Türkiye’de “akademi”yi Mehmed Âkif üzerinden okumak!

D. Mehmet DOĞAN

Millî Mücadele-Cumhuriyet fikir zıtlaşmasını görmezden geldiğimiz için dönemle ilgili olayları doğru olarak tahlil edemiyoruz, şahsiyetleri hak ettikleri şekilde değerlendiremiyoruz. Böylece de gerçekci bir Millî Mücadele tasviri yapamıyoruz.

“İnkılâp tarihi”, Millî Mücadele’yi rejim değişikliği odaklı tasvir eder. Hatta bunu 19 mayısta Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışından itibaren düz bir çizgi olarak görür. Bu bir karikatürize etme/karikatürleştirme işlemidir. Bu çerçevededir ki zaman zaman Yunanistan’la savaş geri plana düşer, İstanbul’a karşı mücadele öne çıkar.

Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da hükümeti, padişahı ve hatta İngilizleri atlatarak, birçok engeli aşarak, tamamen kendi iradesiyle Samsun’a çıkmış, bu andan itibaren rejim değişikliği hedefini ortaya koyarak ve padişaha kafa tutarak Millî Mücadele’yi “örgütlemiş”tir!

Bu karikatürleştirme ne Millî Mücadele’yi açıklar ne de Millî Mücadele’den sonra olanları.

Bu karikatürleştirilmiş tarih Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’dan başlıyarak vatan ve milletle birlikte padişah ve halifeyi kurtarmak yönündeki beyanlarını görmezden gelir. Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi kararlarında bu konunun ağırlığı dikkatten kaçırılır. Daha önemlisi Büyük Millet Meclisi’nin yayınladığı beyannamelerden söz edilmez.

İşte Meclis’in açılışından sonra Mustafa Kemal imzasıyla yayınlanan beyannamenin son cümlesi: “Allah’ın lâneti düşmana yardım eden hainlerin üzerine olsun ve rahmet ve yardımı halife ve padişahımızı, millet ve vatanı kurtarmak için çalışanların üzerinden eksik olmasın.”

İnkılâp tarihi’ne göre Mehmed Âkif’in Ankara’da ne işi olabilir?

Böyle bir bakış, Mehmed Âkif’in Ankara’ya ilk davet edilen şair ve yazar olmasına da açıklayamaz. Zaten bu sahih bilgi uzun müddet resmî yayınlarda yer almamıştır. Tarih Kurumu tarafından basılan Utkan Kocatürk’ün 674 sayfalık Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi’nde (Ankara 1988) Âkif’in adı sadece 6 yerde geçer. İlki Balıkesir vaazı dolayısıyla, 6 şubat 1920 tarihlidir. Oysa bu konuşma 20 ocakta yapılmıştır. İkincisi 5 Haziran 1920’de TBMM’nin onu Burdur meb’usu olarak kabul etmesi ile ilgilidir. Üçüncüsü bir zaman karışıklığı olarak dikkat çekicidir: 16 Ekim: “Mehmed Âkif’in İstanbul’dan vapurla İnebolu’ya gelişi.”

O tarihte Mehmed Âkif Kastamonu’ya gelmiştir, fakat İstanbul’dan İnebolu’ya oradan da Kastamonu’ya değil. Bu yolculuk Ankara’dan Kastamonu’yadır ve TBMM’nin görevlendirmesi dolayısıyladır. Biraz dikkat edilse, Âkif’in daha önce meb’us (milletvekili) olarak Meclis’e kabulünün metinde yer aldığı hatırlanacaktır.

Âkif, Ankara’ya altı ay önce, 24 nisanda ve İzmit, Adapazarı, Bilecik, Eskişehir üzerinden gelmiştir. Eskişehir’e kadar çeşitli vasıtalar kullanılmış, yürünmüş, Eskişehir’den itibaren yol tirenle kat edilmiştir.

28 Kasım olaylarında Eşref Edib ve Mehmed Âkif’in Sebilürreşad’ı Kastamonu’da çıkarmaya başladıkları bilgisi verilmekte ve “Dergi bu şehirde 24 aralığa kadar çıkmış, sahiplerinin Ankara’ya gelişiyle kapanmış, bilahare Ankara’da yayınlanmıştır” denilmektedir. Kastamonu’da 464-466. sayılar (25 Kasım1920-13 Aralık 1920) yayınlanmıştır. Dergi kapatılmamış, Ankara’da basılmak üzere yayına ara verilmiştir. Nitekim, 467. sayı 3 Şubat 1921’de Ankara’da yayınlanmıştır. Dikkat edilirse, müellif Âkif’i derginin sahibi olarak göstermektedir. Derginin sahibi Eşref Edib’dir, başyazarı ise Mehmed Âkif.

Kastamonu’dan hareket, 17 Şubatta 1921 İstiklâl Marşı’nın Hâkimiyet-i Milliye’de yayınlanması, 1 Mart’ta İstiklâl Marşı’nın Maarif Vekili Hamdullah Subhi Bey tarafından Meclis’te ilk defa okunması ve sürekli alkışlarla karşılanması ve nihayet 12 Martta Mehmed Âkif’in şiirinin TBMM’de “İstiklâl Marşı” olarak kabulü ve bir kere daha ayakta dinlenmesi bu kapsamlı kronolojide yer almaktadır. Bu bilgiler Âkif’in Ankara’daki/Anadolu’daki varlığını, faaliyetlerini, tesirini tam olarak açıklamaktan uzaktır. Onun Anadolu’nun çeşitli şehirlerine irşad maksadıyla yaptığı ziyaretlere yer verilmemekte, bilhassa da Millî Mücadele’nin temel metinlerinden olan Kastamonu Nasrullah Camii vaazı görmezden gelinmektedir.

Âkif’i Ankara’ya davet konusunda aracı olan Ali Şükrü Bey’in, Meclis’in en aktif vekillerinden biri iken, sadece Tan gazetesinin yayınlanması ve katledilmesi dolayısıyla Kronoloji’de isminin zikredildiği görülmektedir. Ali Şükrü Bey’in katli, bu hadiseden sonra olanlar ve Meclis’te yapılan konuşmalar bilhassa Hüseyin Avni Bey’in ateşîn hitabesinin bahsi geçmez. “Sebilürreşad ceride-i islâmiyesi”nin TBMM tarafından Hâkimiyet-i Milliye ile birlikte Millî Mücadele boyunca en çok desteklenen yayın olduğu konusu da yer almaz. Bu körlük örneklerini çoğaltmak mümkündür ve bu sıradan bir körlük değildir. Bu görmezden gelişin çok köklü bir sebebi olmalıdır.

Millî Mücadele’de “İslâm şairi”, Cumhuriyet’te “Mürteci şair”

Âkif “İslâm şairi” olarak Millî Mücadele’nin sivil kahramanıdır, Çumhuriyet’in ise “mürteci” şairi! Millî Mücadele’de büyük hizmetleri görülen Âkif’in nitelemesinden “İslâm” kaldırılmış, yerine “mürteci” kelimesi konulmuştur. Bu “mürteci şair” unutturulmalı, nisyana gömülmelidir. Öyle yapılmıştır, ama 27 Aralık 1936’da vefatından sonra şemsiye tersine döner. Unutturulmak istenen Âkif vefatından sonra âdeta yeni bir hayata başlar.

Rektöre talimat: Mürteci şairin cenazesine katılma, gençlerin katılmasına mâni ol!

Ülkenin millî marşını yazmış şair vefat ediyor, ölen eski bir milletvekilidir aynı zamanda. Usûlen resmî merasim yapılması bir yana, vilayete ve rektörlüğe talimat veriliyor: Cenazeye katılmayın, öğrencilerin ve memurların katılmasına mâni olun! Fakat bu sefer emir demiri kesmiyor ve üniversite talebeleri tehditlere aldırmayarak Âkif’in cenazesine sahip çıkıyor, halk ve gençler büyük şairi şanına yakışır şekilde son yolculuğuna uğurluyorlar.

İçişleri Bakanlığı’na İstanbul valiliğinden gönderilen 5 Ocak 1937 tarihli yazıda cenazeye kimlerin katıldığına dair bilgi vardır. Üniversite’den bir tek profesör Muhiddin’in adı geçiyor. Bu “Muhiddin”in kim olduğunu bilemiyoruz. Milletvekillerinden Şemseddin (Günaltay olmalı), Fadıl Ahmed (Fâzıl Ahmet Aykaç, şair), Yahya Kemal, Deli Fuad Paşa’nın oğlu Esad Fuad, muhalif (rüesadan-reislerden) ve tarassud edilenlerden (gözlenenlerden) Çolak Selahaddin (1. Meclis’te Mersin milletvekili, 2.Grubun mühim simalarından), tüccardan Emin Vasfi, Kuleli Askerî Lisesi Edebiyat muallimi Tahirülmevlevî, Şehremininde oturan Suudulmevlevî, Fuad Şemsi (İnan), gazeteci Feridun (Kandemir) ve daha birçok kimselerle üniversite ve askerî tıbbiye talebeleri iştirak etmiştir.”[1]

Üniversite’nin sonraki yıllarda devam eden Âkif suskunluğu, kuruluşunda ilmin değil, rejime sadakatın esas alınmasındandır.

Midhat Cemal Kuntay’ın sözünü hatırlayalım: “Gün oldu ki Âkif’i sevmek bile cesaretti!” Türkiye’nin ideolojik temelli üniversitesi Âkif’i sevmek bir yana, anmaktan bile kaçındı.

Mehmed Âkif 1986’ya kadar Devlet’in dışladığı bir şahsiyettir. Gerçi İstiklâl Marşı millî marşımızdır, ama şairi “bednam”dır! Âkif ancak vefatının 50. yılında Devlet’in ilgisine mazhar olabilmiştir. İlk defa o sene cumhurbaşkanı, başbakan ve kültür bakanının katıldığı bir toplantı yapılmıştır. Buna rağmen bu tam bir iade-i itibar olmamış, 28 Şubat döneminde Âkif’i ve İstiklâl Marşı’nı hedef alan, küçük düşürmeye yönelik konuşmalar, yayınlar ayyuka çıkmıştır.

          Âkif’le ilgili doktora tezi: Yıl 1995!

İşte bu süre içinde Üniversite’de Âkif’le ilgili bir tek doktora tezi dahi yapılmamış, ancak 1990’larda bu mümkün olabilmiştir. Bildiğimiz kadarıyla Mehmed Âkif üzerine ilk doktora tezi, Fazıl Gökçek’e aittir ve 1995 yılında tamamlanmıştır, yani neredeyse vefatından 60 yıl sonra! Bu tarihten sonra 2 doktora tezi daha yapılmıştır.

Peki, üniversite mensubu hocalardan Âkif’le ilgilenenler olmamış mıdır? Doçent olmasına rağmen üniversite dışında tutulan Nureddin Topçu, 1940’lardan itibaren Âkif anmalarını başlatmış, onun çıkardığı Hareket dergisi özel sayılar yayınlamıştır. Bu ekolden Mehmet Kaplan, Âkif’le ilgili hayli yazı yayınlamıştır. Yine Topçu’nun talebelerinden Orhan Okay hoca Âkif’le ilgili Bir Karakter Heykelinin Anatomisi kitabını yazmıştır. Yine aynı çevrelerde bulunan Ali Nihat Tarlan Âkif’le ilgili bir kitapçık yayınlamıştır. İstanbul Üniversitesi hocalarından F.Kadri Timurtaş’ın “Mehmed Âkif ve Cemiyetimiz” isimli kitabını da burada zikredebiliriz.

Akademinin Mehmed Âkif’e yönelmesi

Son yıllarda, akademi camiasında Mehmed Âkif’le ilgili çalışmalarda ciddi bir artış olmuştur. Sahaya yeni giren bu Âkif araştırmacılarının bir haylisinin makalelerini gözden geçirdim. Bu yeni Âkif araştırmacılarının çoğu, Mehmed Âkif’le ilgili temel kaynaklardan ya haberdar değil ya da onları kaynak olarak kullanmayı kendi zihniyetine/akademinin zihniyetine uygun bulmuyor! Bir makale üzerinden örnekleyeceğim. Başlığını, müellifini yazmayacağım, sadece nerede yayınlandığını belirtmekle yetineceğim: Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi. Bu 1984 yılından beri yayınlanan, “akademik” bir dergi. Elbette bir editörler heyeti var, hakemleri var.

Yazı Dr. ünvanı almış birisi tarafından kaleme alınmıştır ve neredeyse küçük bir kitap hacmindedir (50 sayfa).

Sözkonusu makalenin bibliyografyasında TBMM zabıt cerideleri hariç, kaynakların en eskisi 2000 yılına aittir. Bu kaynaklar içinde Mehmed Âkif’le ilgili temel eserlerden hiçbiri yoktur. Mehmed Âkif’i bize birinci elden tanıtan kalemlerin, Midhad Cemal, Eşref Edib, Hasan Basri Çantay ve Mahir İz’in eserleri makale yazarının meçhulüdür. Bunlardan sonra zikredilmesi gereken Süleyman Nazif, M. Emin Erişirgil, Nureddin Topçu, Sezai Karakoç, Ahmet Kabaklı, Fevziye Abdullah Tansel, M. Ertuğrul Düzdağ, Orhan Okay, Zeki Sarıhan’dan da haber yoktur. Yine kaynak olarak kullanılan metinlere bakılırsa, bunların da Mehmed Âkif’le ilgili literatürden haberi yoktur!

Yeni eğilim: Âkif’i bilmeden yazmak!

Bu neden önemlidir? Çünkü Mehmed Âkif’i bu birinci el kaynaklardan okumadan sahih bir Mehmed Âkif kavrayışı oluşturulamaz. Çalışma daha baştan güdük kalır. Bu makalede bu durum açıkca görülmektedir edilmektedir.

Hadi bu kitaplar eskidir diyelim. Türkiye Yazarlar Birliği’nin 2007’den itibaren yaptığı 9 bilgi şöleni ve bunların 9 ciltlik basılı külliyatı nasıl görmezden gelinebilmiştir? Bunlar kitap olarak yayınlandıktan sonra TYB Mehmed Âkif Ersoy Araştırma Merkezi tarafından e-kitap olarak ücretsiz erişime açılmıştır. İnternette herhangi bir arama motoruna “Mehmed Âkif Araştırmaları” yazıldığında gözü olanın gözüne çarpmaktadır.

Artık bu tür metinlerde de Mehmed Âkif’in Ankara’ya Mustafa Kemal Paşa tarafından davet edildiği bilgisine yer verilmektedir. Biz ilk baskısı 1989’da yapılan Camideki Şair isimli kitabımızda bu hakikati ilan etmekteyiz. Şimdi bu makalede de bu ifade edilmekte, fakat davet için aracı olan şahsın ismi zikredilmemektedir. Neden? Çünkü bu şahıs, Çankaya’nın Özel muhafız kumandanı tarafından hunharca katledilen Ali Şükrü Bey’dir!

Âkif 10 Nisan 1920’de oğlu Emin’i de yanına alarak Ali Şükrü Bey’le birlikte yola çıkmıştır.

Yazıda “Mehmet Âkif’le beraber başyazarı bulunduğu Sebilü’r-Reşad dergisi de Kastamonu’ya taşınmış”tır deniliyor.  Halbuki, Âkif İstanbul’dan ayrılmadan önce Sebilirürreşad’ın yayıncısı Eşref Edibe, “sen de yazıhanenin işlerini derle toparla Sebilürreşad klişesini al gel” demiştir. O da 15 Temmuz 1920’de deniz yoluyla İnebolu’ya ve oradan da Kastamonu’ya gelmiştir. Makalede bir kere olsun Sebilürreşad naşiri Eşref Edib’in ismi geçmemektedir.

Okunmadan yayınlanan “bilimsel” makaleler!

Bu makaleye göre, TMBB’de İstiklâl Marşı’nı ilk olarak okuyan Hasan Basri Çantay’dır!

“Meclis’in 1 Mart 1921 tarihli 1’inci oturumunda, Karesi Mebusu Hasan Basri Bey’in, İstiklâl Marşı güftesinin Hamdullah Suphi Bey tarafından Meclis kürsüsünden okunmasına dair takriri görüşülmüştür. Henüz milli marş kabul edilmemiş olduğundan Bursa mebusu Muhiddîn Baha Bey, ‘Hangi istiklâl marşı?’ sorusunu yöneltmiştir. Karesi mebusu Hasan Basrî Bey kürsüye çıkıp İstiklal Marşı’nın yazımı süreciyle ilgili kısa bir açıklama yaptıktan sonra, kendi oyunu açıklamakta olduğunu söyleyerek Mehmet Akif tarafından kaleme alınan “İstiklâl Marşı”nın tamamını okumuştur. Marşın okunması sırasında Meclis’te bir coşku hasıl olmuş, hemen her kıtanın sonunda alkışlar gelmiş, marşın sonunda ise mebuslar tarafından sürekli alkışlarla mukabele edilmiştir.”

Bunun bir sehiv olma ihtimali kuvvetlidir. Çünkü takrir/önerge Hasan Basri Bey’indir. Bunun üzerine Maarif Vekili Hamdullah Subhi, kürsüye gelmiş, yarışma ile ilgili bilgi vermiş ve reyini de açıklayarak İstiklâl Marşı’nı okumuştur. Meclis zabıtları Latin harfleriyle de yayınlandığından bir okuma hatası da sözkonusu olmamalıdır. Bu fahiş hata müellifin dikkatinden kaçmış olabilir. Fakat makalenin editörler kurulu olan hakemli bir dergide yayınlanması bu sehvin önüne geçilmesini sağlayamamıştır! Ya da böyle yazılar gerçek anlamda okunarak yayınlanmamaktadır!

cilt9.png

Millî Mücadele sonrasında Mehmed Âkif

Yazıda Mehmed Âkif’in 1. Meclis’in feshinden sonra İstanbul’a dönmesinde ve bir sonraki dönem için aday olmamasında Ali Şükrü Bey’in katlinin uyandırdığı havanın etkili olduğu belirtilmektedir. Bu elim hadisenin Âkif üzerinde tesiri olması kaçınılmazdır. Fakat Âkif’in yeni dönemde aday olmamasını buna bağlamak o dönemde seçim sistemini ve işleyişini bilmemekten kaynaklanabilir. Seçim iki dereceli yapılmaktadır. Mustafa Kemal Paşa, kendi adaylarına oy verilmesini, ikinci seçmenlere taahhütname imzalatarak zorlamıştır. Bunun neticesinde, Mustafa Kemal Paşa’nın listesinde yer almayan bir tek kişi (Zeki Kadirbeyoğlu, Gümüşhane) 2. Meclis’e seçilebilmiştir. Mehmed Âkif, Mustafa Kemal Paşa’nın listesinde yer almamıştır, kendisi de böyle bir teşebbüste bulunmamıştır.

Yazının devamında Mehmed Âkif’in Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gidişi konusu ele alınmakta ve bunun inkılâplara karşı olması veya Mustafa Kemal’le fikir ayrılığı ile ilgili olmadığı belirtildikten sonra Mehmet Âkif’e 1. TBMM sonrası da görev verildiği ve Kur’an-ı Kerim’in türkçe mealini hazırlamasının kendisinden talep edildiği iddia edilmektedir. Mehmed Âkif’e Kur’ana meali hazırlama işi Meclis tarafından verilmemiş, Diyanet İşleri tarafından verilmiştir. Bu zaten geçim sağlayıcı bir iş değildir. Mehmed Âkif 1. Meclis kapandıktan sonra işsiz kalmış, emekli de edilmemiştir. Yani başında bir geçim gailesi de vardır.

“Mehmet Akif’in, şapka yeniliği de dahil olmak üzere, diğer yeniliklere karşı bir düşünce ve siyasi hareket içinde olmadığı da görülmektedir. Âkif gibi batı dünyasından geri kalışımızı yazdığı şiirlerle sık sık eleştiren ve gerçekçi gözlemler yapan bir fikir adamının Atatürk inkılâplarına karşı çıktığını söylemek ve Mehmet Akif’i Atatürk inkılâplarını içlerine sindiremedikleri için bu inkılâpları ortadan kaldırmak isteyen gerici çevrelerle aynı kefeye koymak, Mehmet Âkif’e yapılmış en büyük haksızlık ve saygısızlıktır.”

Burada “yenilik” kelimesi üzerinden fikir yürütülmekte ve Mehmed Âkif’in batıdan geriliğimizi eleştirdiği için bu “yenilikler”e karşı olmadığı, gerici çevrelerle aynı kefeye konulmaması gerektiği belirtilmektedir. Bu tamamen sübjektif ileri-geri/ilerici-gerici dikotomisi-ikilemesi üzerinden Mehmed Âkif müdafaasının bir gerçeklik temeli yoktur. Mehmed Âkif’in bu “inkılâplar”a karşı bir hareket içinde olmaması ile bu inkılâpları tasvip etmesi/etmemesi ayrı şeylerdir. Âkif’in Millî Mücadele’nin fikir arkaplanının Lozan’dan sonra terk edilmesi, hatta mücadelenin başarıya ulaşmasında esaslı rolü olan dinin geriletilmesi yönünde operasyonlar yapılmasını tasvib etmesi mümkün değildir. Bu fikir zemini değişikliğinin 1925’te yeni bir millî marş yarışmasına kadar gittiği bilinmektedir. Maarif Vekalet 1925’de yeni bir millî marş yarışması açmıştır. İstiklâl Marşı’nın batı karşıtı ve inkılâplarla çelişen muhtevası, Türk isminin geçmemesi, Mustafa Kemal’e şükran ifade edilmemesi ve uzunluk gibi gerekçelerle Maarif Vekaleti yeni bir yarışma açtı. Fakat yarışma sonuçlandırılamadı. (Bununla ilgili belgeler 2009’da ortaya çıktı ve Konya Yazma Eserle Kütüphanesi tarafından satın alındı.)

Netice-i kelâm

Akademi yakın tarihi doğru okuma yönünde güçlü adımlar atmadan, “inkılap tarihi” psikozundan kurtulmadan, Türkiye gerçeklerinin bilinmesinin, bir dönemin kendi şartları içinde hakikat temelli değerlendirilmesin mümkün olmayacağa açıktır. Millî Mücadele-Cumhuriyet fikir zıtlaşması işin esasıdır. Milli Mücadele boyunca neler için mücadele edilmişse, Cumhuriyet’ten sonra onlardan vazgeçilmiştir. Mehmed Âkif de vazgeçilenlerdendir. Tek başına onun hayatı dahi bizi hakikati araştırmaya icbar etmektedir!

 

 

[1] Muharrem Coşkun: Kod Adı: İrtica.  İstanbul 2014, sf. 130-131

Bu yazı toplam 219 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim