• İstanbul 14 °C
  • Ankara 13 °C

Yıldız Ramazanoğlu: Kadın Yazarlar: Sinemada Uçuşan Gölgeler

Yıldız Ramazanoğlu: Kadın Yazarlar: Sinemada Uçuşan Gölgeler
TYB Akademi 28 / Sinema ve Edebiyat / Ocak 2020

Jane Austen (1775 -1817)

Becoming Jane (Türkiye’de Aşkın Kitabı) 2007’de çekilmiş bir Julian Jarrold filmidir. Filmin açılışında ekonomik olarak darboğazda olan bir aileyle karşı karşıya kalır seyirci. Jane, varlıklı biriyle evlenip herkesi kurtarması için tatlı sert bir baskı altındadır. Jane, evrensel zorunlulukmuş gibi bir serseriye tutulmuş durumdadır; filmde serseri karakteri ise karşımıza Londra’da hukuk okumakta olan, bir baltaya sap olmak yerine aylaklık eden, zengin dayısının desteğiyle ayakta duran Tom Lefroy olarak çıkmaktadır.  

Jane’in doğup büyüdüğü kırsal kesimdeki bir pazar ayininde zamanın kadınlarla ilgili ruhu dışa vurulur; kız kardeşin eş ve anne olarak sorumlulukları vardır ve bu özellik, sevecen bir cazibede tertemiz sevgide ve sabahları sessiz olmakta kendini gösterir. Ayindeki konuşmalara göre bir kadının belirli bir meziyeti varsa, örneğin ince bir zekâya sahipse, o meziyet derinlerde bir sır olarak kalmalıdır. Çünkü kadının eğlendirici olması beklenir, zeki olması değil. Zekâ ve yaratıcılık bütün yeteneklerin en kalleşidir ve bir kadına asla hayır getirmez. Jane gizlice yazmaktadır ama Londra’ya gittiğinde şehrin sesi karşısında öz güveni yıkılır ve bütün yazdıklarını yırtıp atar. Aslında Jane’in annesi varlıklı bir ailedendir fakat yoksul bir köy papazını seçip buralara mahkûm olmuştur.  

Dayısının aşırılıklarının törpülenmesi için köye yolladığı stajyer avukat Tom, zeki ve farklı bir kız olan Jane’e, çocukça ve abartılmış özgüveniyle dalga geçse de âşık olur. Jane ise onu küstah tahammül edilemez saygısız ve cüretkâr olarak görse de kendisini düşünmeden edemez. Sonra da ailesinin evlenmesini istediği kasabanın temiz kalpli varlıklı ve sevecen gencini reddedip tekrar yazmaya başlar. Ne de olsa yazılacak her şeyin yaşanması şart değildir, en büyük güç olan hayalgücü bu iş için oldukça yeterlidir.

Tom’un ise dayısı yeğeninin silik ve beş parasız bir taşralı kıza âşık olduğunu duyunca çok öfkelense de kitaplarıyla çok para kazanan bir kadından söz açılınca kafası karışır. Tom ve Jane’in birlikte ziyaret ettikleri kadın yazar ise kadınlıktan beklenenin ne olduğunu, yazan bir kadınla yaşamanın zorluklarını anlatır. Bunu anlatan kişi, çok yoksulluk çekmiş, bedel ödemiştir eşiyle birlikte. Tom’un iki kere düşünmesi gerekir, hem zevce hem de yazar olan bir kadınla yaşamanın bir yolunu bulmak hiç kolay değildir.

Aslında her şeyin başı o dönem de para olarak görülür. Jane, Tom ile kaçarken ona gelmiş bir mektup bulur ve ailesindeki insanlardan sorumlu olduğunu, annesine ve kardeşlerine bakması gerektiğini anlar.  Onunla evlenerek hem parasını hem de itibarını kaybedecektir ki zamanla aşkı nefrete ve vicdan azabına dönüşebilir. Yazar hanım bu duygularla kasabasına, taşrasına geri döner ve Tom da maddi kaybı zaten göze alamadığından dayısına boyun eğer. Yıllar sonra karşılaştıklarında Tom kız evlat sahibi olmuş, adını Jane koymuştur.

Filmde yer almayan fakat yaşamının en can alıcı noktaları olan olaylara bakabiliriz. Hiç evlenmeyen Jane’in hayatı zorluklar içinde geçmiştir. Zamanın hukuku gereği kendisine yakınlarından hiçbir şey kalmamış ve Jane, babasının ölümüyle birlikte erkek kardeşine muhtaç olup annesiyle birlikte onun evine sığınmak zorunda kalmıştır.[1] Sonra hiçbir kitabına imzasını atamamış, yaşadığı süre boyunca adını yazamamıştır.

Yaşadığı dönem İngiliz kadınlarının hiçbir sözleşmeye ya da herhangi bir şeye imza atma yetkisi yoktur. Eş ve anne olmak dışında bir rol kabul edilemez ve ancak hobi olarak görülebilecek reddedilenlere dâhildir. Kitap basılacaksa bu ancak anonim bir isimle olabilirdi. Ölünceye kadar bütün kitaplarına imza olarak “by a lady” ‘bir kadın tarafından’ yazılmıştır. Hatta “Sense and Sensibility” kitabı çok meşhur olup iyi bir okur kitlesine erişince diğer kitaplarına ‘sense and sensibility kitabının yazarı’ imzası atılmaya başlamıştır.[2]

Filmde güzel kızlar, dönem kıyafetleri vardır ama zamanın ruhu yeterince hissedilmez. Bu bağlamda filmde aslında 18. yüzyılın politik yaşamı ve edebi kamusuna dair yazdıklarından pasajlar kullanılabilirdi. İletişim içinde olduğu yazarlar, edebiyatçılar, sanatçılar da işlenebilirdi. Burada on iki yaşında kendi hikâyelerini yazmaya başlamış, kırk bir yaşında hayatını kaybedinceye kadar eser vermiş birinden söz edilmektedir. Pride and Prejudice (Gurur ve Önyargı) 1813’de yazılmış ve neredeyse dünyanın bütün dillerinde mevcuttur. Ölümünden sonra kız kardeşi, sırdaşı olan, kitap kapaklarını da yapan ressam Cassandra, ablasının yazdığı üç bin civarındaki mektubun çoğunu yakmış, aile üyeleri ve komşular hakkındaki yorumlarının açığa çıkmasını istememiştir. Yazması üzerine konuşulamadığı için Jane’in katedraldeki cenaze konuşmasında erkek kardeşi zekâsından yeteneklerinden söz etse de kitaplarından ve yazarlığından hiç söz etmemiştir.  

Mizah, ironi, gerçeklik ve kurgunun harmanlandığı son kitabı ise yazarın yarım kalmıştır. Ancak şu var ki, her yazarın, her insanın sözü yarım kalacaktır sonunda. Bu dünya tamamlanma yeri değildir. Böylesi biyografik bir filmde kitaplarının zamanın Viktorian ve romantik beklentilerinden uzak tutumu daha güçlü vurgulanması gerekliliği de ifade edilebilir.

Virginia Woolf(1882-1941)

The Hours (Saatler) 2002 yapımı bir Stephen Daldry filmidir. Filmde ilkin 1923 yılına gideriz. Londra’nın dışındaki gözlerden uzak evinde sağlık problemleriyle boğuşan ağır bir depresyonun da pençesinde olan Virginia, Mrs. Dalloway’i yazmaktadır. Bundan 30 yıl sonra 2. Dünya savaşı son bulmuştur, 1951’de kitabı Los Angeles’ta kocası ve oğluyla görece bir mutluluk içinde yaşayan ev kadını Laura Brown okumaktadır. Kitaptaki devrimci ruhtan aldığı ilhamla hayatında köklü değişiklikler yapmaya karar verir. Bir sıçramayla günümüz dünyasına geliriz. Şimdiki zamanın Clarissa’sı romandan çıkıp gelmiş ve aynı handikaplarla karşı karşıya kalmıştır. İkibinli yılların dünyasında yaşayan New York’lu Clarissa romandaki Clarissa Vaughan’ın modern versiyonudur. Kitabı okudukça kendisiyle eşi ve eski sevgilisi arasındaki akıbetin ne olacağını tahmin etmeye çalışmaktadır. Kitaptaki Richard yeni zamanda da intihar etmeye kalkışır. Farklı zamanlardaki kadınlar neredeyse aynı güne uyanırlar. Hepsi kitabın içinden geçer ve Clarissa üzerinden hayatla ve ölümle yüzleşirler. Michael Cunningham’ın “Saatler” adlı kitabından uyarlanan film, zamanı aşan güçlü kitaplara, insanın değişmeyen özüne, yaşamın benzer duygularla akışına bir vurgudur aynı zamanda.

Bunalımdan çıkamayan Virginia’nın ceplerine doldurduğu taşlarla Ouse nehrine doğru yürüyüşüyle açılan filmde hüznün temposu hiç düşmez. Bu, yazarın biyografisinden bildiğimiz hüzünlü intihar yolu sahnesidir ve yol boyunca eşi Leopold’a yazdığı mektup seyirciye eşlik eder.  

“Leonard Woolf'a, 18 Mart 1941

"Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. Yaşadığım o korkunç anlara geri dönemem artık. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya bunu, düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum."

Virginia, ikinci dünya savaşının Avrupa uygarlığının sonu olduğu saplantısına kapılmıştı. Ülkesinin her yanı sürekli bombalanıyordu ve Londra’daki bürosuna gittiğinde orayı yıkılmış ve yerle bir olmuş görmek, umudunu kaybetmesinde kırılma noktası oldu. Feminizminin nedenlerinden biri savaşı erkek uğraşı olarak gözlemlemesi, kadınları yaşamdan dışlayarak kurdukları dünyada çatışmayı meslek edinmeleriydi. Önemli üniversitelerin ona verdiği ödülleri de bu nedenle reddetmiştir, nedeni de bu kokuşmuş toplumun ve savaşçı zihniyetin kendisine ödül veremeyeceğidir.[3]

Feminizmini besleyen en temel şey ise eğitimdeki cinsiyetçi ayrımcılıklar ve eşitsizlikler olarak görülür. 19. Yüzyılın sonunda, Virginia 18 yaşındayken kadınlar ve erkekler arasında eğitimde derin bir fırsat eşitsizliği söz konusuydu. Bu onu çok üzmekte ve gelişimine olumsuz ket vurmaktaydı. Erkek kardeşleri en iyi üniversitelere giderken kendisi, babasının zengin kütüphanesiyle yetinmek zorunda kalmıştı. Sonunda 1920’de Oxford’a kabul edilmiş ama bu durum, kızlar olarak ayrı yerlerde daha düşük profilli ve onları aşağılayan erkek hocalardan ders almak zorunda olmasını gerektirmekteydi Kızlar diploma alabilseler de getirdiği imkân ve haklardan yararlanamamaktaydılar. Üniversitede kitaplığa giremememkte, erkeklerin yürüdüğü çimlerde yürüyememekteydiler.[4]

Ne var ki, filmde bu ayrıntıların hiçbirine değinilmemektedir. Fakat Virginia’nın kalemini mürekkebe batırarak azim ve arzuyla yazma sahnesi, otel odasındaki şimdiki zaman kadınının kitap elinde intiharı düşlemesi, sonra Mrs Dalloway’i kritik etmesi önemlidir. O, kendine aşırı güvendiği için herkes onu iyi sanmaktadır fakat aslında iyi ve adaletli biri değildir, tümör yüzünden hamile kalamadığı için hırçındır.  Filmde önemli sahnelerden biri de Virginia, kız kardeşi ve çocuklarıyla otururken tamamen yazmakta olduğu romanın içindedir ve bu artık ailede kanıksanmış bir durumdur. Yönetmen Virginia’nın istem dışı olarak kendi içine çekilişini görsel dile çok iyi aktarmış görünür. Bu görüntü tam da bir yazarın gerçek ve hayal arasından geçip başka boyuta geçtiği anları bütüncül olarak içerir. Laura’ya göre yazar şanslıdır, biri yaşadığı biri yazdığı iki hayatı vardır. “Kahramanımı öldürecektim ama vazgeçtim şimdi onun yerine başka birini öldürmekten korkuyorum” diyebiliyor Virginia. Bayan Dalloway kadının hayatı tek bir gündür der.  Ve o gün de bütün hayatıdır diye ekler. Bunu okur Laura. Tek bir an, tam o an, her şeyin mümkün olduğuna inandığımız bu an mutluluğun ta kendisidir. Tek bir andır mutluluk.

Yazarı derinden etkileyen 2. Dünya savaşına dair hiçbir ima bile olmamasını filmin fazla steril oluşuna işaret mi saymalıdır? Virginia daha önce de intihara kalkışmış, sesler duyuyorum diyerek kendini kaybetmiştir. Bu acıların ve yattığı akıl hastanesinin önemi hiç yoktur yönetmenin gözünde. İçinde yer aldığı edebi ortama dair de hiçbir belirti söz konusu değildir. Halbuki güncesinde görüştüğü, buluştuğu nice yazarlardan söz eder, yayıncı ve eleştirmen arkadaşlarını anlatır. Tartışmalı edebiyat ortamından tek bir buluşma sahnesi olsun çekilmiş olsaydı, film zenginleşir bir ağırlık kazanırdı. Filmdeyse sürekli yalnız yaşayan bir kadın olarak ele alınmıştır yazar. Başka bir film çekilirse misal, büyük hikâye yazarı Katrine Mansfield’le bir kafede buluşma sahnesi bekleyebilir seyirci. Virginia hikâyeci arkadaşıyla buluşmalarını, onu kritik ederken kocasının sus pus oturup, her koşulda hiçbir eleştiriye açık olamadan, ebeveyn kıskançlığı içinde karısına yanlılık yaptığını anlatır güncesinde.[5]

Kocası ruhu dinlenir, iyileşir düşüncesiyle onu Londra’dan koparıp sakin ve huzurlu Richmond kasabasına taşımıştır. Hatta kitaplarını yayınlasın, kendini dinlemekten vazgeçsin, oyalansın diye bir matbaa da satın almıştır. Karısına olan sevgisi uğruna yapmıştır tüm bunları. Fakat bu yapılanlar tam aksi sonuçlar vermiştir. Virginia yaşamak istemediği bir kasabada, sevmediği bir hayatı yaşadığını söylemektedir. Londra’daki kız kardeşinin sıkıcı dediği davetleri bile özlemiştir. Kocasının tercihlerinin aksine onun içindeki başka bir sesin bile Londra’yı özlediğini düşlemektedir. 

Filmde Virginia’nın eleştirmenliğinden de hiç söz edilmemiştir. Bir tek roman yazmamış olsaydı bile eleştiri yazıları nedeniyle İngiliz edebiyatında yine saygın bir yeri olurdu diyor bu konuda az sayıda uzmandan biri olan Mina Urgan. Sayısız kitap hakkında kritik yazıları kaleme almış ve bunun için büyük zaman ve enerji harcamıştır. Birçok tartışma ve polemiği de işte tam bu yüzden yaşamıştır.[6]

Richmond kasabası ona hiç iyi gelmemiştir. Filmde bu açık biçimde açığa çıkarılmıştır. “Doktorlar her gün benim için iyi olanların listesini yapıyorlar. Bunu sadece ben bilebilirim. Buraya iyi ol diye getirdiler ama burada sadece benim bilebildiğim bir karanlıkla savaşıyorum. Listeyi yapmak benim hakkım” dedi. Her gün kendini öldürme fikri ile yaşadığını söyler kocasına. “Banliyönün insanı uyuşturan boğuculuğu yerine başkentin vahşi sarsıntısını tercih ederim. En aşağılık hastaya bile kendi reçetesi hakkında fikri sorulur. Söz sahibi olma izni verilir. Böylece insanlığının sınırlarını belirler. Sadece senin hatırın için bu sessizliğin içinde mutlu olabilmeyi isterdim. Richmond ve ölüm arasında kalınca ölümü seçerim, hayattan kaçarak huzur bulamazsın” diyordu Leonard’a. Filmin kapanış cümlesidir bu. Virginia birçok yazar gibi yaşadıklarını romanlarının içine gizlemiş biridir. On üç yaşında annesini kaybetmesi, babasının eski eşinden olan ağabeyinin cinsel densizlikleri, savaş, kızlara yönelik ayrımlar daha nice olumsuzluklar onu derinden üzmüştür.

1912’de evlendiği eşi Leonard’ın, Woolf’un onu iyiliği için ama arzusu hilafına sakin bir kırsala götürmesi sonun başlangıcı olmuştur. İkinci dünya savaşının acıları, son romanı “Perde Arası”nı yazmakta zorluk çekmesi, yeteneğini kaybettiği düşüncesi, onu çıkmaza sürüklemiştir. Yazım tekniği bilinç akışına doğru evrilen yazarın sadece kadınlık meselesine eğildiği sanılsa da, o, romanlarında özgürlük, sınıfsal farklılıklar, nesnel gerçekliklerle tarihsellik konularına da eğilmiş ve modern insanın yazgısını kahramanlar dolayımında ortaya koymuştur. Bizler kadar düşünme yeteneğiniz varsa neden bir Shakespeare çıkaramıyorsunuz eleştirilerine karşılık “Kendine Ait Bir Oda” kitabında kadınlara şöyle seslenmiştir: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın ve erkekler ne der diye düşünmeden yazın.”

Sylvia Plath (1932- 1963)

2004 yapımı Sylvia filminin yönetmeni Christine Jeffs, genç şairin ruh halinin görsel dile nasıl aktarılabileceğini filmin açılışında birkaç saniye içinde gösterir. Yatarak ölümden söz eden genç bir kadının kapalı gözleri, rüzgârda sarsılarak yapraklarını döken büyük bir ağaç, sonra Londra sokaklarında hızla bisiklet süren genç kadın şair. Filmde bizi bekleyen her şeyi özetleyen bir giriştir bu. “Ölmek sanattır. Ben bunu oldukça iyi yapıyorum. Bu yüzden cehennemi yaşıyorum. Bir çağrı aldım diyebilirsiniz” diyor Sylvia, filmin en başında.  

Alman asıllı bir aileden geliyordu, fakat kendisi Amerika’da doğup büyümüştü.  Boston Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan babasını sekiz yaşında kaybetmiştir. İngiltere’de Cambridge Üniversitesinde öğrenciyken ilk şiirlerini dergilere yollamaya başlamıştır Sylvia. Zamanın bilinen ünlü genç İngiliz şairlerinden Ted Hughes ile tanışmanın hemen ardından aldıkları evlilik kararı Sylvia’nın annesini endişelendirmiştir. Ted’i tekinsiz ve güvenilmez bulmaktaydı ama bu birleşmeye engel olamadı, sadece damadını ona karşı daima nazik ol diye uyarabildi annesi. Kekler yapan, evini temizleyen Sylvia’yı küçümsüyordu Ted, ona şairliği için âşık olmuştu, yazması için baskı yapıyordu bu yüzden. Öte yandan bir yardımcıları yoktu ve evdeki işler yığılıyordu. Ted bisiklete binip yürüyüşler yapar, şiirler yazarken, Sylvia ailenin geçimi için kek yapıp satmaktaydı. Üstelik Ted, parlak bir şair olarak kadınlar arasında da çok popüler olduğundan kıskançlıklar ve kavgalar eksik olmazdı.

İlişkinin rayına oturması umuduyla kucaklarına aldıkları ilk bebek doğduğunda, Sylvia’nın ilk şiir kitabı “Colossus” da yayınlamıştır. Yayınevinin kitap için verdiği resepsiyona gazetecilerin ilgi göstermemesinden daha çok canını yakan kocasının bu resepsiyona katılmaması olmuştur. İkinci çocuğun da olmasıyla birlikte maddi manevi bütün sorumluluğun üzerine kalması, yoğun çocuk bakımı dönemi yıpratmaktadır şairi. Buna Ted’in başka bir kadın için evi terk etmesinin de eklenmesi zaten kırılgan ve naif olan ruhsal dengesini alt üst eden gelişmelerdir. Eve dönen kocasına o kadını bırakabilir misin diye sorduğunda ‘hayır yapamam’ cevabını alması adeta sonun başlangıcı olmuştur.

“Gerçek bana geliyor/Gerçek beni seviyor” dizeleri döner ekranda. Annenin düğünden sonra bir daha hiç görünmemesi, yaşamın desteksiz, paylaşmasız, yoksun ve gururlu bir havada sürmesi filmde içe işleyen bir silsile halinde devam eder. Burada bunalımların tek başına yaşandığı modern mesafeli yapayalnız hayata yakinen şahit olunur. Kendine kıymak isteği her seferinde çocuklarının masumiyetine çarpar ve vazgeçer. Tanrı, benim üzerimden konuşuyormuş gibi hissediyorum diyordu yalnızlığın içindeki parıldamalarında. “Uzun bir yola düştüm/Ay buradan görünmüyor.”

“Sırça Fanus” adlı otobiyografik içten ve saf romanını yazmaktadır bir yandan. Sakin bir yazımdı fakat kaynayan bir tencereydi aynı zamanda. Şiirlerine gereken kıymeti vermeyen dergi editörlerinden birine “bir insanın negatifi gibiyim katılığı ve cismi olan biri gibi hissedemiyorum” diyordu.  “Ya onu biri benden alırsa diye düşündüm/Bir şeyi çok düşününce olmasını sağlarsınız/Kenardayım/Uçurumdayım/O kadınım. Bu dizeler filmin akışında önemli bir yere dokunur.

Kocası çekip gidince çocuklarını yanına almıştır. Onlara ekmek sürmüş, sütlerini hazırlamış, onları beslemiştir. Mutfaktan çıkarıp üst kattaki odaya yerleştirmiştir. Sonra malum sahne devreye girer, hava gazını açmıştır. Cenaze arabası 11 Şubat 1963’te karlı bir yolda ilerlemektedir. Daha 1961’de kocasını ne kadar sevdiğini anlatmıştı BBC’ye. Şiirleini okumuş ve çok etkilenmişti. Onu şarkıcı, hikâye anlatıcısı ve tanrısal bir gök sesi olarak tasvir etmekteydi. Tanıştıktan birkaç ay sonra evlenmişlerdi, şiire birlikte devam etme sözüyle. Harika bir uyum yakaladıklarını düşünüyordu. Sonradan seni ben kafamda yarattım galiba diyecekti.[7] Çocukların akıbetlerini de yazmak lazımdır buraya. Kızı Frieda iyi yazar ve ressam olarak tanınmış, meşhur bir sanatçı olmuştur. Oğulları Nicholas Hughes ise genç yaşta kendini asarak yaşamına son vermiştir.[8]  

Aldatma yüzünden eşinden ayrılan Sylvia, çocuklarını alıp Londra’ya dönmüş ve tesadüf eseri daha önce büyük İrlandalı şair William Butler Yeats’ın yaşadığı evi kiralamıştır. Bu onu çok mutlu etmiş, yaşamı eline almak için mücadeleye girişmiş fakat başaramamıştır. Filmde ise bunlardan söz edilmemektedir. Film, karlı havada bir cenaze arabasının geçişiyle son bulmaktadır. Aslında gerçek bir dahidir, ölümünden birkaç ay önce yazdığı Ariel’deki yoğun şiirleri, ölüm yılında “Sırça Fanus”u yazabilmesi bile bunu kanıtlamaya yeter. Hughes, intihar için bu benim hayatımın sonu demiştir ama feminist kadınların aldatma ve ihmalkarlıkla bir kadını hem de çok kıymetli bir şairi öldürme suçlamasından kurtulamamıştır. Evli bir kadın olan metresi Assia Wevill’in de intihar etmesiyle suçlamalar daha da güçlenmiştir. Fakat ölümünün ardından Sylvia için yazdığı şiirlerle edebiyat mahfillerinden büyük ödüller almıştır. Kızları Frieda ise insanları, ailesinin meselelerini çerez niyetine eğlence için konuşmakla suçlamıştır. Sylvia’nın tek romanını kadınlar için yazdığını söylemesini de not düşmemiz gerekir. Toplumda kadınlara yardımcı roller vermeye çalışan telakkilere karşı, onların da yazar, şair, editör olabileceklerinin, romandaki yeteneklerinin altını güçlü bir şekilde çizmek istemiştir.    

Iris Murdoch(1919-1999)

Richard Eyre’in 2001 yapımı “Iris” filmi edebiyat profesörü Iris’in, Warten Üniversitesindeki konuşmasıyla açılır. “Eğitim mutluluk getirmez, özgürlük de öyle. Sadece özgürüz diye mutlu olamayız. Eğitim gözlerimizi ve kulaklarımızı açar, bize ışığın nerede gizlendiğini anlatır. Tarlalarda kuşların şakımasını dinlerken günün temiz havasını alabiliyorsak bu büyük bir varoluştur. İnsanlar duygularını anlatırken ters giden bir şey olur. Net olmaya çalışırsınız. Fakat dil insanı yarı yolda bırakır. Gerçekleri söylediğinizde ise dil tamamen yetersiz kalır.” Kocası John Bayley’e döner ve “gerçek sevgi ortada şüphe bırakmaz” der. “Sevenler başka varlıklara da sevgi gösterir. Hayvanlara bitkilere hatta taşlara... Mutluluk arayışı ise hayaldir. Her insan ruhu daha doğmadan saf şekiller görmüştür. Adalet, ılımlılık, güzellik ve yüce ahlak gibi... Bu şekillerin uzak anıları yüzünden iyi olana istek duyarız. Basit, sakin ve kutsal olana… Bir zamanlar safken ışık altında gördüğümüz şeyler gibi. Biz bütünüz, uzaklaşırsan bütünde delik açılır. Bir bütün parçalanamaz başka bir bütün oluşturur. Yeni romanımın konusu nasıl iyi insan olunur, nasıl özgür olunur.”

Film alzheimera yakalanan yazarın hatırlama ve unutma arasında gidip gelen bocalamasına, her koşulda yazmanın keyfiyetine eğilmektedir. Dolmakalemle yazdığı sahnede evin oldukça dağınık olduğu görülür. Eski bir hırka ve bildiğimiz ev kıyafetleri içindedir. Saçlar kısacık kesilmiştir. Kocası üstüne titrer, her an nasıl olduğunu kontrol eder ve yemek hazırlar. Iris bir yazarın başına gelebilecek en ağır acıyla sınanmakta, unutuş yüzünden artık şaşkınlığa yol açan, kafa karıştıran kelimeler arasından bir yol bulmaya çalışmaktadır. Yazar yazdıklarını silmeyi de bilir. Zor koşullarda sevginin başardıklarını anlatmaya çalışmaktadır. Iris’e göre pek çok sebepten insanlar sır doludur. Ama sıradan görünmeye çalışırlar. Herkesin gizlemek istediği düşünceleri vardır. Bazen de basit yanlarını gizlemek isterler. Zaaflarını, tutkularını, kabule yanaşmadıkları korkularını ve saplantılarını... Her karakter aşırılıklar barındırır. Romancının ayrıcalığı bunları ortaya çıkarma çabasıdır diye düşünmektedir.

Hastalığın başlangıcında durumu kabullenmek zordur. Belirtiler yemek yemeyi bile unutmaya varınca da yardım almayı reddetmiştir kocasından. Karanlığa yelken açmış gibiyim diyordu. John, ona konuş ve kelimeler aksın diyordu ve bu iyi olabilirdi. Iris, yanından hiç ayırmadığı not defteriyle denize açıldığında rüzgârın defteri dağıtması, sayfaların uçmaya başlaması burada oldukça iyi bir sahnedir. Bu sahne aslında sonunda kelimelerin uçup gideceğini, baştan beri söylediği bütünlüğün dağılabileceğini göstermektedir. Unutmayı da temsil etmektedir. Görsel dilin edebiyatla karıştığı unutulmaz bir sahnedir bu. Bu filmde de sosyal çevreden haberlere yer verilmemiştir. Hiç kimseyle iletişim söz konusu değilmiş gibidir. Artık bir kitabı imzalaması bile imkânsızdır. Çünkü gerekli kelimeleri hatırlayamadığı gibi bir kalemi tutması da mümkün değildir. Sis kaybolunca önünde bir uçurum uzanmaktadır artık. Kitaplarının adını dahi hatırlayamamaktadır. John, o artık kendi dünyasında, belki de hep bunu istiyordu diye mırıldanırken çaresizdir. Ev de giderek meczuplaşmıştır, yaşanmaz hale gelmiştir. Diyalogdaki ahenk, ikili ilişki ortadan kalkmış, herkes kendi ıssızlığına çekilmiştir. Filmde çizilen eş tablosu, Iris’in kocasından gördüğü ilgi, sevgi, anlayış ve destek olağanüstü olarak gösterilmektedir. Sonra yazarın yaşlı bakım evindeki sessiz ve sakin ölümü… Filmden geriye yazarın “yüce bir şeylere inanmak zorundayız” düşüncesi kalmıştır.  

Sonuç

Filmlerin hepsinde de yazarların özel hayatına, bir erkekle olan ikili ilişkilerine odaklanma öne çıkmaktadır. Ancak onların aile ilişkilerini, yazarları etkileyen, kitaplarına esin kaynağı olan çevreyi, edebi kamu ortamlarını yeterince hissedememekteyiz.

Jane Austen, Batı aydınlanmasının, dünyadaki derin alt üst oluşun, Fransız ihtilalinin tanığı olmuş bir kadındır. Bu konularda fikirleri olan, tanıdığı insanların devrim tarafından giyotine yollanışıyla sarsılan biridir. Filmde iletişim kurduğu yayın ve edebiyat mahfillerinden hiçbir izse bulunmamaktadır. Kitaplarına imzasını atamamış olması bile geçmemektedir hiçbir sahnede. Sylvia Plath, kimlerle görüşür edebi olarak hangi kitaplardan nasıl bir çevreden beslenir bu belli değildir. Kocasının doğal edebiyat çevresini de görememekteyiz. Sadece çömez bir yazara, baştan çıkarıcı bir stajyere kapılıp gitmesine yer verilmiştir. Gündelik hayatın meşakkatleri yüzünden yazmaya yeterince zaman ayıramayan karısına neden ev işlerinde ya da geçim meselesinde destek olmaya çalışmadığı muğlak kalmıştır. Sylvia, arkadaşlarıyla ölüm ve intihar üzerine konuşur, intiharın şiire karşı olduğunu söyler. Onlara ilk intihar teşebbüsünün tatlı ve sevimli bir detay olarak hissettiğini anlatır. Bu konudaki düşünceleri filmde işlenememiştir.

Virginia Woolf, İngiliz edebiyatına son derece hâkim, eleştiri yazılarıyla da tanınan biriydi. Bunalımlarının ötesinde edebi mahfillerdeki görüşme ve tartışmalarından sahneler izleyebilir, eserlerin nasıl ele alındığına, üzerlerine ne konuşulduğuna dair bir fikir edinebilirdik. Mesela ikili görüşmelerinden biri, önemli hikâye yazarı arkadaşı Katrine Mansfield ile kafe buluşmalarından biri olsa oldukça etkileyici olabilirdi. 2. Dünya savaşını yaşamış, savaşın acılarına tanık olup umutsuzluğu idrak etmiş biri olarak bu konuda söz alışı filmde işlenmeden kalmıştır.  

Iris Murdoch ise Dublin doğumlu, ailesinin tek çocuğu, önemli bir İngiliz romancı ve felsefecidir. Babası 1. Dünya savaşında askerlik yapmış, annesi ise Dublin’de şarkıcı olmak üzere eğitim almıştır. Murdoch, zamanın en iyi okullarında okumuştur. Oxford’a klasik İngiliz edebiyatı için gelmiş ama tarih ve felsefe okumuştur. BM içinde görev alarak mülteci kamplarında çalışmıştır. Üniversitede sanat ve felsefe dersleri vermiş, felsefe profesörü olmuştur. 1956’da evlendiği edebiyat eleştirmeni Prof. John Bayley onu ölümüne kadar ihtimamla korumuş ve sakınmıştır. Murdoch, felsefe yazıları da kaleme aldı ki bazı mahfillerde bunlar daha çok bilinir.  Öğrenciyken komünist parti üyesi olduğundan ABD’ye ödül almak için bile girememiştir. İrlanda meselesinde iki tarafın şiddetine de karşı durmuş, konuşmayı savunmuştır. Avrupa yolculuklarında Sartre ve Beauvoir ile tanışmış ve edebiyatı varoluşçuluktan etkilenmiştir.

Bu filmlerin çekilmiş olması başlı başına büyük bir kıymettir. Her bir film inceliklerle doludur. Yazıda dile getirilen beklentiler edebiyat ortamlarına ve yazarların esin kaynaklarına dair derin bir tecessüsün dışavurumudur. Elbette yeni filmler de çekilecektir ve özellikle kendi yazarlarımız beyazperdeye aktarılırken bu kritiklerin bir değeri olabilir. Bizim de her yönüyle ele alınması ve sinemaya aktarılması gereken kıymetli kadın yazarlarımız vardır. Öncelikle Halide Edip, Fatma Aliye ve Şükûfe Nihal üzerine kurgusal filmlerin yapılmasını temenni edebiliriz.

Kaynakça

Bathes, S., "Son of poets Sylvia Plath and Ted Hughes kills himself". The Guardian. London. Archived from the original on March 12, 2017.

Irvine, R, Jane Austen, Routledge, London, 2005.

Le Faye, D., Jane Austen: A Family Record,  Cambridge University Press, London, 2004.

Urgan, M.,  Virginia Woolf, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012.

Woolf, V.,  Bir Yazarın Güncesi, çev. Fatih Özgüven, Oğlak Yayınları, İstanbul, 1995.

"Sylvia Plath and Ted Hughes talk about their relationship"The Guardian. London. April 15, 2010. Retrieved July 9, 2010. Extract from the 1961 BBC interview with Plath and Hughes.

 

 

[1] Deirdre Le Faye, Jane Austen: A Family Record,  Cambridge University Press, London, 2004, s.51.

[2] Irvine, Robert, Jane Austen, Routledge, London, 2005, s. 15.

 

[3] Mina Urgan, Virginia Woolf, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012 s. 44. 

[4] Mina Urgan, Virginia Woolf , ss. 48-49.

[5] Virginia Woolf, Bir Yazarın Güncesi, çev. Fatih Özgüven, Oğlak Yayınları, İstanbul, 1995, s. 30.

[6] Mina Urgan, Virginia Woolf, s. 59.

[7] "Sylvia Plath and Ted Hughes talk about their relationship"The Guardian. London. April 15, 2010. Retrieved July 9, 2010. Extract from the 1961 BBC interview with Plath and Hughes.

[8] Stephen Bathes, "Son of poets Sylvia Plath and Ted Hughes kills himself". The Guardian. London. Archived from the original on March 12, 2017

 

Bu haber toplam 777 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim