• İstanbul 18 °C
  • Ankara 22 °C

Doç. Dr. Muhammet Enes Kala’nın Mustafa Kutlu ile Mülakatı

Doç. Dr. Muhammet Enes Kala’nın Mustafa Kutlu ile Mülakatı
TYB Akademi 30, Eylül 2020

M. Enes Kala -Hocam tüm dünya olarak farklı bir süreçten geçiyoruz. Mart’ta bizde başladı, devam etmekte olan bir süreç içindeyiz. Yaşadığımız nazik süreçlerde tedbir kapsamında devletler tarafından bir tür tecrit politikaları uygulandı, hala da uygulanmaya devam ediyor. Şimdi bu süreçte de insanların kendilerine dönme, evleri olduğunu hatırlama belki sizlerin ifadesiyle kalplerinin seslerini duyma imkanları her zamankinden daha fazla görünüyor gibi. Bu süreçler acaba insanların kalplerinin seslerini duymasına, toprakla buluşmalarına, fıtratlarıyla halleşmelerine ve helalleşmelerine bir imkân olabilir mi sizce?

Mustafa Kutlu -Direk söylüyorum, hayır olamaz. Bugünün insanlığı küresel kapitalizmin, küresel sermayenin, küresel fitne fücur ocaklarının tamamen elindedir, hakimiyetindedir, hegemonyasındadır. Dolayısıyla devletler, dediğiniz hususta, eğer ulus devletleri falan kastediyorsanız bunlar da ortadan kalkmıştır. Aslında şu anda şirketlerin hakimiyetinde yaşıyoruz ama bunu belli etmek istemiyorlar. Şirketler bir şekilde bütün dünyaya istediklerini dikte ettiriyorlar; siyasi hayat, iktisadi hayat, kültürel hayat hemen hemen bütün hayatın noktaları bu şirketlerin elindedir. Peki, bu şirketler hakkında ne söyleniyor? Efendim üst akıl, küresel güç, adamın dediği gibi görünmeyen el falan. Fakat bunun da aslında böyle olmasını sanıyorum onlar –benim anladığım kadarıyla ben komplocu falan değilim ama- onlar istiyorlar böyle olsun diye. Yani şöyle; bir dünyada böyle işlere yön vermeye çalışan bana göre yön veren bir küresel güç var. Bu küresel güç aslında tam tarif edilemiyor ama şunu söyleyebiliriz: bu güç herhalde uzaydan gelip uzaylılar tarafından ortaya konmuyor, insanlar bu işle uğraşıyorlar ama yani bu gücün dini yok, dili yok, vatanı yok, sınırı yok, bayrağı yok, inancı yok. Sadece güç temerküzü neye dayanıyorsa ki onun temeli sermaye ve paradır, para da söz konusu edilince son zamanlarda onun da gücünün sınandığına şahit oluyoruz. İşte dolarizasyonun sonu geliyor mu, gelmiyor mu? Bu konu benim de pek aklımın yetmediği iktisadi meselelerin başında gelir. Bu mesele Trump’ı da etkiler, Çin’i de etkiler. Çin işte kendini belki başka ülkeler de kendini sağlama almak için yeni bir paranın peşinde koşuyor. Dolayısıyla böyle bir mücadele sürüyor fakat bu gücün ne olduğuna dair tapınak şövalyelerinden, Rothschild ailesine, 160 kişiden bilmem kime kadar çeşitli menkıbeler anlatılıyor, bunların gerçek payı vardır fakat üzerinin ezoterik bir tülle kaplandığını söyleyebiliriz. Yani dokunma yanarsın gibi bir şey. Bu ezoterik tülün bilerek ve isteyerek inşa edildiği kanaatindeyim. Çünkü bu güç, ne kadar belirlenmeyen, bilinmeyen, tahmin edilemeyen, karşı konulamayan bir efsane haline dönüşürse onunla baş etmek o kadar imkânsız hale gelir diyorlar, böyle bir ön kabulü oluşturuyorlar. Bu belirlenemeyen dünyanın geleceği, belirlenemeyen dünyanın belirlenemeyen gücü tarafından bir şekilde dikte ettirilen bir şey gibi görünüyor bana. Bunu ancak kalbi olanların -kalbi olanlardan kastım benim Amentüye inananlardır- anlayabileceğini düşünüyorum. Tam da burada yani kalbi olanlar için bir şey daha vardır, onların bir oyunu varsa Cenap-ı Hakk’ın da bir oyunu vardır. Onların bir tuzağı varsa bizim de bir tuzağımız var. Bu inancı kaybetmemek, elimizdeki en güçlü, en esaslı dayanılacak duvardır, temeldir, direktir. Bunu kaybetmeyeceğimizi sanıyorum çünkü dünyada Müslümanlıktan başka diri olan bir din yok, kalmadı. Müslümanlık da dünyada pörsümüş, gücünden düşmüş görünüyor. İslâm ülkelerine baktığım zaman birçoğu deformasyona uğramış, şunun bunun emrinde yürüyen insanlar olmuş gibiler. Ancak Türkiye örneğine baktığımız zaman şöyle düşünebiliriz: evet biz halden, çaptan düştük, düne kadar diyorlardı ki, geçmiş insanlar geçmiş nesiller şöyle iyi böyle iyi. “Bu yeni yetişen nesillerden bir şey olmaz onlar askerlik bile yapamazlar, bunlara güvenip de bir şey yapmayalım” dedikleri zamanda 15 Temmuz oldu ve tankların önüne bu genç insanlar yattılar. Demek ki bizim bir ruhumuz var ve bu ruh hala diri. Onun için Müslümanlara güvenmek zorundayız. Bunu Aliya da -rahmetle anıyorum kendisini- kendisine yöneltilen kendi muhalifleri tarafından yöneltilen ve bizim buradan giden bazı aklı evveller tarafından yöneltilen sorulara öyle cevap vermişti. Onlar Bosna gençliğini “ya bunlardan bir şey olmaz, bunlar savaşamaz” dedikleri zaman Aliya küplere bindi ve ayağa kalkarak “Göreceksiniz nasıl savaşacaklar” dedi ve nasıl savaştıklarına hepimiz şahit olduk. Demek ki bir şekilde şuna inanmak lazım: “Mevlâ görelim neyler neylerse güzel eyler.”

Yaşadığımız özel günlerden kasıt bu pandemi ve salgın hastalık meselesidir. Bütün dünyanın, bütün teknolojik güçlerini, silahlarını, bilimlerini çaresiz bırakmış haldedir, öyle görünüyor. Ama tarihe baktığımız zaman salgın hastalıklar tarihte hep vuku bulmuştur. Yani bundan daha beteri de olmuştu, İspanyol gribi, İspanyol nezlesi denilen hastalık. Aslında galiba Kansas’ta çıkmıştı sonra İspanya’da yaygınlaşmış çok çok büyük miktarda insanları öldürmüştü, biz o günleri hatırlamıyoruz bile. Bugünkünden çok  daha fazla ölümler vuku buldu. Bunlar geçer ve insanlar bunları çok çabuk unuturlar, çünkü insanın Kur’an-ı Kerim’deki vasıflarının bir kısmında onun cahil, nankör, çabuk unutan bir varlık olduğu söyleniyor. Dolayısıyla insanların bu sıkıntılı durumun bir an evvel geçmesinin ve eski güzel günlere dönülmesinin ihtiyacıyla, heyecanıyla veyahut da dönemeyeceklerinin korkusuyla yaşadıklarını söyleyebiliriz ama bence kurulan bu kurulu düzenin bu pandemi meselesinin bitmesiyle birlikte yok olmayacağını, her şeyin müesses şekilde devam edeceğini, bunun aksini söyleyenleri safsata olarak gördüğümü söyleyebilirim. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması için pandemi falan değil, pandeminin kendisi kapitalizmdir zaten. Bundan daha büyük pandemi olamaz yani. Dolayısıyla onun/Kapitalizmin hesabı görülmedikten sonra biz pandemilerden kurtulamayız.

M. Enes Kala -Hocam şimdi gözetim toplumunun özelliklerinden olsa gerek, her şey bir gözün kontrolünde işletiliyor. Zamanında “panaptikon” dediler, sonra “sinoptikon” oldu şimdi  de “omniptikon” diye yeni bir kavram söz konusu, herkesin birbirini rahatça gözleyebileceği bir ortamdayız. Bu süreç sanki küresel salgın tecrübesini de ciddi şekilde etkiledi.

Mustafa Kutlu -Şimdi bu işin esasında şu var; bütün bu ilerleme, kalkınma, gelişme, zenginleşme ve refahın arkasında ve önünde giden ideoloji aslında teknolojiyle iş birliği yaparak bunu gösterdi. Teknoloji ideolojiyi besledi; ideoloji, teknolojiyi besledi. Bu Sovyetler’de de aynı şekilde oldu. Birbirimizden farkımız yok ama biz Osmanlı Bankasıyız der gibi hemen hemen her yerde teknolojinin ipini eline geçirenler bir adım ileri geçtiler. Bu, geçtiğimiz yüzyılın ortasından itibaren son 50-60 senede korkunç bir ivme kazandı. Teknoloji ideolojilerin önüne geçti. Yani Amerika’daki liberal demokrasinin üretime olan bakışıyla, tüketime olan bakışıyla otoriter demokrasi dediğimiz Çin’in bakışı arasında hiçbir fark yok şimdi, ikisi de kapitalist, ikisi de aynı yöne bakıyorlar, ikisi de üretim-tüketim ilişkilerinden güç alıyorlar. Sonunda dünyevi bir üstünlük, dünyevi bir güç olma hevesindedirler yani kim silikon vadisini daha esaslı hale getirebilirse o üstünlüğünü iddia ediyor, bu Çin’de de olabilir Amerika’da da olabilir küresel güçler bunu oradan oraya taşıyabilirler. Başka ülkeler de bunun varlığının farkında oldukları için kendi silikon vadilerini kurmak durumundadırlar. Türkiye’de de bu iş yürüyor bir şekilde yani savunma sanayiden başlamak üzere Gebze’deki teknoloji merkezine varıncaya kadar bütün bunlar dünyada bir kulvarda koşulduğuna işarettir. Benim “Kalbin Sesi” kitabında söylemiş olduğum şey; bu kulvarın dışına çıkmak, yani bir nevi yoldan çıkmaktır! Yoldan çıkmak, biliyorsun yoldan çıkan adama iyi gözle bakmazlar, tehlikelidir, risklidir ama bir şekilde paradigmayı tersine çevirmek istiyorsak yoldan çıkmayı göze almalıyız. Yoldan çıkmanın neticesi bugünden yarına olmaz. Kimse beni yanlış anlamasın; ne sanayiye bugünden yarına kibrit suyu döküleceğini ne de teknolojinin etkisiz hale geleceğini söylemek istiyorum ama bugünden yarına bir kapı açmak için bu erâcif ne kadar aklınıza gelen kötü sıfatları kullanacaksanız kullanın bu gidişatın sonuçta aslında insanlığa fayda getirmediğini söylüyorum.  Şimdiden çok söyleyenler var ama söylemek bir şey değil; söyleyen kişinin güç temerküzü sağlaması lazım ki lafını dinlesinler. Nasıl olacak güç temerküzü? O uzun soru, uzun cevap gerektiren bir soru.

M. Enes Kala -Hocam şimdi özellikle bu “Kalbin Sesi” hakikaten önemli hususları dile getiriyor. Hemen akabindeki “Toprağa Dönüş”le beraber değerlendirilmesi lazım tabii çünkü ikincisinde teklifler de var. Hepsi bana şunu düşündürüyor; bir Müslümanın olması gerektiği halinde, tavrında, inanmak, bilmek ve eylemenin birlikte tezahür etmesi gerekiyor. İnanmaya, bilmeye ve eylemeye baktığımızda bunun gerçekleştirilme zemininin ise kalbimiz olduğunu görebiliyoruz. İfade ettiğiniz küresel olarak bahsedilen veya ferdi olarak kendi hayatımızda da tecrübe ettiğimiz husus, sanki kalbimizden uzak düşmekle alakalı. Biz kalbimizden uzak düştük, Amentü bize uzaklaştı. Biz Müslüman dünya olarak acıları unutulmuşlukları, cahillikleri, bencillikleri çok daha tecrübe eder olduk. Dolayısıyla bir teklif büyütme imkanından da sanki uzaklaşıyoruz ve baktığımızda genellikle kendimizi hep eleştiren pozisyonda görüyoruz. Tekrar başa döneyim Hocam, bunların hepsinin sebebi ise Amentüyle olan uzaklığımız, acaba biz bu uzaklığı nasıl tekrar eski haline döndürebiliriz?

Mustafa Kutlu -Şimdi bu eski haline döndürmek kelimesi son derece tehlikelidir, bana da atfedilebilir. Ne demek istiyorsun, din devleti mi kuracağız, tarım toplumuna mı döneceğiz, eski günlere mi döneceğiz? falan bazı suçlamaları getirebilir, kat’iyyen böyle bir şey söylemek istemiyorum. Yani öyle bir şey olamaz ama şu olabilir. Benim gençliğimde 1950 ve 50’ler işte 60’lar 70’lere kadar falan camiide bilhassa yatsı namazından sonra müezzin efendi Amenerrasulü’yü okuduktan sonra iki dua okurdu. Birisi “Tecdid-i İman” ötekisi “Tecdid-i Nikah” bu şimdi okunmuyor. Yani ben bizim buradaki camiinin çok sevdiğim iki tane hocası var, çok sevişiriz kendileriyle çok iyi arkadaşlardır. Dedim ki ya arkadaşlar niye okumuyorsunuz, bir tanesi esprili bir çocuk bana dedi ki: “Hocam dedi imanından şüphen mi var” benden tecdid-i iman istiyorsun; nikahın mı düşüyor tecdid-i nikah istiyorsun. Tehlikeli sularda yüzdüğümüzün farkında olmamız lazım. Şudur, bizim Tanpınar’ın tabiriyle geçmişi kuranlar şöyle yapmışlardı, Tanpınar öyle diyor: “Bizim Atalarımız inşa etmiyorlardı ibadet ediyorlardı.” Bu şu demektir; yani bütün dünya, bütün kâinat, bütün varlık zikrullah halindedir, insanın da böyle olması icap eder. Bunun yolu yordamı hazır, Peygamber ve büyüklerimiz tarafından gösterilmiştir. Bizim bu yolda yürümeye devam etmemiz icap eder, fakat burada bize karşı şöyle söylenir, karşımıza gelen yani reel politike bakarak dünyanın şuandaki reel güç dengelerinin eşitsizliklere bakarak şunu söylerler: “İyi diyorsun da kardeşim, sen eğer bu herkesin yürüdüğü kulvardan dışarı çıkarsan, yoldan saparsan, güç kaybedersen, güçsüz kalırsan, “geri kalırsan” gelir senin tepene binerler, seni esir ederler, seni öldürürler, seni aç korlar, seni yoksul ederler, seni esir ederler, seni yaşatmazlar.” Ha işte tam burada iman ortaya çıkıyor, kazın ayağı öğle değil, yani böyle düşünseydi Peygamber ve ashab düştüklerine karşı duramazlardı. Bunun örneğini aslında şurada da verebiliriz, belki buna çok benzemiyor, onun örneğini almayabiliriz ama dışardan bakınca böyledir. Yani Amerika Vietnam’da bombalanmadık, 1 m2 kere bırakmadı. Güç dengeleri itibarıyla Vietnam’ın Amerika’ya karşı koyması mümkün değildi hatta cüsse itibarıyla değildi, teşbihte hata olmasın Vietnam’ın askerleri 1.20 boyundaydı, Amerika’nın askerleri 1.80’di. Dolayısıyla buradaki savaşta Amerikalılar kılıçlara baka baka döndüler, 30 senedir ve bu Vietnam sendromunu üstlerinden atamıyorlar, yani o kadar da kolay değil diye bir nokta koymamız lazım ama Mustafa Özel bana diyor ki: “Hocam sen diyor, kanaat ekonomisinden bahsediyorsun haklısın fakat sen bana kanaat toplumu göster, ben sana kanaat ekonomisini tarif ederim” diyor. Şimdi bizim pörsümüş, biraz yılmış, biraz ortalıkta görünmeyen daha çok bu kaç yüzyıldır, kaç yıldır bütün dünyaya egemen olmuş olan bu yapının, bu baskının kılcal damarlarımıza kadar girmiş olan hakimiyetinden sıyrılıp kurtulmak ve kanaat toplumunu kurmak da kolay değil. Dolayısıyla kiminle dans ettiğimizi bilmemiz lazım. Bunun için ben herhalde bundan sonraki yazılarımda herhalde bu tüketim toplumuyla ilgili yazılar yazmayı düşünüyorum. Bu gücü iyi tanımamız lazım. Aslında işin esası da bu, bu teknolojide basitleştirerek söylüyorum; Bir zehir varsa bir de panzehir vardır. Dünya böyle yaratılmıştır, zehir de var panzehir de var. Yani füze varsa karşı füze var, füze kalkanı varsa karşı füze kalkanı oluyor. Herkes onun bir karşıtını bulmak zorunda ve teknoloji böyle ilerleye ilerleye gidiyor. Şimdi ne oldu uçaklar var ama şimdi siha’lar çıktı insansız uçaklar, radara yakalanmıyor. Bunun da karşılığı çıkabilir. Yani bir yazılım yapıyorsunuz dünyaya ispat etmeye çalışıyorsunuz, kazanmaya çalışıyorsunuz fakat karşı yazılım yapan insanlar da var. Bir tarafta siber savaşlar devam ediyor yani sizin yapacağınız şey şu, korkmayın olacak şey şudur; karşı taraf sana bir silah hazırlıyorsa burada sen de paçayı sıkıp ona bir silah hazırlayabileceksin. Bunu yapabilirsiniz ama bu şöyle olabilir böyle olabilir, nasıl olabilir? Komplocular dediler ki, bombaya ne lüzum var ya işte pandemi; bir virüs çıktı herkes hapı yuttu dediler, bu da olabilir yani komplocuların lafı olarak söylemiyorum ben, bu da olabilir. Sonuç itibarıyla biz Ebabil kuşlarını hatırlamalıyız, onlara inanmalıyız onların ağızlarından, gagalarından dökülen neyse onların ne olduğunu bilmeliyiz. Çünkü maneviyat budur; maneviyat varlığına inancımız tamdır, mahiyeti meçhulümüzdür. Bu imandır. Varlığına inancımız tamdır, mahiyeti meçhulümüzdür. Böyle bir inanmak yoksa başka türlü inanamaz, somutlaştıramazsınız kolay kolay. Yani Cennette bir ağaç vardı dediğin zaman bu ağacı anlasınlar diye, ağaç kelimesi geçiyor yoksa Cennet’teki ağaç, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı bambaşka bir şey olduğunu bilmemiz lazım fakat var olduğuna da inanmamız lazım. Dolayısıyla burada tehlike ne kadar büyükse umut da o kadar büyüktür. İsmet’in söylediği gibi “ölüyoruz demek ki yaşanılacak.”

M. Enes Kala -Hocam söyledikleriniz bana şunu da hatırlatıyor: İnsanın bir zenginlik tarafı var bir de fakirlik tarafı. Allah’ın cömertliğini tecrübe edeceği tarafı aslında zenginlik tarafı, siz “Kalbin Sesi” adlı eserinizde buraya vurgu yapıyorsunuz. Zenginlikten kastettiğiniz Allah’ın cömertliğini, keremini tecrübe edeceğimiz yer; Allah insanlığın en çok ihtiyaç duyacağı belki tabiatındaki inşa edicileri diyebileceğimiz dört unsuru çok fazla miktarda yaratmış. Hava, ateş, su, toprak. Ancak insanlar belki o beşerliğin canavarlığa isabet eden tarafını ön plana çıkararak bunlarda mülkiyet hakkı iddia etmişler. Anlaşmazlıkları zenginlik tarafında değil de güç istenci tarafında ve dünyada az bulunanlar üzerinden kurmuşlar. Ne dersiniz?

Mustafa Kutlu -Tek cümlem şudur; herhalde fakirlik, zenginlik falan şudur budur, bunlar konuşulurken şunu esas almamız lazım. Gayrisafi milli hasılayı hesap edenler, rızkı verenin Cenab-ı Allah olduğunu unutmazlarsa doğru yoldayız demektir.  Ben toprağa dönelim derken şunu söylüyorum: toprağa dönmek demek, Sırât-ı Mustakîm’e dönmek demektir. Yani kâinatın zikrullahına katılmak demektir. Rızkı veren Cenab-ı Allah’tırın imanının tam olması demektir. Benim sanat görüşüm de öyledir, orada sanat yazısı da var. Sanat da kâinatın ahengine katılmaktır diyorum ben. Dolayısıyla bizim sermayemiz topraktır. Bizim sermayemiz kâğıt para falan değildir. Toprağı muhafaza etmek, toprağa sahip çıkmak, toprağı sevmek. Çünkü toprak bizi sever, biz de toprağı severiz yani şeye benziyor bu, bu çok deruni bir hadistir, Cenab-ı Peygamber öyle diyor Uhud Dağı’na bakarak bunu ben ne zaman söylesem, ne zaman zikretsem gözlerim yaşarır: “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.” İnsanın bir dağı sevmesi anlaşılabilir fakat bir dağın bir insanı sevmesi pek makul görünmüyor ama işin aslı da budur yani.

M. Enes Kala -Hocam toprak bize fıtratı hatırlatıyor, fıtrat aslında yaşamın da yaşatmanın da kaynağı. Özellikle tabii Topçu’nun da imalarıdır, “nümayişçi ahlâk, kendini gösteren sanat ve kendisine güvenilen ibadet meselesi” bunlardan uzak kalmak aslında fıtrata yönelmek demek. Amentünün imkânı olarak Hocam Hududullah’tan bahsediyorsunuz. Hududullah’a riayet etmek çok önemli görünüyor. Hududullah’a riayet etmediğimiz takdirde başımıza sıkıntılar geldiğini görüyoruz. Belki bu sıkıntılara hayır diyebilmenin imkânı da içinde bulunduğumuz alışkanlık sürecini değiştirmekten geçiyor belki de.  Müslümanlar olarak dünyaya bir teklif sunabilir miyiz acaba?

Mustafa Kutlu -Valla ben dünyaya teklifimi sundum. Sonuç itibarıyla bunun teferruatı beni aşar yani bunun hukuku nasıl olacak, bunun iktisadı nasıl olacak, ben kanaat ekonomisi dedim ama bu çeşitlendirilmesi lazım gelen bir şey. Yönetimi nasıl olacak, siyaset felsefesi, hukuk felsefesi, iktisatçılar, ahlakçılar yani burada gürültüye pabuç bırakmadan matarayı sıkıp uzun yola çıktım diyor İsmet. O mataraya tuzlu suyu doldurup bir maratona çıkmak lazım. Bu tamamen imarı fikredenlerin üstüne düşen bir görevdir. Ben bunu reel politikadan falan ayırıyorum. Burada esas itibarıyla 30 sene sonra 50 sene sonra bir pencere açmak istidadında olanlara sesleniyorum. Ben bir hikâyeciyim, bir doktrin sahibi, bir ideolog, bir felsefeci, bir akademisyen değilim. Hissiyatımı dile getiriyorum ama bunu dile getirirken bunun bugünden yarına olabilecek bir şey olduğunu söylemek istemiyorum. Hemen bugünden yarına bir şey olabileceğini düşünenlerden değilim ama bu pencereyi aralarsak bu pencereden ışık gelmeye başlarsa bu ufka doğru bakmaya başlarsak, bunu yüklenecek kişilerin var olduğuna inanıyorum. Çünkü ayet öyle diyor ki: “Kıyamete kadar Müslümanların arasında salih kullar eksilmeyeceklerdir.” Mühim olan o salih kulların birbirini bulması, bir araya gelmesi ve oradan önce kalpte sonra zihinde sonra fikirde sonra ilimde sonra amelde bir varlık, bir vücut, bir düşünce, bir yol bugünün şartlarında ve bugünün insanlarıyla ilgili olmak üzere bulmak üzere harekete geçmeleridir. Bugün de çok müsait bir ortam vardır bunun için Türkiye’de. Bir vakıf, bir dernek, bir üniversite, bir kuruluş bu tür insanların bir araya gelip de böyle bir çalışma yapmalarına imkan tanır, hiçbir zaman kollarından tutulup içeri atılmazlar. Sonuç itibarıyla çok uygun bir atmosfer var. Bize düşen bizim insanlarımız bu yolda çalışmayı göze almalıdırlar. Bunu bir ütopya, bunu bir rüya bunun tatbikine kabil bir şey, bunu romantizm, bunu olmayacak duaya amin gibi algılarlarsa o zaman çek kuyruğunu gitsin; kimse harekete geçemez, bulunduğumuz şartları biraz daha iyileştirmeye çalışabiliriz, nasıl çalışabiliriz? Sıralamaya bakıyorsunuz işte dünya sıralamasına gelirler, şunlar bunlar böyle birtakım çizelgeler var bu sene 86. sıradayız, sıkarsak dişimizi, önümüzdeki sene 76. sıraya çıkacağız falan çıksak ne olacak? Yani dünyanın tamamının koştuğu kulvardan çıkmadıktan sonra aynı zulmü işleyecek olan güç temerküzüne ulaşmaya çalışmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden demektir bu. Yani bunu böyle kabul etmek lazım. Paradigmayı değiştirmeyi teklif ediyorum ama bu gerçekten son derece zor bir meseledir, çok zor bir meseledir, kılcal damarlarımıza kadar girmiştir bütün bu alışkanlık dediğin şeyler. Bir ucu nefs-i emareye bir ucu şeytana bağlı olan bu alışkanlıklar, bu hegemonya, bu üzerimizdeki baskı, bizi de bakın ben söylüyorum hadi Amerika’yı örnek alalım, epeyce bir şekilde Amerikalılaştırmıştır bizi. Biz de kendimizi sütten çıkmış ak kaşık kabul etmeyelim.

Şimdi getirdiğim teklif şudur; üzerinde tartışılacak, konuşulacak, imal-ı fikredilecek bir zemin olsun istedim. Bu zemin Hududullah’tan başlayarak bir çerçeve çiziyor, bunu da konuşabiliriz. Yoksa kapitalizme sövelim, Batı kötüydü diyelim birbirimize düşelim, Müslümanlar birbirlerini tekfir edip dursunlar, bu tür bir şey değil. Nasıl bir mesele, yani bu meseleyi hangi zeminde konuşabiliriz? Bence bu zeminin çerçevesini Hududullah oluşturuyor, çünkü Hududullah, Allah’ın hududur, ölçüsüdür. Cenab-ı Allah her şeyi bir ölçüye göre göre yaratmıştır, ben de bunun üzere bir çerçeve bir zemin çizmek istedim. Bu zemin kabul edenler olur, etmeyenler olur dikkate alınırsa belki Cenab-ı Allah bizim için de necat kapılarını açar.

M. Enes Kala -Tarihe baktığımızda önemli simaların insanı aradığını görüyoruz. Sokrates de insanı aradı, daha sonra Diyojen de insanı aradı. Din de aslında Allah’ı arayan, Allah’a inanan insanları aradı. Aslında sizin arayışınız da buna benziyor gibi. Amentüye inanan insanları arıyorsunuz. Amentüye inanan insan nasıl inşa edilebilir?

Mustafa Kutlu -Onlar var. Onlar birbirlerini bulurlar. Aslında bu benim gibi olan insanlar için söylüyorum, bu tek kişinin altından kalkacağı bir şey değil. Bunun için mutlak suretle zaten hayatı yaşamak için aslında ben ile değil biz ile olmak icap eder. Çünkü onu Elmalılı Hamdi Efendi’den aldım yani Fatiha’da bile “iyyakenabudu ve iyyakenestaîn” derken Sana inanır Sana kulluk ederiz, ancak Sen’den yardım dileriz” burada çoğul edatı kullanılıyor biz edatı kullanılıyor. Ben demiyor, ben istiyorum demiyor, biz diyor. Dolayısıyla biz. Cemaat, bir topluluk olmak şarttır. Bu topluluk işte “Seçkinlerin Zuhûru” diye bir bölüm açmıştım o Seçkinlerin Zuh3uru dediğim şey, bu işe gönül veren aklı yetenler. Ömrünü buraya vakfeden insanların bir şekilde bir araya gelmesi nasıl olacak, bir araya gelecekler? Biraz evvel ki sorunu söylüyorum yani Amentü’ye inananlar? Onu bilemiyorum onun da cevabı ve karşı cevabı benim hikâye kitaplarında vardır. Yani sorular ve karşı sorular, beklenilen sorulara cevap verilir, orada da cevap var. Biz cemaat teşkil edelim yani biz benle olmaz, benlik bize uzak bir şeydir. Bir cemaat olalım fakat cemaat oluyoruz, biz oraya geliyoruz bir sürü cemaat oluyor, ondan sonra bir yeni cemaat daha teşekkül ediyor. Birbirlerini istemeyen, birbirlerinin aleyhinde oluşan cemaatler teşekkül ediyorlar. Şimdi bütün bunlara bakarak bu tefrikaya bakarak biz umutsuzluğa kapılmayalım yani bu cemaati teşkil edecek olan insanlar kaç kişidir? 5 kişi, 15 kişi, 3 kişi, 33 kişi çok büyük bir kalabalık gerekmiyor. Önemli olan bize bir iktidar değil, bize bir fikir lazım. Bu fikir önce imani nokta-i nazardan dediğim gibi kalpte sonra zihinde sonra fikirde sonra ilimde sonra amelde vücut bulacak, bir yolculuğun sonunda bize nasip olacak inşallah. Bu bakımdan ben bir teklif ve bir çağrı yaptım sonucu ne olur Allah bilir.

M. Enes Kala -Hocam biz şuna iman ettik: Kuşların filleri yenebileceği bir Rabbe iman ettik. Bu Rabbin yardımını aldığımız sürece Hz. İbrahim’in Nemrut’u yendiği gibi Hz. Musa’nın Firavunu yendiği gibi Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Ebu Cehil nezdinde kümeleşen cehaleti yendiği gibi günümüzün de Nemrut’u, Firavun’u, cehaletin kaynağı olarak ifade edebileceğimiz o kapitalist sistemi yenebileceğimizi düşünüyorum. Geleceğe matuf bir soru sormak istiyorum. Hocam. Dünya nereye doğru gidiyor? Gelecekle ilgili duygularınız, tasavvurlarınız nelerdir?

Mustafa Kutlu -Dünyayı şu anda meçhul bir geleceğe doğru götüren insanların gittikleri yol o kadar da çok fazla bilinmeyen bir şey değil, bunu hep tartışıyorlar. İşte insanlar mesleklerinden olacaklar, onların yerini robotlar alacak, insanlar uzay aracı yaptı Ay’a, Mars’a falan gidecek, orada sebze yetiştirecek, şunu yapacak bunu yapacak, böyle düşüneler var. Yani aslında bütün dert ölümlü olmanın verdiği korku, öbür dünyaya inanmadıkları için yani ölümü yenme hususu bu kadim zamanlardan beri gelen bir şeydir, bununla barışık olmak esas itibarıyla böyledir. Dünyanın geleceği gideceği gibi bütün aklı başında adamlar söylüyorlar işte, ömür biçenler de var, kutuplarda sular eriyor, temiz su bulamayacağız. Bu doğrudur şimdi, Türkiye’de sanıyorum 150’ye yakın sulak arazi ve göl vardı 20’ye düştü bu. Türkiye’nin bütün nehirleri kirlenmiş durumda. Menderes’i inşallah bilmiyorum, bizim eski bakanlarımızdan Veysel Eroğlu’nun bir Ergene projesi vardı, Ergene’yi temizleyecekti. Keşke öyle bir şey olsa da biz de hani bu Ergene’nin temizlenmesine şahit olsak. Ergene’yi temizlemek aslında aslına rücu etmektir. Şu anda Ergene, bir nehir akıyor yani onu temizlemek ne büyü bir şeydir. Şimdi dolayısıyla dünyanın gidişatı hakkında konuşanlar ki ben buna katılıyorum; bu toprağa düşman olan zihniyet, sonunda dünyayı bitiriyor, bitirdiğini gözleri görüyor, anlaşma yapmaya çalışıyorlar. O kitapta yazdım, on tane şey var bu çevreyle ilgili, imzalamıyor veya şöyle bir şey var daha açıkçasını söyleyeyim; Şimdi mesela diyelim ki, bütün dünyada bir çevre meselesi var, çevrecilik diye bir şey var. Bizim ülkemizde de sıfır atık projesi yürütülüyor ama şöyle söyleyebilirim. Bu plajlardan pet şişe, naylon poşet toplamakla bu iş olmaz. Sanıyorum tam rakamını bilemem ama birkaç milyon eşya kullanılan alet edevat ve eşya plastikten imar ediliyor. Bu plastikten imar edilmenin zarar verdiğini herkes biliyor. O zaman ne yapacaksınız, plastik kullanmaktan vazgeçeceksiniz. Plastik kullanmaktan vazgeçmek, dünya ticaretini, dünya siyasetini etkileyen bir şeydir. Dolayısıyla bütün bunları çok derinde aramak lazım dediğim gibi paradigmayı tersine çevirmek zor bir şeydir, kolay bir şey değildir. Ben size “toprağa dönelim” onu yazdım Anadolu’nun çorak topraklarını yeşertelim derken yeni bir hayat kuralım derken size de mutluluk, huzur vadetmiyorum. Orada böyle çiçekler arasında böyle kutu gibi bir ev, kenarında efendim şırıl şırıl akan dereler gibi böyle birtakım manzaralar çizmek istemiyorum Bir zaruret bekleyecek orada siz tencerede pişirip kapağında yiyeceksiniz. Çünkü bizim Peygamberimizin sofrasında çoğu zaman deve sütüyle hurmadan başka bir şey yoktu. Böylece bir hayat ortaya çıkacak. Ben sonuç itibarıyla bir hayat tarzı; şehriyle, sokağıyla, anlayışıyla toprağa bağlı oluşuyla bir hayat tarzına vücut verelim diyorum. Bir ütopya olarak, bir kızıl elma olarak böyle bir yer kurduğumuz zaman insanlar bakacaklar, diyecekler ki ya evet kardeşim işte yaşanacak hayat bu. Bunu ikna metoduyla insanları inandırarak evet doğru yol budur diyerek bir örnek toplum modeli inşa ederek yapılabilir. Bunu da kitapta söyledim, yani ne bir getto kurmaktır ne de Amiş tarikatındaki bir meseleye benzer bu. Bu tamamen dünyada olup bitenlere karşı bizim dünyaya söyleyeceğimiz sözün gözle görünür halini de ortaya çıkarmamız lazım.

Bu işte konuşmak uzun sürebilir. Eskilerin tabiri vardır: “Mevzu aşka intikal ederse, sohbet sabaha kadar sürermiş.”

Bu haber toplam 805 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim