• İstanbul 15 °C
  • Ankara 16 °C

Ermenekli Hasan Rüştü Okumuşgil’in Hz. Mevlâna ile İlgili Şiirleri ve Yazıları

Ermenekli Hasan Rüştü Okumuşgil’in Hz. Mevlâna ile İlgili Şiirleri ve Yazıları
Öğr. Gör. Dr. Selman Karadağ & Erhan Kaya

Günümüzde dijital olarak kullanılan ve sosyal medya adıyla bildiğimiz haberleşme araçlarının dışında basılı olarak da dergi ve gazete gibi kitle iletişim araçlarının hâlen kullanıldığı bilinmektedir. Bu yönüyle kitle iletişim araçları, dönemini haber vermekle kalmayıp hem nesilden nesile bilgiyi aktaran hem de ortaya çıktığı dönemde kanıtlayıcı birer belge olması yönüyle önem arz etmektedirler.

Basılı medya, Osmanlı devletinin son dönemlerinde görülmeye başlanmış ve Anadolu topraklarında Meşrutiyet’in ilanı ile birçok farklı merkezde, çok sayıda gazete ve derginin çıkarılmasıyla hızla yayılmıştır. Kurulan şahsi basımevlerinin yanında çeşitli kurumlara ait basın-yayın organlarının sayısı da her geçen gün artmıştır.

Bu yayın organlarını kullananlardan biri de Ermenekli Hasan Rüştü’dür. Özellikle hayatının geçtiği Konya, İstanbul ve İzmir illerindeki birçok farklı dergi gazetelerde yazı ve şiirlerinin olduğu bilinen Hasan Rüştü’nün şairliği de bu yayın organlarını kullanması yönüyle bilinmiş ve kendisinin küçük çapta da olsa tanınmasına vesile olmuştur.

Bu çalışmada da onun, farklı zamanlarda, farklı dergi ve gazetelerde Arap harfli olarak çıkmış, Hz. Mevlâna’yla ilgili şiirleri, Mesnevî’nin ilk on sekiz beytinin tercümesi, muhtelif beyitlerin tercüme ve şerhleri ile dinî ve tasavvufî şiirleriyle bilinen Osmanlı siyasetçisi Tokadîzâde Şekip Bey (1871-1932)’in Hz. Mevlâna’ya yazdığı kasidesinin Ermenekli tarafından yapılan tahmisine yer verilmiş ve böylece Hz. Mevlâna’ya olan bağı ve muhabbeti tespit edilmeye çalışılmıştır. Ayrıca “Külâh-ı Mevlevî” redifli şiiri ve Babalık gazetesindeki “Yeni Açılan Müze Münasebetiyle” başlıklı üç sayı devam eden bir makalesi de günümüz Türkçesine aktarılmış olarak okuyuculara sunulmuştur.

Bu çalışmayla beraber, Hz. Mevlâna ve onun Mesnevî’siyle ilgili Hasan Rüştü’ye ait “Külâh-ı Mevlevî” redifli şiir dışındaki diğer manzum ve mensur metinlerden, Latin harfli olarak ilk defa bahsedilmiş ve dolayısıyla bu metinler de ilk defa yayımlanmış olacaktır.

Ermenekli Hasan Rüştü’nün Hayatı ve Eserleri

Müderris İsmail Hakkı Efendi’nin oğlu olan ve Ermenek’te H 1285 / M 1869 yılında dünyaya gelen Hasan Rüştü’nün baba tarafından soyu, Karamanoğlu Musa Bey tarafından yaptırılan Toy Medresesi’nde müderrislik yapan bir aileye dayanmaktadır. Hasan Rüştü, rüştiyeden sonra bir iki yıl kadar Ermenek medreselerinde eğitim görmüş ve H 1301 senesinde Konya’ya gelerek buradaki medresede okumuştur. Konya’da dört yıl kaldıktan sonra meşhur Âtıf Bey’den İstanbul’da dersler almıştır. Türkçe şiirler nazımı Emin Bey’in desteği ve Münif Paşa’nın himmetiyle Mekteb-i Mülkiye’ye girmiştir. Edebiyata ve şiire karşı ilgili olan Ermenekli Rüştü, burada son sınıfa kadar okuyabilmiştir. Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi şairlerin şiirlerini ve eserlerini çokça okumuştur. Ancak son sınıfta hükümet aleyhine şiirler yazması ve arkadaşlarının bu manzumeleri zaptiye nazırlarına vermesi nedeniyle H 1311 / M 1895 yılında hapishaneye girmiştir. Üç yıl hapis hayatından sonra Ermenek’e gönderilen Hasan Rüştü, burada hocalık yaparken bir yolunu bularak tekrar İstanbul’a gitmiştir. Burada da devlet yönetiminden gizli yapılan toplantılara katılan Hasan Rüştü, yine yakalanarak bu kez dört ay hapiste kalarak İzmir’e sürgün gönderilmiştir. H 1324 / M 1908 yılına kadar İzmir’de kalan Hasan Rüştü, Midilli İdâdîsi’nde ve akabinde Akhisar ile Alaşehir’de Türkçe öğretmenliği yapmıştır. Üç sene sonrasında, Konya Erkek Lisesi’nde edebiyat ve felsefe, Kız Muallim Mektebi’nde ise edebiyat hocalığı yapmak üzere Konya’ya tâyin olmuştur. 1928’te Vali İzzet Bey tarafından Konya Müzesi’ne vekâleten müdür yardımcısı olarak atanmıştır. Müzeye tayini onu son derece memnun etmiş ve bu memnuniyetini şu kıtayla ifade etmiştir:

“Atmadı köhne deyip mezbeleye İzzet-i Hak,

Vatan evlâdına irfanla teceddüt vereni,

Ermenek şairi Kel Rüştü fişi alnımda,

Müze eşyası meyânında bulundurdu beni”

Hasan Rüştü müdür muavinliğini, 20 Mart 1930’da üç bin kuruşla asaleten atanarak devam ettirmiş ve buradan 1934 yılında emekli olmuştur. Soyadı Kanunu’nun ilanı ile “Okumuşgil” soyadını alan Ermenekli şair, İzmir’de ve Konya’da çok farklı dergi ve gazetelerde yazılar, şiirler kaleme almıştır. Yakalandığı zatürre hastalığı nedeniyle 1 Ocak 1936 yılında tedavi gördüğü Konya Devlet Hastanesi’nde vefat etmiştir.

Arapça, Farsça ve Fransızca bilen Hasan Rüştü’nün, İstanbul, İzmir ve Konya’da geçen yıllarında kendisini şiire ve edebiyata vermesi kitapçılık yapması ve birçok yerde yazı ve şiirler yazması onun edebiyat âleminde tanınmasına da vesile olmuştur. Konya, İttihad, Ahenk, Babalık, Yeni Anadolu, İzmir gibi gazeteler ve Şûle-i Edep, Gencine-i Edep, Yeni Fikir, Maarif ve Muktebes gibi dergiler, yazılarının ve şiirlerinin yer aldığı bazı yayınlardır. Kitap olarak hazırlanmış herhangi bir eseri olmayan şairin şiirlerini, aşk şiirleri, dinî-tasavvufî şiirler, şahıslarla ilgili şiirler, sürgünle, işretle ve yalnızlıkla geçen bir hayatın etkisi ile kötümser ve karamsarlıkla yazılan şiirler, doğu ve batı edebiyatlarından çeviri olarak yazılan şiirler ve sosyal içerikli şiirler olarak sınıflandırmak mümkündür. Hasan Rüştü’nün muhtelif dergi ve gazetelerde çıkan mensur yazıları ise hatıra, deneme, hikâye gibi türlerle dil, sosyal hayat, sohbet ve şahıs makaleleri gibi yazılardır[1].

Hz. Mevlâna’ya Olan İlgisi

Hatıra, sohbet, dil yazısı, şahıslarla ilgili makaleler ve hikâye gibi çok farklı alanlarda mensur eserinin yanında din, aşk ve sosyal hayatla ilgili şiirleri ve çeviri manzumeleri olan Ermenekli Hasan Rüştü’nün, Hz. Mevlâna’ya karşı olan olumlu hisleri, sevgi ve saygısı onun Konyalı olmasının yanında üç yıldan fazla Konya merkezde Kubbe-i Hadra’nın gölgesinde medrese eğitimi almasından da kaynaklanmaktadır.

Hasan Rüştü, İzmir’de sürgün olarak bulunduğu sıralarda İzmir Mevlevihanesi Şeyhi Nuri Efendi ile arkadaştırlar ve bundan dolayı da Mevlevihane’nin müdavimi olmuştur. Hatta İrfan Hazar’a göre “Şair Ermenekli Rüştü Efendi de feyzini bu dergâha borçludur” (Hazar, 1944).

Diğer taraftan şairin, Konya’daki lise öğretmenliği sırasında haftada bir, Hz. Mevlâna’nın eserlerinden olan Dîvân-ı Kebîr’i de öğrencilerine okuttuğu bilinmektedir (Süslü, 1937: 20)

Ermenekli Hasan Rüştü, Hz. Mevlâna’ya olan gönül bağını, yazdıklarındaki feyiz ve bereketin Mesnevî’den geldiğini ve nihayetinde de Hz. Mevlâna aşkı ile ruhunun kuvvetlendiğini şu mısralarla dile getirir:

Eyliyor Rüşdî kitâb-ı Mesnevî’den ahz-ı feyz

Kût-i rûhumdur o nazm-ı âb-dârın neşvesi (Şûle-i Edep, 1897: S. 9, s. 129)

Hasan Rüştü kimi zaman da kalbinin sızılarını, Mevlevî enstrümanları olan rebap ve ney gibi çalgı aletleriyle dindirmeyi tercih etmiş ve bunu şu beyitle dile getirmiştir:

İster devâ-yı kalb-i marîzim zamân zamân

Ûd u rebâptan, nağme-i nây u sâzdan (Şûle-i Edep, 1897: S. 11, s. 161)

Ermenekli şair için Hz. Mevlâna ve onun Mesnevî’si son derece kıymetlidir. Yazıldığı dönemden bu yana onun sırrını anlamaya çalışan ve Mağz-ı Kur’ân olarak niteleyen kimseler gibi Hasan Rüştü’ye göre de Mesnevî, Kur’ân-ı Kerîm’le aynı mânâdadır ve tıpkı onun özü gibidir:

Rubai

Yenbû-ı hükm Cenâb-ı Mevlânâ’dır

Kur’ân ile Mesnevî’si hem-mâ‘nâdır

Dervîşini sîr-âb-ı füyûz etmek için

Hâk-i deri ser-çeşme-i müstesnadır

[Gazetenin Notu]

Gencîne-i Edep: Âsâr-ı sâire-i fâzılânelerine muntazırız (Gencine-i Edep, 1908: S.5, s. 51; Egemen, 1992: 14; s.14).

Bir Konyalı olarak Konya’da bulunan böylesine eşsiz bir şahsiyetin kendisini ne kadar etkilediğini, şairliğini ve sanatçılığını Hz. Mevlâna’ya borçlu olduğunu, hayattaki neşe ve sevinç kaynağının Mesnevî olduğunu da şair şu sözlerle açıklamıştır:

Dervişâne Bir Söz

Kimde varsa muhabbet-i Mevlâ

Vardır onda muhabbet-i Monlâ

Halka ta‘lîm-i nazm-ı hikmet eder

Mesnevî, ol lisân-ı feyz-i Hudâ

Edebiyât için muallimdir

Mevlevîye o nüsha-yı bâlâ

Du cihânda penâh-ı pâkimdir

Sâye-i intisâb-ı Mevlânâ

Hoş-nişînân bâb-ı pîrdenim

Bozamaz zevk u şevkimi dünyâ (Muktebes, 1898: S. 17, s. 131)

İşte Hasan Rüştü, baskın gelen bu duygularından ötürü, çoğu zaman kaleme alacağı yazılardan birinin yolunu Hz. Mevlâna’ya düşürmüştür.

Hasan Rüştü’nün İlk On Sekiz Beyit Tercümesi

Ermenekli Hasan Rüştü de onlarca Mevlâna aşığı gibi Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’sinin ilk on sekiz beytini manzum olarak ve asıl vezniyle tercüme eden kişiler arasındadır. Onun tercümesi, özellikle harf inkılabı dönemlerinde Arap harfleri ile kaleme alınmış son tercümeler arasında olması yönüyle de önem arz etmektedir.

[fâ‘ilâtün / fâ‘ilâtün / fâ‘ilün]

  1. Bir ilâhî nâle var gûş eyle gel!

Bak ne der hasretkeş-i bezm-i ezel:

  1. Girye-nâkım meclis-i uşşâkta

İntişâr etti demim âfâkta

  1. Taş yürekli hem-demi hiç istemem

Yok mu bir bîmâr-ı hicrân ehl-i gam

  1. Durmaz elbet âh eder feryâd eder

Hüzn ile eski diyârın yâd eder

  1. Hoş görüp her şahsı oldum hemdemi

Sa’y için irşâda halk-ı âlemi

  1. Meslek-i sıdk u vefâ göstermeden

Vecd-i hâl-i aşkımı levm eyleyen

  1. Gizlemem esbâb-ı sûr-ı sinemi

Anlatır nevham rumûz-ı sînemi

  1. Yâr-i nâ-bînâsıdır rûhun beden

Görmeye sa’y eyliyor her ehl-i fen

  1. Varlığı ifnâ eder her perdesi

Olmasın cânlar onun âzâdesi

  1. Eyleyen rûhu dûçâr-ı ihtirâk

Eyleyen tehyîc-i hüzn-i iftirâk

  1. Her garîbe hem-nefes bir dil-nüvâz

Verdiği vecd eyledi ifşâ-yı râz

  1. Gâh zevk alır gehî cân-sûz olur

Leb-be-leb yârâna şevk-âmûz olur

  1. Tercümân-ı ter-zebân-ı aşktır

Her nevâsı dâsitân-ı aşktır

  1. Bilmiyor akl-ı me‘âdı feylesof

Bilmek istersen onu ol bî-vukûf

  1. Gülmedim, mihnetle geçti günlerim

Nâliş-i hasretle geçti günlerim

  1. Oldu rûhum cây-ı feyz-i câvidân

Hatırımda kalmasın nakş-ı cihân

  1. [Balıktan başkası onun suyuna kandı

Nasipsiz olanın da rızkı gecikti][2]

  1. Nâsa göstersem de [rûy-ı] zerdimi

Halka bildirmek ne mümkin derdimi

Minnettâr-ı Feyz-i Mevlânâ Ermenekli Hasan Rüştü

[Gazetenin Notu]

Şûle: Faziletli Hasan Rüştü Efendi birâderimizin zîver-i hâfıza-yı Mevlevîyân olmaya şâyeste olan şu eser-i kıymettârı Şûle’mizi hakîkaten şerefyâb etti. ‘Arz-ı takdîr ve teşekkür ederiz (Şûle-i Edep, 1897: S.8,  s. 113-115).

Hasan Rüştü’nün Mesnevî’deki Bazı Beyitleri Tercümesi

Şair Hasan Rüştü, Mesnevî’nin muhtelif ciltlerinde yer alan ve hikmetli görülen -özellikle kaza-kader ve gönülle ilgili- farklı beyitlerin yanında “Gemici ve Nahivci Hikâyesi” olarak bilinen hikâyeyi de “Hikmet-i Mevleviyye” başlığı ile mensur olarak tercüme etmeye çalışmıştır. Bu hikâyenin tercümesinin dikkat çeken yanı ise beyitlerin çevirisinden sonra uzun bir açıklama ile anlatılmak isteneni pekiştirmesidir:

Hikmet-i Mevleviyye - Mesnevî-i Şerif’ten

Ger za‘îfî der zemîn hâhed emân,

Gulgul ufted der sipâh-i âsuman (Mesnevî, 1/1316)

Çun be giryed âsumân giryân şeved

Çun be nâled, çerh yârabhân şeved (Mesnevî, 5/491)

Zayıf ve nahîf bir mazlûm yeryüzünde bir kere el-amân demiş olsa, sipâh-ı âsumânî olan melâike-i kirâm müteessir olarak aralarına gulgule düşer. Kimsesiz bir zayıf ağlayacak olursa giryesine eflâk iştirâk eder. İnleyecek olursa kâinat onun istimdâdının nezd-i ilâhîde kabûl buyurulmasını istirhâmen “Ya Rabbî..." diye çağrışırlar.

Tâ dil-i merd-i Hudâ nâmed be derd

Hîç kavmî râ Hudâ rusvâ nekerd (Mesnevî, 2/3098)

İçlerinde bulunan Allâh adamlarının gönüllerini incitmedikçe Cenâb-ı Hak hiçbir kavmi rüsvây etmemiştir.

Çun kazâ âyed, tabîb ebleh şeved

V’an devâ der nef‘ hem gumreh şeved (Mesnevî, 5/1707)

Ez kazâ sirkengebîn safrâ fuzûd

Rûgen-i bâdâm huşkî mî numûd          

Ez helîle kabz şod, itlâk reft

Âb âteş râ meded şod hemçu neft (Mesnevî, 1/53-54)

Vâcibü’l-Vücûd hazretlerinin kaza ve kudreti bir hastanın ölümüne taalluk ettiği zaman tabîb-i müdâvimînine bir hamâkat gelir; tertîp ettiği edviye, maksadın aksini göstermeye başlar. Meselâ tâdil-i safra için nâfî olan sirkencübin adlı ilâç bilakis onun artmasını ve müshil olan badem yağı alîle inkıbâzın teşeddüdünü mûcip olur. Yanması irâde-i ilâhîye dâhilinde olan bir şeye ateş düştüğü vakit söndürülmesi maksadıyla dökülen su şiddet-i ihtirâkına yardım eder.

Ber kazâ kem nih behâne ey cevân

Curm-i hod râ çun nehî ber dîgerân? (Mesnevî, 6/413)

Gird-i hod ber gerd u curm-i hod bebîn

Cunbiş ez hod bîn u ez sâye mebîn (Mesnevî, 6/415)

Terki, icrâsı yed-i ihtiyârında olan bir cürmün cezâ-yı lâ-yukna kesiverdiğin zaman ötekine, berikine bahâne yükletme, Ne yapayım? Kaza ve kader bana bu cürmü cebren icrâ ettirdi deme. Niçin başkasına atf-ı kusûr ediyorsun? Etrâfına ahvâline bak. Suçun kendinde olduğunu gör. Yürüdüğün zamân gölgende eğri bir hareket görür isen i‘vicâcın kendinde bulunduğunu bil.

Fi‘l-i tu ki zâyed ez cân u tenet

Hemçu ferzendet begîred dâmenet (Mesnevî, 6/419)

Cism ü cânının meydâna getirdiği iş ebeveyninin eteğini bırakmayan bir çocuk gibi dâima seni tâkip edecek, hiçbir zamân senden ayrılmayacak, mevkî-yi mücâzâta kadar seninle gidecektir.

Ân yekî nahvî be keştî der nişest

Rû be keştibân nihâd ân hodperest

Goft: Hîç ez nahv hândî? Goft: Lâ

Goft: Nîm-i omr-i tu şod der fenâ

Dilşikeste geşt keştibân zi tâb

Lîk ân dem kerd hâmuş ez cevâb

Bâd keştî râ be girdâbî fikend

Goft keştibân bedân nahvî bulend:

Hîç dânî âşinâ kerden? Begû

Goft: Nî ey hoşcevâb-i hûbrû

Goft: Kullî omret ey nahvî fenâst

Zanki keştî gark-i în girdâbhâst (Mesnevî, 1/2834-2839)

Bildiği kavâid-i nahviye ile iftihârı meslek edinen bir kimse bir gemide bulunuyordu. Gemiciye “nahiv bilir misin?” dedi. Gemici “yok bilmem” deyince nahivci ona “öyle ise yazık sana, ömrünün yarısı mahvolmuş, demektir” dedi. Büyük bir ta‘yîp ve tahkîrde bulundu. Aradan biraz müddet geçti. Gemi derîn ve tehlikeli bir girdâba fırtına sevkiyle yanaştı. O zamân gemici nahivciye “yüzmek bilir misin?” diye sordu. “Bilmem" cevâbını alınca “öyleyse vâh... hayf sana... Ömrünün hepsi mahvolmuş, demektir” dedi.

Cenâb-ı Haktan başka ilm-i tâm sâhibi yoktur. Peygamberlerde, velîlerde, en büyük filozoflarda bulunan ilim de nâkıstır. Nâkıs değil bildikleri şeyler bilmedikleri şeylere nazaran yok mesâbesindedir. Bir adamın her sanatı, her ilmi, her fenni bilmesi muhâldir. Hazret-i Hâlık (celle şânühü) mâişet-i beşeriye ve istirâhat-ı insâniyenin muhtâç bulunduğu meslekleri, fenleri, ilimleri, sanatları insânlar beyninde taksîm etmiştir. Akâid-i dîniyesini hülâsaten öğrendikten sonra meşrû olan bir ilim yâhut bir sanata intisâp ile o yüzden cemiyyet-i beşeriyyeye hizmet etmekte bulunan bir adam diğer ulûm ve fünûn ve sına‘îyi bilmediğinden dolayı takbîh ve tahkîr olunamaz. Böyle bir kimseyi tahkîr etmek haksızlıktır. Bir adam hem müderris hem mühendis hem kîmyâger hem hikmetşinas hem lağımcı hem ekmekçi olamaz. Hatta bu mesleklerin hepsi bende bulunsun diye çalışan kimseler hem mahrûmiyetten başka bir şey kazanamazlar hem cemiyyet-i beşeriyyeye hizmette bulunamazlar hem de kendileri serserîlik âleminde kalırlar. Fakat insânlarda bu muhtelif sanat ve mesleklerin ashâbına ihtiyâç vardır. Benî-beşerin medenî-i bi’t-tab‘ olmasının sebebi budur. Bu meslek sâhiplerinden hiçbiri diğerlerinin muâvenetine ihtiyâçtan kendini kurtaramaz. Kâşâne-i medeniyyette yaşayan bir mühendis veya bir nahivci hiçbir zamân ekmekçi ile lağımcından müstağnî değildir. Vâkıf olduğu bir ilm ü fen yâhut sâlik olduğu bir meslek ve sanat ile kendini herkese tercih eden, başkalarını hakîr addeden kimse bir zamân gelir ki kendi acz ü cehline vâkıf olarak âhere karşı mahcûp olur. İnsanların mâişet ve istirâhatlerine olan lüzûmları derece-i mütesâviyede bulunan ilimler, fenler, sanatlar, -birbirine nispeten bazısı kaba, bazısı hasîs görünse de- nazar-ı hakîkatte aynı kıymet ve itibârı hâizdir. Onlardan birine vâkıf bulunanların diğerlerine vâkıf bulunanları techîl ve takbîh etmesi câiz değildir.

Murg-i per nâreste çun perrân şeved?

Lokme-i her gurbe-i derrân şeved (Mesnevî, 1/584)

Kanatları bitip hâl-i mükemmeliyete gelmemiş olan bir kuş yavrusu havaya kalkıp uçmak hevesinde bulunursa yırtıcı kedilerin lokması olarak mahvolur. Haddine, noksân kudret ve kuvvetine bakmayarak kendini maddeten yâhut mânen yüksek mevkîlerde göstermeye heves eden kimse bir sadmeye uğrayarak hedef-i helâk olur.

Ger tu seng-i sahra vu mermer şevî

Çun be sâhibdil resî gevher şevî (Mesnevî, 1/723)

Sen ne kadar kara mermer gibi kaba ve katı olsan ehl-i dil, uyanık muktedir bir mürebbiyeye tesâdüf ederek kendini zîr-i terbiyesine verip kabul ettirdiğin hâlde gevher gibi nâzik, zarîf, kıymettâr olursun.

Ten çu mâder tıfl-i cân râ hâmile

Merg derd-i zâden est u zelzele (Mesnevî, 1/3513)

Bir zî-hayâtın cesedindeki cân, bir vâlidenin rahmindeki çocuk gibidir. Ölüm hâli bir zelzele olup çocuk doğurma zamânındaki ağrıya benzer.

Ger be sûret âdemî insân budî

Ahmed u Bû Cehl hod yeksân budî (Mesnevî, 1/1020)

İnsânlık sûret-i zâhire ile değil, fezâil-i kalbiyle iledir. İnsânlık saç sakal ile, kaş göz ile, âzâ-yı cism ile, ihtişâm-ı zâhiri ile olsaydı Zât-ı Şerîf-i Risâletpenâhî ile Ebû Cehil’in kıymet-i zâtiyeleri müsâvî olmak lâzım gelirdi. Haşâ!.. (daha var) (İzmir, 1901: S. 263-8, s. 3-4)

[İlgili gazetenin devam eden sayıları elde edilemediği için yazının devamına erişilememiştir.]

Hasan Rüştü’nün, Hz. Mevlâna’nın Farsça Şiirlerine ve Tokâdîzâde Şekîb Bey’in Kasidesine Tahmisleri

Ermenekli şair yine muhtelif dergi ve gazetelerde hem Farsça konusundaki maharetini hem de Hz. Mevlâna’ya olan hayranlığını, Hz. Mevlâna’nın şiirlerine yazdığı tahmislerle de göstermiştir. Çalışmaya alınan şiirlerden biri, Hz. Mevlâna’nın Dîvân-ı Kebîr isimli eserinde yer alan Senâyî mahlaslı yedi beyitlik bir gazele, diğeri ise Hz. Mevlâna’ya atfedilen ve özellikle âyin mecmualarında yer alan manzumeye yapılan tahmistir. Öte yandan uzun yıllar âyîn-i şerîflerde kullanılan bu şiirlerin, kitap, dergi ve gazetelerde de farklı kişilerce hâlen kullanılması, asırlar boyunca Hz. Mevlâna’nın şiirlerine eklenen veya karışan şiirlerin de belirlenmesi ve tasnifinin yapılması sorununu tekrar gündeme getirmektedir.

Hasan Rüştü’nün, Hz. Mevlâna’ya olan hayranlığını ve bağlılığını ifade eden tahmislerinin ilki Hz. Mevlâna’ya atfedilen ve Na‘t-ı Mevlâna olarak şöhret bulan manzumenin dördüncü beytinedir. Mevlevîler tarafından uzun süredir kullanılan ve günümüzde de hâlen büyük bir şevk ve heyecanla söylenip dinlenilen şiir, Buhûrizâde Mustafa Itrî (ö. 1712) tarafından “Rast” makamında bestelenmiştir. Yapılan inceleme ve araştırmalarda bu şiirin de Hz. Mevlâna’nın eserlerinde yer almadığı görülmüştür. Öte yandan Gölpınarlı’ya göre bu şiir, Ulu Ârif Çelebi’ye aittir (Gölpınarlı, 1963: 28-29).

Şairin bahsi geçen tahmisi, Ahenk gazetesindeki son yazısı olan “Aldığımız Bir Mektup” başlıklı yazısında geçmektedir. Bu yazı, Hasan Rüştü’nün İstanbul yıllarını ve o dönemdeki yönetimi anlatan bir yazıdır. Yazıya göre baskıdan sıkılan Hasan Rüştü ve etrafındakiler hürriyetin ne kadar önemli olduğuna dair şiirler yazıp birbirlerine nazire yapmaktadırlar. Yazıya ilave edilen ve ilgili beytin tahmisini de içeren bölüm şu şekildedir:

“Yine birçok zamân evvel ekâbir-i Mevleviyyeden bir zât bana Hazret-i Mevlâna’nın aşağıdaki beytinin tahmîs edilmesini emretmişti, ben de emri ifâ etmiştim. Teberrüken onu da buraya yazıyorum:

[fâ‘ilâtün / fâ‘ilâtün / fâ‘ilâtün / fâ‘ilün]

Arz-ı pâk-i Muslimîn pur-şod zi envâ‘-ı gezend

Ehl-i îmân der-yed-i bîdâd zâr u mustemend

În mezâlim, în belâ, în âh u sûziş tâbe çend

Yâ Resûlallah tu dânî ummetânet âcizend

Rehnumâ-yı âcizânî bî-ser u bî-pâ tuyî [3]

Kısaca meâli: Dünyanın istibdâd ve zulüm ile dolduğundan ve herkesin başı çıplak, yalın ayak kaldığından bahisle rûhâniyet-i peygamberîden yardım istemektir.”

Söndürülen istibdâd âteşinin dehşetli kıvılcımları dokunanlardan

Ermenekli Hasan Rüştü (Ahenk, 1908: S. 3693, s. 2)

Ermenekli Hasan Rüştü, bir diğer tahmisini Hz. Mevlâna’nın, Dîvân-ı Kebîr (Furûzanfer, 1378: C. 4, 214) isimli eserinde yer alan ve yine na‘t diyebileceğimiz, Hz. Muhammed’i öven bir şiirine yapmıştır. Manzumeye, âyin mecmualarında da sıkça rastlanmakta ve şiir Mevlevî âyinlerinde çoğunlukla kullanılmaktadır.

Senâyî mahlaslı altı beyitlik bu gazele Hasan Rüştü’nün tahmisi şu şekildedir:

[fâʿilâtün / fâʿilâtün / fâʿilâtün / fâʿilün]

I

Ey nebîyy-i a‘zam ey mahbûb-ı Rabbe’l-âlemîn

Ey sirâc-ı şem‘-i hestî ey furûğ-efşân-ı dîn

Nûr-ı cânet bâd der kevneyn cân merâ mu‘în

Ey çerâğ-ı âsumân u rahmet-i Hak ber zemîn

Nâle-i men gûş dâr u derd-i hâl-i men bi-bîn

II

Na‘re-i Türk u Teberî der cihân engîhtem

Yâ Rasûlallâh goftem nakd-i hestî rîhtem

Eşk-i çeşmem bâ-şerâr-ı âh kalb âmîhtem

Ez-miyân-ı sad belâ-yı men sûy-ı tu be girîhtem

Dest-i rahmet ber serem nîh yâ ber efşân âstîn

III

Pâymâl-i mihnet-i âmâl-i şod zevk-i fu’âd

El-amân ez ye’s-i dil feryâd ey rahmet nejâd

Ger dihi kâmem çe bâşed ey penâh-ı ‘adl u dâd

Yâ murâd-i men bi-dih yâ fârigam kon ez murâd

Va‘de-i ferdâ rehâ kon yâ çunân kon yâ çunîn

IV

Der-meyân-ı âşıkânet gerçi men yek kemterem

Dîden-i rûy-ı pur envâr-ı terâ hˇâhişkerem

Yâ be fermâ pur dehây-ı “len terânî” râderem

Yâ der-i innâ fetahnâ ber-guşâ tâbe kerem

Sad hezârân gulsitân u sad hezârân âstîn (yâsemîn)

V

Tâ yekî cânem be sûzed, teşne-i deyr beneem

El-‘atş kû bedehmî ger yed-i dil bî kîneem

Bâm-yâh-ı ‘âlem-i vuslat be şû âyîneem

Yâ z’elem neşrah revân kon çâr-cû der sîneem

Cûy-ı âb u cûy-ı  hamr u cûy-ı şîr u engübîn

VI

Ger be mânî zâr u bî-kes der fezâ-yı ibtilâ

Ger şevî âzurde-i hukm-i şu’ûn-ı mâ-sivâ

Ger bebînî ez cihân-ı bî-vefâ derd u ‘anâ

Ey Senâyî rev meded hˇâh ez revân-ı Mustafâ

Mustafâ mâ câe illâ rahmeten-li’l-‘âlemîn (Gencine-i Edep, 1908: S. 5, s. 50-51)

Son olarak, daha çok dinî ve tasavvufi şiirler yazan ve Şûle-i Edep dergisini çıkaran İzmirli Tokadîzâde Şekip’in, Hz. Mevlâna ile ilgili kaleme aldığı kasideyi tahmis eden Hasan Rüştü’nün aşağıdaki tahmisi, esasında onun manzum ve mensur her alanda rahatça kalem oynattığının da bir göstergesidir:

[Kaside - Tahmîs]

Mâlik-i iklîm-i ma‘nevî, nâzım-ı zü’l-kemâl-i Mesnevî-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî -kuddise sırruhü’l-âlî- hazretlerinin türbe-i mutahharaları sitâyişini mutazammın olup şâir-i şehîr Tokadîzâde İzzetli Şekip Beyefendi Hazretleri tarafından yazılan ve fazîlet-me’âb Ermenekli Hasan Rüştü Efendi tarafından tahmîs edilen kasîde-i garrâdır:

[fâʿilâtün / fâʿilâtün / fâʿilâtün / fâʿilün]

I

Es-selâm ey muhbıt-ı envâr-ı zât-ı kibriyâ

Es-selâm ey kâm-bahş tâlibân-ı i‘tilâ

Es-selâm ey manzar-ı pâk-ı uyûn-ı asfiyâ

Es-selâm ey kıbletü’l-ervâh-ı erbâb-ı Hudâ

Es-selâm ey merkad-ı por-nâb-ı fahr-i evliyâ

II

Kâmsın ma‘şûksun her nâkısa, her kâmile

Halk-ı âlem ârzû eyler seni bin cân ile

Gıpta eyler bâbına a‘lây-ı ‘ılliyyîn bile

Rü’yetin sermâye-i şevk-i müebbettir dile

Dîde-i Hak-bîne gerd-i âsitânın tûtiyâ

III

Ey mu‘azzam Kâbe-i esrâr ey beyt-i hasen

Ma‘rifet vahdet vilâyet rûhuna sensin beden

Senden eyler intişâr etrâfa bûy-ı ‘ilm ü fen

Bir mükerrem muhterem dârü’l-hakîkatsin ki sen

Cân fedâ ‘âşıklarındır kâm-cûyân-ı bekâ

IV

Âsitân-ı pâkinin hâsiyeti a‘lâ-yı şân

Bûs edenler hâkini rif‘at bulurlar bî-gümân

Bâbına rû-mâl iken her dem sürûş-ı âsumân

Rü’yetin şevkiyle bî-ârâm iken girîbân

Hâkine olmaz mı erbâb-ı hakîkat cephe-sâ

V

Var teveccüh bâbına her refîk-i ‘aşktan

Sen de dâim hû çıkar kalb-i rakîk-i aşktan

Lütfunu hâkin dirîğ etmez sadîk-ı aşktan

Behre-yâb-ı feyz olur elbet tarîk-i aşktan

Âsitân-ı cûduna eylerse her kim ilticâ

VI

Arş-ı Hakka kubbe-i hadrâ değil mi bir misâl

Pek büyüktür kadrin ey kâşâne-i izz ü kemâl

Neşr-i envâr eyliyor her sevene şems-i Celâl

Hâkini kuhlü’l-cevâhir ‘addeden erbâb-ı hâl

Eyler elbet çeşmini envâr-ı Hakla rûşenâ

VII

Nûr-ı feyz-i Hak seni kılmış refî‘ u tâb-nâk

Hakkı vardır reşkden hûrşîd olursa çâk çâk

Müstenîr-i şems-i feyz-i Sermedin görmez helâk

Pertevinden rûhlar pür-tâb olur ey hâk-i pâk

Mihr ü mâha zerreni nâmerdim eylersem fedâ

VIII

Lutf ile ihsân ile eylersin ey dârü’s-selâm

Hâtır-ı mecrûh-ı dervîşâna bahş-ı iltiyâm

Sâlik-i bî-vâyeye sensin sarây-ı ihtişâm

Cilve-gâh-ı kâm-i ömrüm sensin ey ulvî makâm

Âsitânenden beni dûr etmesin bir dem Hudâ

IX

Pür neşât ol! Menba‘-i irfân u hikmet sendedir

İftihâr et şâh-ı iklîm-i velâyet sendedir

Mürşid-i a‘zam Celâleddîn ü millet sendedir

Gevher-i yekdâne-i bahr-ı hakîkat sendedir

İzzetin ‘ulviyyetin etmez kabûl-i intihâ

X

Âşıka senden gelir bûy-ı cinân-ı feyz-i Hak

Ey mukaddes yâr ki sensin cihân-ı feyz-i Hak

Pertev-i dîvâr-ı sakfındır nişân-ı feyz-i Hak

Sendedir şemsü’ş-şümûs-ı âsmân-ı feyz-i Hak

Rütbe-i ‘ulviyyetin olmaz mı Ma‘bûd-ı semâ

XI

Mevki‘indir nuhbe-i bâlâ-yı eflâk u zemîn

Âsitân-ı izzetindir mültecâ-yı ehl-i dîn

Şâd olur sürdükte vechin hâkine merd-i hazîn

Hâzihî cennâtü ‘adnin fedhulûhâ hâlidîn

Hükmünü izhâr eder her dem bu bâb-ı Hak-nümâ

(Mâba‘dı var) (Muktebes, 1898: S. 21, s. 163-164)

[Sonraki sayılar incelense de devamı bulunamamıştır. “Muktebes” üzerine çalışma yapan Nüfusçu (2022: 55)  da yazının devamına ulaşamadığını beyan etmiştir.]

Külâh-ı Mevlevî

Dergâh ve tekkelerin kültür tarihimizdeki yeri ve önemi hiç şüphesiz ki çok büyüktür. Geçmişte bu tür mekânlar dinî eğitimin yanında ilim, irfan ve bilimin de merkezleri hâline gelmiştir. Tüm bunların yanında tekke ve dergâhlar -özellikle de Mevlevihaneler- çok çeşitli güzel sanatların da ortaya çıktığı, geliştiği ve insan yetiştirdiği yerler olmuştur. Bu güzel sanatlardan bir tanesi de tasavvufun en etkili iletişim aracı olan şiirdir. Bir kişinin, ruhunu etkileyebilen, toplumsal hayatta insanların birlik ve beraberliğini sağlayan, dilin ve insanın özü olan şiirden, toplumun tüm kesiminden insan faydalanmıştır. Mevlevîler de hem dinî-tasavvufi hem de toplumsal hayatın birçok gerekliliğini şiir ile dile getirmişlerdir.

Mevlevîlerin başlarına giydikleri özellikle keçeden yapılan sikke, külâh ve arakiye gibi başlıklar, görsel ve kültürel özelliklerinden başka sembolik olarak da çok farklı değer ve önem taşıyan kıyafetlerden biridir.

Bu konuda, geçmişte “Külâh-ı Mevlevî” redifli çok sayıda şiirin yazıldığı da bilinmektedir. Yakın tarihimizde ise bu geleneğin devam ettirilme gayreti, İzmir’de günlük çıkarılan (1896-1927) Ahenk gazetesinin 20 Şubat 1914 tarihli baskısında İzmir Mevlevihanesi Postnişîni Şeyh Mehmed Nureddin Dede’nin bir duyurusuyla olmuştur. “Külâh-ı Mevlevî” redifli şiirlerin yazılıp gönderilmesini isteyen Mevlevî Şeyhi Nûreddin Dede, bunları yayınlayacağını ifade eder ve kendisine tasavvuf kültürüyle yoğrulmuş, Mevlevî veya muhibbi olan onlarca kişi tarafından şiirler gönderilir. Sosyal hayatın hemen her kesiminden şairin şiirinin bulunduğu bu listede Ermenekli Hasan Rüştü’nün şiiri de yer almaktadır. 

Hz. Mevlâna’ya olan gönül bağını her fırsatta dile getiren Ermenekli şair, İzmir civarlarında sürgünde bulunduğu süreçte yazdığı şiirlerinden biri olan “Külâh-ı Mevlevî” redifli kaside ile âdeta Hz. Mevlâna’nın ruhaniyetinden yardım dilemiştir. Ahenk gazetesinin planladığı şiir yarışmasına bu şiiri ile katılan Hasan Rüştü, bir süre sonra da (1916) Konya’ya öğretmen olarak atanmıştır.

Bahsi geçen şiir şu şekildedir:

“Külâh-ı Mevlevî” Redifindeki Sitayişkârane Güfteleri Taklîden Söylenmiştir:

[fâʿilâtün / fâʿilâtün / fâʿilâtün / fâʿilün]

Şems-i âfâk-ı reşâdettir külâh-ı Mevlevî

Nâşir-ı nûr-ı velâyettir külâh-ı Mevlevî

 

Sâyesinde şân-ı âli kesp eder dervîşler

Arş-ı kudsî-yi saâdettir külâh-ı Mevlevî

 

Feyz-bahşâ-yı dimâğ u kalb-i dervişân olur

Menba‘-ı irfân u hikmettir külâh-ı Mevlevî

 

Fahrimizdir, tâcımızdır, bergüzâr-ı Pîrdir

Bûse-gâh-ı ehl-i hürmettir külâh-ı Mevlevî

 

Mu’lin-i izz ü celâl-i Hazret-i Monlâ-yı Rûm

Efser-i şâh-ı tarîkattır külâh-ı Mevlevî

 

Nokta-yı ayne’l-yakîni gösterir âriflere

Dûrbîn-i sırr-ı vahdettir külâh-ı Mevlevî

 

Dikkat eyle! Cilvegâh-ı aşkı gör fevka’r-rü’ûs

Kalb-i uşşâk-ı hakîkattir külâh-ı Mevlevî

 

Târem-i a‘lâ-yı lâhûtun ulu kandîlidir

Maşrık-ı mihr-i kerâmettir külâh-ı Mevlevî

 

Târ u pûdi yünse de dîbâceden kıymetlidir

Ma‘nevî bir câh u servettir külâh-ı Mevlevî

 

Devre giymiş, leff edilmiş Mesnevî evrâkıdır

Serde tomâr-ı fazîlettir külâh-ı Mevlevî

 

Levh-i vecd ü şevka nûrânî devâ’ir resmeder

Re’s-i pergâr-ı muhabbettir külâh-ı Mevlevî

 

Bâd-ı aşkullah ile eyler temevvüc dâmeni

Cezbe meydânında râyettir külâh-ı Mevlevî

 

İrtikâ etti sır-ı merdân-ı Hakta tuttu yer

Yâsemin-i bağ-ı izzettir külâh-ı Mevlevî

 

Bir eliftir nüsha-yı kübrâ başında müncelî

Mebde’-i âyât-ı kudrettir külâh-ı Mevlevî

 

Sâlik-i tennûre pûşun rif’atin iş’âr eder

Necm-i giysû-dâr-ı devlettir külâh-ı Mevlevî

 

Berk ü şâhı eyliyor sahn-ı semâ‘ı dil-güşâ

Sâk-ı tûbâ-yı nezâhettir külâh-ı Mevlevî

 

Zîrine girdim bu şefkat izzetin buldum huzûr

Ömrüme dârü’s-selâmettir külâh-ı Mevlevî

 

Dest-i nûrî-yi Cenâb-ı Pîrden Rüşdî sana

Lutf u ihsândır inâyettir külâh-ı Mevlevî

(Gencine-i Edep, 1909: S.37, s. 529-531; Ahenk, 1914: S. 5371, s.3; Ceride-i Sûfiyye, 1914: S. 93, s. 465; Çelik, 2020: 278-283; Egemen, 1992: 13; Okumuş, 2013: 22-23).

Konya Âsâr-ı Atîka Müzesi Hakkındaki Görüş ve Düşünceleri

Son olarak da Ermenekli Hasan Rüştü’nün, Mevlâna müzesinin açılışı ile ilgili üç sayı devam eden bir tespit ve takdir makalesini burada ele almak uygun olacaktır. Hasan Rüştü bu makalelerden hemen kısa bir süre önce arkadaşı Vali İzzet Bey tarafından ilgili müzeye 1000 kuruş ücretle vekaleten müdür muavini olarak atanmıştır. Şairin emekliliği de bu kurumdan olmuştur.

Dizi yazılarının ilkinde Hasan Rüştü, Mevlâna dergâhının müzeye dönüştürülmesinden bahseder ve atılan bu adımdan dolayı memnun olduğunu ifade eder. Bilmenin ve ilim öğrenmenin öneminden bahsedilen yazının devamında ise insanın geçmişini ve ecdadını öğrenmek istemesi konu edilir. Şaire göre insan geçmişe merak duyar ve onlardan kalan nesne ve eşyalara karşı ilgilidir. Bu hususta müzeciliğin önemi büyüktür ve Hasan Rüştü de müze kelimesinin kökeninden bahsederek bizde hangi amaçla kullanıldığını belirterek ilk yazısını sonlandırır.

Yazının ikinci serisinde yine müze kavramından bahsedilir ve müzelere önem vermenin gerekliliği açıklanır. Mustafa Kemâl’in, Mevlâna dergâhını müzeye dönüştürmesinin ise çok büyük bir değişiklik ve yenilik olduğundan bahsedilen bölümde, Hz. Mevlâna’nın nesebi hakkındaki kısımdan sonra da onun, büyük bir düşünür ve yenilik sahibi bir âlim olduğu vurgusu yapılarak yazı tamamlanır.

Çalışmaya dâhil edilen üçüncü yazıda ise Hasan Rüştü, “Mevlâna” kelimesinin kökenini ve diğer dillerdeki karşılıklarını sıralar. Ardından Mevlevîlerin kıyafetleri hakkında bilgi verdikten sonra Hz. Mevlâna’nın kullandığı eşyalarla ilgili bilgiler verir. Mevlâna müzesinin bölümlerinden, içerisindeki değerli eşyalardan, kitaplardan ve kütüphane bölümünden bahseder. Dergâhın müze olarak kullanılmasında emeği geçen tüm devlet yöneticilerine teşekkürden sonra müze müdürü Yusuf Akyurt Beyefendi’nin buraya lâyık bir idareci olduğunun açıklanması ile yazı bitirilir.

Yeni Açılan Müze Münasebetiyle

-1-

Türk ulularından ve eski meşhûr şark filozoflarından doğmaca Belhli, vatan tutmaca Konyalı Celâleddin’e mensûb dergâhın, -asrın teceddüt ve tekâmülü icâbâtından olarak- müzeye kalb ve tahvîl olunduğu ma‘lûmdur. Geçenlerde resm-i küşâdının icrâsı zamânında müdür-i mütehassısı Yûsuf Beyefendi tarafından îrâd edilen ve dinleyenlere mefharet ve meserret veren ihâtâlı ve derîn hitâbenin tesîr ve teşvîkiyle bu husûsta hallice rûhtan doğan tahassüsât ve efkârı ben de gazetenize yazmak vaziyetinde bulunuyorum. Herhangi bir yerde terâküm eden herhangi bir kuvvet kendisini sarf ettirmek ister. Hâsıl olup toplandığı yeri tazyîk eder, kendi hâline bırakmaz. Hayvânlarda bütün bütün muattal bırakılan bir uzuv evvelâ kendisi muhtel olsa ve daha sonra muttasıl bulunduğu hayâtı ihlâl etmeye başlar. Az çok fiil ve vazifede istîmâl edilen a‘zâ da çok yorulmuş bir uzuv kadar rahatsız olur; evvelâ kendisi yorulur, sonra eczâsından bulunduğu hayâtı yorar. İnsânda dimâğ denilen bir uzuv vardır ki duymak, bilmek, düşünmek ve anlamak da onun cümle vezâifindendir. Bunun için bilmek de beşerin en ehemmiyetli ihtiyâçlarından biridir. Adamın rûhu, bilmekten zevk, bilmemekten elem hisseder. Kendilerinde böyle bir uzuv, böyle bir kuvvet ve böyle bir ihtiyâç bulunduğu için, beş paralık bir menfaat intizârında bulunmadıkları şeyleri bilmek yolunda bile hayâtı fedâ eden insânlar görülmüştür. Bilginin kendisi müstakil bir menfaattir. Hayât bilgi, bilgi hayât demektir. Rûhun muhtâç bulunduğu manevî gıdaların en mühimi bilgidir. Bunun için felsefeci şair Koca Nâbî:

Bilmek elbette değil mi ahsen

Sorsalar bir onu bilmem demeden

demiş. Maddiyet mevkiinde menfaat tahakkuk ettiremeyen pek âdi ve az bir bilgi bile kendi hâlince rûh için bir inkişâf ve inşirâh temin etmiş olduğundan dolayı yine bir kıymeti hâizdir. Mutlak olarak faydâsız sayılamaz. Hem zarîf ve nâzik, hem şedîd ve kavî, hem faâl ve müdîr, hayr-hâh; el-hâsıl kıymettâr ve mukaddes olduğu için “beyin” nâmıyla başta taşıyan mevcûdiyet hâkimi o ulvî uzviyyet bilginin hem âşığı hem annesidir. Bunun tahrîk ve teheyyücü ile insânların yaradılışı bilginin mutlak ve mücerred olan hüsn-i ilâhîsine âşık bulunmasa idi dimâğ dest-gâhını işgâl etmiş olan akıl ve idrâk bugünkü terakkî ve tekâmülü ve bugünkü sanatkârlığı kâinat içinde gösterip isbât etmeye muktedir olamazdı. Akıl ve idrâke bu terakkîyi, bu tekâmülü ve bu faâliyeti bahşeden esbâbın en büyüğü hayât-ı beşerin ihtiyâcât-ı nâ-mütenâhîsidir. Bilgi edinmek için uğraşıp didinmek hayât sâhiplerinin ve cehl gafletinden mütelezziz olarak uyumak, cemâdâtın sıfat-ı mümeyyizeleridir. Hakîkî bir hayât taşıyan gerçek insânlar kendilerinin ve eczâsından bulundukları kâinatın ve bi’l-umûm eşhas ve eşyânın- münhasıran hâlihâzırını değil- mâzî ve istikbâlindeki şahsiyyetlerini ve tarz-ı mevcûdiyetlerini de bilmek isterler. İnsânlar için mevcûdiyetin mâzîsini ve istikbâlini bilmek ilim hâdisesinin zevk-i mücerredinden başka büyük, maddî istifâdeler de temîn edilmiş olduğunu ve olacağını beyâna hâcet yok. Mâzînin meçhûl zamânlarından berî terakkî ve tekâmül kânûn-ı tabîatın cihân mevcûdiyetinde faâliyete nasıl devâm ettiğini ve eşhas ve eşyâ üzerinde ne sûretle tesîr-i icrâ eylediğini bilmek ilim ve fennin, sanat ve meşgalenin a’zam-ı nâ-mütenâhîdeki terakkî derecelerine doğru yükselmesini tesrî‘ ve teshîl eder. Ağaç kökünden, binâ temelinden hiçbir zamân müstağnî olamaz. Bunları yıkılıp fenâ bulmaktan muhâfazâ ile kendilerinden hakkıyla müstefîd olmak temelleriyle ve kökleriyle alâkadâr bulunmağa tevakkuf eder. Eski zamânlardan, eski insânlardan kalmış olan bir şey elimize geldiği veya karşımızda göründüğü zamân - ne kadar âdî olsa - bir bergüzârlık râyihâsı hissettirmiş ve târihî bir iz göstermiş olacağı için bizi herhalde az çok mütehassis eder ve enzâr-ı imtiyâz ve istihrâcımızı az çok tenvîr ü takviye eyler. Mâlûmât ve mesnûâtından ele geçen ve keşfedilen bir şeyin üzerinden pek çok bir zamân geçmiş olması onda iktisâdî bir kıymet gösterir, çünkü başka ilim ve fence, sanatça bugün için hiç işe yaramaz bir şey ise bile bergüzârlığı yahut mücerred eskiliği sebebiyle ilm-i târîh “âsâr-ı atîka” merâklıları atfen ona da bir itibâr ve hürmet hissesi verirler ve muhâfazâ ederler. İnsânda başka bir şevk ve meyelân uyandıracak ve câzibeye maddeden kıymet ü vaziyete mâlik bulunan birçok şeyler dahi Avrupa müzelerinin sermâyeleri meyânında yer tutmaktadır. Eski mezârlardan alınmış ve topraktan yapılmış gözyaşı bardakları, başkasına göre maddî bir kıymet-i vaziyeti hâiz olmayan âsâr-ı atîkıyyedendir. İşte böyle bir soğuk ve biçimsiz toprak çanak için pek iki yüz lira verseniz eski şeyler merâklısı bir Fransız’ın elinden alamazsınız. Altında, gölgesinde, Bokrat’ın tedrîs ve ta‘lîmde bulunduğu rivâyet edilen çınar ağacı İstanköy adasında el-yevm Avrupalı bilhassa Yunanlılar tarafından büyük ve pek ehemmiyetli bir itinâ ile muhâfazâ edilmektedir. Birçok şark ve Türk filozoflarının tedrîs ve talîm mevkîleri olan Karatay medreseleri, İplikçi Camii, Celâleddîn[‘in] hem felsefe hânesi, hem de hâbgâh-ı ebediyyesi olan müze Konya ve Türklük için Bokrat’ın ders okuttuğu çınar ağacından çok kıymetli ve nispetsiz derecede mühimdir.

İnsânların mebde’ ve meâdlarını, kat’edip geldikleri mevcûdiyet silsilesini ve eslâf u ecdâtlarını bilmeye tabii bir temâyülleri vardır. İnsânın bu temâyülü de esâs itibariyle tabîatın, hayât u mevcûdiyet için vaz‘ etmiş olduğu kânûnlar ve şartlar îcâbâtındandır. Mütekâmil mevcûdiyetler ve müteâli şahsiyetler tabîatın böyle tezâhürlerine hürmet ve itâate mecbûrdurlar. Böyle tetkîk ve tahkîklere meyâlân şerefinden bî-behre bulunan âdem nerede bittiğini ve nerede biteceğini bilmeye fıtrat ve hilkati müsâit bulunmayan çörçöp mâhiyetindedir.

Ehemmiyetlice bir insânın temâs ve istimâl etmiş olduğu bir şey kendisinden sonra gelenler için doğrudan doğruya onun azâ ve eczâsından addedilir. Bir şahsiyetin, bir şeyin külliyet ve tamâmiyetine temâs ve mukârenetinden ümîdi kesmiş ve bunun imkânsızlığını tasdîk etmiş olan bir adam, onun eczâ ve azâsından addettiği bazı şeylere müsâdif olursa müştak ve mütahassir bulunduğu şahsiyetle görüşmüş gibi herhalde mütehassis ve mütesellî olur. Ziyâret ve tesâdüfünden zevk ve neşe yahut hüzün ve rikkat duymak, rûha ve gönle bir hürmet ve muhabbet veya ikrâh ve nefret hissi gelmek hususunda bir bergüzâr kendisini ihdâ eden kimseyi, ele geçen bir şey, bir eser sâhib-i kadîmini, eski sânî ve âmilini, ekseriyâ tamâmıyla temsîl eder. Târihe karışmış eski bir şahsiyetin temâs ve istimâl etmiş olduğu bir şey bazen bugün için hiçbir türlü nefâset-i maddiye ve faydâyı hâiz olmadığı hâlde o târihî adamı temsîle kâfî oluyor. Her ne sebeple olursa olsun, sevilip adına perestiş edilen yahut geçirdiği hayâtın menâkıbına fevkalâde hürmet edilen bir hanıma veya bir erkeğe ait metrûkanın nâ-mütenâhî bir bedî‘iyyete vâreste bir kıymete mâlik addedilmelerinin sebebi, yüzlerce gün ve asırlarca evvel hayâta ebediyen vedâ etmiş olan ve yalnız nâmı yaşamakta bulunan o kimsenin terk ettiği şeyin doğrudan doğruya kendisinin bir cüz-i zî-hayâtı ve el-ân yaşayan bir uzvu ve hattâ külliyetin bir mümessili değil, aynen şahsiyeti sayılmasıdır. Bundan dolayı, ne sebeple olursa olsun bir adam meclûb ve meftûn olduğu târihî kimsenin metrûkâtından olduğuna kanâati bulunan bir şeye tesâdüf ederse doğrudan doğruya müştâkı ve hürmetkârı bulunduğu zâta, mülâki olmuş ve onun karşısında bulunuyorcasına mütehassis olur ve perestişkârlık gösterir.

Kökü hem Latincede hem Yunancada olan “muse” kelimesi Yunanın esâtir devrinde sanâyi-i nefîse hâmîsi sayılan dokuz perinin ismi idi. Bunların ictima‘ ettikleri tahayyül olunan yere de “müze” (musee) denilirdi. Mûsıki (musique) kelimesinin de bu köke dayandığı malûmdur. Şimdi ilim ve fen, sanat, bedîiyyet, hâtırâ ve bergüzârlık noktalarından birine göre maddî veya manevî bir kıymeti hâiz olup misli pek az olan veya hiç bulunmayan şeylerin hıfz u teşhîrlerine mahsûs olan yerlere “müze” denilir. Bir şahıstan veya bir milletten görülen zulüm ve tecâvüzün vâsıta-yı icrâsı olan âlet yahut o gadre delâlet eden şey de bazen müzelerde dikkatle muhafaza edilir. Meselâ İzmir ve Aydın vilâyetleri mıntıkalarında Yunanlılar tarafından diri diri ateşte yakılan Türklerin yarı yanmış kemiklerinden bir kısmı herhalde Türk müzelerinde hıfzedilmelidir. Müzelerin bu gibi mahfûzatı hiss-i nefret ve fikr i intikâmın anadan, atadan evlâda intikâline ve unutulmamasına sebep olur. Bunlar asıl bir millet ve hükûmetin dâimâ teyakkuz ve intibâh, tedbîr ve ihtiyât vazifesinde bulunmasına yardım eder (Babalık, 1927: S. 2368, s. 2).

-2-

 Müzeler, ekseriyâ âsâr-ı atîka müzesi, sanayî müzesi, askerî müzesi, zirâat müzesi gibi muhtelif isimlerle yâd olunur. Eşhas evlerindeki husûsî müzelere “mecmûa: koleksiyon- collection” deniliyor.  Milletlerin ve hükûmetlerin medeniyette ve her türlü kuvvetteki terakkî ve tekâmül derecelerini tayîn ve ispat eden mikyâslardan ve delîllerden biri de müzelerdir. Bir milletin böyle müessese ve müştemilât ile vatanı süsleyip zenginleştirmesi memleketlerine alâkalarını ve şevk u muhabbetlerini attırır. Ve yurtlarını muhâfaza için kendilerine hakîkî bir hamiyet, ciddi bir gayret ve faâliyet uyandırır. Yurtlarının toprağıyla aralarındaki râbıtayı ve münâsebeti takviye eder. Basit ve sathî, tamtakır, bomboş, ibtidâî ve tabîî mevcûdiyetteki kemiyet ve keyfiyete hiçbir ziynet ve kıymet ilâve edilmemiş olan bir yer ile güzelliği şeref ve kıymeti sun‘î tedbîrler, ihtiyârî gayretler ve şahsî fedâkârlıklarla tezyîd edilmiş olan bir mülke sâhip ve mâlikiyetin merbûtiyet ve meclûbiyeti, ihtimâmı ve alâkadârlığı arasında bir fark bulunmak tabîîdir. Husûsî fikir ve tedbîrleri, sa‘y u amelleri ile vatanlarını işleyememiş ve oraya ihtiyârî bir hüsn-i fevkalâde, yeni ve değerli bir mevcûdiyet ve mâhiyet vermemiş ve verememiş olan bir millet ve hükûmet arzın o ham kalmış ve insâniyetin sa‘y u dehâsından feyz ü bedî‘iyet edinememiş, üzerinde teceddüd destgâhları kurulup hârika çarhları devredememiş olan o bedbaht kuru toprak üstünde: “Burası bizimdir, bizim vatanımız, yurdumuz ve mülkümüzdür” diye söylenmeye, fahr u mübâhata ve zilyetlik davasında bulunmağa şâyân ve salâhiyettâr olamaz. Böyle kendi kendilerine söylenip durmalarında kimse kulak vermez. Üzerinde âşikâr ve kuvvetli bir alâkadârlık ve mâlikiyet, âsâr-ı tesbît olmadıkları ibtidâî boş toprak yeni ve bedîî bir şekil verilmek, kıymeti ve şerefi artırılmak ve işletip azâmî istifâde edilmek maksadıyla başka müteşebbis ve açıkgöz milletler tarafından ellerinden alınıp aralarında taksîm edilmeye namzet bulunur. Hak ve galebe dâimâ kuvvetin âgûşuna meclûb ve merbût ise de bir milletin kendi yurdundaki teşebbüsât-ı sâbıkası alâimi, mesâi ve a‘mâl ve ikâmesi âsârı ve uzak bir mâzîden beri orayı tezyîn ve îmâr ile meşgûl oldukları meşhût ve müstahık bulunursa medeniyet mahkemesinin, hâl ve istikbâl için onun araya temellük ve kemâ-fi’s-sâbık orada yaşamak hakkını tasdîk ve tensîp etmesi az çok me’mûl bulunur. 

Vatanımızın süslenmek, güzelliğini günden güne arttırmak, zenginleşmek, tazeleşmek, yepyeni bir mâhiyet ve mevcûdiyet göstermek için kâfî bir vüs‘atı, nâ-mütenâhî bir istidâdı vardır.

Bundan dolayı, son asrın en büyük dâhisi ve bizim de sevgili müncîmiz, arslan halâskârımız, hakîkî gâzimiz ve mehâsin-perver, müceddid-pesend Mustafa Kemal Paşamız yanında ve en ileride bulundukları hâlde hükûmet-i cumhûriyemizin her şubesi bu geniş ve kâbiliyetli ülkenin her tarafını, köşesini ve bucağını bu asırda ihmâl ve tesîri câiz olmayacak müesseselerle, medenî ve âlî tefekkür ve teşebbüs âsârlarıyla müzeyyen ve muhteşem bir tarz ve şekle koymakta ve üzerindeki tesâhüb ve temellük, hayât ve bekâ hakkımızı teyît ve te’bîd etmektedirler. Türklüğü ve onun yurdunu eski kasvet ve meskenetten, eski faydâsızlıktan kurtararak yeni, nur-efşân ve câzibe-dâr, terakkiyât-ı medeniye nokta-i nazarından a‘zamî istifâdeli bir şekil ve meyâna koymak için genç ve yorulmak bilmeyen hükûmet-i cumhûriyemizin kıymeti nâ-mütenâhî teşebbüsât u mesâîsi âsâr-ı cedîde ve mühimmesinden biri de: Yaşadığı zamâna göre mütefekkir ve mütefennin, ictimâiyât mütehassısı, şâir, edîp, filozof ve rahl-ı siyâsî olduğu âsârını okuyanlar ve tetkîk ve talîmde bulunanlarca sâbit ve mütehakkık bulunan Mevlânâ Muhammed Celâleddîn Belhî’nin Konya’daki meşhûr merkadını âsâr-ı atîka müzesi ittihâz etmeleridir. Evvelâ Belhli sâniyen Konyalı olan Muhammed Celâleddîn, pek eski ve arı duru meşhûr bir Türk hânedânına mensûptur, Nâmık Kemâl Bey merhûmun Türk hamâseti ve uluvv-i cenâbını temsîl için yazdığı meşhûr bir temâşâsının ismi olarak “Celâleddîn Harzemşâh” ünvânının ifâde ettiği âli-cenâp ve büyük şahsiyet, Mevlânâ’nın öz dayısıdır. Böyle bir silsile efrâdından olduğu mütehakkık bulunan Belhli Muhammed Celâleddîn’in bu eski ve koca Türk filozofun türbesini âsâr-ı atîka müzesi yapmak, hükûmetimizin ve bilhassa Maârif Vekâlet-i celîlesinin çok isâbetli icrâatındadır. Büyük bir hüsn-i îcâb numûnesidir. Şöyle bir kalb ü tahvîl bir ebedi istirâhatgâh için tazîm ve tevfîrdir, oraya daha büyük bir kıymet ve ehemmiyet vermektedir. Zaten felsefe ve edebiyât âleminde ve alelhusûs müsteşrikîn hâtırâlarında el-ân yaşamakta gibi olan o kadîm ve marûf ve yüksek şahsiyet, dergâhının ve cesedinin tevdi‘ edildiği manevî ikâmetgâhın umûm için ciddi bir fayda temîn etmeyen bir nev’inden bulunmasını câiz görmez. Hayâtında dâiresini ziyârete mezûn bulundurmakla ve dehâ-kâr yüzünü müşâhede ettirip sohbetine kabûl etmekle müstefîd ettiği halkın evlâd u ahfâdının da mezârını ve ona refâkat eden bergüzârları görmeleriyle nazar-ı ibret ve intibâhlarının inkişâfını ister. Konyalı büyük Celâleddîn, yaşadığı zamân itibâriyle medreselerinden ve rehberlerinden bulunduğu Türklere ait kıymetli bergüzârların ve sanâyî-i nefîse âsârının muhterem âğuş-ı pederânesine tevdî ve teslîm edilmesinden ve onları alıp bağrına basarak teceddüt-perver ahfâda karşı serbestçe teşhîr etmekten büyük neşeler, mefharetler duyar. Rûhu züvvârdan işiteceği tahsîn-âmiz sözler ve takdîr-kâr nağmeler tesîriyle o bergüzârlar, o sanat ve nefâset numûneleri arasında uçup devretmekten zevk-yâb olur. Mevlânâ sür’atle ve suhûletle, bazen sathî, bazen ince ve derin mânâlı felsefekârâne şiirler söylemeye kudreti, tabîatının velûdiyet (feconditee)si ve bunun neticesi olarak manzûme ve mensûrelerinin nâ-mütenâhî denilebilecek bir derecede kesreti cihetiyle emsâlsiz bir şiir ve edep ve felsefe dâhisidir. Âsârı, Macar, Alman, Rus, Fransız ve İngiliz müsteşriklerinin dikkat ve tahsînlerini celp etmiş, meslek-i edebî ve felsefîsi onları çok meşgûl eylemiş ve eylemektedir. Mevlânâ’nın âsârı için, bir sahîfesi Fârisî lisânla, diğer sahîfesi Avrupa lisânlarından biri ile yazılmış tercümeler, intihâp-nâmeler ve mütenevvî kitâplar çok tab‘ edilmiş, çok intişâr etmiştir. Bizde merak eden pek az olduğu için o yoldaki eserler bizim kitâpçılarda görülemez. Koca Celâleddîn hayât-ı müddetinin kısm-ı azamını köhne ve kasvet-fezâ fikirli, kara düşünceli taassup müptelâlarıyla mücâdeleye tahsîs etmişti. Bu keyfiyet de âsârının kârîlere gösterdiği efkâr ile sâbittir. Mevlânâ yaşama tarzındaki eskiliği ve taassubu teceddüt ve hürriyet pençesiyle kırıp ezmeye çalışmış olan serbest rûhlu büyük bir mütefekkir idi. “Güzel nağme ve terânelerden, sazdan, sözden, zevk ve neşe alan ve vesâitinden, mûsıkîden ve raks u devrândan müstefîd ve hisse-yâb olanların karıları boş olur” fikrindeki mütefessih rûhlu mutaassıplarla hâl-i hayâtında kendisi ve vefâtından sonra eserleriyle felsefesinin taraftarları bulunanlar mücâdeleye devâm göstermişlerdir.

Hayâtında bulunduğu sâhada bir teceddüt, bir serbestlik görmek ve göstermekten zevk-yâb olan Belhli ve Konyalı Mevlânâ memâtından sonra dahi yeni yeni tecellîler ve yeni yeni şuûnât karşısında bulunmaya hâhiş-gerdir. Yeni Türk Cumhuriyeti, Mevlânâ’nın, Mevlânâ’nın bu eski dâhîsinin meşhûr türbesini ehemmiyetli ve muhteşem bir âsâr-ı atîka müzesi şekline ifrağ etmekle kavmiyet târîhimizi sevindirmiş ve gösterdiği bu kıymet-şinâslıkla o koca şâirin, o ulu filozofun rûh-ı muhitini pür hurûş u neşve-nâk eylemiştir. Konya’da yeni tesis olunan bu müzedeki sermâyelerin, gerek mânen, gerek maddeten, en kıymettârı bittabî Celâleddîn’in mezârıdır. Bu mezâr görünüşte İstanbul müzesindeki İskender’in lahdi gibi maddî kıymeti hâiz şeylerle müzeyyen ve muhteşem değilse de sâhibinin yaşadığı zamân itibâriyle eski bir felsefe ve edebiyât hâkiminin kabri olduğu için Türklerce hâiz olduğu şeref ve kıymet onunkinden geri kalmaz. Mevlânâ’nın kabrini setreden sandûka meslek-i felsefîsine temâs eden bazı beyitlerle kuşatılmıştır (Babalık, 1927: S. 2368 [2369], s. 2)

-3-

“Mevlâ” kelimesi “velâyet, velî, vâli” kelimelerinin mensup bulundukları âile-i kelimât efrâdındandır; “besleyip büyütmek, sâhip ve mâlik, büyük, şanlı ve şerefli, ünlü, ulu adam” mânâlarınadır. Bugün için “Mevlânâ” kelimesinin aynen Türkçe olarak ifâdesi ârzû edilirse, “ulumuz veya bizim ulumuz” denilmek îcâp eder. “Mevlânâ” terkîb-i izâfetindeki “Mevlâ” kelimesi yerinde Avrupa’da “senyör-seignieur” lafzı kullanılır. “Mösyü” diye telaffuzdan birçok harflerini atmak sûretiyle kısa okunmayarak hatta, imlaya uygun olarak “mön senyör” diye okunursa Mevlânâ lafzının garptaki mukâbili tahakkuk etmiş olur. Nasıl ki mevkî-i ictimâîsi veya mevkî-i rûhânîsi pek yüksek olan kimselere hakkıyla ihtirâmda bulunmak isteyenler bu kelimeye hakîkî telaffuzu vererek “mön senyör” demektedirler. Şu kadar bir fark var ki Avrupa “Mevlânâ=Bizim ulumuz= notre serignieur” mevkîinde müfret zamîri ile “benim ulum= Mevlâ monseignieur” diyor. Tanrıya da “Mevlâ” denildiğini ve bu kelimenin her şânlı, şerefli insâna da ıtlak olunduğunu zaten biliyoruz. El-hâsıl, ilim ve hünerce veya diyânetçe yahut mevkî-i ictimâîyece, yaşça büyük olan adama Türk “ulu”, Arap, “şeyh: mevlâ”, İranlılar “Hâce aga= ahund”, Latince ve onun tevlîd ve ıslâh ettiği lisânlar “senyör” derler. “Molla- monla” kelimeleri “Mevlânâ” kelimesinin küçük kırıntıları ve bozuntularıdır. Bu iki kelimeyi bugün “molla” şeklinde yazmak lâzımdır.

Ulu Celâleddîn’in ve onun muâsırları bulunan Türklerin başlıca istimâl ettikleri kisvenin bir numûnesi müzenin dikkate şayan, ehemmiyetli sermâyelerindendir. Bu üç etekli, bazı tarafları eskiyip eriyerek düşmüş yahut âşıkları tarafından yırtılıp çalınmış bir entâridir. O felsefî ve fikrî eserleri doğuran faâl dimâğı taşıyan ve halkın bir kısmının mukaddes bildiği o kıymetli, ulu cisme bu entarinin uzun müddet pûşîdelikte ve temâs ve muâvenette bulunduğu muhakkaktır. Mahfûz kisve bugün Anadolu ve bilhassa Konya ve mülhâkâtı halkından birçoklarının giydikleri entârinin biçimine tamâmıyla muvâfıktır. Belh’i ihtivâ eden eski Türkistan ahâlisinin ekseriyeti el-ân entâri giyiyorlar. Alâeddin Selçukî ile oğlu Gıyâseddîn Moğol cenginde şehîd oldukları zamân kostümleri ipekli kumaşlardan yapılmış entârilerden ibâret idi. Hem üç etekli idi. Eski Türklerin entârilerinin üç etekli ve biraz kısa olmalarının sebebi oturup kalkmak, yürüyüp gezmek ve çalışıp işlemek zamânına elverişli bulunmak ve’l-hâsıl kullanışlı olmaktır. Entâri alafranga olduktan sonra yırtıkları dikip eteklerini yekpâre yapmış ve kendisine lüzûmsuz bir uzunluk, mânâsız bir genişlik vermiştir. Şalvar, kumaş ve dizlik- uzun olsun yahut göbekle diz kapağı arasına münhasır bulunup bacakları çıplak bıraksın- Türklere Bizanslılardan ve Romalılardan geçmiştir, bu bir hakîkattir. Medenî meşgalelere, sanatkârâne mesâîye mâni‘ ve hıfz-ı sıhhat usûlüne münâfî bulunan ve hiç de bir zarâfeti, güzelliği olmayan kalabalıklı, tuhaf ve gülünç şalvarı [metin hasarlı olduğu için okunamadı] Cumhuriyet pantolona kalb ettirecek olursa “zeybeklik, efelik” kıyafeti orta yerden kalkarsa Türk milleti hiçbir şeref kaybetmiş olmaz. Tuhaftır ki o kısa kumaş dizliği [metin hasarlı olduğu için okunamadı] ve haydutluk meyli ve hissiyâtı taşımayacak olurlarsa kendilerini o kostümün hakkını veremiyor addediyorlar. “Efendi” lafzı, Yunanca olup Bizans halkının çok kullandığı “avfendis, efe” kelimesi “efendi”, “efem” lafzı “efendim” kelimesinin bozuntusudur.

Tebrîzli dede Şemseddîn’in Kızılırmak’tan daha coşkun, Sakarya’dan daha akıntılı ve Hint denizinden daha dalgalı olan başını, beynini senelerce ihâtâsı ve muhâfazası altında bulundurmuş olan garîp başlık ve tuhâf kukuleta biçimindeki ince ve geniş külâh dahi kıymet-şinâs bir târîhin getirip bu müzeye tevdî ettiği değerli armağanlardan, dikkate şâyân emânetlerdendir. O entâri, bu serpûş öyle ehemmiyetli sanat eserlerinden ve maddeten büyük kıymeti hâiz şeylerden değilseler de müverrihler ile Mevlânâ’nın eserlerini beyit beyit, satır satır mütâlaa ve tetkîkte bulunmuş olan müsteşrikler: orientalistes’ce Eflâtun’un tacı ve cübbesi ve vezn ve izâfîlerinin binlerce misline muâdil altın ve inci bahâsından fazla kıymeti hâizdirler. Üzerlerinden yedi asır geçmiş bulunması ve en meşhûr ve müteârif Türk filozoflarına ve şark şâirlerine doğrudan doğruya ve muhakkak bir sûrette temâs ve refâkat etmiş olmaları itibâriyle ilm-i iktisât bunları ve bu neviden olup görünüşte nefâset ve kıymeti hâiz olmayan şeyleri bugün için îmâl ve taklîdi kâbil olmayan nâdir ve nâdîde ve maddeten de kıymettâr eşyâ-yı nefîse ve âsâr-ı sanattan sayılır.

Müzede sanat ve kıymeti eskiliğinden ve büyük adamların bergüzârı olmaktan ibâret olup bahâsı yalnız manevî bulunan şeylerden başka bugün îmâl ve taklîdi mümkün olamayacak sanat ve mahâret numûneleri, hârikulâde güzellik ve nefâset örnekleri ve’l-hâsıl insânı baktıkça baktıracak ve nâ-mütenâhî denilebilecek kıymet-i maddiyeyi hâiz birçok eşyâ da vardır. Hazret-i Mevlânâ’ya bir taraftan hediye edilmiş olup müşârünileyhin vefât edinceye kadar istimâl ettiği seccâde, eczâ-yı kâinat arasında manevî kıymetle maddî kıymetin en yüksek derecelerini cem etmiş olmak şerefini ihrâz etmiş olan bir hârika-yı sanattır. Ve el-ân oradadır. Burada bu seccâdeden başka sanatkârâne nesc ü îmâl edilmiş daha birçok şeyler: halılar, kilimler ve seccâdeler vardır. El-hâsıl oradaki eşyânın mensûcât kısmı umûmiyetle dikkate şâyân ve ehemmiyetlidir.

Bakırdan, tunçtan, altından, gümüşten ve topraktan yapılmış kapkacak, tencere, tas ve kâse gibi şeyler; eski âlât-ı tenvîriye nev’inden madenî ve nev’i ferdine münhasır şamdânlar ve yine camdan, sırçadan, madenden yapılmış, yere konulmuş veya tavanlara, kubbelere asılmış tek veya top şamdânlar, top kandîller de orada mahfûz eşyâdandır. Bunların cümlesi mahâret-i sanatkârâne ve nefâset noktasından dahi çok ehemmiyetli şeylerdir. Hele bunlar meyânında üç tane cam kandîl vardır ki öteden beri sanat ve nefâset mütehassıslarını hayretkârâne ve ciddi tahsînlere, takdîrlere mecbûr etmektedir. Bunlar dört tane imiş, biri birçok zamân evvel kırılmış.

Dinî, felsefî, edebî, ilmî ve fennî kıymet-i maneviyelerinden başka, hattatlık, mücellitlik ve tezhip gibi sanayî-i nefîse nokta-i nazarından ve kâğıtlarının nefâseti cihetinden dahi bahâları bî-pâyân olan kelâm-ı kadîmler, Mesnevîler, Dîvân-ı Kebîr’ler ve Mevlevî meslek ve felsefesini temsîl eden kitâplar, risâleler, muhtelif ulûm ve fünûndan yazma ve basma âsâr-ı nefîse büyük şark filozofunun bunlardan başka mütenevvî ulûm ve fünûndan muhtelif ve ekserîsi nâdîde, yazma, basma üç bine karîb eserleri cem etmiş olan ehemmiyetli bir kütüphâne dahi bu kıymettâr müzenin kıymettâr müştemilâtındandır. El-ân kütüphâne kısmının tertîp ve tanzîmi ile iştigâl ediliyor, tasnîfi ikmâl olunduğu zamân bittabî burası da umûm için açık bulundurulacak ve ilm ü irfân rağbetkârları zâirler müstefîd olacaklardır. Küşâdı zamânı yakındır.

Faâl ve meâli-perver hükûmet-i cumhûriyemiz tarafından, Türklüğün eski ve ehemmiyetli bir büyük merkezi bulunan Konya’da böyle bir âsâr-ı atîka müzesi tesîs edilmesi ve bunun için de ulu bir şark şâiri ve Türk filozofunun son ikâmetgâhının intihâp buyurulması Türklük ve Türkler, Konya ve Konyalılar için bir sürûr u mahzûziyet, bir mübâhât ve mefharet sermâyesidir. Her biri bir teâlî ve terakkî nişânesi olan icrâat ve tesîsâtına böyle bir teceddüt ve tekâmül eseri daha ilâve etmiş bulunmasından dolayı yeni hükûmetimiz bizi kendisine yeniden müteşekkir ve minnettâr etmiştir. Bu müzeye daha başka tekkelerden ve beldelerden de âsâr-ı atîka getirilmesi mutasavver bulunduğu için günden güne daha zenginleşmesi, vüsat ve tekâmül göstermesi muhakkaktır. Zaten hâlihazırı bile bergüzârlarıyla ve ihtivâ ettiği Türk sanat ve mahâreti numûneleriyle eski Türklerin rûhlarını, yenilerin gözlerini nûrlandıracak ve iftihâr edecek bir derecededir.

Mezârların bulunduğu kısma girilecek kapının üstüne, oraya yakışacak bir sûrette “kûfi” denilen çiçekli hat ile (Konya Âsâr-ı Atîka Müzesi) ibâresi yazılmış ve 1927 târîhi konulmuştur.

İntizâmî ve züvvârın istirâhatle, suhûletle tetebbû‘unu temîn için bir kapıdan girilmek ve eski mescidin kapısından çıkılmak usûl ittihâz olunmuştur. İşittiğime göre resmen açıldığı zamândan bugüne kadar orayı ziyâret eden fertlerin adedi yirmi bini geçmiş. Konya’mızdaki bu eski ve meşhûr ulu binâ “edifice”nin şimdi yeniden tamîri, tanzîm ve tezyîni ile âsâr-ı atîka müzesi ittihâz edilmesinden kendisine şu sûretle asrımızın ve hükûmetimizin yeniliği ile münâsip yeni daha şerefli bir şekil ve gâye verilmesinden dolayı teceddüt-perver ve meâli-bahşâ Cumhûriyetimize, dâhi-yi hârikâ-nümâ reis-i cumhûrumuza, her tedbîr ve teşebbüsü musîb olan hükümetimize ve bilhassa maarif vekâlet-i celilesine, valimize, maarif eminimize, maarif müdürümüze, defterdârımıza, belediyemize ve bilhassa reis beyefendiye, vilâyetimiz meclis-i umûmîyesine ve encümen-i mahsûsuna ve muhâsebe-i husûsiye müdürümüze samîmî teşekkürler ve hakîkî minnettârlıklar arzına medyunuz.

Müze müdürü Yusuf Beyefendi’nin âsâr-ı atîka ve sanayî-i nefîse husûsunda vukûf-ı tâmı var, hem kudretini, tekâmülünü ispat etmiş mütehassıs ve mütefekkir bir muallim hem her türlü ince işleri eline yakıştıran mülkiyeli bir sanatkârdır. Gördüğü tahsîl ve terbiye cidden yüksektir. Hüsnühattı var. Riyâziyât ve tabîiyâtta, ressâmlıkta, topografyada ve bilhassa teressümât-ı fenniye, tezyînât-ı kalemiyyede hakîkaten mütehassıstır. İktidâr-ı idârî ve iktisâdiye de mükemmeldir. Gerek şark, gerek Arap tefrîş ve tezyîn usûllerini de çok iyi bilir. Kendisine tevdî olunan bu eski ve ehemmiyetli dâirenin tecdît ve tanzîminde hüsn-i idâresinde cidden muvaffâkiyet göstermektedir. Yorulmak ve usanmak bilmeyen, sa’y-i daimîden zevk alan bir müdürdür, fâsılâsız bir faâliyet içindedir. İdâresiyle mükellef bulunduğu sâhada derecesi nâ-mütenâhî bir mükemmeliyet göstereceği muhakkaktır. O emânât ve eşyâyı muhafaza için elzem olan vicdân ve nâmûsun bihakkın sâhibidir.

Büyük bir şâir ve âsâr ve mesleği tetkîk ve tetebbua şâyân büyük bir filozof olan Türk Celâleddîn’in zâtına ve ebedi ikâmetgâhına karşı gösterdiğim aşk ve ihtirâm, fersûde fikirlerden ve köhne tuhâf hislerden tevellüt etmiş değildir; edebî ve felsefî bir zevk nokta-i nazarından, laique bir Alman veya Fransız müsteşriki rûhiyetine müsteniddir. Ermenekli Hasan Rüştü (Babalık, 1927: S. 2370, s. 2).

Sonuç

Şair Ermenekli Hasan Rüştü Okumuşgil (1869-1936), küçük yaşlarda Ermenek’ten ayrılarak sırasıyla Konya, İzmir, İstanbul ve en son yine Konya’da yaşayarak bulunduğu her ortama katkısı ve desteği olan, edebiyat dünyasında isminden bahsettiren ve günümüze ulaşacak şekilde yazı ve şiirler kaleme alan ara dönem edebiyatının dikkat çeken şairlerindendir.

Konya’daki medrese eğitiminin ardından İstanbul’da da eğitimine devam eden şairin dönemin yönetimine dair aleyhte yazdığı şiirler ve yaptığı toplantılar nedeniyle hapse atıldığı, İzmir’e sürgün gönderildiği bilinmektedir.

Hasan Rüştü bu süreçte İzmir’in tanınmış simalarından Şûle-i Edep dergisini çıkaran Tokadîzâde Şekip Efendi, Şair Eşref, Tevfik Nevzat gibi isimlerle yakın dostluklar kurmuş ve beraber birçok edebî toplantılar yapmıştır. Konya’ya tayin olduktan sonra da edebiyata ve şiire dair duygu ve düşüncelerini yitirmemiş, buradaki yayın organlarına da şiir ve yazılar göndermiştir.

Gezdiği illerde özel veya resmî kurumlarda edebiyat öğretmenliği de yapan, 1928’te Konya Müzesi müdür yardımcılığına getirilen şair, 1934’te emekli olmuş ve 1936’da vefat etmiştir.

Pek çok türde ve konuda yazı ve şiirleri Nilüfer, Mektep, Maarif, Gencine-i Edep, Şûle-i Edep, Muktebes gibi dergilerde ve Ahenk, Babalık, Hizmet, İttihad, İstikbal gibi gazetelerde yayımlanmıştır.

Bunların içinde Hz. Mevlâna ile ilgili olan yazı ve şiirleri şairin hem Konyalı olması hem de Hz. Mevlâna’ya olan bağlılığı yönüyle dikkat çekmektedir. Kaleme aldığı bazı şiirlerde de Hz. Mevlâna’ya atıfta bulunması veya Mevlevilikten ve Mesnevî’den bahsetmesi onun bu konuya ne kadar değer verdiğini de göstermesi yönüyle önemli unsurlardır.

Yapılan bu çalışmayla, Hz. Mevlâna’ya her yönden bağlılığını gösteren şair Hasan Rüştü’nün, Ermenek’ten sonra Konya’da başlayan maceralı hayatının yine İstanbul ve İzmir’in ardından Konya’ya dönerek son bulduğu şiirleriyle ve özellikle müze müdür yardımcısı iken yaptığı çalışmalar ile gözler önüne serilmektedir.

Elde edilen bulgu ve incelemelerle, dergi ve gazete taramaları şairin;

  • Özellikle İzmir’de bulunduğu sürgün günlerinde İzmir Mevlevihanesi Şeyhi Nureddin Efendi ile yakınlık kurduğu ve buraya sık sık girip çıktığı,
  • Bilhassa öğretmenliği sırasında öğrencilerine Dîvân-ı Kebîr’den çeviriler ve okumalar yaptığı,
  • Yazı ve şiirlerindeki feyiz ve bereketin yegâne kaynağının Hz. Mevlâna olduğu,
  • Rubaisindeki ifadesiyle Mesnevî’yi, Kur’ân-ı Kerîm’in bir açıklaması olarak gördüğü ve Kur’ân’ın özü olarak kabul ettiği,
  • Konyalı olarak Hz. Mevlâna gibi bir şahsiyetle iç içe yaşamasından memnuniyet duyduğu,
  • Mesnevî’nin ilk on sekiz beytini tercüme etmeye muvaffak olduğu,
  • Yine Mesnevî’den muhtelif ciltlerdeki bazı beyitleri “Hikmet-i Mevleviyye” başlığı ile açıklamaya çalıştığı,
  • Hz. Mevlâna’nın Dîvân-ı Kebîr isimli eserinden bir gazele tahmis yazdığı,
  • Dîvân-ı Kebîr’in muhtelif nüshalarında varlığı bilinen ve Hz. Mevlâna’ya ait olmayan şiirlerin birçok kesim tarafından Hz. Mevlâna’ya aitmiş gibi kabul edildiği,
  • Bu şekilde Hasan Rüştü’nün de Hz. Mevlâna’ya ait olmayan ve ona atfedilen “Na‘t-ı Mevlâna” olarak şöhret bulan şiirden bir beyte tahmis yaptığı,
  • İzmir’de Şûle-i Edep isimli dergiyi çıkaran Tokadîzâde Şekip Efendi’nin Hz. Mevlâna ile ilgili kaleme aldığı kasideye tahmis yaptığı,
  • Hasan Rüştü’nün, Mansurîzâde Mehmet Sait’in Edep Yahu isimli dergideki Külâh-ı Mevlevî Gazeli (1909) adlı manzumesindeki “külâh-ı Mevlevî” redifini takliden yazdığı “Külâh-ı Mevlevî” şiiriyle İzmir’de yapılan şiir yarışmasına katıldığı,
  • Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile müzeye dönüştürülen Mevlâna Dergâhı hakkında üç sayı devam eden uzun makalelerinde Mevlâna Dergâhı’nın, Konya Âsâr-ı Atîka Müzesi olmasından duyduğu memnuniyeti,
  • Müze ve müzecilik kavramlarını açıklayarak müzenin önemine vurgu yaptığı,
  • Makaleyle o dönemde, müzede yer alan eşya ve yazma eserlerden bahsederek onlardan kaydolacak şekilde haberdar ettiği,
  • Hayatının diğer kesitleri incelendiğinde ise onun, edebiyata ve şiire olan merakı ile katkılarının yanında müzeye ve müze yönetimine de her yönüyle katkı sağladığı görülmüştür.

Netice olarak bu çalışmanın amacı, muhtelif dergi ve gazetelerde yer alan ve yukarıda açıklamaları ile yazılı metni verilen Hz. Mevlâna ile ilgili parçaları, eski harfli süreli yayınların sayfalarından ayırarak toplu bir hâlde okuyuculara sunmaktır. Böylece yazı ve şiirler hem o sayfalarda unutulmamış olacak hem de Kel Şair Ermenekli Hasan Rüştü Okumuşgil’in düşünceleri ve eserleri ile ilgili yapılan çalışmalara katkıda bulunulmuş olacaktır.

Kaynakça

Çelik, A. (2020). “Ermenekli Hasan Rüştü ve ‘Külah-ı Mevlevi’ Şiiri”. Merhaba, Akademik Sayfalar. 20 Mayıs, s. 278-283.

Egemen, H. E. (1992). Ermenekli Hasan Rüştü’nün İzmir Basınındaki Yazıları (Yayımlanmamış Lisans Tezi). Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, İzmir.

Ergun, S. N. & Uğur, M. F. (1926). Konya Halkiyat ve Harsiyatı. Konya Vilayet Matbaası. (daha sonra sadeleştirip yayınlayan: Prof. Dr. Hüseyin Ayan, 2. baskı, Konya, 2002).

Furûzanfer, B. (1378). Külliyât-ı Şems - Dîvân-ı Kebîr. C. 4. Çaphane-i Sipihr, Tahran.

Gölpınarlı, A. (1963). Mevlevî Âdâb ve Erkânı. İnkılap ve Aka Kitabevleri. Yeni Matbaa İstanbul.

Gönül, M. (2012). “Rast Na‘t-ı Mevlâna ve Tahlîli”. Necmettin Erbakan Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü Dergisi. S. 19, s. 161-174.

Hazar, İ. (1944). “Bay Dede Remzi Zeytinoğlu ile Konuştuk”. Anadolu Gazetesi. S. 9614, 26 Mayıs.

Huyugüzel, Ö. F. (2000). İzmir Fikir ve Sanat Adamları (1850-1950). Ankara: Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri Dizisi.

İnal, İbnülemin M. K. (1969). Son Asır Türk Şairleri I-IV. Milli Eğitim Basımevi İstanbul.

Kara, S. (2004). Ermenekli Hasan Rüştü’nün Hayatı ve Eserleri Üzerine Bir İnceleme (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir.

Kavalcı, O. (1993). “Na’t-ı Mevlâna”. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. S. 11, s. 452-458.

Mevlâna Celâleddîn Muhammed (2007). Mesnevî-i Ma‘nevî I-VI. Haz: Adnan Karaismailoğlu – Derya Örs. Akçağ Yayınları Ankara.

Nüfusçu, H. H. (2002). Muktebes Dergisi Üzerinde Bir İnceleme. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ege Üniversitesi, İzmir.

Okumuş, N. (2013). Külâh-ı Mevlevî. İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul.

Okumuşgil, H. R. (1897). “Gazel”. Şûle-i Edep. S. 11, 29 Rebiyyülevvel 1315/ 16 Ağustos 1313 / 28 Ağustos 1897, Cumartesi, s. 161.

Okumuşgil, H. R. (1897). “Gazel”. Şûle-i Edep. S. 9, 23 Safer 1315 / 12 Temmuz 1313 / 24 Temmuz 1897, Cumartesi, s. 129.

Okumuşgil, H. R. (1897). “Kıtalar”. Şûle-i Edep. S. 8, 2 Safer 1315 / 21 Haziran 1313 / 3 Temmuz 1897, Cumartesi, s. 113-115.

Okumuşgil, H. R. (1898). “Dervişane Bir Söz”. Muktebes. S.17, 14 [15] Zilhicce 1315 / 23 Nisan 1314 / 5 Mayıs 1898, Perşembe, s. 131.

Okumuşgil, H. R. (1898). “Kaside”. Muktebes. S. 21; 13 [12] Muharrem 1316 / 21 Mayıs 1314 / 2 Haziran 1898, Perşembe, s. 163-164.

Okumuşgil, H. R. (1900). “Şiir”. Muktebes. S. 19 [ikinci seri], 26 [25] Zilhicce 1317 / 13 Nisan 1316 / 26 Nisan 1900, Perşembe, s. 1.

Okumuşgil, H. R. (1901). “Hikmet-i Mevleviye - Mesnevi-i Şerif’ten”. İzmir. S. 263-8, 15[13] Şaban 1319 / 12 Teşrinisani 1317 / 25 Kasım 1901, Pazartesi, s. 3-4.

Okumuşgil, H. R. (1908). “Aldığımız Bir Mektup”. Ahenk. S. 3693, 7 Şaban 1326 / 21 Ağustos 1324 / 3 Eylül 1908, s. 2.

Okumuşgil, H. R. (1908). “Rubai”. Gencine-i Edep. S. 5, 5 Kânunuevvel 1324 / 18 Aralık 1908, Cuma, s. 51.

Okumuşgil, H. R. (1908). “Tahmis”. Gencine-i Edep. S. 5, 5 Kânunuevvel 1324 / 18 Aralık 1908, Cuma, s. 50-51.

Okumuşgil, H. R. (1909). “‘Külâh-ı Mevlevi’ Redifindeki Sitayişkârane Güfteleri Takliden Söylenmiştir”. Gencine-i Edep. S. 37, 14 Ağustos 1325/ 27 Ağustos 1909, Cuma, s. 529-531; uzun bir şekli için bkz.

Okumuşgil, H. R. (1914). Ahenk. S. 5371, 13 Rebiyyülahir 1332 / 26 Şubat 1329 / 11 Mart 1914, s. 3

Okumuşgil, H. R. (1914). Ceride-i Sufiyye. S. 93, 27 Cemaziyyülevvel 1332 / 10 Nisan 1330 / 23 Nisan 1914, s.465.

Okumuşgil, H. R. (1927). “Yeni Açılan Müze Münasebetiyle”. Babalık. S. 2368, 14 Şevval 1345 / 17 Nisan 1927, Pazar, s.2.

Okumuşgil, H. R. (1927). “Yeni Açılan Müze Münasebetiyle”. Babalık. S. 2368 [2369], 15 Şevval 1345 / 18 Nisan 1927, Pazartesi, s. 2.

Okumuşgil, H. R. (1927). “Yeni Açılan Müze Münasebetiyle”. Babalık. S. 2370, 16 Şevval 1345 / 19 Nisan 1927, Salı, s. 2.

Süslü, M. Y. (1937). Ermenekli Hasan Rüştü, Hayat ve Eserleri. Yeni Kitap ve Basımevi, Konya.

TYB Akademi 39 / Eylül 2023

 

[1]     Şairin hayatı ve eserleri hakkında detaylı bilgi için ayrıca bakınız: (Egemen, 1992; Ergun & Uğur 1926: 33-37; Huyugüzel, 2000: 386-391; İnal, 1969: 1517; Kara, 2004; Süslü, 1937).

[2]     Bu beyit metinde yer almamaktadır.

[3]     Na‘t-ı Mevlâna’nın tam hâli ve tercümesi için ayrıca bakınız: (Kavalcı, 1993, 452-458; Gönül, 2012, 161-174).

Bu haber toplam 1776 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim