isterler. Bu başkaldırı esnasında daha çok ezilince güçlülerle alay edip onları çürütmeyi kurtuluşun çaresi olarak görürler. İşte burada başkaldırmanın yerini mizah alır.[36]

Toros Canavarı, bir kara mizah oyundur. Kara mizah, “korkuncun, hastalıklının, karanın ya da saçmanın karamsar gülünç amacıyla kullanılmasıdır”[37]

“Kara mizah temelini ironi ve hicivden alır. İroniktir çünkü ölüm, hastalık, savaş gibi ciddi durumları mizahi bir şekilde ele alır. Bu yüzdendir ki sevmeyeni ve saygısızlıkla suçlayanı çoktur. İnsanların bahsetmekten dahi imtina ettiği korkutucu ögeleri ele alarak bu ögeler üzerinden güldürmeyi, düşündürmeyi amaçlar. Bunu bazen sert ve ağır eleştirilerle yapması da mümkündür. (…) Amaç kahkaha attırmak değil, insanların yüzlerini buruşturan bir konu üzerine esprili ve özgün bir yorum getirmektir. Ne tam bir dram sahnelenir, ne de tam bir komedi” [38]

            Kara mizah, mizahın alt dallarından biridir ve ironiyle birlikte düşünülmelidir. İroni ise, kişinin söylediği sözün tam tersini ima ederek karşısındaki muhatabıyla alay etmesidir. İroni bir söz sanatıdır. Muhatabın ironi yapıldığını anlayacak kadar zeki olması gerekir. Muecke’ye göre,

“Genel ironi bir şeyleri düzeltmek ve bazı kuralları oluşturmaya yönelmekten çok, evrenin temel ve karşı konulmaz çelişkilerini sergilemeye yönelir. Bu çelişkiler ‘varoluşun amacı’, ‘insan iradesinin var olup olmadığı’, ‘içgüdü ve aklın çatışması’ gibi sorunsallar üzerinden ifade edilmekte olup, nihai olarak, geçici bir varlık olan insanın kendisini güvenlikte hissetme ihtiyacı ile, amaçsız, sonsuz, ‘saçma’ ve ‘insana tümüyle yabancı’ bir evrende yaşıyor olması gerçekliği arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanır”[39]

            Oyunda genel anlamda mizahtan çok kara mizah örnekleri vardır. Aziz Nesin’in diğer oyunlarındaki oyun kişilerinde gözlemlenen güven / güvensizlik, yalnızlık sorunu, bu oyunda kara mizah ve ironinin iç içe girdiği bir yapıda işlenmiştir.

 

2.1. Baskının Kıskacında İnsan

            Toros Canavarı’nda baskı kendisini iki yolla gösterir: Ev sahibinin kiracı üzerindeki baskısı ve düzenin birey üzerindeki baskısı.

Ev sahibinin baskısı, sadece aile reisi Nuri Sayaner’i değil, ailenin diğer üyelerini de etkiler. Alt ve üst kattaki gürültüler, bu insanları kendi evlerinde huzursuz etmekte, doğru dürüst uykularını dahi alamamaktadırlar. Tahliye davasını kazanmalarına rağmen, Ziya Çalakçı’nın bir yolunu bulup kendilerini evden çıkaracağına inanan bu insanlar, on sekiz yıldır kiracı oldukları bu evin kirasını geciktirmeden ödedikleri hâlde, ev sahibinin onları çıkarma isteğini anlamakta zorlanırlar.

“ZİYA: Zorla değilse çıkın hanemden. Sizin gibi kiracıyı istemiyorum…

MİHRİBAN: Önümüz kış, kışı geçirelim, çıkarız.

ZİYA: Çıkacaklarmış… Hıh! Siz üç yüz liraya böyle bir evi zor bulursunuz da çıkarsınız. Avucunuzu yalayın… Geçtiii, bir daha böyle bir evi rüyanızda bile göremezsiniz. Evimde bedavaya oturuyorsunuz be!

GÜLAY: Neden bedavaymış, kirasını veriyoruz.

NURİ (Gülay’ın arkasından): Kirasını veriyoruz efendim.

MİHRİBAN: Biz evinize taşındığımız zaman kirası yüz liraydı. Yükselte yükselte üçyüz yaptınız, hiç sesimizi çıkarmadık…

ZİYA: Yok bir de sesinizi çıkaracaktınız.

MİHRİBAN: Öyleyse neden bedava oluyormuş…

ZİYA (ayakta, eliyle havada geniş daireler çizerek): Böyle bir zamanda, böööööyle bir mevki yerde böyle bir eve üçyüz lira da kira mıymış!.. İnsan kira veriyorum demeye biraz olsun sıkılır, utanır be. Yok evime şeref verdiniz diyerekten bir de üstelik size şerefiye vergisi mi verecektim? Her odasında penceresi var, tavanı, döşemesi var, (Gittikçe daha hızlı, çabuk söyleyerek) helası var, aptesanesi var, memişhanesi var, çift sıfırı var, salonu ve de salamancası var, koridoru var ve de merdiveni var ve de elektriği ve de suyu ve de havagazı var ve de kapısı bacası… Gözünüze dizinize dursun, daha ne istiyorsunuz, Allah’tan belanızı mı? Ben böyle bir evi elimi öpene kirası bin liradan, hem de bir seneliği peşinle veririm. Aç gözünü Nuri Bey…

MİHRİBAN: Münasip bir ev bulunca çıkacağız.

NURİ (karısının arkasına sığınmış): Münasip bir ev bulunca hemen…

ZİYA (kızgın ve alaylı): Münasip bir evmiş… Size münasibi çadır, çadır… Gecekondu neyinize yetmez ki…” [40]

Nuri, Mihriban, Gülay, ev sahibini kızdırmamak için sözü sürekli alttan alırken Ziya, sözünü hiç sakınmadan söylemektedir. Muhataplarının üzülüp üzülmeyeceklerini düşünmeden, hiç dikkate almadan bir açık ironi yapmaktadır[41]. Tavrı alaycı, konuşmanın tonu serttir. Nuri’nin çıkmayacağını bildiği için kendince onu çıkmaya zorlayacak yollar bulmuştur. Bunlardan biri üst kata gençlerden oluşan bir grubu kiracı olarak yerleştirmesi, onların da gürültülü caz müzik eşliğinde tepinir gibi dans etmeleridir. Bunun yetmeyeceğini düşündüğü için alt kata da kabadayı Duman Osman eşliğinde sekiz kadını kiracı olarak getirmiş, oradaki ahlâksızlığa zemin hazırlamış; üstelik karşı daireye de üç erkek yerleştirerek onların da pantolonlarını indirip edep yerlerini göstermelerini sağlamıştır. İşte bu kara mizah durumu, bir kapalı ironiyi de beraberinde getirmiştir. Niyet, örtülüdür ama muhatabın anlamasını beklemektedir.

Duman Osman’ın Sayaner ailesini ziyaret ettiği gün yaptığı konuşmada, tipler kendilerini ironik bir biçimde teşhir ederler. Dramatik ironinin güzel bir örneği olan bu diyalog şöyledir:

“OSMAN: Demek adımı duymadınız ha… Yahu siz gazetede mi seyretmezsiniz? Duman Osman’ın kim olduğunu bilmiyorsanız, sorup öğrenirsiniz; Duman Osman, nam-ı diğer Osman Gümüştekir… Tamam mı? Tamam… Bütün Galata, Yenişehir, Tophane, Ziba, Abanoz benden sorulur. Tamam mı? Tamam… Toros Canavarı olsa bana vız gelir. Tamam mı? Tamam…

MİHRİBAN (Metin’e fısıldar): Kim dedi kim? Kim olsa vız gelirmiş?

METİN (fısıldar): Toros Canavarı…

OSMAN (iki parmağını uzatarak): Ben adamın iki gözünü çıkarırım. Tamam mı? Tamam..

NURİ: İstirahat buyurun… Oturmaz mısınız?..

METİN: Afedersiniz, ziyaret sebebiniz?

OSMAN (Nuri’ye): Tıbbiye’de okuyor diye yazdığın mahdum, bu düve mi? Hiç aile terbiyesi yok mu yahu… (Metin’e) Oğlum, iki büyükler zirve toplantısındayken, az gelişmişler lafa karışmaz. Tamam mı? Tamam… Gelelim dalgamıza… Kısa keselim de sobalık olsun: Siz bu evden gönül rızası ile çıkarılacaksınız. Tamam mı? Tamam…

METİN: Ama siz de bizim gibi kiracısınız. Ev sahibiyle aramızda olanlardan size ne?

OSMAN: Bu evin erkeği kim be? Bu ailenin reizi kim, bilelim de ona göre konuşalım yani… (…) Ağız yapma bana, bu limanlara gemi yanaşmaz. Bu ailenin reizi kim, reizi?”[42]

Osman, bu dramatik ironi içinde kendini önemli gösterirken, karşısındakileri iyice küçümsemeye, alaya almaya devam eder. Ev sahibi-kiracı ironisi, oyunun sonunda farklı bir boyut kazanacak; ancak kısa bir süre içinde baştaki durumuna dönecektir.

Oyunda, sistemin birey üzerindeki baskısı mekân olarak karakol ve oradaki Komiser, Polis, Bekçi üzerinden hissettirilir. Komiserin sanığı sorgularken söylediği şu sözler, Nuri’yi de etkileyecektir:

“KOMİSER (Bekçinin sözlerini duymamış gibi, çok babacan ve yumuşak sesle önünde duran sanıkla konuşur): Oğlum, evladım… Emniyet makamları demek ne demek? Adı üstünde burası emniyyet… Sen şimdi burada emniyet altındasın… Hiçkimse sana bişey yapamaz, bizden başka… Kimse kılına dokunamaz, benden başka… Emniyyettesin. Şimdii, bize her şeyi söyle oğlum, korkma, çekinme, açık açık anlat çocuğum…” [43]

  Nuri Sayaner’in karakol korkusunun nedeni belirtilmemiştir. Ancak bu korku ve endişenin -Nuri’nin karşı karşıya kaldığı durum göz önünde bulundurulduğu zaman- ne kadar haklı bir korku olduğu ortaya çıkmıştır. Giderken söylediği, “Çocuklar, içimde bir tuhaflık var, sanki başıma bişey gelecekmiş gibi… Galiba bir felaket… Benim içime doğar.”[44] Sözleri okuru / seyirciyi buna hazırlamaktadır.

           

2.2. Göstergelerin Tanımladığı İnsan

            Toros Canavarı, uyumsuz tiyatronun yansımalarının olduğu örneklerden biridir. “Tiyatro, bir göstergeler sanatıdır. (…) Bir gösterge ile bütünleşmeyi elden bırakmayan düşünce, sadece bir ‘anlam’ değildir; gösterge durumuna gelmiş bir anlamdır.”[45] Bu bağlamda, oyundaki birçok gösterge, metindeki ironiyi, kara mizahı ve bunların işaret ettiği insanın dünyasını tanımlar, anlamlandırır.

            Daha oyunun ilk tablosundan başlayarak oyun boyunca Nuri’nin dört yerde mırıldandığı, “O yar-i bî vefadan selam yok mu?” şarkısı, hem onun duygu dünyasını yansıtması hem de Mihriban’ın bu şarkının sözlerinden başka bir anlam çıkararak gördüğü rüyadaki Nuri’nin kendisini aldattığını düşündüğü kadınla birleştirmesi, bir durum ironisidir. Aslında Nuri, bu şarkının sözleriyle açık bir ironi yapmaktadır ama Mihriban duygusal olarak bunu algılayabilecek bir yapıda değildir. Enderûnî Hafız Hüsnü Efendi tarafından bestelenen mahur şarkının tam metni şöyledir:

“Sabâ tarf-ı vefadan peyam yok mu?

O yâr-i bi-vefadan selâm yok mu?

Visal-i lütfuna dair kelâm yok mu?

O yâr-i bi-vefadan selâm yok mu?”[46]

            Nuri, bu şarkının ikinci ve dördüncü mısraındaki kısmı mırıldanmaktadır. Oyunun başlangıcında, aldattığı iddiasıyla Mihriban’ın Nuri’ye sürekli yüklenmesi, Nuri hakkında “Senden her şey umulur, her şeyi yaparsın sen… Zaten senin gibi içinden pazarlıklılardan korkmalı…”[47] gibi sözleri, eşini üzmekte, Nuri, mırıldandığı şarkıyı böylesi zamanlarda biraz daha yüksek sesle söylemektedir. Oyunun sonunda eşi ve çocukları tarafından yalnızlaştırılan Nuri, yine bu şarkıyı mırıldanmaktadır ve o vefasız sevgiliden bir selam yoktur.

            Şarkı, oyunun temel mesajını da taşır gibidir. Nuri, Mihriban’dan beklediği vefayı görmemiş, kırk yıl önce gördüğü rüyanın tesiri altında kalarak eşinin beklediği ilgi ve alâkanın karşılığını vermemiştir. Vefasızlığı, Nuri’nin Toros Canavarı olarak suçlanmasının ardından daha belirgin bir hâle gelecektir. Vefasızlık, bencillik ve ikiyüzlülükle birlikte itici bir Mihriban tipiyle karşı karşıya kalacaktır okur / seyirci.

            Aziz Nesin’in bilinçli olarak seçtiği şarkının bazı tiyatro -özellikle üniversite- toplulukları tarafından oyun sahnelenirken kullanılmaması, onun yerine Abdurrahim Karakoç’un “Mihriban” şiirinin sözlerinden bestelenen şarkının kullanılması ayrı bir ironidir. Çünkü “Mihriban”da şair, sevgilisine,

“Sarı saçlarına deli gönlümü

Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban!

Ayrılıktan zor belleme ölümü

Görmeyince sezilmiyor Mihriban”!

diye seslenmektedir. Oyundaki Mihriban, rüyasında gördüğü kadını “Sarı saçlı, apokurya maskarası gibi boyalı bir kadındı.”[48] şeklinde tasvir eder. Mihriban’ın kendisi sarışın olmadığına göre, Nuri eğer bu şarkıyı mırıldanırsa Mihriban ne düşünmelidir? Hele bir de “deli gönlün bağlanması”, “ayrılık”, “görmemek” gibi ifadeler, oyun metninin ruhuna tam aykırı durmakta, oyun kişisi Mihriban’ın düşüncelerini desteklemektedir. Ayrıca iki ayrı dünya görüşündeki iki sanatçının -Aziz Nesin ve Abdurrahim Karakoç- metinlerinin birbirini tamamlar gibi sunulması da bir başka ironidir. Oyunu sahneleyecek olanların metnin ruhundan ayrılmaması adına dikkat çekici bir örnektir “O yar-i bî vefadan selam yok mu?” şarkısı.

            Mihriban, kendi doğruları olan ve bunların peşinden ısrarla giden bir yapıdadır. Evliliklerinin ilk yıllarında bir gece bir rüya görmüştür. Rüyasında Nuri, sarışın bir kadınla birliktedir. Aklına her geldiğinde bu rüyayı gerçekmiş gibi anlatıp Nuri’yi üzmektedir. Oyun, yine bu rüyanın tartışmasıyla başlar. Mihriban, o zamanlar karakola gidip komisere şikâyet etmediği, yanına üç polis alıp Nuri’yi suçüstü bastırmadığı için çok pişmandır.

“NURİ: Off… Kırk yıldır hep bu rüya… Sabah akşam bu… Yahu rüya, rüya bu be… Gözüyle görmüş!..

MİHRİBAN: Rüya olsun ne çıkar… İnsan rüyasında ayaklarıyla görmez ya…

NURİ: Pekiy Mihriban, sen akıllı bir kadınsın, insan rüyada gördüğü şeye nasıl inanır? Hadi diyelim ki gördüğün rüyanın tesirinde kaldın, pekiy ama, kırk yıl bu rüyanın kavgası yapılır mı?

MİHRİBAN: Pekâlâ biliyorsun ki, ben o rüyayı gördüğüm gecenin sabahı erkenden kalkıp, seni rüyada gördüğüm yere gitmiştim. Tıpkı o rüyada gördüğüm yer, tıpkısı tıpkısına… O yollar, o binalar, hep aynı… Ayol, saptığın sokağın tabelasını bile okumuştum: Salkımsaçak sokak… Elimle koymuş gibi gidip buldum orasını.

NURİ: Allahım, sen sabırlar ver…

MİHRİBAN: Bugünkü gibi gözümün önünde. Ben adım adım takip ediyordum. Ağacamiin köşesinden döndün, soldaki sokağa saptın, sağdan üçüncü ev, onsekiz numara… Evin penceresinde bir kadın, yolunu gözlüyordu. Hatta tül perde vardı da pencerede, rüzgârdan hafif hafif sallanıyordu. Kadın seni görünce hemen kapıyı açtı. Ben hepsini gördüm, sokağın köşesinden sizi seyrediyordum. Sonra pencerede ikinizin başı yan yana göründü. Sanki o kopası başın, kadının sarı boyalı, kıtık kıtık saçlarının içine gömülmüştü. (…)

NURİ: Hanım, hanım! Mantık diye bişey var; bir insan rüyada gördüğü şeye nasıl inanır hakikat diye? Sen beni rüyanda mı gidip de karakola şikâyet edecektin?

MİHRİBAN: Sen laf anlamıyorsun ki… Kırk senedir anlatıyorum, gene de anlamıyorsun. Ben sana ertesi sabah uyanır uyanmaz, gidip oraları gördüm diyorum. Sabahleyin uyanınca gider pekâlâ karakola şikâyet ederdim”[49]

            İkisi arasında geçen konuşmalardan anlaşılmaktadır ki ortak bir noktada buluşmaları mümkün değildir. Mihriban’ın durumu, kendi kendini ele vermenin ironisidir. Nuri’nin yaptığını iddia ettiği şey, aslında hiç olmamıştır. Ancak bu konuda Mihriban’ı ikna etmek söz konusu olmadığı için ortaya bir çözümsüzlük ironisi çıkmaktadır.

            Metindeki önemli göstergelerden bir diğeri, “Doğruların yardımcısıdır Hazret-i Allah” levhasıdır. Nuri Sayaner, Allah’a inanan, onun kendisi gibileri koruyacağını bilen bir kimse olarak bir sıkıntıyla karşılaştığında bu sözü söylemektedir. Allah, doğrunun ve haklının yanındadır. Tahliye edilip de evine döndüğünde eşine ve çocuklarına “Çok şükür, gene kavuştuk… (Levhaya bakarak) Ben size dememiş miydim: ‘Doğruların yardımcısıdır Hazret-i Allah…’”[50] Babasının bu inançlı tavrına karşın Metin, ikinci tabloda mektubu götürüp ağlayarak geri dönen Gülay’a bakarak babasına ironik bir tavırla “Doğruların yardımcısıdır…”[51] der, Hazret-i Allah’ı ilave etmez. Babasının cevabı, “Dur sen, acele etme… Sonunda belli olur”[52] şeklindedir. Oyun, sonuca bağlanırken Nuri’nin dilinde artık bu söz yoktur. Oyun metni, Nuri’nin inancının ironisini vermektedir.

            Oyunun göstergeleri arasında, Nuri’nin salondaki duvarda asılı, büyükçe, camlı fotoğrafı da önemlidir. Nuri, Toros Canavarı olarak tutuklanınca eve gelen gazeteciler, bu çerçeveli fotoğrafı almak istemişler, sonunda da Mihriban, Metin ve Gülay’ın bu fotoğrafın altında fotoğraflarını çekip gazetede yayımlamışlardır. Ailenin bu üç üyesinin tanınırlığı, böylece mümkün olmuştur. Beşinci tablonun sonu ve altıncı tablonun başında, Nuri fotoğrafına bakmaktadır. Bir durum ironisidir yaşadığı. Fotoğraftaki adamı, yani kendisini, “Toros Canavarı” diye suçlamaktadır. Çevresinde konuşacak kimse olmadığı için konuşabildiği, kızdığı, yalnızlığını paylaştığı tek şey, duvardaki çerçeveli fotoğrafıdır. Duman Osman fotoğrafa bakarak açık bir ironi yapar: “(Ziya’ya) Nasıl dalgaya geldik be abi. (Duvardaki resmi göstererek) Şunda canavarlık suratı var mı be.”[53] Nuri açısından duvardaki fotoğrafta görülen kişi, kendisini hem yalnızlaştıran ve yabancılaştıran hem de yalnızlığını paylaşan tek unsurdur.

            Nuri’nin ceviz ağacından yapılmış bir çekmecesi ve bir de pul –sonradan tıraşbıçağı ambalajı- koleksiyonu vardır. Nuri, yaptığı koleksiyonu, evin içindeki varlığını ispat eden unsurlardan biri olan bu çekmecede saklamaktadır. Tahliye edilip eve döndüğünde, çekmecesini arar. Aralarında geçen konuşmalar, Nuri’ye ait izlerin artık bu evden silinmeye başladığını göstermektedir:

“NURİ (aranıp bakındıktan sonra): Benim çekmecem nerde? (Susma.) Nerde çekmecem benim? (Susma.) Çekmecem nerde benim?

MİHRİBAN: Kaldırmıştım içeri… Getireyim… (Yatak odasına gider.)

GÜLAY: Artık lazım olmaz diye…

MİHRİBAN (gelir): Gülay nereye kaldırmıştık, babanın çekmecesini?

GÜLAY: Bilmem… Gardrobun üstüne baktın mı?

MİHRİBAN: Orada yok…

GÜLAY Bir de mutfaktaki dolaba bakmalı… (Gülay sağ kapıdan çıkar.)

NURİ: Babamdan kalmıştı bana… Babam da o çekmeceyi kullanırdı.

METİN: Çok eskimiş, kullanılacak gibi değildi artık. (Gülay çekmeceyi getirir sedire, eski yerine koyar. Nuri çekmece gözlerini açarak koleksiyonu arar.)

(…)

NURİ: Koleksiyon nerde? (Cevap vermezler.) Başka yere mi kaldırdınız? (Susma. Nuri gülümseyerek) Yoksa hırsızlar çalacak diye mi korktunuz? (Susma.) Söylesenize canım, ne oldu koleksiyon?

MİHRİBAN: Metin onları… Şey yaptı… Lazım olmaz diye…

NURİ (kırıklıkla): Yaaa… Attı demek..”[54]

Dramatik ironinin örneklendiği, bu konuşmalarda, Nuri saf bir biçimde, durumu anlamaya çalışır. Ortada olanı biteni hepsi bildiği hâlde, gerçeği dile getirmekte zorlanırlar. Evdekilerin durumu, kapalı bir ironiyi gösterir. Aslında niyetleri bellidir ama niyetlerinin anlaşılmasını beklerler. Bu esnada da sanki kasıtları o değilmiş gibi davranırlar. Mihriban, Metin ve Gülay’ın Nuri’ye karşı yabancılaştıklarını gösteren sahnelerden biri, bu konuşmalardır. Ceviz ağacından yapılmış çekmece ve artık olmayan koleksiyon, gerçeğin örtüsünü kaldırmaya yardım etmiştir.

Pul koleksiyonu yapmak, Nuri’nin en önemli uğraşılarından biridir. Bugüne kadar çok pul koleksiyonu yapmıştır. Ancak hiç zengin bir pul koleksiyonu olmamıştır. Çünkü evde bir sıkıntıya düşünce bu koleksiyon satılmakta, sayesinde biraz rahatlama sağlanmaktadır. Son yaptığı pul koleksiyonu da “ev sahibi yüzünden avukata para yetiştirmek için”[55] satılmıştır. Nuri, koleksiyonunun ucuza gittiğini düşünmektedir. Artık, bir pul koleksiyonuna sahip olamayacağını anladığı için, “hiç kimse satın almasın da sıkışınca satmayayım” diye “traşbıçağı ambalajı koleksiyonu” yapmaya başlamıştır. Metin, para etmeyecek olan şeyi biriktirmenin ne anlamı olduğunu sorar. Bugün belki para etmeyen bu koleksiyon, ileride, “Herkes elektrikli tıraş makinesi kullanmaya başlayınca, tıraşbıçağı hiç kalmayaca(ğı)”[56] için antika olacak, belki o zaman para edebilecektir. Nuri’nin yaptığı, saflık ironisidir. Koleksiyon yapma uğraşı, evin içinde özgürce karar verebildiği ve yapabildiği tek şeydir. Koleksiyon yaparak zamanını geçirir, yalnızlığını giderir. Eşi, oğlu ve kızı, kendisine uzaktır.

Nuri’nin kaybettiği nüfus kâğıdı, oyunun ana göstergelerinden biridir. Üç yıl önce bir iş için Ankara’ya gitmiş, oradan dönerken nüfus kâğıdını kaybetmiştir. İşte bu kaybettiği nüfus kâğıdı, kendisinin Toros Canavarı olarak tutuklanmasına neden olmuştur. Gerçek, asıl Toros Canavarı’nın itirafıyla ortaya çıkacaktır. Yolculuk ettiği trenin helasında nüfus kâğıdını bulmuştur. O tarihten beri de Nuri Sayaner adlı vatandaşa ait bu kimliği kullanmaktadır. “Hakiki Nuri Sayaner’in Toros Canavarı diye yakalandığını gazetelerde okuyunca vicdan azabı çekerek teslim”[57] olmuştur. 

“GÜLAY: Melek gibi adamı zorla canavar yapıp çıktılar, daha başındanberi bütün bunların hiçbirine içimden inanmamıştım. İmkânı var mı? Nasıl da şüphelendiler… Zavallı babacığım…

METİN: Sanki ben inandım mı… Babamda o işleri yapacak yürek nerde… Yürek ister, yürek…

MİHRİBAN: Şu kadarcık inanmamıştım. O sünepenin bunca işi yapamayacağı belliydi zaten… Haydutluk, soygunculuk kim, o kim… Kırk senelik kocamı bilmez miyim… Ama bu sefer de, kendisini sahici Toros Canavarı zannetmeye başladı, içerde boyuna böğürüyor. Şimdi gelin de anlatın bakalım canavar olmadığını…”[58]

Gerçek Toros Canavarı’nın ortaya çıkma nedeni, kendisinin yaptığı onca haydutluğun başkasının üzerine yazılması, bunu kıskanmasıdır. Mihriban ve Metin’in sözlerinde de zorbalığa, haydutluğa bir övgü vardır. Hepsinin de yaptıkları açık ironidir. Üzüntü verici olan, toplumsal kabuller içerisinde yeri olmayan bir durumun, övünç vesilesi hâline getirilmesidir.

Karakolu da oyunun göstergeleri arasında saymak mümkündür. Karakol, Mihriban, Metin ve Gülay için güvenilecek yerdir. Nuri’nin nedeninin ne olduğu bilinmeyen korkusu bağlamında bakınca Nuri açısından hem güveni hem güvensizliği telkin etmektedir.

“GÜLAY: Ne dediler baba?

NURİ: Bu saatte karakolda polis olur mu?

METİN (alaylı): Polisler dükkânı kapatıp evlerine gitmişlerdir.

GÜLAY: Aaa… Vallahi gitmemiş.

(…)

NURİ: Gitmiyor, ayaklarım gitmiyor… Kolaysa siz gitsenize! Kazık kadar oğlan, koskoca kız otursunlar evde, ben bu yaşta, hem de gecenin bir vakti karakollarda sürüneyim… Karakolun önünde, sokakta dolaştım durdum, bitürlü içeri giremedim; zorla değil, giremiyorum. Patlamadınız ya, durun bakalım, sabredin, sabah ola hayrola… Bunca zamandır çekmişiz de şurda sabaha kadar duramıyor musunuz? Sabahleyin gündüz gözüyle hep beraber gideriz karakola, anlatırız komisere…

MİHRİBAN (sert): Hadi bakalım, gideceksin, şimdi gideceksin… Şu halimize bak, böyle durulur mu suların içinde? Hadi…

NURİ (yalvarır gibi): Hanım, yapma… Bunun sabahı yok mu? Beni gecenin bir vakti sokaklara yollamayın… (…) Kurban olayım… Yapmayın… (Mihriban, elinden tutar ayağa kaldırır.) Ayağını öpeyim Mihriban, beni gönderme… Ben karanlıklarda gezemem, dışarısı zifiri karanlık, göz gözü görmüyor… (Tavandaki delikten boşalan su Nuri’yi ıslatır. Nuri yana çekilir, birden kızar.) Gideceğim, ne olursa olsun, gideceğim…” [59]

Nuri’nin karakolla ilgili söyledikleri kara mizahı yansıtır. İronisi kapalı bir ironidir.

Kanun da metindeki göstergeler arasındadır. Nuri, Mihriban, Ziya, Bekçi ve Komiser’in dilinden kanunla ilgili yorumlar yapılır. Nuri ve Mihriban, kanun önünde haklı çıkmışlar, tahliye davasını kazanmışlar, evde oturmaya devam iznini almışlardır. Ziya Çalakçı’dan memleketin kanunlarına hürmet beklemektedirler. Ziya’nın ise kanunlara “en derin hürmeti” ve gayet yüksek bir saygısı vardır. Ancak, bu kanun kitaplarını kimin için yazdıklarını da merak etmektedir: “Dayanacak bir dikili ağacı, bir kuru dalı olmayanlar için mi, yoksa hakiki vatanperverler için mi?” Bu sözüyle, kanunların kimden yana olduğunu sorgulamaktadır. Nuri’nin “Haktan ve hakikatten yana…” sözünü de yine kendisine göre yorumlar. Kanunların güçlüden yana olması gerektiğini ima eden sözleriyle, Nuri ve ailesine karşı alaycı bir tavır takınmakta, açıkça ne demek istediğini belirtmekte ve açık bir ironi yapmaktadır:

“Siz davayı kazandık diye kasılın bakalım. Ben hepsini öğrendim; aleyhimize karar veren mahkemenin hâkimi de sizin gibi kiracının biriymiş. Kabahatin başı, benim avukat olacak dürzüde. Ulan, hiç insan tahliye davasını, hâkimi kiracı olan bir mahkemede açar mı be? Bunların avukat olmaları için beş fırın ekmek yemeleri lazım. Diplomayla avukatlık olmaz; diploma başka, bu işler başka… Evi olan bir hâkim olsaydı, sizi şıp diye evden attırırdı. Neden? Çünkü o zavallının da kiracı derdinden ciğeri yanmıştır da neler çektiğimi bilir. Benim avukatım olacak dürzüye bunları dedim de, bana “ev sahibi olan hâkim bulamadım” dedi. Memleket memleket değil ki, ev, apartman sahibi olan da hâkimlik etmiyor. Kiracıdan hâkim olursa, öyle memlekette adalet olur mu, olmaz elbet… Nuri Bey, sen daha dur, dur hele sen…” [60]

Aziz Nesin, kara mizahını bu defa Ziya’nın ağzından yapmakta, onun gibilerin gücünün mahkeme salonlarına kadar sirayet ettiğini dile getirmektedir. Ziya, hem Nuri’yle hem avukatıyla hem de neredeyse bütün hâkimlerle alay etmektedir. “Ev sahibi olan hâkim bulamamak” da açık bir ironidir. Avukatı da onun için Duman Osman gibi bir maşadır. Nuri’nin Toros Canavarı olmadığını öğrenip eve geldiğinde, Toros Canavarı’nın hakkını yiyip yiğit bir adamın adını rezil ettiği için sahtekâr olduğunu, bunun da kanunda yeri bulunduğunu belirtir. Yine zorbalığa, haydutluğa bir övgü söz konusudur.

Kanunun Bekçi’nin dilindeki yorumu, hiçbir vakit kanunun elinden kaçılamayacağı yolundadır. Komiser de kanunu temsil eder tarzda davranır. Sanığa, olanları hiç kimseden korkmadan, hiç kimsenin tesiri altında kalmadan anlatmasını söyler. “Polisin heryerde gözü ve kulağı vardır, kanunun pençesinden kaçılmaz” [61]

Göstergeler arasına, ev sahibinin yaratmaya çalıştığı baskının birer unsuru olarak alt ve üst kattaki müzik seslerini de ilave etmek mümkündür.

2.3. Varoluş Kaygısında İnsan

            Toros Canavarı oyununda, bireyin varoluş mücadelesi, çeşitli örneklerle sergilenir. Nuri Sayaner, varoluşçuların belirttiği, “seçmek hürriyeti ve bundan doğan sorumlulukla baş başa kalmış”[62]’tır. Dolayısıyla bunalım ve bunaltı içindedir. Kendi seçimlerinin sorumluluğunu üstlenmek durumunda olduğu için de karşılaştığı olumsuzluklardan şikâyet etmeye hakkı yoktur.

            Modern tiyatro, psikolojiyi, insanın yaşam serüvenini, bir sebep-sonuç ilişkisi olarak açıklamakta, her yerde aynı olan bir yazgıdan söz etmekte olduğu için ideolojik bulmakta ve bu anlamda psikolojiyi reddetmektedir. “İnsanın varoluş sorunlarına ancak en basit sözcükler(le) ve aracısız inilebileceği kanısındadır”[63] Düşünce mutlaka psikolojiyle verilmez; ancak keskin bir biçimde de gösterilmez. Modern tiyatroda, mesaj kesinleştirilmemiştir. Yazar, mesajını anlatmakta güçlük çekiyorsa kendisi de kararsız kalmış demektir. Seyirci ya da okuyucuya düşen el yordamıyla parça parça anlamı bulmaya çalışmaktır. Mesaj ya da anlam, göstergelere boğulmuş olarak karşısına çıkabilir.[64]

            Oyunun ikinci tablosunda Aziz Nesin, Metin’in çalıştığı dersin ezberini Nuri’ye kontrol ettirerek, Ribo’nun şahsiyet bozukluklarını üçe ayırmasından, şahsiyetin ikiye bölünmesi rahatsızlığından söz ederek Nuri’nin buradaki tepkisini, seyirciye / okuyucuya yansıtır. Oyunun sonunda Nuri’nin çift şahsiyetli bir insan olarak ortaya çıkacağı düşünülür. Ancak bu determinist bağlantı kurulmaz. İkinci tabloda atılan bu düğüm, sadece Nuri’nin tutuklanmasından on bir ay sonra Metin tarafından bir endişenin yansıması olarak dile getirilir: “Hani imtihanlara çalıştığım günlerde, kitaptan çift şahsiyetli ruh hastalarını okuyordum da nasıl sinirlenmişti, kitabı elinden fırlatmıştı.”[65] Ayrıca seyirci / okuyucu, Duman Osman’la konuşurken altta kalmamak adına değişik bir ruh hâline bürünen Nuri’yi, o ana kadarki gördüğü Nuri’yle bağdaştıramaz. Üstelik Nuri, Duman Osman’ın çıkışından sonra, onunla konuştuklarının etkisiyle yine başka bir kimlik yapısında konuşur:

“ ‘Tamam mı? Tamam…’ diyor… (Kızgın) Bu memlekette alacaksın eline makineli tüfeği… (Birden sedire fırlar, elinde makineli tüfek varmış gibi, karşısındaki hayali düşmanlara ateş eder) Bum bum bum… Dardar dardardardar dar dar dar… darrrt… (Öbürleri şaşkınlık içinde bakarlar) Hepsini tarayacaksın… Bütün namussuzları geberteceksin. İşte böyle hepsini geberteceksin… Başka çaresi yok… Tamam mı? Tamam… Alacaksın tüfeği, çıkacaksın dağa. Al bu sana Ziya Çalakçı: Gümm! Al bu da sana Osman Duman: Gümmm! Temizleyeceksin alçakları ki memleket kurtulsun…”[66]

            Bu konuşmaları yapan Nuri, oyun boyunca -Toros Canavarı olduğunu iddia ettiği kısım hariç. Orada da akıl sağlığı yerinde değildir.- bir daha bu kimlikte görünmez. Yani yazar, modern tiyatronun bir sonucu olarak, psikolojinin beklediği neticeyi vermez ama seyirciyi / okuyucuyu Nuri’de şahsiyet bölünmesi var mı yok mu diye düşündürür. Nuri’nin bu kısımlarda yaptığı ironi de yine açık bir ironidir.

            Mihriban, Metin ve Gülay’ın Nuri’nin tutuklanmasından on bir ay sonra aralarında geçen bir konuşma, durum ironisini vermesi bakımından dikkat çekici olduğu kadar, bu tiplerdeki yabancılaşmayı göstermesi bakımından da önemlidir:

“METİN (kol saatine bakarak): Eyvah, ben geç kaldım, gazetecilerle randevum vardı.

MİHRİBAN (kapıya doğru fırlayan Metin’e): Dur ayol, film işi ne oldu, onu anlatmadın. (Metin kapıda durur.) Kirayı bir gün geciktirdik mi, bu ev sahibi bizi kapı dışarı eder vallahi. Artık satıp savacak da bişey kalmadı evde. Hani Amerikalılar babanın hayatını film yapacaklardı?.. (…)

METİN: Amerikalılar ikibin dolar teklif ettiler. Ben de dörtbin dolar istedim, bizim parayla kırkbin lira eder. (…) (kasılarak yürürken) Toros Canavarı’nın oğlu rolünü de bana verin, dedim.

GÜLAY: Peki, ben?

METİN: Hadi be… Sen bir de film artisti oldun mu, tamam… İşte o zaman hiç koca bulamazsın…

MİHRİBAN: Kim demiş sana onu, bir kere artist oldu mu, kocaya ihtiyacı kalmaz ki… Hepimiz de pekâlâ oynarız. Bize rol vermezlerse satmıyoruz babanın hayatını…

METİN: Daha neler!..

MİHRİBAN: Başka neyle geçineceğiz? Baban hapise girdiğindenberi, on yıldır[67] emekli maaşı da kesildi.

GÜLAY: Hani gazeteler de babamın hayatını tefrika edeceklerdi, ne oldu?

METİN: Gazeteler çokaz veriyor. Üç gazete var babamın hayatını tefrika etmek isteyen, ençok vereni onbin lira…

MİHRİBAN: Aaaa, dünyada olmaz. Ayol bu uydurma kaydırma bir roman değil, iki ruhlu bir adamın hakiki hayatı. Adam neler neler yapmış, ben bile bunca yıllık karısıyken, gazetelerde okudukça şaşıp şaşıp kalıyorum. (…) Aman iyice pazarlık et oğlum, elâlem açıkgöz, seni kandırıverirler. Yazıktır adamın hayatı ucuza gitmesin.”[68]

            Yabancılaşma, oyunun bir başka ironisidir. Nuri, Mihriban, Metin, Gülay, hatta Ziya ve Osman, bu yabancılaşmayı hem yaşar hem yaşatırlar. Nuri, saf ve tertemiz kalmayı başarırken Mihriban ve Metin ikiyüzlü tipler hâline dönüşürler. Oyunun sonunda dahi bu yabancılaşma durumlarını aşamaz; menfaatlerinin esiri olmuş bir hâlde kalakalırlar. Gülay kadar olsun Nuri’nin yalnızlığını paylaşmaz, evlerini bir aile saadetinin sıcaklığına kavuşturacak adımı atamazlar. Onlar, Nuri’nin eve dönüşünden mutlu olacakları, suçsuz olduğunun anlaşılmasına sevinecekleri yerde tam tersine tanınma ve bilinme, para ve şöhret sahibi olma imkânlarının ellerinden kayışına hayıflanırlar. Onlar için Nuri’nin evde değil, hapiste olması önemlidir. Çünkü onlar, Nuri hapiste kaldığı sürece ilgi odağı olabilecekler ve söyledikleri ancak bu çerçeve dâhilinde önem arz edecektir.

            Metin’in bencilliği ve ikiyüzlülüğü, Mihriban’dan geri kalmaz. Babasının Toros Canavarı olduğunu çabuk kabullenir. Bundan sinema filmi ve gazetelere satılacak bir hayat hikâyesi çerçevesinde maddî menfaat ve şöhret kazanmayı hedefler. Nuri’nin tahliye edilmesi, Mihriban ve Metin’in beklentilerini suya düşmesi anlamına gelmektedir. Bu, her ikisi için de bir durum ironisidir.

            Nuri, tahliye edilip evine döndüğünde Mihriban’ın, Metin’in, Gülay’ın kendisini hasretle kucaklayacakları inancındadır. Fakat eve geldiğinde ev sahibi Ziya Çalakçı, Duman Osman, Mihriban, Gülay ve Metin’den beklediğinden farklı davranışlar görür. Evde ve çevresinde uyum bozulmuştur. Kendisini güvende gördüğü tek yerde, evinde de güven içinde olamayacağı duygusu, kısa süre içinde Nuri’deki dengeyi bozar. Nuri, Mihriban, Metin ve Gülay’a, onlar da Nuri’ye güvenemezler. Nuri, karakolda baskı altında, kendisine isnat edilen bütün suçları işlediğini nasıl kabul etmişse evdekiler de aynı suçları işlediğine hemen inanmışlardır.

            Nuri’ye sunulan şey, ölme hakkıdır[69]. Nuri’nin sadece karakolda değil, oyunun sonunda, gerçek Toros Canavarı olmadığı ortaya çıktığında, eve hışımla gelen Ziya Çalakçı ve Duman Osman’ın soygun yapma, adam öldürme, ocak söndürme gibi suçlamalarının hepsini, “Etmişim…”, “Vurmuşum…”, “Söndürmüşüm…”, “Hepsini, hepsini yapmışım…”[70] cevaplarıyla kabul etmesi, artık yapacak hiçbir şeyi, tutunacak bir dalı kalmayan bir adamın çaresizliğinin ifadesidir. Ziya ve Osman’ın aşağılamaları, alayları karşısında bütün arzusu, ölmeyi kabullenmek yolundadır. Ancak Ziya’nın ve Osman’ın evin içine müdahalesi, Osman’ın Gülay’ı itmesi, Nuri’yi canlandırır. Onun “Ben, Toros Canavarı!.. Ben, Canavar!.. Haydutlar bile korkuyor benden”[71] diye başlayan konuşması ve tepkisi, ailesini, kızını korumak için gösterilen bir tepki olduğu kadar, aynı zamanda yaşamayı hak etmek için attığı adımın göstergesidir. Nuri’nin tepkisi, onu önemsizlik ironisinden önemlilik ironisine taşır. Konuşmanın devamı, bireyin trajedisini de ele verir.

            Oyunun sonunda Nuri’nin yalnızlığı kabulü, canavarlığı kabulüdür. Çünkü canavarlar, tek kalmaya ve tek başına yaşamaya mahkûmdur.

SONUÇ

            Kiracı-ev sahibi ve vatandaş-düzen çatışmasının yansıtıldığı bir uyumsuz tiyatro örneği olan Toros Canavarı’nda başkişi Nuri, her iki çatışmanın kurban tipi ve kaybedenidir. Nuri’nin düştüğü / düşürüldüğü durum, hem hayatın ironisi hem insanın ironisidir. Oyunda hedef, seyirciyi / okuru bilinçlendirmektir. Başkişi Nuri’nin psikolojik derinliğine inilmemesi, yazarın kendi tercihidir. Bu tercih dolayısıyla oyun kişilerinden hiçbiri, karakter seviyesine çıkamamıştır.

            Aziz Nesin, oyun kişilerindeki duygusal değişikliği, onların yaşadıkları ortamları ve imkânlarını değiştirerek sergiler. Yaşadıkları çevreden ve imkân / imkânsızlıklarından soyutlanan kişiler, ne kadar çabuk değişebileceklerini, ne kadar keskin ikiyüzlülük gösterebileceklerini örneklerler. Bu keskin değişmeler, bir yandan oyuna ritim kazandırırken diğer yandan oyunun kara mizahını ve ironisini geliştirirler.

            Oyun, seyirciye / okuyucuya “Kanunların bireyin hürriyetini gözetmediği, doğru uygulanmadığı yerlerde bireylerin canavarlaşması kaçınılmaz sonuçtur.” ana fikrini telkin eder. Nuri Sayaner, yanlış uygulamaların kurbanı olarak yalnızlaşır ve canavarlaşır. Ziya Çalakçı, kanunları kendi lehine çevirmenin yollarını bulup onları kullanarak canavarlaşır. Ziya, bunu ustaca yaptığı için onun canavarlığı, çevresi tarafından dile getirilmez; Nuri’nin kurban durumu devam eder.

KAYNAKÇA

Arıkan, Y., Zaman. A’dan Z’ye Tiyatro Kılavuzu. Pozitif Yayınları, İstanbul, 2006.

Cebeci, O., Komik Edebi Türler (Parodi, Satir ve İroni). İthaki Yayınları, İstanbul, 2016.

Çetişli, İ., Batı Edebiyatında Edebî Akımlar. Akçağ Yayınları, Ankara, 2001.

Çölaşan, E., Sevgilim istiyorsa diskoya da giderim. Hürriyet. (1 Mart 1987).

Dikici, A., Demokrat Parti döneminde iç güvenlik ve Türk polis teşkilatı. Gazi Akademik Bakış, 5 (3), Ankara, 2009.

Güler, Ç. ve Güler, B. U., Mizah, Gülme ve Gülme Bilimi. Yazıt Yayıncılık, Ankara, 2010.

Keskin, Y., Tiyatronun İlkeleri. Doruk Yayımcılık, İstanbul, 2008.

Küçükvar, A., Siyasi partiler ve sloganlar, İnanış, (28 Mayıs 2018). http://www.inanisgazetesi.com/haber-siyasi-partiler-ve-sloganlar-22406.html (31.07.2018)

Nesin, Aziz, Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom). Nesin Yayınevi, İstanbul.

Özkırımlı, A., Türk Edebiyatı Ansiklopedisi. Cem Yayınevi, c. III, İstanbul, 1987.

Paker, Ö., Tiyatro Estetiği (Oyun Metninde Estetik Denge). Papatya Yayıncılık Eğitim, İstanbul, 2008.

Şişman, M., Kara mizah nedir? Kara mizah nasıl yapılır? Kara mizah örneği. Milliyet. (25.01.2018). http://www.milliyet.com.tr/kara-mizah-nedir--kara-mizah-nasil-yapilir--kara-mizah-ornegi-molatik-913/ (01.08.2018)

Yavuz, Ü., Demokrat Parti İktidarı Döneminde İstanbul’a İlişkin İmar Politikaları ve Faaliyetleri. Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 2008.

Yüksel, A., Aziz Nesin tiyatrosunda birey ve toplum. Çağdaş Türk Tiyatrosundan On Yazar, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, (Tarihsiz).

 

 

[1]- Oyunun bugüne kadar sekiz baskısı yapılmıştır: 1. bs. (1965). Kendi yayını.; 2. bs. (1982). Bütün Oyunları 1. Adam Yayınevi. İstanbul.; 3. bs. (1983). (fasikül olarak). Karacan Yayınları. İstanbul.; 4. bs. (1988). Bütün Oyunları 1. Adam Yayınevi. İstanbul.; 5. bs. (1992). Bütün Oyunları 1. Adam Yayınevi. İstanbul.; 6. bs. (2002). Bütün Oyunları 1. Adam Yayınevi. İstanbul.; 7. bs. (2011). Bütün Oyunları 2. Nesin Yayınevi.; 8. bs. (2013). Bütün Oyunları 2. Nesin Yayınevi. İstanbul.

İncelemede eserin 8. basımı kullanılacaktır: Nesin, A. (2013). Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom). Nesin Yayınevi, İstanbul, ss. 5-98.

[2]- Aziz Nesin,  Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom), Nesin Yayınevi, İstanbul, 2013, arka kapak yazısı.

[3]- Aziz Nesin,  Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom), Nesin Yayınevi, İstanbul, 2013, arka kapak yazısı.

[4]- Emin Çölaşan, Sevgilim istiyorsa diskoya da giderim, Hürriyet, 1 Mart 1987.

[5]-  Ayşegül Yüksel, Aziz Nesin tiyatrosunda birey ve toplum. Çağdaş Türk Tiyatrosundan On Yazar, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, (tarihsiz), s. 36.

[6]- Aziz Nesin,  Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom), Nesin Yayınevi, İstanbul, 2013,  s.42-43. ( Oyun metninden yapılan alıntılardaki imlâ tercihleri Aziz Nesin’in kendi tercihleridir.)

[7]- A.g.e., s.65.

[8]-  A.g.e., s.71.

[9]-  A.g.e., s.72.

[10]- Ayşegül Yüksel, Aziz Nesin tiyatrosunda birey ve toplum, Çağdaş Türk Tiyatrosundan On Yazar, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, (tarihsiz), s. 36.

[11]-  Aziz Nesin,  Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom), Nesin Yayınevi, İstanbul, 2013,  s.14-15.

[12]- A.g.e., s.27.

[13]- A.g.e., s.20-21.

[14]- A.g.e., s.26.

[15]- A.g.e., s.39-43.

[16]- A.g.e., s.54-55.

[17]- A.g.e., s.58.

[18]- A.g.e., s.11.

[19]- A.g.e., s.69.

[20]- A.g.e., s.72-73.

[21]- Önder Paker, Tiyatro Estetiği (Oyun Metninde Estetik Denge), Papatya Yayıncılık Eğitim, İstanbul, 2008, s. 32.

[22]- Yılmaz Arıkan, Zaman. A’dan Z’ye Tiyatro Kılavuzu, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2006, s. 461.

[23]-  Aziz Nesin,  Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom), Nesin Yayınevi, İstanbul, 2013, s.24-25.

[24]- Ünsal Yavuz, Demokrat Parti İktidarı Döneminde İstanbul’a İlişkin İmar Politikaları ve Faaliyetleri, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 2008, s. 49-54.

[25]- Adnan Küçükvar, Siyasi partiler ve sloganlar, İnanış, (28 Mayıs 2018). http://www.inanisgazetesi.com/haber-siyasi-partiler-ve-sloganlar-22406.html (31.07.2018).

[26]- Ünsal Yavuz, Demokrat Parti İktidarı Döneminde İstanbul’a İlişkin İmar Politikaları ve Faaliyetleri, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 2008, s.51.

[27]- Ali Dikici, Demokrat Parti döneminde iç güvenlik ve Türk polis teşkilatı, Gazi Akademik Bakış, 5 (3), Ankara, 2009, s.63.

[28]- Aziz Nesin,  Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom), Nesin Yayınevi, İstanbul, 2013,  s.63.

[29]- A.g.e., s.71.

[30]- A.g.e. s.72.

[31]-  A.g.e.. s.89.

[32]-  A.g.e.. s.89.

[33]- A.g.e.. s.10.

[34]- A.g.e., s.51.

[35]- A.g.e., s.51.

[36]- Atilla Özkırımlı, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Cem Yayınevi, c. III, İstanbul, 1987, s. 857.

[37]- Çağatay Güler, Bilge Ufuk  Güler, Mizah, Gülme ve Gülme Bilimi, Yazıt Yayıncılık, Ankara, 2010, s. 186.

[38]- M.  Şişman, Kara mizah nedir? Kara mizah nasıl yapılır? Kara mizah örneği. Milliyet. (25.01.2018). http://www.milliyet.com.tr/kara-mizah-nedir--kara-mizah-nasil-yapilir--kara-mizah-ornegi-molatik-913/ (01.08.2018)

[39]- Oğuz  Cebeci, Komik Edebi Türler (Parodi, Satir ve İroni), İthaki Yayınları, İstanbul, 2016, s. 267.

[40]- Aziz Nesin,  Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom), Nesin Yayınevi, İstanbul, 2013,  s.21-22.

[41]- Oyun metnindeki ironi yorumlarında -açık ironi, kapalı ironi, dramatik ironi gibi- Oğuz Cebeci’nin Komik Edebi Türler (Parodi, Satir ve İroni) adlı kitabından yararlanılmıştır.

[42]- Aziz Nesin,  Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom), Nesin Yayınevi, İstanbul, 2013,  s.39-40.

[43] A.g.e., s.53.

[44] A.g.e., s.47.

[45]- Yıldırım Keskin,  Tiyatronun İlkeleri, Doruk Yayımcılık, İstanbul, 2008,  s. 41.

[46]- Türkçe karşılığı: Ey sabah rüzgârı! Sevgilinin dostluğunu devam ettireceğine, sözünde duracağına dair bir haber yok mu? O vefasız sevgiliden bir selâm yok mu? Onunla kavuşacağımıza dair bir söz yok mu? O vefasız sevgili, bir selâm olsun göndermedi mi? [https://www.youtube.com/watch?v=sLwLdAoF-m8 (01.08.2018)].

[47]- Aziz Nesin,  Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom), Nesin Yayınevi, İstanbul, 2013,  s.12.

[48]- A.g.e., s.29.

[49]- A.g.e., s.11-12.

[50]- A.g.e., s.83.

[51]- A.g.e., s.36.

[52]- A.g.e., s.37.

[53]- A.g.e., s.95.

[54]- A.g.e., s.84-85.

[55]- A.g.e., s.16.

[56]- A.g.e., s.17.

[57]- A.g.e., s.94.

[58]- A.g.e., s.94.

[59]- A.g.e., s.48-49.

[60]- A.g.e., s.25-26.

[61]- A.g.e., s.56.

[62]- İsmail Çetişli, Batı Edebiyatında Edebî Akımlar, Akçağ Yayınları, Ankara, 2001, s. 134.

[63] Yıldırım Keskin, Tiyatronun İlkeleri, Doruk Yayımcılık, İstanbul, 2008,  s.67.

[64]- A.g.e., s.69-70.

[65]- Aziz Nesin,  Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom), Nesin Yayınevi, İstanbul, 2013,  s.73.

[66]- A.g.e., s.44.

[67]- “on yıldır” değil “on aydır” olmalıydı.

[68]- Aziz Nesin,  Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom), Nesin Yayınevi, İstanbul, 2013,  s.73-74.

[69]- “Ölme hakkı”, “yaşama hakkı” gibi tanımlamaların sahibi, Ayşegül Yüksel’dir.

[70]- Aziz Nesin,  Bütün Oyunları 2 (Toros Canavarı, Hadi Öldürsene Canikom), Nesin Yayınevi, İstanbul, 2013,  s.97.

[71]- A.g.e., s.97.

Bu haber toplam 29047 defa okunmuştur
  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim