Kim bilir, belki de Türkçe’yi o kadar kudretle bükmesini burada, nizamını yakından bilmediği bu sanatın gözü önünde, çıldırtıcı bir sağlamlıkla yükselişini göre göre öğrenmiştir. 1572 de, hocası ve hâmisi Kadızade ile Halep’ten döndüğü zaman elbetteki ilk Cuma namazını, bir vakitler temellerine, sütunlarına, şaşırtıcı mihrabına, Evliya Çelebi’nin kendisine has buluşu ile genişliğini, mermer döşemelerinin beyazlığını, “harem-i beyaz”, “ak yayla” diye anlatmaya çalıştığı be billûra benzettiği avlusuna, zafer kasidesi kapılarına uzun uzun bakmıştı. Belki de bütün imparatorluğun gururu olan mimara koşmuş, ellerine sarılmış;
“-İlâhi Sinan! Ey susan taşın ve konuşan hacimlerin şairi; ey maddenin uykusuna kendi nabzının âhengini hepimizin imanıyla beraber geçiren! Aydınlığı en bilgili terkiplerde eritilmiş madenler gibi yumuşatıp ondan zaferlerimize hil’atler biçen! Sen bu şehre bütün dünyanın kıskanacağı bir cami yaptırmakla kalmadın; insan düşüncesinin erişilmesi güç hadlerinden birini tespit ettin.” Demiştir. Hayır, elbette ki Bâkî böyle şişkin, böyle taklit dille konuşmazdı; ona daha basit, çok basit ve çok güzel, bir duaya benzer şeyler söylemiştir.
Devamı: http://www.izdiham.com/ahmet-hamdi-tanpinar-bes-sehir-kitabindan-bir-bolum/
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.