• İstanbul 12 °C
  • Ankara 11 °C

Erzurum’da çifte medrese!

D. Mehmet DOĞAN

Türkiye Yazarlar Birliği'nin 45. yılı dolayısıyla düzenlenen kültür kervanı vesilesi ile Yozgat, Sivas ve Erzincan'dan sonra Erzurum'dayız. Bu vesileyle Erzurum'un iki abidevi mimari eseri hakkındaki yazımız tekrar dikkat nazarlarınıza sunuyoruz.

Erzurum hüznü büyük şehir! Bu daimi gurbet, yüzyılların birikimi bu hasret; ufukları aşan bu melâl, bu bitmeyen hüzün... Erzurum’un kayda geçmiş en “mükerrem” sesinden dinliyorum:

“Hüma kuşu yükseklerden seslenir...”

Gönül hüması havalanıyor; o “yavri yavri” nidaları yok mu? İşte bu melâl tufanı içinde zihnime takılıyor. Bize yükseklerden seslenen bir yapı... Çifte Minareli Medrese...Yüksek rakımlı şehrin, yükseklerde mekân tutmuş yapısı.

Erzurum neden iki medresesi ile hatırlanır? Çok sayıdaki Osmanlı devri yapılarına rağmen (ki bunların içinde Lala Paşa camisi ve Rüstempaşa kervansarayı “Taş han” gibi müstesnalar da var) Erzurum en önce Selçuklu ve sonrası İlhanlı dönemine ait iki muhteşem medrese ile anılır.

Medrese demek, âdeta “kapı” demek, ilme açılan kapı...Erzurum’da, Anadolu’nun doğu ucunda, iki bin rakımlı geçitde iki muhteşem kapı...Erzurum yedi asırda kimbilir kaç kere yıkıldı yakıldı, kaç defa şiddetli depremlere maruz kaldı ve zalimane işgale uğradı...İşte bu iki yapı hep ayakta! Harab halleri dahi ihtişamlarına halel getirmiyor!

Selçuklu’nun İran’a kapısı Tebrizkapısı’nda Çifte Minareli; İlhanlı’nın Anadolu’ya kapısı, Erzincankapısı’na yakın Yakutiye...Yahud da iki gücün aynı mekânda zarifane boy ölçüşmesi... Gerçekten öyle mi?

1300’lü yıllar...Batıda Osmanlıların hükümranlıklarını ilân ettikleri ve Bizans’a karşı güç gösterdikleri senelerde, doğuda, bu kale-şehirde iki muazzam medrese inşaa edilmiştir. Eskisinin Çifte Minareli Medrese olduğu sanılıyor ve Selçuklulara isnad ediliyor; yenisi ise Yakutiye Medresesi, İlhanlı eseri sayılıyor. Ne eskisi çok eski, ne yenisi fazla yeni. Yapılışları arasında en fazla 15-20 yıl olmalı...

Alaeddin de hangi Alaeddin?

Çifte Minareli Medrese’yi Alaeddin Keykubad’la birleştirmek mümkün, ama üçüncü Alaeddin Keykubad’la... Anadolu Selçuklu tarihinde bir değil üç Alaeddin Keykubad olduğu pek hatırlanmaz. Birinci Alaeddin Keykubad’ın şöhreti diğerlerini gölgeler. Ona “Uluğ” Keykubad denilir, Anadolu’da Selçuklunun zirvesi odur...İmarcı bir hükümdardır, fakat onun en muhteşem eseri cami, medrese değil bir kervansaraydır. Aksaray’daki bu han, Selçuklu kervansaraylarının en büyük ve gösterişlisidir. Bu itibarla onun dönemini temsil eden bir yapıdır. Belki de onun en büyük tarafının, Anadolu’yu güvenli bir ticaret ülkesi yapmasının, nişanesidir bu eser.

Üçüncü Alaeddin Keykubad ise, birincisinin torununun torunu, Selçuklu inkırazının kadersiz hükümdarıdır. Ondan bugüne nasıl bir eser kalmış olabilir?

Anadolu’da Selçuklunun şahikası Uluğ Keykubad 1237’de veda eder. Amid (Diyarbekir) seferine hazırlanmaktadır: Bu maksatla Harizimli, Ermeni, Rum, Gürcü, Frenk, Rus, Kıpçak ve Kürtlerden bir ordu meydana getirmiş ve Kayseri'nin Meşhed ovasında mutantan bir geçit resmi yaptırmıştır. Küçük oğlu İzzeddin Kılıçarslan’ı veliahd olarak ilan etmiş, devlet erkânına kendisinden sonra ona uyacaklarına dair yemin içirmiştir. Büyük oğlu Gıyâseddin Keyhusrev’i ise Erzincan meliki olarak bırakır. Ramazan Bayramı'nın üçüncü günü Kayseri’de yabancı elçiler için büyük bir toy düzenler. Bu ziyafet onun sonu olur: Kuş etinden zehirlenir... Büyük oğlu Gıyâseddin Keyhusrev’in bu kötü sonda dahli var mıdır? Eğer öyleyse, onu da tez zamanda fena bir akıbet beklemektedir!   

O tarihten 6 sene sonra Anadolu tarihinin akışını değiştiren meş’um Kösedağ Muharebesi vuku bulur. Alaeddin’in oğlu 2. Gıyaseddin Keyhüsrev, yirmili yaşların tecrübesizliğine ve kudretine olan câhilane güvenine mağlub olur. 1243 Kösedağ Savaşı tam bir dönüm noktasıdır. Artık Anadolu Selçukluları Moğollara tâbi bir devlettir. Gıyaseddin 25 yaşında ölür...

İlhanlı hükümdarı Gazan Han, Türkiye Selçuklu Sultanı 2.Gıyaseddin Mes’ud’u emirlerine uymadığı için tahttan indirtir. Yerine 3. Alaeddin Keykubad geçer. Anadolu'daki karışıklıklar yüzünden, tekrar 2. Gıyaseddin Mesud'u Konya tahtına oturturlar. 3. Alâeddin Keykubad bir teşehhüd miktarı oturduğu tahttan indirildikten sonra İlhanlı başkenti Tebriz’e gönderilir ve orada idamına hükmedilir; hayatta kalmasını meşhur Hülagu Han’ın kızı ile evli olmasına borçludur. Anadolu’dan uzak bir yere, İran içlerinde Isfahan’a yollanır. Maiyetindeki bir şahısla münakaşası bıçaklanarak öldürülmesiyle sonuçlanır. Bu ölüm, Selçuklu devletinin bitişinin ilânıdır aslında. Onun yerine 4. defa tahta çıkarılan Gıyaseddin Mes’ud 1308’de öldüğünde artık Anadolu’da Selçuklu Devleti yoktur!

3. Alaeddin Keykubad, hani şu Osman Gazi'ye, Bizans ucundaki yararlıklarından dolayı beylik alâmeti olarak sancak, tabl, tuğ... gönderdiği rivayet edilen Selçuklu sultanıdır. Osmanlı için 1299 İnegöl’ün fethi ve Bursa kapılarına dayanmanın tarihidir. 3. Alaeddin’in öldürülmesi ise bundan 4 sene sonra...

 

2*

Erzurum’da tecessüm etmiş tarih: Çifte Minareli!

 

Çifte Minareli Medrese...Şehre hâkim bir mevkiye kondurulmuş görkemli çift başlı Selçuklu kartalı... Sırtını yüce dağlara yaslamış yedi asırdır ufukları tarassut ediyor. Anadolu’da en büyük açık avlulu Selçuklu medresesi… Bilinmeyenleri bilinenlerinden çok çok fazla. Meçhulün malûma galebesi efsane üretmeye kapı aralıyor.

Erzurum’a her yolum düştüğünde her defasında bu tecessüm ettirilmiş tarihi görmek isterim. Defalarca ziyaret ettim. Harap gördüm, yıkık gördüm, metruk gördüm... Kış veya yaz etrafında, içinde dolaştım. Artık o bir medrese değildi. Çoktan bu vasfını yitirmişti. 4. Murad’dan itibaren askerî amaçlarla kullanılmıştı. Bu yapı tarih şuurumuzu ayakta tutan bir âbide idi. Bir zamanlar ders verilen mekânın kendisi ders olmuştu. Hep şu hisse kapıldım: Biz mi onu seyrediyoruz, yoksa o yedi asırlık “sır” mı bizi?

Biz onu o kadar az tanıyoruz ki...Her bilgimiz noksan, her yorumumuz kifayetsiz.

Erzurum’un Hatuniyesi...

Nedense medreseler hanımlara, valide sultanlara isnad edilir. Çifte Minareli de Anadolu’daki “hatuniye” medreselerinden biri. Mardin, Kayseri, Karaman, Tokat... Selçuklu, Artuklu ve son ikisi Osmanlı eserleri...

Hep Selçuklu üzerinden konuşuyoruz. Binanın yapılış yılları, 1290’lar; Devir Selçuklu kudretinin Erzurum’da bu kadar görünürleşmesine müsait midir? İbrahim Hakkı Konyalı, İlhanlı hükümdarı Keyhatu’nun eşi Padişah Hatun tarafından yaptırılmış olabileceğini belirtiyor...Halûk Karamağralı da “Erzurum’daki Hatuniye Medresesi” makalesinde aynı görüştedir. Mümkün mü? Keyhatu’nun budist olduğunu düşünürsek, makul görünmüyor. Fakat hanımı müslüman... Hanımının hatırına böyle bir medrese yaptırmış olabilir. Ve Medresenin güneyindeki devasa kümbedin bu hatunun kabri olduğu tahmin edilebilir...

“Padişah Hatun” deyip geçmemek lâzım. Kirman’da saltanat süren bu hatunu Argun Han Anadolu’da bulunan şehzade Keyhatu ile evlendirmiş. 1291’de Argun hanın ölümü üzerine Keyhatu ile Anadoludan ayrılmış. Kocası Tebriz’de ilhan iken o da Kirman’da padişahlığa devam etmiş. Bu ani ve mecburi dönüşten ötürü medresesini tamamlayamadığı tahmin edilebilir. Bu muhteris hatun, hayatını iktidar yolunda kaybetmiş ve elbette cenazesi de öldürüldüğü yerde kalmıştır! Çifte minareli fonundaki muazzam türbe boştur bu yüzden...

Bir mesaj yaz ki, asırlar okusun; sonsuza kadar okunsun...

Lâkin okuyabilmek için, okuma bilmek lâzım!

Medrese’nin giriş cephesi ve kapı...Ya buradaki mesajlar? Taşı yırtarcasına tecessüm ettirilmiş şekiller...Bunların hiç anlamı yok mu? Sade süsten mi ibaret? Anlam yoksa, bu kadar zahmet, bu kadar emek niye?

Giriş cephesine bakıp da,“bu ihtişam neden, bu gösterişin sebebi ne?” sorusunu sormamak kabil değil. Hem de ilim adamı yetiştirmek için yapılmış bir binada...

Bu yapı bir mesaj, medrese ve o yapının sonunda ölüm mimarisi devasa kümbet...Cami herkese, medrese tahsisen ilim tahsil edenlere hitap ediyor. Ve mesaj da ona göre.

Tamam, ilme önem veriyoruz; üstüne üstlük medresede dinî ilimler de tahsil ediliyor. Öyleyse bu anıt cephenin, bu muhteşem kapının, bu süslemelerin bir anlamı olmalı.

Bu kapıdaki süsleme unsurlarının bir cennet tasavvuru ifadesi olduğundan şüphe etmiyorum. Bu medrese kapısından girenler cennete doğru bir yolculuğa çıkıyorlar! Yapan ustalar, bunca zahmete bu hissi uyandırmak için katlanmış olmalılar.

Bu tazyinatla ilgili yazılıp çizilirken en çok “palmet” kelimesi kullanılıyor. Bu palmiyegillerden “hurma” olmasın? Hani Kur’an-ı Kerim’de müteaddit âyetlerde zikredilen hurma...O Kur’an’ın cennet tasvirlerinde var, Allah’ın âyeti olarak dünya tasvirlerinde de... Girişik hendesî motifler, batılıların “arabesk” dedikleri sonsuz tekrara müsait geometrik şekiller ve “rumî” denilen yapraklar... Bu üsluba çekilmiş yapraklar arasında incir bilhassa dikkati çekmez mi? Kapı süslemelerinde incir yaprağı motifinin sıkça kullanıldığını düşünüyorum. Kur’an’da incire ve zeytine yemin edilir... Zeytin yaprağı motifler arasında var mıdır? Yine nar, Kur’an’da ismi zikredilen meyvelerdendir. Acaba stilize edilmiş nar veya asma yaprakları hangileridir?

Erzurum’un nara ve asmaya, üzüme yabancı olmadığını biliyoruz. Diyeceksiniz ki, Erzurum nire, hurma nire, zeytin nire, incir nire... Buralarda yetişmemesi, bu bitkilerin tasavvuruna ve bu kapıda tasvir edilmesine engel olabilir mi? Hatta dünyanın bildik ağaçları ve yemişleri yanında tamamen hayalî, cennete mahsus bitki yaprakları da tasvir edilmiş olamaz mı?

Palmet, yani “hurma”nın tasvir edildiğinden şüphe yok! İşte o “hayat ağacı” denilen en çok dikkati çeken tasvir...Hurma ağacı bükülebilir, fakat kolay kırılmaz, yani “mukavim”dir. Celal Esat Arseven, Sanat Ansiklopedisi’nde bu sebeple eski milletlerde zafer alâmeti olarak kullanıldığını belirtiyor. Eski Yunanlılarda ve Romalılarda yarış ve güreşlerde kazananlara mükâfaat olarak hurma dalı verilirmiş. Bizde de eskiden gelin alayının önünde balmumundan yapılarak varakla yaldızlanmış hurma yaprakları taşınırmış ve bunlara “nahıl” veya “nahılbend” denilirmiş... “Palma”“el ayası” veya “el” demek. Bu yüzden bu motifler pençeye benzer.

Pençe bazı fermanlarda da görülür, bu bir nevi imzadır. İşte bina girişinin iki yanında iki adet asırları aşan imza!

Erzurum Yazıları: 3

Bir şehir habercisi

D. Mehmet Doğan

*

Yedi asırlık bir yapının sırf bugünü üzerinden konuşmak yanlış olur, onun geçen zaman içinde kaybettiği unsurları zaten yokmuş gibi göremeyiz. En çok minareler söz konusu olduğunda bu hataya düşülür. Tuğla minareler firûze, yani “turkuvaz-türkmavisi” çinilerle desenlenmiştir. Hani şu sıralar devlet rengi olarak kabullenilen mavi-yeşil renk, gök rengi yahut batılıların ifadesiyle “Türk rengi”! Düz yivli olan Minarelerin herbiri diğerinden farklı süsleme düzenine sahiptir. Bu farklılık binanın bütünü göz önüne alındığında hiç de tuhaf kaçmaz. Çünkü bu yapıda sütunlar farklıdır, kemerler farklıdır...Hücreler dahi farklıdır.

Minarelerin farklılığı daha dikkat çekicidir elbette. Erzurum’u anlatma konusunda maharetinden şüphe edilememesi gereken Evliya Çelebi, minareleri bugünkü yarım haliyle görmemiştir ki, “minareleri eflâke ser çekmiş (başını göklere yükseltmiş) olduğundan birçok seyyah üzerinde canbazlık eder” diyor. Demek ki, iki minare şerefesi arasına gerilen ipte canbazlık edenler olurmuş! Evliya medreseyi Sultan Murat’ın onartıp top dökümhanesi yaptırdığını belirtiyor. 4. Murat’dan beri öyle imiş. Evliya Çelebi’nin temennisi: Allah tamirini nasib etsin!

Bu dua ondan sonra kimbilir ne kadar çok tekrarlandı!

İngiliz gezgini Robert Curzon 1843 depreminde çifte minarelerden birinin tepesinin uçtuğunu kayda geçirmiştir. Minarelerin üstünü tahayyül etmek yerine yarım kalmışlığına efsane düzmek! Başka yapılar için tekrarlanan “usta ve şakird” masalını çifte minareye uyarlamak...

Bu kadar büyük bir yapının harabiyeti de büyük olur. Öyleyse ne yapmalı?

İçinizden hiç Çifte Minareli Medrese’yi yıkmak düşüncesi geçmiş midir? Sizin geçmemişse bile, en az iki defa bazılarının zihninden geçmiştir; hatta dile getirilmiş, karar altına alınmıştır. Birinci Dünya Harbi sırasında cephanelik olarak kullanılan binanın içindeki mühimmatla berhava edilmesi düşünülmüştür...Rus işgali tehlikesi böyle bir düşünceyi bazılarına makûl göstermiştir. Bu maksatla binaya gelen askerlere halk karşı çıkar. Çifte Minareli Medrese’nin yıkılmasına karşı çıkan halk bu ülkedeki var olma iradesinin bu müstesna sembolünün ayakta kalmasını sağlamıştır.

Burada esas olarak yapının değil, içindeki patlayıcı maddelerin imhasının gözetildiği açıktır. İster istemez yapı da zarara uğrayacaktır. Oysa, 1930’lara doğru, Çifte Minareli Medrese’yi tamir edemeyen hükümet, onu belediyeye yıktırmayı bile düşünmüştür. Hatta belediye encümeni yıkılmasını kararlaştırmıştır...Medreseleri kapatanlar, bu eski püskü binalarını da yıksa neye zarar? Neyse ki, bazı hamiyet sahiplerinin ilgisi bu tecessüm etmiş tarihi ortadan kaldırma aybını irtikabdan Erzurum Belediyesi’ni men etmiş. Medrese temizlenmiş, iyi kötü tamir edilmiş ve etrafı açılarak park haline getirilmiş...

Çifte Minareli Medrese neden böyle bir mevkie yapılmıştır? Binanın doğu cephesi, şehir surlarına dayanmaktadır. Vahşi görünüşlü surların hemen yanında çifte minareler yükselir. İç kaledeki dizdar kasrının (kale muhafızı binası) üzerinde oturduğu bedendir bu. Kalenin en müstahkem mevkii, en kalın duvar, Medrese’nin doğu duvarını meydana getirir. Hiç şüphesiz bu seçim sebepsiz değildir. Teprizkapısı’nın üstünde yükselen bu muhteşem mimarî eser, şehre doğudan gelenlerin kilometrelerce öteden dikkatlerini çeker. Çifte minarelerin firûze çinileri parıldamaya başladığında yolcular bilir ki, Erzurum ufuktadır.

Çifte Minareli, bir şehir habercisidir, bir medeniyet müjdesidir uzaklardan gelenlere...

4.

Çifte medresenin diğeri: Yakutiye

*

Çifte Minareli Medrese dikkat çekicilikte Erzurum’un bir numarasıdır. Mevki olarak yüksek bir yere bina edilmiştir. Saltuklu devrinden kalma Atabey, yahut Ulucamiin komşusudur. Bu büyük, fakat ihtişamı mühimsemeyen yapının yanında Çifte Minareli daha görünür hâle gelir.

Erzurum’un o zamana kadar en büyük yapısıyla boy ölçüşen ve onu gölgeleyen bir yapıdır Çifte Minareli! Selçuklu sükunetinin yanında İlhanlı şakraklığı...

“Çifte Minareli Medresi olmasa idi, Erzurum’un en gözalıcı yapısı hangisi olurdu?” sorusunun cevabı “Yakutiye Medresesi”dir. 

Yakutiye Medresesi, Lalapaşa Camiinin yakınındadır. Osmanlı mimarları, kendilerinden önce yapılan eserleri adeta görmezden gelerek farklı bir anlayışla çalışmışladır. Mimar Sinan eseri Lalapaşa güzel bir örnektir. Aynı ilk Selçuklu döneminin yapıları gibi ihtişam değil, aklilik ve kullanılabilirlik öne çıkmıştır yapımında. Binanın genişliğine göre kubbe yüksekliğinin fazla olmamasını, hatta minarenin çok yükseltilmemesini bu akılcılığa bağlayabiliriz. Şehrin şiddetli kışı düşünülürse bu akılcı bir çözümdür, deprem bölgesi olduğu hatırlanırsa da.

Yakutiye Medresesi ise giriş cephesi, kapısı ve minaresiyle gösterişlidir, fakat geri kalan kısmıyla, nisbetleriyle aklî. Bir kere Erzurum’da açık avlulu medrese yapmak, hem de bunu abidevî ölçülerle inşa etmek, ısıtılması ile ilgili hususlar dikkate alındığında pek akıl kârı değildir. Yakutiye, kapalı avlulu bir medrese olarak daha fazla kullanılmış olmalıdır. Onun Çifte Minareli Medrese’den sonra yapılmış olması sadece kapalı mekânından değil, süslemelerinden de anlaşılabilir.

Hayat ağacı, çift başlı kartal, daha incelikli resmedilmiştir. Yanlarına da iki arslan/kaplan figürü eklenerek. Minaresi daha karmaşık motiflere sahiptir.

Çifte Minareli Medrese ile ilgili yarım yamalak söylenebilen Selçuklu eseri iddiası, Yakutiye için kitabesi mevcut olduğundan sözkonusu edilemez. O halis muhlis İlhanlı eseridir!

İlhanlı mimarisinin Selçuklu mimarisinden farklı olduğu dikkate alınmalıdır. Bu farkın, esas olarak büyük nisbetler, süs ve ihtişamdan kaynaklandığı söylenebilir.

Türk Kimliğinin Coğrafyaları isimli kitabımızda İlhanlıların değişim süreci üzerinde durmuştuk. İlhanlı devletinin kurucusu sayılan Cengiz Han’ın torunu budist Hülagü Bağdat’ı yerle bir etmiş ve Abbasi hilafetini ortadan kaldırmıştı. Onun ölümünden sonra devletinin seyri, Moğolların islâmlaşması ve türkleşmesi sürecini gözlerimizin önüne serer. 1265’te ölen Hülagü’nün halefi Abaka budistti. Abaka ülkesinde İslâmiyet’in yayılması üzerine, atalarının geleneklerini korumaya çalıştı. Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkede müslüman olmayan bir yönetici olarak böyle bir tepki ortaya koymuştu. Fakat bu tarihin akışına uygun bir tavır değildi ve sonçusuz kalmaya mahkûmdu. Nitekim yerine geçen Teküder müslüman oldu ve Ahmet adını aldı. İlk müslüman İlhanlı hükümdarı budur (1282).

Ahmet, İki yıl sonra Abaka’nın oğlu Argun tarafından öldürüldü. Hanedandaki bu erken müslümanlıktan sonra gelen Argun ve onun yerine geçen Keyhatu budistti. Fakat, hanedan için İslâm artık ertelenemez hâle gelmişti. Keyhatu’dan sonra tahtı ele geçiren Gazan Mahmud ise, daha önce yüzbin askeriyle birlikte müslüman olmuştu. Gazan Han, tahta geçtikten sonra İslâmiyeti resmî din hâline getirdi, ondan sonra Moğollar arasında müslümanlaşma yaygınlaştı (1295-1304). Vefatından sonra yerine geçen Olcaytu müslüman değildi. Esasen, Olcaytu’nun kısa süren hayatı hanedanın gelişimini özetler mahiyettedir.

Olcaytu, önce annesi tarafından vaftiz ettirilmiş, Hıristiyan olmuştu. Sonra budizme geçti. Sonunda Müslüman oldu. Müslüman olduktan sonra yeni dinini baskı ile kabul ettirmeye çalıştı. Bir müddet sonra mezhep değiştirmeye başladı. Hanefilikten şafiiliğe ve en sonunda şiiliğe geçti! Olcaytu’nun oğlu Ebu Said müslümandı. Vâris bırakmadan öldü ve İlhanlı devleti ondan sonra fazla ayakta kalamadı (1335).

Yarım asrı bulmayan kısa süre içinde yıkıcı şaman, budist Moğollar gitmiş yerine türkçe konuşan müslüman İlhanlılar gelmiştir. Bu yeni müslümanlar cedlerinin yıktıkları umran eserlerinin yerine daha büyüklerini, daha gösterişlilerini yapmak için çabalamışlardır. Bu çabada yeni dinlerini ısbat iddiası da hissedilebilir.

Sivrihisar’dan Erzurum’a Türkiye sınırları içinde kalan İlhanlı eserlerini bu gözle temaşa etmek gerekir: Sivas Çifte Minareli Medrese, Kırşehir Caca Bey Medresesi ve Fatma Hatun Kümbeti, Sivrihisar Alemşah Külliyesi, Amasya Dârüşşifâsı, Niğde’de Hudâvend Hatun Kümbeti, Tokat’ta Nûreddin İbn Sentimur Kümbeti...

 

 

Bu yazı toplam 140 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim