• İstanbul 15 °C
  • Ankara 13 °C

Türkçenin geleceğini düşünmek

D. Mehmet DOĞAN

Türkiye’de birçok konuda olduğu gibi, dil konusunda da tek parti döneminin tabuları yıkılamadı. Dilimizin 1930’larda maruz bırakıldığı muameleyi gerçek zemininde değerlendirmek henüz akademimizin sahasına giremedi.

Bu yüzden dışarıdan bakanların daha gerçekçi değerlendirmeler yapması mümkün olabiliyor. Meşhur İngiliz türkolog Geofferey Lewis (1920-2008), Türkiye’de “dil devrimi” olarak yüceltilen tasfiyeciliği “felakete yol açan başarı” olarak niteliyor. Onun Turkish Language Reform: A Catastrophic Success kitabı dilimize Trajik Başarı: Türk Dil Reformu şeklinde çevrilmiştir. Yani yıkıcı, öldürücü başarı…

İngilizce Turkish Grammar (Türkçenin Grameri) ve Teach Yourself Turkish (Kendi Kendine Türkçe Öğret) kitaplarını yazan Lewis, dil devrimi ne kadar başarılı olursa, türkçe o ölçüde zarar görecek diyor…

İçeridekiler uyurken veya gününü gün ederken hayatlarının mühim bir kısmı Türkiye dışında geçmiş olan bazı şahsiyetlerin de Türkçenin bekâsı ile ilgili ciddi kaygıları var.

Oktay Sinanoğlu (1935-2015) bunlardan biridir. 1960'ta Amerika’nın en köklü üniversitelerinden Yale’de öğretim üyesi oldu. Bu üniversitede "tam profesörlük" unvanını en genç yaşta kazanan öğretim üyesi olarak ilan edildi.

Uzun süre ABD üniversitelerinde çalışan ve dünya ilim âleminde, fen bilimleri alanındaki çalışmalarıyla tanınan Oktay Sinanoğlu, 1990’larda Türkiye'ye döndü ve döner dönmez de dilimiz ve kültür hayatımızla ilgili yüksek sesle konuşmaya başladı. Uzun müddet sonra memleketine dönen ve gördükleri, duydukları karşısında ürken bir Sinanoğlu bu hissini ifade edecek şekilde ingilizce başlık taşıyan "Bye Bye Türkçe" isimli kitabı yayınladı.

Sinanoğlu’nun, 1956 yılında Amerika'ya gittiği sıralarda okuduğu "Pantürkizm" adlı kitabın sonunda şöyle deniyormuş:

"Amerika, İngiltere Türkiye halkını anglosaksonlaştırıyor; eğitim dilini ingilizce yapacak. Sovyetlerde ise Ruslar Türk halklarını ruslaştırıyor, orada da rusça eğitim yapan okulların sayısı artırılıyor, halk böyle okullara özendiriliyor. Rusça okullara ve mezunlarına tüm imkânlar sağlanıyor. Türkçe okullar gittikçe söndürülüyor. Böylece birkaç nesil sonra dünyada ne Türkiye türkçesi, ne diğer Türk lehçeleri kalacak."

1950'lerde, yani 20. yüzyılın ortalarında, o sıralar "en yeni büyük müttefiki"nin Türkiye ile ilgili, kendilerine âşikâr bize saklı ugulamaları ve konuyla alâkalı kişilerin geleceğe yönelik olarak tartışmaları ilgi çekici değil mi?

Ömrünün büyük kısmını Almanya'da geçiren fakat Türkiye ile ilişkisini kesmeyen Yağmur Atsız'ın 21. Yüzyılın başlarındaki tahminine ne demeli? Yağmur Atsız'ın sorusu şu: "Türkçe 22. Yüzyılı görebilir mi?" (Meçhul Genç Gazeteciye Mektublar, 2002) Bu soruyu sormak durumunda kalan bir kimsenin, tabiî ki olumlu bir cevap vermesi beklenmez: "Korkarım ki 22. Yüzyılda ne türkçe kalacak ne de Türk milleti."

Uzun müddet yurtdışında yaşayan her iki değerli şahsiyetin kızgınlıkla ve küskünlükle böyle konuştukları açıktır. Esasen onlar asla tahminlerinin gerçekleşmesini istemektedirler.

Yağmur Atsız şöyle söyüyor:

"Kendisine aid her şeyi, ama her şeyi böylesine barbarca bir hoyratlıkla red ve inkâr eden, millî benliğini ve haysiyetini böylesine satan bir topluluk bundan böyle yaşama hakkından da feragat ediyor demektir…Bu hükme içim kan ağlayarak vardığımı, varmak zorunda kaldığımı bilmenizi isterim." (Yazarın imlâsına sâdık kalınmıştır).

Yağmur Atsız'a göre, Türkçe ölüm tehlikesiyle yüz yüzedir. Bu tabiî bir ölüm değildir, adeta cinayettir:

"İşin garibi, ölmüyor, öldürülüyor ve ona ölümcül darbeleri indirenlerin başında Türkçeyi sözümona çok sevdiklerini iddia eden bir takım zümreler geliyor. Ortak özellikleri Türkçe ve genellikle dil meseleleri üzerindeki cehaletleri ve buna bağlı olarak bir fikri son haddine kadar düşünmekten âciz oluşları (vurgu bizim, DMD). Zira böyle olmasa en azından daha işin başında fark ederlerdi ki kendine 'ilerici' yaftasını münasib gören hiç kimse bir yandan 'etnik' bağlamda 'ırkçılık' karşıtı iken aynı zamanda 'dil ırkçılığı'na tevessül edemez. Ederse zihin yapısında sakatlık var demektir…Dünyadaki; İngilizce, Arabca, İspanyolca, Fransızca, Rusca, Almanca vs. gibi en gelişkin dillerin, başka dillerden en fazla kelime almış diller olduğu ve bununla üstelik iftihar ettikleri gerçeğinden bîhaberdirler."

Yurtdışında yaşamış, dünya görmüş ve kendini kabul ettirmiş iki önemli şahsiyet yürek yangınlığı ile böyle feryad ediyor. Türkçenin dününe, bugününe bakarak, olup bitenleri tahlil süzgecinden geçirerek yarınla ilgili "kötü" tahminde bunuyorlar, kara haberler veriyor.

         İdeolojik müdahale türkçeyi tükenme noktasına getirdi

Türkçenin bugün içinde bulunduğu durumla ilgili başangıç noktası "dil devrimi" olarak adlandırılan 1930'lardaki “operasyon”dur. 1930'lu yıllarda, dil "devrim" konusu olarak ele alınmış, türkçe bir süre gerçekten "devrim"e maruz bırakılmış, daha sonra her ne kadar Mustafa Kemal'in sağlığında bundan vazgeçilmişse de ölümünden sonra, daha pürist/tasfiyeci bir siyaset takip edilerek bu yıkıcı faaliyet sürdürülmüştür. Bu ideolojik ve siyasî müdahale türkçeyi bugün neredeyse tükenme noktasına getirmiştir.

21. Yüzyılın başında bürokrasi, düzgün cümle kurmaya muktedir olamamakta, eskiden Osmanlı divanında değil kâtiplerin, kapıcıların dahi yapmayacağı dil yanlışları en üst kademedeki yöneticilerin yazışmalarında görülebilmektedir. İlk öğretim kurumlarında 300-500 kelime öğretilmekte, orta öğretimde ingilizce ve fen bilimlerine verilen ağırlık türkçe-edebiyat derslerini geri plana itmekte, zaten yetişkinlik döneminde kimseden iyi türkçe bilmesi istenmemektedir.

Yüksek öğretimde en câzip üniversiteler, fakülteler yabancı dille öğretim verenlerdir. Türkçe çoktan öz yurdunda “üvey evlat” durumuna düşürülmüştür. Bu manzara karşısında çok dikkatli düşünmemiz, gerçeği hoşumuza gitmese de kabul etmemiz ve "nerede hata yaptık" ve “nasıl telâfi ederiz” dememiz gerekiyor.

         Toprak erozyonu-kültür erozyonu

Türkiye'de tabiî âfetler, büyük toprak kaybına sebep oluyor. "Erozyon", tabiî felaketler sonucunda meydana geliyor, ama bu tabiî âfetleri "gayri tabiî" uygulamaların dâvet ettiğini de hatırdan çıkarmamak gerekir. Orman arazisinin tahrib edilmesi, mer'aların yok edilmesi, ziraî arazinin hoyratça kullanılması…Çarpık yapılaşma, düzensiz ve altyapısız şehirleşme…

Her yıl “Kıbrıs kadar arazi kaybı”na sebep olan toprak erozyonu ile mücadele, Türkiye’nin mühim meseleleri arasında yer alıyor. Bunun için vakıflar kuruldu, kampanyalar yürütüldü, yayınlar yapıldı… Kitleler böyle bir mücadelenin gereğine inanıyor. Türkiye'nin kolaylıkla, hatta şevkle benimsediği "erozyonla mücadele" kampanyalarını seyrederken, vatan topraklarının verimli örtüsünün kaybından duyduğumuz üzüntüyü, kültür toprağımızın kaybından ötürü neden duymadığımızı anlamakta zordur. Toprak kayboldukça, verimli tabaka suya, sele, rüzgâra verildikçe; çorak, taşlık, kayalık, verimsiz arazinin bizi besleme imkânı da kalmıyor. Bu topraklar üzerindeki hayatımızı sürdürmemizle, erozyon arasında doğrudan bir ilişki vardı.

Toprak erozyonu ile mücadele eden Türkiye, kültür toprağının gürül gürül sele verilmesini seyrediyor. Seyretmekle kalmıyor, devlet eliyle, resmî kuruluşların teşvikiyle, inkılâp tarihinden başka tarih bilmeyen ve o uydurma tarihin dogmalarına alışkın yayın organlarının özendirmesiyle, "kültür erozyonu"nu şiddetlendirici uygulamalara girişiliyor, kimse sesini çıkarmıyor. Aksine, "arılaştırma", "temizlik", "dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma" gibi meşrulaştırıcı ibarelerle uygulayıcıların Neron'un Roma’yı ateşe verdikten sonra duyduğu hazdan daha fazla zevk alması sağlanıyor.

"Kültür tahribatı" için Türkiye’nin yakın devir kodlarında, teşvik edici bir hayli unsur mevcuttur.  Cumhuriyet’in resmî ideolojisi olan altı okun neredeyse tamamı, kültürel tahribatı meşrulaştırıcı unsurlar taşıyor. Cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, devrimcilik (bu “öztürkçe” kelimenin kullanılması 12 Eylülcülerce resmen yasaklanmıştır, yerine arapça kökenli "inkılâpçılık" konulmuştur, bu da gerçekten ironik bir durumdur), laiklik… Geriye ne kaldı? Devletçilik! Türkiye’de "devletçilik" iktisadî anlamda tedavülden kaldırılmıştır ama, kültürel bakımdan tesirini devam ettirmektedir. Onun da bu uygulamayı destekler mahiyette bir takım "kod"lara sahip olduğunda şüphe yoktur!

Türkiye’nin 20. Yüzyılda yetişen üç nesli, kültürel tahribatın, dil arılaştırmasının “ne kadar iyi, faydalı, geliştirici, millileştirici, halka yaklaştırıcı, laikleştirici” vs. vs. olduğunu öğrenerek yetişti. Evrenselliğin, hümanistliğin, globalliğin büyük kabul gördüğü çevreler dahi, dil konusunda müthiş bir ırkçılık merakına kapıldılar. Madem ki dil arılaşıyordu, temizleniyordu, öztürkçeleştiriliyordu, bu iyiydi, doğruydu, güzeldi.

Kazanılanla kaybedilenin gerçek muhasebesi hiçbir zaman yapılmadı…Hep "sözlükten şu kadar arapça farsça kelime attık, şu kadar öztürkçeleştirme gerçekleştirdik" diye övünüldü.

İşin bu hâle getirilmesi, Türkiye’nin sahte “ilericilik” ve "milliyetçilik" algılamasının bir sonucu. Dil milletindir; sağcının, solcunun, şucunun bucunun değil. Dil, müdahale edilerek, tasfiye edilerek güçlendirilebilecek bir varlık da değildir. Eğer öyle olsa idi, bunca yıllık uygulama sonucunda dilimiz hâlâ şikâyet konusu olmaz, hiçbir şekilde kelime yasakçılığına başvurulmaz, hiç bir öğretim kademesinde öğretilememesi sözkonusu olmazdı.

20. Yüzyılı dilimizi nasıl geliştirdiğimizin propagandasını yaparak geçirdik. 21. yüzyıldayız, hakikat duvarına tosladık. 21. Yüzyılda kelime tasfiyesi, dar bir alt-dilde ısrar, hem öğretim dilimizin fonksiyonunu ifa etmesine mâni olmakta, hem öğrencinin ufkunu daraltmakta, sınırlamaktadır. Öğretmen ve öğrenci, dilimize mal olmuş bütün kelimeleri rahatlıkla kullanabilmeli, bu şekilde kullandığı kelimeden ötürü hiçbir sıkıntıya maruz kalmamalıdır. Çocuklarımıza sınırlı sayıda kelime değil, çok sayıda kelime öğretmeliyiz. Onların zihnî kapasitelerini genişletmek için buna mecburuz.

Millî Eğitim Bakanlığı’nda iktidar değişmesine rağmen tasfiyecilik alttan alta işlemektedir. Bunun eğitim sistemimizdeki görünen neticesi ise, öğrencilerin dilimizi öğrenme ve kullanma hususundaki Bakanlık tarafından da itiraf kabilinden tescillenen başarısızlığıdır.

Bakanlığın vurdumdumazlığı bir millet için kültürel intihar girişimi olmaktan başka anlam taşımaz.

         Mankurtlaşmanın Türkiyecesi!

Türkçede meydana getirilen daralma, bizi ister istemez ünlü Kırgız romancısı Cengiz Aytmatov'un "Gün Uzar Yüzyıl Olur" romanındaki "mankurt" karakterini ve "mankurtlaştırma" ameliyesini hatırlatmaktadır. “Mankurtlaştırma”, sömürgeci güçlerin kontrolü altında bulunan toplumun hayat kavrayışını sınırlamak, kendisine karşı çıkmasını önlemek ve her emrine itaat etmesi maksadıyla yetişme çağındaki çocukların kafataslarını yaş deri ile sararak kurutmak ve böylece kafalarının büyümesini önlemek için bulduğu bir çözümdür. Mankurt'un, zihin gelişmesi, kafatası küçük bırakılarak sınırlanmıştır, sadece emir ve talimatları alır, kendisi düşünce üretip yorum yapamaz.

Bugün Türkiye’de karşı karşıya bulunduğumuz dil-sözlük daraltılması ile, "sizin kafataslarınızın büyümesini önleyemedik, fakat içindeki beynin çalışmasını her halükârda sınırlayacağız. Kavrayışınız hep alt seviyede olacak" denilmektedir âdeta.

         Başka dillerin gelişme seyrini merak etmemek!

Bu noktada dikkat çekici biri husus da şudur: Dil arılaştırması konusunu evrensel bir çerçeveye oturtmamak.

Diğer dillerin gelişme seyrini neden merak etmiyoruz? Yetişkin bir zihin mukayase eder, karşılaştırmalar yapar, kıyaslar; böylece akıl yürütür. Diğer diller de durum nasıldır? Acaba, bugün dünyanın en etkili dili olan ingilizce nasıl bir dil? "Arı" bir dil mi? Anglo-sakson asıllı olmayan kelimelere karşı savaş açılarak yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılmış, böylece “güçlendirilmiş” ve “mükemmelleştirilmiş” bir dil olabilir mi?

Açın bir ingilizce, fransızca, almanca sözlüğü bakın. Kelimelerin karşısında etimolojisi varsa, hemen dikkatinizi çekecektir. İngilizcede aslı bilinmeyen veya "İngiliz asıllı"(!) olan kelimler yüzde yirmi beş civarındadır. Bir o kadar latince ve grekçeden geçme kelimelerden türetilmiş kelimeler yer alır. Bizim sözlüklerimizin ilk sayfalarında yer alan "Aba-cı, aba-lı, abanoz-giller, acur-lu, acyo-cu" gibi. Aşağı yukarı yüzde 15 eski grekçe ve latince kelime vardır. Hatırı sayılır nisbette (yüzde 20 civarında) fransızca kelime bulunur. Etti yüzde doksan! Geri kalanlar da arapça, farsça ve türkçe dahil diğer dünya dillerinden geçen kelimelerdir. Mehmed Çalışkan adlı gayretli bir araştırmacı, ingilizcede sırf A harfinde 200 den fazla arapça, farsça, türkçe kelime tesbit etmiştir (İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca ve Portekizcede Arapça, Farsça ve Türkçe asıllı kelimeler "Tam olmayan liste". İstanbul, 1996).

İngilizlerin hıristiyanlaşma döneminde sözlüklerine giren latince kelimeleri, grekçe kelimeleri değiştirmeye kalkıştıklarını duydunuz mu? Değil grekçe-latince kelimeleri, fransızca kelimeleri değiştirmeyi de düşünmediler. Halbuki, bu kelimeler ingilizceye, "Fransız/Norman istilası" döneminde girmiş. İki asırlık fransızca hakimiyetinden sonra İngilizce ancak 16. Asırda devlet dili olabilmiş. Orta İngilizcede Latin-Germen ağırlığı var. Sömürgecilik döneminde uzak doğu dillerinden kelimeler giriyor, böylece ingilizcenin sözvarlığı daha da renkleniyor ve çeşitleniyor.  

         Öztürkçe sandığımız kelimeler gerçekten öztürkçe mi?

Sonuçları üzerinde düşünmeden türkçenin sözvarlığında yer alan arapça, farsça kelimelerle savaştık ve dilimizden tamamıyla attık diyelim. Geriye ne kaldı? İslâm öncesi dönemin kelimeleri. Üç-beş bini geçmeyen bu kelimelerin tamamen "öztürkçe" olduğundan emin miyiz peki? Ortak tarih yaşadığımız Moğolların dilinden, sürekli çatıştığımız komşu Çinlilerin kelimelerinden ve tüccar bir kavmin dili olan soğdcadan, bir ara budizme meylettiğimizden Hind dillerinden aldığımız kelimelerden de kurtulacak mıyız? Bu tasfiyecilik savaşı sürerse, ortada ne kalacağını düşünün bir!

“Osmanlıca” neyse “İngilizce” odur! Gerçek bir imparatorluk dili ingilizce. Biz dilimize devletimizin hanedanın adını vermekten, "Osmanlıca" demekten çekinmedik. İngilizler dillerine zamanında "Tudorca", "Stuartça" demedikleri gibi, şimdi de "Gothaca" demiyorlar. İngilizlerin kendi osmanlıcalarından gocunduklarına dair bir emare yok.  

Diğer bir mesele: Türkçeden diğer dillere geçen kelimeler. Balkan dillerinde türkçe üzerinden girmiş çok sayıda kelime var. Sırpçada, bulgarcada, makedoncada, arnavutçada… beşbinin üzerinde türkçe üzerinden girmiş kelime yer alıyor. Bu kelimelerin çoğu, bizim arapça-farsça diye sözlüğümüzden çıkarmaya kalkıştığımız kelimeler! Onlara göre ise türkçe! Aslında, bizim kültürümüzün malı olmuş kelimeler hangi asıldan gelirse gelsin, bizim kelimemiz olarak bu dillere girmiş. İyi ki onlar bizim gibi etnik kimliğine değil, kültürel kimliğine bakıyorlar kelimelerin!

Nereden nereye geldik?

Buyurun bir haber: "Utandıran tablo. Sekizinci sınıflara uygulanan merkezî başarı değerlendirme sınavında eğitimdeki kalitesizlik tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildi. Yanlışların doğru götürmediği sınavda, öğrencilerin okuduğunu anlamadığı, noktalama işaretlerinin kullanımını bile bilmediği ortaya çıktı…Bakanlığın sınav sonuçlarını derlediği kitapçığa göre, Türkçe derslerinde öğrenciler, özellikle sözcük dağarcığını geliştirme, noktalama işaretleri, cümle kurma, okuduğunu anlama konularında başarısız oldu." (Milliyet, 11.9.2001)

Her nesil, bir öncekinden öğrendiklerini unutturarak yoluna devam etmeye çalıştı. Her yeni hamle, eskisiyle ciddi, gerçek ve objektif bir hesaplaşma sonucu ortaya konulmadığı için köksüzlükle malûldü. Felsefe ve Gramer Terimleri de aynı akıbete maruz kaldı. Eski bulduğumuz terimlerin yerine "türkçe"lerini, "öztürkçe"lerini koyma gayretimiz istenilen sonucu vermedi. Türkçe/öztürkçe terimler ya yerini bulmadı, ya da üzerinde ittifak edemedik. Bir alanda, bir kavramla ilgili birden fazla kelime kullanmaya devam ediyoruz, yeri geldiğinde her birimiz kafamızdan uyduruyoruz. Bunun da geçici bir durum olduğu anlaşılıyor.

Şimdiki hâlde, bütün ilim dallarında latince kaynaklı ingilizce terimler ağır basmaya başlıyor. Yirminci yüzyılın başında ilim terimlerini arapça köklerden türetme konusunda hemfikir olan aydınlar, yüzyılın sonunda, latince kaynaklı/ingilizce terimler konusunda hemfikir olmaya doğru -farkında olarak veya olmadan- yöneliyorlar. Çünkü, arapça kökenli terimleri reddettik, türkçe terimler üzerinde anlaşamadık veya yeterince başarı sağlayamadık. Günlük dilde, edebî dilde bile türkçe konusunda sıkıntılar büyüyor. Geriye kala kala, dokunulmazlık kazanmış bir “yüksek öğretim büyüğü”nün "türkçeyle ilim yapılamaz" tezinde ittifak sağlamamız kalıyor! Ona da ramak kaldı!

Ramak bile kalmadı belki de! 21. Yüzyılın başında yayınlanan bir Kur’an mealinde din dilimizin herkesçe bilinen kelimeleri yerine, anlamlarını karşıladığı su götürür öztürkçe karşılıkları konuldu. Koskoca mealde “İslâm” ve “müslüman” kelimeleri bir kere bile geçirilmiyor. Buna karşılık, batı dillerinin kavramları ve kelimeleri (kral, kraliçe, anektod, parşömen, garanti, sperm, diploma, kapasite vb.) gerekli-gereksiz yer alıyor.

         Türk dünyası ile ortak kelimelerin kaybı

Son yıllarda Türk dünyasının ortak iletişim dilinin Türkiye türkçesi olması iddiaları ile karşı karşıyayız. İçeride bu kadar ağır hasarlı duruma düşürülen Türkiye türkçesi nasıl olacak da Türk Dünyası'nın ortak iletişim dili olacak? Bu 20. Yüzyılın başında mümkündü ve Türk dünyasında böyle bir eğilim vardı. Fakat o zamanki Türkiye türkçesinin kelime kadrosu ile bugünkü türkçenin söz varlığında ciddi farklılaşma ortaya çıktı. Dil devrimi ile Türkiye türkçesinde giriştiğimiz tasfiyecilik hareketinde ortak kelimelerimiz büyük zarar gördü. Biz okul diyoruz, onlar mektep demeye devam ediyorlar, biz eğitim diyoruz, onlar maarifte ısrar ediyorlar. Böyle binlerce müşterek kelimemizi onlar kullanıyor, biz ise güya “türkçecilik” uğruna tasfiye ettik.

Medeniyet dilinden kopuş

Mesele "medeniyet dili"nde düğümleniyor. Fakat medeniyet dili, türklerin tarih içinde yaşadıklarına, ortaya koyduklarına -yani "olana"- göre mi, yoksa "olması gerekene" göre mi düşünülmeliydi? Türklerin medeniyet dili, İslâm dünyasının diğer iki medeniyet taşıyıcı dili, arapça ve farsçadan yalıtılmış bir dil olabilir miydi? Tarihin bize öğrettiğine göre, Türklerin Orta Asya'dan Balkanlara kadar ortaya koyduğu medeniyet eserleri, ister Doğu yazı diliyle (Çağatayca), İster Batı yazı diliyle (Osmanlıca) yazılmış olsun, böyle bir şekil göstermiyor muydu? Eğer medeniyetimizin kök dillerini esas almayacaksak veya şimdi kendimizi içinde (var)saydığımız batı medeniyetinin dillerinden birini esas alacaksak, bizim ingilizceyi, diğer Türk topluluklarının rusçayı tercih etmesi tuhaf karşılanabilir midi?

Sovyet sisteminin çöküşünden sonra biz Türk Dünyası'na, neyi teklif ediyor olabiliriz? Dünya Türklerinin ekseriyeti rusçayla anlaşıyorsa, mesele de "türkçülük"se, mantıken bizim de ingilizce yerine rusçaya “evet” dememiz düşünülemez mi? Ortak bir medeniyet dili mi, yoksa ingilizce mi? Ortak medeniyet dilimiz sözkonusu ise, osmanlıca ve çağataycanın takip ettiği yolu takip etmek zorundayız, arapçayla ve farsçayla, daha doğrusu geçmişimizle, medeniyetimizle, kendimizle barışmaktan geçer bu yol. Eğer diğer yolu takip etmeyeceksek, uzun vadede Türkîlere ingilizce dayatmaktan başka alternatifimiz olamaz? Nitekim, Türk Devletleri Teşkilatı’nın kuruluşundan sonra Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’e verilen nişanın üzerinde şu ibare yer alıyordu: “Supreme order of Türkic vorld.”

         Kendi mektebinde kendi dilini öğretememek!

Millî Eğitim, ilk-orta okul kademesinde 500-600 kelimelik bir söz dağarcığı ile yetinilmesini istiyor. Bu batı ülkelerinde 2000-3000 kelime. Beş altı yüz kelimelik söz varlığına sahip bir çocukla, iki üç bin kelimelik dağarcığı olan bir çocuğun zihni kapasitesi, kavrama gücü aynı olabilir mi? Millî Eğitim bir taraftan çocuklarımıza tahdit edilmiş kelime dağarcığı ile kısıtlarken, ilkel bir tasfiyeciliği bütün tavsiye edilen kitaplara doğru yayıyor.

Türkçe resmen ihtilaflı, problemli, “sorunlu” bir dil. Türkçenin tarih boyunca sahip olduğu kelime dağarcığı, söz varlığı üzerinde ihtilaf var. Söz varlığımızın ne kadarını kullanacağımız tartışma konusu. Hangi kelimenin yerine hangi “sözcüğü” kullanacağımız tartışmalı. Çocuklar ilk öğretimden itibaren bu ihtilafı öğrenerek yetiştiriliyorlar. Bir çocuğun, gencin ailesinden öğrendiği, serbestçe okuduğu kitaplardan edindiği kelimeleri öğretim sistemi içinde kullanması “mesele” haline getiriliyor. Türk edebiyatının yakın devir klasiklerinin (Ömer Seyfeddin’in, Mehmed Âkif’in, Yahya Kemal’in, Ahmet Haşim’in, Refik Halit’in, Necip Fazıl'ın, Tanpınar’ın, Sabahattin Ali'nin, Sait Faik'in, Tarık Buğra’nın, Kemal Tahir‘in….) dilini kullanmak bile  mümkün değil öğretim sistemi içinde.

İngilizce yönünden türkçe için öne sürülen itirazlar sözkonusu olabilir mi? İngilizcenin söz varlığında yer alan -velev ki arapça veya farsçadan geçen- kelimeler konusunda bir tartışma açabilir miyiz? Kelimelerin menşeine göre kullanılıp kulanılmayacağına karar verebilir miyiz? Türkiye’de hiç kimsenin ingilizce üzerinde ihtilafı yok, çünkü buna gücü yetmiyor. Öztürkçecilerimizden hiçbiri “özingilizce”cilik yapamıyor!

Globalizmin böylesine hâkim olduğu bir çağda, öğretim dilinin yüksek öğretimden aşağıya doğru ingilizceleştirilmesi "rasyonel" bir uygulama olarak savunulamaz mı? Açıktan bir savunma ortada yok ama, uygulama bize gerçeği hatırlatıyor. Yüksek öğretimde bilhassa ingilizce tedrisat hızla yayılıyor. Öte yandan, ana okullarına kadar yabancı dilin girdiğini bilmeyen yok. Hatta bazı Milli Eğitim bakanları bunu övünme konusu yapıyor. Öyleyse, geleceğe hazır olalım: Yakın gelecekte öğretim dilimiz ingilizce olabilir. Seçmeli olarak "yerel anlaşma dili" türkçe okutulabilir!

Bu noktadan çok uzakta değiliz. "Medeniyet dili" meselesini kendi medeniyetimizin aklı doğrultusunda çözemediğimiz takdirde, tahmin edilenden çok yakınız!

Kendi dilini sadistçe tahrip eden, resmî tedrisatta dahi öğretilemez/ öğretilmez hâle getiren, ya düşük seviyeli bir öğretime razı olur, ya da rasyonelini arar, kapsayıcı, tartışmasız, sağlam bir dil seçer! Üçüncü ihtimal de var elbette. Fakat üçüncü ihtimali hayata geçirmek ancak güçlü bir irade ile mümkündür.

Vuslat Dergisi- Mart 2022

17218.jpg

Bu yazı toplam 300 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim