• İstanbul 13 °C
  • Ankara 10 °C

Kitap Tahlili: Erdem ve Ödev

Kitap Tahlili: Erdem ve Ödev
Dr. Metin Aydın / TYB Akademi 26 / Yaşayan Edebiyat / Mayıs 2019

Muhammed Enes Kala, Erdem ve Ödev, Ankara: Kadim Yayınları, 2018, 473 ss.

Batı dünyasında Rönesans’la başlayıp Aydınlanmayla zirveye çıkan, insanlığın sürekli olarak bir gelişim içinde olduğu ve medeniyetin zirvelerine doğru yol aldığı şeklindeki inanç 20. asırda insanlık tarihinde görülmemiş büyük yıkımlarla birlikte yerini yeni arayışlara, modernist akımlar yerini post-modernist yaklaşımlara bırakmıştır. Özellikle iki büyük dünya savaşı ve bu savaşlarda ortaya çıkan yıkım (atom bombasının kullanımı, sivil kayıplar, vb. gibi), Aydınlanmanın temel iddiası olan aklın mutlaklığını her alanda ciddi biçimde sorgulanır hale getirmiştir. Ahlak sahası da bundan payına düşeni almıştır. Son yüzyılda fikirlerini serdeden ahlak filozofları, bu değişime paralel olarak çoğunlukla mutlaklık iddialarından vazgeçmiş ya da görüşlerini daha esnek hale getirmiştir. Bazı düşünürler insanlığın içinde bulunduğu problemlerin nedeni olarak gördüğü kadim geleneklerle ilişkinin kesilmesini tek çözüm yolu olarak görürlerken, diğer bazı düşünürler ise problemin kadim geleneklerde olmadığını, sorunun bu geleneklerin yanlış yorumlanması olduğunu savunmuşlardır. İşte tanıtımını yapacağımız eser, ahlak alanındaki çözümün çağın ruhuna uygun şekilde kadim geleneklerin tekrardan yorumlanmasında olduğunu savunan William David Ross (1877-1971) ve Alasdair MacIntyre’ın (1929-) ahlaka dair görüşlerini kendisine konu edinen Muhammed Enes Kala tarafından kaleme alınan Erdem ve Ödev başlığını taşıyan çalışmadır.

Eser, giriş, üç bölüm ve değerlendirmeden oluşmaktadır. İlk bölümde hem Ross’un hem de MacIntyre’ın beslendiği iki temel kaynak olan erdem ve ödev ahlak teorileri Aristoteles (mö. 384-322) ve Immanuel Kant (1724-1804) üzerinden genel hatlarıyla ele alınmaktadır. Ardından ikinci bölümde Ross ve üçüncü bölümde de MacIntyre’ın ahlak felsefesine ilişkin yaklaşımları, özgünlükleri ve gelenekten ayrıldıkları yönlere temas edilmektedir. Üçüncü ve son bölümde ise bu iki düşünürün görüşlerinin ortak ve farklı yönleri üzerinden bu büyük ahlak geleneklerinin ortak bir zeminde buluşturulup buluşturulamayacağı sorusuna cevap aranmaktadır.

Yöntem olarak hermenötik fenomenolojiyi tercih ettiğini belirten müellif, amacını modern dönemde ortaya çıkan ahlaki sorunların üstesinden gelme noktasında yeni bakış açıları kazandırmak olarak ifade etmektedir. Buna göre yazar, Ross ve MacIntyre’ın düşüncelerinden hareketle tarihi süreç içerisinde erdem ve ödev ahlaklarının serencamını incelemek ve böylece iki filozofun teorilere özgün katkılarını ve yorumlarını ortaya koymak, nihayetinde de erdem ve ödev ahlakının günümüz ahlak anlayışları için değerini tespit etmeyi amaçlamaktadır.

Eserin adı, çalışmanın içeriği hakkında fikir verse de önemli bir husus olarak müellif, söz konusu içeriği salt karşılaştırma olarak almamış, kendisi de üçüncü bir taraf olarak meseleler hakkında fikir beyan etmiştir. Bu bağlamda eserin içeriğinden bahsetmeden önce yazarın kendi pozisyonuna ilişkin birkaç hususun altını çizmek kanaatimizce eserin anlaşılması için elzemdir. İlk olarak Kala, her iki teoriye karşı nesnel ve tarafsız biçimde yaklaşmakla birlikte incelediği soruna ilişkin kendi kabulleri de vardır. Yazar, temel olarak ahlaki ilkelerin değişmediğini, ahlakın kaynağının ilahi olduğunu savunur. Ona göre tabiri caizse kendi kendilerine kaim olan cevherler statüsündeki bu ahlaki ilkeler değişmezdir. Dolayısıyla zamana ve mekâna bağlı olarak farklı görünümlerde kendilerini bize sunan ilkelerdeki bu değişim, özde meydana gelen değil, bu cevherlere yüklenen arazlardan kaynaklanan bir değişimdir. Bu anlamda ahlaki ilkelerin görünümlerindeki bu farklılık kabuktaki değişimin bir sonucudur yoksa öz aynı özdür ve bu öz zaman ve mekân ötesidir. Müellif, insan ve Tanrı’nın hesaba katılmadığı bir ahlaki düşüncenin eksik olacağını, sorunları çözmede yetersiz kalacağını düşünür.

Diğer yandan insanın ikili bir yapıya sahip olduğuna inanan Kala, insanın beşer yönüyle fizik, insan olabilme imkânıyla da metafizik alana ait olduğunu savunur. Buna göre metafizik dünyayı değerler oluşturur ve değerlerin ait oldukları dünya metafizik dünyadır. Bu bağlamda kendi ahlak tanımını ortaya koyan müellif, ahlakı, niyetlerden başlayan, insanı çepeçevre sarmalayan, eylemleri doğrudan ilgilendiren ve oraya çıkan ahlaki sonuçları kuşatan, insana sorumluluk yükleyen, içkin ve aşkın yönleriyle bir süreklilik olarak tanımlar. Dolayısıyla ahlak dediğimiz şey, yazara göre ancak metafizik âlemdeki değerlerin şekillendirdiği fiziki dünyada inşa edilebilir. Ahlak, metafizik alandaki değerler açısından değişmez, fizik dünyada ortaya çıkan gündelik uygulamalar açısından ise değişkendir. Bu bağlam içerisinde insan, ahlakın varlık âlemindeki tek taşıyıcısı konumundadır ve ahlak ancak son insanın ölümüyle nihayete erecek bir yapıdır. Ahlakın zaman ve mekân ötesi aşkın boyutunu, nesnellik ve değişmezlik için garantör olarak gören Kala, bu aşkınlık boyutunu ihmal eden her teorinin öznellik ve keyfilik suçlamasıyla karşı karşıya kalacağını iddia eder. Dolayısıyla metafizik alan ile fizik alanı ahlak açısından bu şekilde betimlendiğinde, bu yaklaşımın doğal sonucu iki alan arasındaki akışın tek yönlü olması, metafizik alanın fizik alanı şekillendirmesinin kaçınılmaz olmasıdır. Bu anlamda müellif için “ahlak evrensel mi yoksa yerel midir? sorusu, moderniteyle birlikte gündeme gelen temelde anlamsız bir sorudur. Bu soru Kala’ya göre ahlakın ilkesel anlamda evrensel, gündelik pratikler açısından yerel olduğu şeklindeki kadim cevabın ortaya çıkmasını engellemiş, tabiri caizse en makul yaklaşım olan üçüncü ihtimali dışlamıştır.

Ahlaka ilişkin genel yaklaşımını kısaca bu şekilde ifade edebileceğimiz yazar, eserine konu ettiği tartışmasındaki pozisyonunu da bu genel çerçeve bağlamında belirler. Kala, Batı Ahlak Düşüncesinin ana akım ahlak teorileri olan “Faydacılık”, “Erdem Ahlakı” ve “Ödev Ahlakı” arasında yapılan ayrımların mutlak olmadığını, söz konusu ayrımların itibari olduğunu düşünür. Ahlak sahasının üç önemli teorisinden sadece birisini benimseyip meselelere tek bir teorinin bakış açısından bakmak, müellife göre büyük resmin sadece küçük bir kısmını bize gösterecektir. Yazara göre özellikle erdem ve ödev ahlakı arasındaki ayrım neredeyse tamamen anlamsızdır. Zira Kant’ın, fenomenal alanda amaç olarak mutluluğu reddetmiş olsa da numen âlemde üstü kapalı olsa da onayladığını savunan Kala, “Aristoteles ise hangi gerekçeyle erdeme uygun ödeve karşı çıkabilecektir ki?” diye sorar.

Yazarın hem ahlaka hem de eserinde ele aldığı meseleye ilişkin pozisyonu düşünüldüğünde çalışmasında niçin Ross ve MacIntyre’a yer verdiği sorusunun cevabı ortaya çıkar. Çünkü gerek Ross ve gerek MacIntyre, ahlak düşünce geleneği içerisinde erdem ve ödev ahlakına ilişkin kapsayıcı yaklaşımlarıyla öne çıkmış iki önemli düşünürdür. Daha çok Aristoteles üzerine yazdığı çalışmalarla bilinse de ahlak sahasında da oldukça önemli bir düşünür olan Ross, ahlak felsefesinin üç temel teorisinin eksikliklerini ahlaki sezgici temelde yeniden ele almış ve ödev ahlak geleneğinden ayrılmadan bu alana özgün katkılarda bulunmuştur. Bunun yanında son yüzyılın en önemli ahlak teorisyenlerinden biri olarak kabul edilen MacIntyre ise klasiğin keşfine yönelik çabalarıyla birlikte modernite ve liberalizme yönelttiği eleştirilerle ahlak alanında temayüz etmiş bir düşünürdür. Kala, her iki düşünürün tüm bu özelliklerinin yanında ahlak anlayışlarında evrensellik-yerellik dengesini gözetmiş olmalarının da çalışmaya konu edinmeleri açısından belirleyici olduğunun altını çizer.

Yazarın genel ahlak düşüncesi ve pozisyonuna ilişkin bu kısa girişten sonra eserin içeriğine döndüğümüzde ilk bölümde meselenin kavramsal çerçevesi ve tarihsel arkaplanının ele alındığını görürüz. Yazar burada erdem ve ödev ahlakını detaylıca ele alır. Bölümün ilerleyen kısımlarında ise her iki teorinin ortak bir zeminde sentezlenme imkânını tartışır.

İlk bölüm üç alt kısımdan oluşmaktadır. İlk kısımda erdem ahlakı, ikinci kısımda ödev ahlakı ve son kısımda ise bu iki ahlak geleneğinin karşılaştırılmasına yer verilmektedir. Erdem ahlakını ele aldığı kısımda Sokrates (mö. 469-399) ve Platon (mö. 427-347)’a da değinen yazar, asıl ağırlığı ise erdem ahlakının en büyük temsilcisi olan Aristoteles (mö.384-322)’e verir. Aristoteles’in düşüncelerini olabildiğince detaylı biçimde ele alan müellif, bu geleneğin ortaçağ Hıristiyan dünyasındaki en önemli temsilcisi Thomas Aquinas (1225-1274)’a da özel bir önem atfeder. Thomas’ın Aristoteles’ten aldığı düşünceyi Hıristiyan öğretileriyle sentezlemedeki başarısı hem Ross ve MacIntyre hem de müellif için önemli görünür. Thomas’a müellifin verdiği önemin arkaplanında muhtemelen ele aldığı mesele için önerdiği çözüm önerisinin Thomas tarafından Ortaçağ’da başarılmış olması yatmaktadır. Zira Thomas, aklın kaynağı olarak Antik Yunan’dan gelen akıl ve doğanın yanına Tanrı’yı koymayı başarmış olması, çalışma boyunca peşinden koşulan eklektik yapı için oldukça önemlidir.

Ödev ahlakının ele alındığı ilk bölümün ikinci kısmına yazar, Immanuel Kant (1724-1804)’ın Batı Ahlak geleneğinde ortaya çıkardığı dönüşüme dikkatleri çekerek başlamaktadır. Buna göre Kant’ın ödev ahlakı, Ortaçağ Hıristiyan dünyasında geçerli olan “iyi yaşam erdemli yaşam; erdemli yaşam da Tanrı’nın rızasına uygun yaşam demektir.” şeklindeki anlayışı dönüştürmüş, Tanrı’nın yerine insanı geçirmiştir. Yani artık erdemli yaşam kişinin kendisini yönetebilmesi hali olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Müellife göre bu dönüşümün temelinde değişen insan telakkisi yatar. Çünkü Ortaçağ Hıristiyan dünyasında büyük tabloda sadece bir figür olan ve Tanrı buyruğu karşısında itaat etmek zorunda olan insan artık otonom olmuş, kendi kendisine kural ve norm koyar hale gelmiştir. Bu aşamadan sonra insan artık ahlak, hukuk ve devletin temeli olmuştur.

İlk bölümün son kısmında ise yazar, sonraki bölümlerde peşinde düşeceği soruyu tekrar sorar. Bu soru da giriş bölümünde ifade ettiği, erdem ahlakı ile ödev ahlakının sentezlenip sentezlenemeyeceğine ilişkindir. Aslında Kala için sorunun cevabı açıktır. O, bunu mümkün görür. Müellif zaten bu kısımda Aristoteles ve Kant arasında zannedilenden daha fazla ortak yön olduğuna dikkat çekmek suretiyle, sonraki iki bölümde ileri sürülecek iddiaları için tabiri caizde meşru bir zemin inşa etmektedir. Bu zemini de erdem olarak belirleyen Kala, Aristoteles için ahlaklı olmayı ifade eden erdemin Kant için ahlaki failin ideal noktası olduğunu ifade ederek inşa etmektedir. Yazar mümkün gördüğü bu sentezin yapısı hakkında ipucu da veren müellif, erdem ahlakının ahlaki ikilemleri çözme noktasında yaşayabileceği sıkıntıları gerekçe göstererek, merkeze ödev ahlakının alınması gerektiğini erdem ahlakının ifade yanlış olmayacaksa ödev ahlakının mütemmim cüzü olarak telakki edilmesini önermektedir.

Müellifin ilk bölümdeki en önemli tespitlerinden birisi, Thomas tarafından inşa edilen akıl-doğa-Tanrı birlikteliğinin Aydınlanma ile birlikte akıl ve duygu geriliminde koparılmış olmasıdır. Özellikle David Hume (1711-1776)’la birlikte ahlakın kaynağının akıl değil de duygu olduğuna yapılan vurgu, Batı Ahlak Düşüncesinin en önemli kırılmalarından biridir. Bu aşamadan sonra Hume, Francis Hutcheson (1694-1746) ve Duygucuların “duygu”yu, Rene Descartes (1596-1650), Kant, Francis Herbert Bradley (1846-1924) gibilerin de “aklı” ahlakın temelinde görmeye başladıklarını belirten Kala, 20.yy’ın ikinci yarısı itibariyle ahlak tarihinde çok ciddi bir şekilde Elizabeth Anscombe (1919-2001), Bernard Williams (1929-2003), Philippa Foot (1920-2010) ve MacIntyre’ın çalışmalarının Batı Ahlak Düşüncesinde bu kopuşun ortaya çıkardığı sorunlar için bir özeleştiri olduğunu düşünür. Bu özeleştirilerde keşf-i kadim özellikle de erdem ahlakına dönüş imaları saklıdır yazara göre. Batı Ahlak Geleneğindeki klasik ile modern dönem arasındaki temel farkı müellif, klasik dönemde “olma”nın yani ontolojinin, modern dönemde ise “bilme”nin yanin epistemolojinin ön planda olması olarak görür.

Birinci bölüm bir başka yönüyle de dikkat çeker. Müellif meselelerin tarihsel süreçlerinden bahsederken sıklıkla Farabi, İbn Sina, İbn Miskeveyh gibi büyük İslam düşünürlerine de atıflarda bulunur ve İslam kültüründeki hikmet arayışı ile birey-toplum arasında kurulan dengenin Ross ve MacIntyre’ın peşinden koşulan sentez çabaları için ideal birer örnek teşkil ettiğinin altını çizer.

İkinci bölüm, Ross’un ahlak görüşlerine ayrılmıştır. Filozofun bu bölümde ele alınan ahlak düşüncesinin genel çerçevesini, ahlakın dinamik yapısı nedeniyle statik ilkelerin tek başına sorunların üstesinden gelemeyeceğini, bu nedenle ahlaki failin karakterinin sorunların çözümünde oldukça önemli olduğu şeklindeki yaklaşımı belirler. Ross’un bu yaklaşımı, temelini Aristotelesçi erdem ahlakından alır. Buna ek olarak o, Kant’ın ödev ahlakını merkeze alarak, erdem ahlakını ona eklemleyerek sorunları çözmeyi amaçlar. Kala, Ross’un bu kapsayıcı yaklaşımının onun en özgün yönlerinden biri olduğunu savunur. Ross’un sistemine Aristoteles ve Kant’ın yanında sezgici geleneğin önemli düşünürlerinden olan George Edward Moore (1873-1958)’un görüşlerinin de etki ettiğini ifade eden Kala, Ross’un özellikle ahlak alanının en temel kavramı olan “iyi” kavramının tanımlanamayan ancak sezgisel olarak bilinebileceğine ilişkin görüşünün Ross’u oldukça önemli biçimde etkilediğini belirtir.

Müellif, Ross’un bahse konu olan bu farklı etik teorilere açık olan sisteminin ilginç bir görüntü arz ettiğini savunur. Ona göre Aristoteles uzmanlığıyla bilinen bir düşünür, erdem ahlakının karşısında konumlandırılan ödev ahlakının temsilcisi Kant’ın görüşlerinden hareket etmektedir. Kala, bu durumun temel nedeni olarak söz konusu ayrımların temelde itibari ayrımlar olmasını gösterir. Nihai anlamda Ross’un yapmak istediği şey, Aristoteles’in “iyi eylemi” ile Kant’ın “doğru edim”i arasında bir telif denemesidir. Fakat bu telif denemesinde Ross, istifade ettiği teorileri eleştirmekten de geri durmamıştır. Söz gelimi, erdem ahlakını her eylemin orta noktası olamayacağını söyleyerek eleştiren filozof, ödev ahlakını ise arzu ve hazzı dışlaması nedeniyle eleştirir. Ross’un bu tavrından Sezgiciler de nasibini alır. Ahlaki sezgiciler genel olarak ahlakın otonomisini/özerkliğini savunurlar. Bu nedenle deneysel bilim, metafizik ya da başka herhangi bir şeyden ahlaki ilkelerin çıkarımlanamayacağını aksi takdirde ahlakın otonomisinin zedeleneceğini düşünürler. Bu anlamda Ross, ahlaki olgularla doğrulanan ve kendini idrake doğrudan açan kendinde apaçık önermelerin varlığını kabul eder. Bu tür önermeler doğrudan kavrandığı için herhangi bir kanıt talebi de burada anlamını yitirir. Tabiri caizse matematiksel aksiyomlar nasıl bilinirlerse bu ilkeler de öyle bilinir. Ancak Kala, Ross’un bu görüşüne itiraz eder. Çünkü yazara göre ahlaki yargıların a prioriliğinin savunulması ahlakı statikleştirme tehlikesini barındırmaktadır. Zira eğer bu yaklaşım kabul edilirse ahlaki yargıların ayakları olgusal zeminden kesilecektir.

Tüm bunlarla birlikte Ross, ahlak alanındaki en önemli sorun olarak bu alandaki dinamikliği ve esnekliği ortadan kaldıran monistik/tekçi yaklaşımları görür. Ona göre ahlak alanındaki neredeyse tüm sorunların kaynağı bu yaklaşımdır. Bu bağlamda Ross’un hedef tahtasında oturttuğu ilk teori, Batı Ahlak Düşünce geleneğinin en önemli teorilerinden olan “Faydacılık (Utilitarianism)”tır. Bu eleştirilerin temelinde faydacılığın sıkı biçimde monist bir yaklaşımı savunması olduğunu görmek çok zor değildir. Bu tür bir yaklaşım, Ross’unki gibi bir telif denemesi için hiç de işlevsel değildir. Ross’un bu anlamda sisteminin kapılarını kapattığı bir diğer teori de Mantıkçı Pozitivizm’dir. Aynı gerekçelere dayanan eleştirilerinde Ross, kapsam dışı kalmalarının nedeni olarak, onların ahlaki önermeleri kişisel beğeni ve nefretlere indirgeyen yaklaşımlarını gerekçe gösterir. Zira bu tür bir yaklaşım, onun peşinde koştuğu nesnellik/evrensellik için affedilemez bir kusurdur.

Temel düstur olarak çoğulculuğu kırmızıçizgi olarak belirleyen Ross’un üstesinden gelmek zorunda olduğu en önemli sorun, birbirleriyle çatışan ahlaki ilkelerdir. Ross’a göre burada normatif ahlak kişiye ne yapması gerektiğini açık biçimde söylemez sadece yol gösterir. Çünkü yaşanan her bir olay kendi bağlamı içerisinde biriciktir. Bu nedenle tüm tikel olayları kapsayacak tek bir genel ilke vaz etmek ahlak gibi dinamik bir alanda mümkün değildir. Burada tek çözüm, Ross’un daha işin başında ortaya koyduğu, kişinin ahlaki olgunluğa ulaşmış karakteridir. Müellif burada önemli bir hususun altını çizerek, Ross’un aşkın varlığı kabul etmesine rağmen, bahse konu olan ahlaki gelişimde ahlaki failin kendisine model olarak Aşkın Varlığı almasını kabul etmez. Bunun temel nedeni, ahlakın dinamik yapısıdır. Dolayısıyla ahlaki ilkeler verili olmaktan ziyade ahlaki failin gündelik yaşamında keşfettiği ilkelerdir. Bununla birlikte Kala, Ross’un bu yaklaşımının yeterince açık olmadığını, kastedilen gelişimin keyfiyetinin tam olarak ele alınmadığını söyleyerek itiraz eder.

Arka planında bu tür bir çoğulcu yaklaşım bulunan Ross’un sisteminin ahlak düşüncesine özgün katkısı “İlk İntibada Ödev (Prima Facie Duty)” anlayışıdır. İlk intibada ödev, üzerine derinlemesine düşündükten sonra aynı durumda daha ağır basan bir ödeve yerini bırakan ama bununla özsel değerini yitirmeyen fakat diğer taraftan asla mutlaklaşmayan ödevdir. Ross, yedi adet ilk intibada ödev zikreder: (1) zarar vermeme, (2) doğruluk ve dürüstlük, (3) özür ve telafi, (4) şükran ve memnuniyet, (5) cömertlik ve yardımseverlik, (6) kendimizi geliştirme, (7) adalet.

Ross, ilk intibada ödev konusunda ahlaki failin karşılaşacağı en önemli sorunun “kesinlik” olduğunu düşünür. Bu anlamda o, ahlak alanında mutlak doğruluktan ziyade, en fazla doğruluk ihtimalinden bahsedilebileceğini söyler ve bunu “ahlaki risk” kavramıyla ifade eder. İlk intibada ödevler tüm rasyonel kişiler için ortak ve nesnel şekilde kendinde apaçık olarak bilinirken, kişinin karşılaştığı sorun ve duruma göre asli ödevin belirlenmesinde ahlaki failin kendi algısı etkilidir. Birbirleriyle çatışan ilk intibada ödevler arasında, lehinde en fazla gerekçe sunulabilen ödevin yapılması Ross’a göre en doğru olanıdır. Ahlaki failin asli ödevini tam kesinlikle bilememesinin nedeni, karar verme sürecine ilişkiler, özne durumları ve olgusallıkların dâhil olmasıdır. İşte ahlaki risk, faile kendisini tam da bu noktada gösterir ve ahlaki riski sıfıra indirmek mümkün değildir. Yapılabilecek tek şey, riski en aza indirmektir.

Müellif, birinci bölümü Ross’un ahlak felsefe geleneğindeki özgün yerine işaret ederek bitirir. Ona göre Ross’un asıl özgünlüğü, erdem ahlakı ile ödev ahlakı arasında giriştiği telif denemesinde yatmaktadır. Bu çabanın özgün ürünü, eylemlerin sonuçlarından ziyade, eylemi belirleyen a priori vazife ve bu vazifeye anlam verecek olan ahlaki failin karakterinin sürece aynı anda dâhil edilmesidir. Bu telif tarzının modern ahlak düşüncesi için yeni kapılar açtığını düşünen Kala, bölüme bu tespitle son verir.

Kitabın üçüncü bölümü MacIntyre’a ayrılmıştır. Yazar bu bölüme filozofun hayatı boyunca yaşadığı fikri dönüşümlere temas ederek başlar. Buna göre MacIntyre, ilk önce Protestan daha sonra Marksist kısa bir süre fideist sonra analitik geleneğe mensup bir filozof, ateist ve en sonunda da Katolik gelenek içerisinden Aristotelesçi-Thomasçı bir Hıristiyan olmuştur.

MacIntyre’a göre ahlak ne salt uzlaşımsal olana ne de salt doğal olana indirgenebilir. Zira kişi verili bir toplum için yaşama ve onun üyesi olma anlamında sosyal, yine kendi kişisel nitelikler temelinde de bir doğal varlıktır. Dolayısıyla MacIntyre’ın peşinde olduğu ahlak teorisi insanın sosyal ve doğal yönüne hitap eden, bu yöndeki talepleri yerine getiren bir teoridir.

MacIntyre ahlak alanındaki araştırmasına önemli bir tespitle başlar. Ona göre modern dönem, erdem çağından uzak, birbirlerine muhalif ahlak öncüllerinin sonuçsuz ve faydasızca haklı çıkarılmaya çalışıldığı, fikri anlamda zihinlerin çoraklaştığı bir dönemdir. MacIntyre, Thomasçı geleneğin güncellenememesi nedeniyle yanlış biçimde tüm sorunların bu geleneğe hamledildiğini düşünür. Geleneğin duraklaması, felsefenin akademilere hapsedilmesi, ahlakın da doğa bilimleri gibi olabileceği yaklaşımını güçlendirmiş ve bunun sonucunda da Aydınlanma, gelenek içerisinde rasyonel biçimde soruşturma yapma imkânını düşünürlerin elinden almıştır. MacIntyre, bunun tam tersini düşünür ve rasyonel bir araştırmanın tam da gelenek içerisinde yapılması gerektiğine inanır. Batı düşüncesi söz konusu olduğunda bu canlı gelenek Aristoteles ve Thomas ile diyalog içinde olmayı başarabilen bir gelenek olmalıdır. Bu anlamda onun ahlak alanında yapmaya çalıştığı şey, Antik Yunan ve Ortaçağ’da düşünülen kahramanvari toplumun güncellenerek modern dönemde de hayata geçirilmesidir ki bu noktada MacIntyre kilit rolün Hıristiyanlık olduğunu düşünür.

Müellif bu noktada önemli bir noktayı işaret ederek, MacIntyre’ın bu yaklaşımının Aydınlanmayı toptan reddeden bir tavrı içermediği, bunun sadece bir özeleştiri olduğunu belirtir. Zira MacIntyre, modern dünyanın eşitlik, özgürlük, köleliğe sırt dönüş, kadın hakları, vb. gibi elde ettiği kazanımların farkındadır ve bunların birçoğunu da kabul eder. Onun itiraz ettiği şey, bunların amaç haline getirilip insanın ihmal edilmesidir.

MacIntyre’ın ahlak felsefesi yapma tarzını, Batı Ahlak Felsefe geleneğini yeniden ama farklı bir okumaya tabi tutulması şeklindeki düşüncesi belirler. Bu tavrının arka planında modern dünyaya farklı rasyonalitelerin bulunduğunu gösterme ve bu alanda Aydınlanmanın ortaya çıkardığı fikir emperyalizmine başkaldırma isteği vardır. Bu anlamda MacIntyre, tüm Batı Ahlak felsefesini tekrar gözden geçirir. Ona göre Platon asıl olan iyi idesinin ideler âleminde bulunduğunu ve bu idenin bilgisine gündelik işlerle uğraşan sıradan insanın ulaşamayacağını belirterek ahlak alanında “elitist” yaklaşımın temelini atmıştır. Bu elitist tavrı öğrencisi Aristoteles sürdürmüştür. O da tıpkı hocası gibi, ahlaki yaşamın ancak boş zaman ve refaha sahip özgür bir azınlık tarafından layıkıyla idrak edilip yaşanabileceğini, bu yaşamın halka ancak yasalar aracılığıyla aktarılabileceğini düşünmüştür. MacIntyre, söz konusu elitist tavrın Hıristiyanlıkla birlikte yıkıldığını, ahlaki yaşamın toplumun tüm kesimlerine yayıldığını savunur. MacIntyre, Platon ve Aristoteles’in düştükleri asıl yanlışın ise kendi dönemlerindeki şehir devletlerinden hareketle ortaya koydukları ahlaki ilkelerin evrensel olduğunu düşünmüş olmaları olduğunu savunur.

MacIntyre, tıpkı Ross gibi ahlak felsefe tarihi okumasında Thomas’a özel bir önem atfeder. Aristoteles tıpkı Platon’da olduğu gibi, kendi sistemi içerisinde ahlak ve siyasetin birbirinden ayrılamaz iki alan olduğunu kabul ederek insanın hem doğal yönü hem de toplumsal yönüne hitap eden bir teori geliştirebilmiştir. Bu anlamda ahlak, mutluluk için hangi yaşam tarzının zorunlu olduğunu gösterirken, siyaset ise bu yaşam tarzının nasıl mümkün kılınabileceği üzerinde düşünür. İşte Thomas, Aristoteles’ten gelen bu mirası olduğu şekilde muhafaza ederek Hıristiyan düşüncesine entegre etmeyi başarmıştır. Burada bir dipnot olarak MacIntyre bu tarih okumasında Augustinus (354-430)’a önem vermez. Birçok gerekçenin yanında temel olarak Platon felsefesi için geçerli olan tüm sıkıntılar Augustinus felsefesi için de geçerlidir. Daha da önemlisi Augustinus’un insan zihninin sadece ilahi inayetle aktif hale geçebileceğine ilişkin yaklaşım MacIntyre’ın aradığı ahlak teorisi için hiç de uygun bir yaklaşım değildir.

MacIntyre, Thomas tarafından başarılan bu sentezin Protestanlık tarafından bozulduğunu düşünür ve bunun müsebbipleri olarak Martin Luther (1483-1546) ve Jean Calvin (1509-1564)’i gösterir. Fakat bu iki din adamından önce bozulmanın ilk kıvılcımı Duns Scotus (1265-1308)’dan çıkmıştır. Onun Aristotelesçi gelenekte itinayla muhafaza edilmeye çalışılan ruh-beden dengesini ruhun lehine değiştirmesi, söz konusu bozulmanın fitilini ateşlemiştir. MacIntyre’a göre Protestan inancı Tanrı ve yaratılan arasında o kadar derin bir yarığa neden olmuştur ki artık insan Tanrı’ya ulaşamaz hale gelmiştir. Artık Tanrı hiçbir şekilde eylemleri rasyonel olarak değerlendirilemeyen bir varlık olarak tasavvur edilmeye başlanmıştır. Müellif, bu durumun daha sonra ahlakın temelinin Tanrı’dan insana kaymasına neden olacağını belirtir. MacIntyre, bu yaklaşımı nedeniyle Protestanlığın liberal geleneğin vaftizcisi olduğunu iddia eder. Filozof, bahse konu olan bu yarıkta Descartes’e özel bir parantez açar. Descartes, ontolojisinin önüne epistemolojiyi geçirmiş ve merkeze insan “ben”ini alarak varlık sahasında bir daha kapanması mümkün olmayan büyük bir ayrılığa neden olmuştur. Bu sistemde “ben” zorunlu olarak zaman ve mekân ötesi bir varoluş tarzı olarak kabul edilmiş ve “ben” mutlağın tek kaynağı haline gelmiştir. Kala, bu yaklaşımın kabul edilemez olduğunu insanın tarihsel bir varlık olması nedeniyle tarih ötesi bir iddianın temeli olamayacağını ifade ederek, Descartesçi yaklaşıma katılmadığını belirtir.

Hume’a gelindiğinde ise artık ahlak alanında erdemler çokluğu yerini monistik bir tavra bırakmış, olgu ile değer arasındaki ilişki kopmuş ve tüm bunların sonucunda da ahlak statik bir hal almıştır. Belki de bunlardan daha da kötüsü MacIntyre’a göre, onun akıl ile duygu arasındaki ilişkiyi tersine çevirip, aklı duygunun hizmetine sunmuş olmasıdır. Filozof açısından bu kötü gidişe bir katkı da Kant’tan gelmiştir. Kant, Descartesçi yaklaşımı ilerleterek, Tanrı buyruğu, mutluluk arzusu, toplumsal belirleme, duygu ve ihtiyaç gibi şeylerin ahlakın kökeni olamayacağını savunmuştur. MacIntyre, bu yaklaşımından ötürü Kant’ı insanları yalan söylemeden aldatmayı başarmış olmakla itham eder. Çünkü ona göre Kant, ödevi sadece doğru önermeler ileri sürmeye indirgemiş, anlama ve yorumlama işini tamamen muhataba bırakmak suretiyle ahlakta geçerli olan bireyler arası dinamik süreci ortadan kaldırmış, ahlak tek taraflı bir hale dönüştürmüştür. MacIntyre, Hegel’i de eleştirir. Hegel de Descartes’in yaptığının bir benzerini yapmıştır ama tersten. Zira Descartes daha işin başında mutlaklık iddiasında bulunmuşken, Hegel ise sondan baktığı yer anlamında mutlaklık iddiasını dillendirmiştir. MacIntyre her iki yaklaşımı da hakikati esir almaya yönelik tavırlar olduğu için tasvip etmez. Filozofun diğer eleştirileri ise duygucular ve faydacılara yöneliktir. Duygucular ahlak alanında keyfiliğe neden olmakla, faydacılar ise ahlak alanındaki her şeyi hazza indirgeyen monistik tavırları nedeniyle filozofun eleştirilerine hedef olurlar.

MacIntyre, felsefe tarihinde karşılaşılan gelenekler arası çözülemez gibi görünen krizlerin temelinde her bir geleneğin sadece kendisini doğru ve sorgulanamaz kabul etmesi olduğunu düşünür. Bu krizler ona göre çözümü mümkün krizlerdir. Gelenekler arasında daha başarılı olmanın şartı daha çok çözüme sahip olmak ve bu çözümler konusunda diğer gelenekleri ikna edebilme imkânına sahip olmaktır. MacIntyre, ahlaki failin içine düştüğü ahlaki ikilemlerde kendi geleneğinin çözümsüz kaldığı durumlarda, “epistemolojik kriz” olarak adlandırdığı bir kriz yaşadığını, bu krizin nedeninin de geleneğin teorisi ile pratiği arasındaki uyumsuzluklar olduğunu düşünür. Filozof, bu krizin mutlaka çözülmek zorunda olduğunu, aksi takdirde ahlaki failin yaşamını devam ettiremeyeceğini iddia eder. Burada onun önerdiği çözüm son derece basittir. Buna göre bahse konu olan bir kriz durumunda ahlaki fail hemen başka bir geleneğe müracaat etmelidir. Kala, MacIntyre’ın bu öneriyle aslında ahlak alanında hâkim olan dinamikliği ortaya çıkarmayı amaçladığını düşünür. Çünkü eğer ahlak alanındaki bu dinamiklik ortaya çıkarılabilirse, böylesi dinamik bir alanda hakikate sahip olma iddiası anlamını yitirecek ve böylece gelenekler arası diyaloğun önü açılmış olacaktır.

MacIntyre, makro planda yani gelenekler arasında düşündüğü dinamik ilişkinin mikro planda yani toplumun bireyleri arasında da olması gerektiğini savunur. Bu anlamda erdemler, toplumun kurucu unsurlarıyken, toplum da erdemlerin ortaya çıktığı mahallerdir. Dolayısıyla, sosyal boyuttan mahrum bırakılan bir ahlak teorisi düşünülemez. Ahlak onun için sürekli kendini güncellemesi gereken, hiçbir gelenek ya da düşünürün son sözünü söyleyemeyeceği dinamik bir süreçtir. MacIntyre bu yaklaşımıyla müellifin onayını kazanır. Zira Kala, zihnindeki ahlak teorisini “bizce inşa edilen ahlaklılık, insanların çoğunluğuna hitap etmeyi ve entelektüellerin çoğunu da ikna etmeyi başarıyorsa bu ahlaklılık konuşulmaya değerdir.” şeklinde ifade eder. Bu bağlamda MacIntyre’ın teorisi ona göre konuşulmaya değer, anlamlı bir teoridir.

Müellif, üçüncü ve son bölümü ise Ross ve ManIntyre’ın teorilerini karşılaştırmaya ayırmıştır. Bu karşılaştırmada temel olarak yazarın dikkat ettiği hususlar kısaca şu şekilde ifade edilebilir; Kala, ahlaki ikilemlerde faile yardım etme konusunda yaşadığı sıkıntılardan hareketle erdem teorisinin müstakil bir teori olmaktan daha ziyade tamamlayıcı bir teori olduğuna işaret eder ve Ross ile MacIntyre’ın erdem ahlakının bu yönünden istifade ettiklerini belirtir. Bununla birlikte müellife göre hem Ross hem de MacIntyre, ahlaki ikilemlerin teorik zeminden ziyade pratik zeminde ortaya çıktığını, bu noktada söz konusu ikilemleri çözme noktasında failin ahlaki tekamülünü tamamlamış olmasının oldukça önemli olduğunu düşünürler. Bu düşüncenin nedeni ise her iki filozofun da ahlak alanında dinamikliği savunmalarıdır. Kala, ahlak alanının dinamik olduğunu savunan Ross ve MacIntyre’ın bu alanda monistik tavırları şiddetle reddettiklerini, bu tavırlarının en bariz örneğinin her iki düşünürün faydacılık eleştirisinde ortaya çıktığını ifade eder. Bu ortak görüşlerin yanında müellif, Ross ve MacIntyre’ın fikir ayrılığı yaşadıkları noktalara da temas eder.

Kala’ya göre bu ayrım noktalarından ilki, ahlakın boyutlarında karşımıza çıkar. Buna göre Ross ahlakın dikey boyutunu esas alırken, MacIntyre ise yatay boyutu esas alır. Yani Ross, içerikten kopartılıp bağımsız hale getirilebilecek olan değeri ortaya koymaya çalışırken, MacIntyre ise şu veya bu gelenek ve kültürün bir üyesi olarak insanın tikel değer ve pratiklerinde içerilen tümelin peşindedir. Yazara göre Ross daha çok edim ve doğru kavramlar ekseninde olgusallığı da göz ardı etmeden temellendirirken, MacIntyre bunu toplumsal yaşamdan hareketle gerekçelendirmeye çalışır.

Kala’ya göre bir diğer farklılık ise kendisini değerler noktasında gösterir. Ross, değerleri evrensel olarak görürken, MacIntyre burada, öznel ve tarihsel olarak görür. Bir başka deyişle Ross için değerler zaman ve mekân ötesiyken, MacIntyre ise tarih ve toplumun değerleri inşa ettiğini düşünür.

Müellifin dikkat çektiği son önemli ayrım ise ahlak siyaset ilişkisinde kendisini izhar eder. Ross, siyasetin zamanla ahlaka tahakküm edebileceği gerekçesiyle ikisini ayırma yoluna giderken, MacIntyre, ahlak ve siyaseti birbirlerinin mütemmim cüzü olarak görür.

İçeriğini bu şekilde özetleyebileceğimiz çalışma hakkındaki genel değerlendirmeye gelince kanaatimizce söylenmesi gereken ilk şey, müellifin oldukça ağır bir yükün altına girdiği ve bu yükün altından da layıkıyla kalktığıdır. Gerçekten de eserin içeriği dikkate alındığında eser temelde iki ayrı çalışmada ele alınabilecek bir içeriği muhtevidir ki çalışmanın sayfa sayısı da -eser 473 sayfadır- bunu destekler. Bu nokta ilginç bir şekilde eserin hem en güçlü hem de en zayıf noktasını teşkil eder. En güçlü yönü şudur; ülkemizde gerek Ross ve gerek MacIntyre üzerine yapılmış çalışmalar neredeyse yok mesabesindedir[1]  ve bu anlamda da çalışma hem içeriği hem de meseleyi ele alış tarzı açısından bu alandaki önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Zayıf yön ise eserin içeriğinin bu kadar geniş olmasının, meselelerin daha derinlemesine ve analitik tarzda ele alınmasına engel olmasıdır. Fakat burada yazarın hakkı teslim edilmelidir. Kala, sadece her iki düşünürün ahlak düşüncelerine temas etmemiş, metnin sınırları elverdiği ölçüde filozoflara yöneltilen eleştirilere değinmiş ve ilgili yerlerde kendi kanaatlerini de belirtmiştir. Ancak yazarın bu çabasının ele alınan meselelerde tartışmaların yüzeysel kalmasının, spesifik tartışma alanları yeterince derinlemesine incelenememesinin önüne geçememiştir.

Aslına bakılırsa bu durum ülkemizde her akademisyenin/araştırmacının içine düştüğü bir ikilemdir. Eğer ülkemizde yeterli literatürün oluşmadığı bir konuda çalışma yapılmak durumundaysa araştırmacı kendisini meseleyi kendi akademik camiasına tanıtmak ile meseleyi derinlemesine ele almak arasında bir ikilemde bulur. Açıkçası bu ikilemde hangi seçeneğin makul olduğuna ilişkin akademik dünyamızda da bir fikirbirliği olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak kanaatimizce hakkında yeterli literatürün oluşmadığı meselelerde ilk olan eserlerin derinlemesine incelemeden ziyade, o konuyla ilişkin genel çerçeveyi çizmesi, tartışma alanlarına dikkat çekmesi beklenmelidir ki bizce eser bu noktada yukarıda da ifade ettiğimiz gibi son derece başarılıdır. Müellif bu noktada takdiri hak etmektedir.

Bizce eserin en önemli hususiyeti, yazarın meseleyi ele alış tarzıyla ilgilidir. İçerik olarak oldukça yoğun olan bu çalışmanın genelde betimsel bir çalışma olması beklenir. Ancak müellif daha eserin başında ele aldığı probleme ilişkin bir iddiası olduğunu belirtmekte ve kendi pozisyonunu işaret etmektedir. Bu nedenle, esere konu edilen iki filozofun rastgele seçilmediği, müellifin ahlak alanındaki iddiası ile filozof tercihleri arasındaki ilişki hemen fark edilmektedir. Ahlak alanında aşkınlığı, dinamikliği ön gören, buradaki monistik tavırları reddeden, ahlakın ilkeler açısından evrensel, failin gündelik uygulamaları açısından yerel olduğuna ilişkin bir yaklaşıma sahip olan Kala, bu tavrını teorileriyle destekleyen, bu iddiaların hayata geçirilmesini mümkün gören Ross ve Macıntyre’ı bu saiklerle tercih etmiş görünmektedir. Kısacası eser, bir teze ve bu teze ilişkin doğru bir kurguya ve konu/filozof seçimine sahiptir.

Çalışmanın bir diğer dikkat çeken yönü ise müellifin meseleyi son derece geniş bir bakış açısıyla ele almış olmasıdır. Kala, bir meseleyi ele alırken referans alanını oldukça geniş tutmuştur. Öyle ki bazen konunun Antik temellerine inerken, bazen de hala hayatta olan önemli düşünürlerin görüşlerine referansta bulunmaktadır. Fakat bizim dikkatimizi çeken asıl husus İslam düşünürlerine yapılan atıflardır. Yazar, eserinde sorunları bu geniş perspektiften ele alırken, probleme önerilebilecek muhtemel çözümlerin Farabi (872-950), İbn Sina (980-1037), İbn Miskeveyh (932-1030) gibi klasik dönem düşünürlerinin yanı sıra Nurettin Topçu (1909-1975), Ahmed Hamdi Akseki (1887-1951) gibi son dönem düşünürlerimizde de bulunabileceğini ifade etmekte ve muhtemel çözüm önerilerini dillendirmektedir. Bu, ülkemizde Batı Ahlak düşüncesine ilişkin yapılan çalışmaların kanaatimizce en önemli eksikliklerinden biridir: “Orada”ki problemleri “bura”ya taşıyamamak, buradaki çözümü oraya iletememek. Bu açıdan yazarın bu teşebbüsü bizce oldukça önemlidir.

Bununla birlikte eser ile ilgili olarak bazı sorunlar da göze çarpmaktadır. Bu kusurlardan kanaatimizce en önemlisi, çalışmanın başında bir literatür değerlendirmesine yer verilmemiş olmasıdır. Ülkemizde neredeyse çalışmanın bulunmadığı bir alanda yazılan ilk eserlerden biri olduğuna dair bir vurgu, okuyucunun eserin içeriğini ve yapısını daha iyi anlamasına yardımcı olabilirdi. Bu bağlamda müellif, söz konusu alanda yapılan lisansüstü çalışmalardan, telif ve tercüme eserlerden bahsedebilir, çalışmasının hangi yönlerden farklı olduğuna temas edebilirdi. Ancak bu yapılmamış ve dolayısıyla da okuyucunun zihninde beliren eserin özgünlüğü sorusu müellif tarafından cevapsız bırakılmıştır.

Dikkatimizi çeken bir diğer sorun ise ilk bölüm ile ilgilidir. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere eğer çalışılan alanda bir literatür eksikliği söz konusuysa, buradaki eksikliğin giderilmesi için zaman zaman araştırma ile doğrudan bağlantılı olmayan konuların, esere dahil edilmesinde kanaatimizce bir mahzur yoktur. Ancak müellif ilk bölümde ülkemizde hatırı sayılır bir literatüre sahip olan Aristoteles ve Kant’ın görüşlerine bize göre gereğinden fazla yer vermiştir. En azından bu bölüm biraz daha muhtasar bir şekilde ele alınabilir ve böylece eserin hacmi biraz daha azaltılabilirdi.

Tüm bunlardan sonra sonuç olarak denebilir ki müellif oldukça ağır bir yükün altından layıkıyla kalkmayı başarmış, bu alanda kendisinden sonra yapılacak çalışmalar için temel teşkil edebilecek önemli bir eseri vücuda getirmeyi başarmıştır. Ayrıca ülkemiz ahlak litaretüründe oldukça önemli bir boşluğu dolduran bu eseri okuyucuya ulaştıran yayınevi de teşekkürü haketmektedir.

 

 

[1] Filiz Bayoğlu, Meta-etik ve William David Ross'un Deontolojik Sezgici Ahlak Kuramı (Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi, 2013); Faik Eren Kaptan, Erdem Merkezli Bir Adalet Tasarımı Alasdair MacIntyre ın Görüşleri Bağlamında Bir İnceleme (Yüksek Lisans Tezi, Yedi Tepe Üniversitesi, 2008); Seçil Özdemir, Alasdair MacIntyre ve Etik Özne (Yüksek Lisans Tezi, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, 2015). Elif Nur Erkan Balcı, Alasdair Macintyre’in Modern Ahlak Eleştirisi ve Thomasçi-Aristotelesçi Ahlak Felsefesi (Doktora Tezi, Sakarya Üniversitesi, 2017).

Bu haber toplam 2584 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim