• İstanbul 16 °C
  • Ankara 17 °C

Ulu Hakan’a vefamızı böyle mi ödüyoruz?

Ulu Hakan’a vefamızı böyle mi ödüyoruz?
İslam Ansiklopedisi’nde yazdığına göre bu sevimli çeşme, dâhi sultanın yaptırdığı büyük Hamidiye su isale hattı ve şebekesindeki tam 148 hayrattan sadece biridir. Sadullah Yıldız yazdı.

Güzide şehrimiz İstanbul’un tarihî eserleri arasında hem sayıca hem nitelik bakımından mühim yeri olan tarihî çeşmelerin güncel durumları başlığının içini doldurmaya çalışıyoruz bir süredir. Bunu gezerek yapıyoruz, bir gezinti havasında.

Bu bir akademik yayın değil; dolayısıyla dikkatleri ve endişeleri bakımından da o ciddiyet ve açı beklenmemeli. Zaten yolculuğun başından beri (bkz: yolculuğun başı) birlikte İstanbul’u yürüdüğümüz ve artık, hemen hemen şehrin yarısını omuz omuza arşınladığımız sevgili okur da biliyor ki pek öyle abus bir havamız yok; tarihî çeşmelerimizin iç burkan hâlini görünce somurtsak da aslında harap çeşmeler arasında mekik dokumak birçok güzellik ve keyifli an'ın da karşımıza çıkması demek, her ne kadar yazıda birçoğunun bahsi geçmiyorsa da. Okur, verilen adresleri dolaştığında zaten bu minvalde geniş bir çevreyi adımlamış oluyor.

Bu yazının amacı ciddiyetten uzak gibi anlaşılmamalı elbette. Şu an yaptığımız şey büyük ölçüde ciddi aslında. Zaten durumun kendisi ciddi: Tarihî çeşmeler. Bugün heybemizde yine şehrin biraz o yanı biraz bu yanından sokaklar ve köşe başları var.

Dışarıda hafif bir rüzgâr var; bu demektir ki deniz kokusu almak her zamankinden daha zevkli olabilir. Unkapanı Köprüsü’nden Çamlıca’yı tembel tembel seyredebilir, o arada bir yandan balıkçıların tatlı ve sabırlı telaşlarını göz ucuyla süzerken diğer yandan masmavi denize karşı fotoğraf çekilme yarışına girenlerin gelip geçişine şahit olabiliriz. Manzaranın keyfini çıkarmak isteyenlerin ise en eğlenceli uğraşları, manevra yapıp ara sıra da korna çalan vapurların çıkardığı köpüklere bakıp hayal kurmaktır. Ben o sınıftan isem de burada çok oyalanmayacağım, biraz daha deniz havası çekip bir iki martı ciyaklaması da dinledikten sonra köprüyü geçebilirim.

Hiç tahmin etmediğiniz yerde ve anda böyle çıkıverir işte İstanbul’un hayratı

İlk çeşmemiz sağda bekliyor bizi. Yer Altı Camii’nin arkasında, Kemankeş Koca Mustafa Paşa Camii duvarında bulacağız onu. İlk bakışta çok sade bir güzelliği var gibi duracak ama öyle kenardan ve ürkek bakmayın, yanına yaklaşın bakalım.

Mustafa Paşa, çeşmesine, pek de alışık olmadığımız şekilde sade bir kelime-i tevhitten ibaret kitabe koyuvermiş. Hicrî 1195/miladî 1780’de yaptırdığı bu eser, ıslahatçı ve ciddi bir devlet adamı olan Paşa gibi vakur bir tavra sahip sanki. Ama işin içinde Osmanlı varsa incelik daima aranmalı. Alındaki kocaman istiridyenin dört bir yanı yaprak-çiçek, kâse içinde meyve motifleri, keza ayna taşının sağı-solu da iki istiridyeyle birlikte yine ince desenlerle bezelidir. Bu ince işçilikleri ortaya çıkaracak bir bakıma ihtiyacı var gibi duruyor.(1)

1.
2.
3.
4.
5.

Tramvayın kestiği yolun karşısına geçelim. Geçelim ancak bilelim ki acayip bir dünyaya adım atmak üzereyiz. Henüz bıraktığımız karşı taraftaki asortik ve aristokrat hava, bu birkaç adım ötede fakir ve garip bir atmosfere tahavvül edecek. İstanbul’da uzun yıllar oturup da buraya çok sonraları gelmiş ve Fermeneciler, Makaracılar, Yelkenciler boyunca izbe ve karışık dükkânların önünden yürümüşseniz şaşırıp kalırsınız, burası da mı İstanbul’a dâhil diye. Yaşlı ve bezgin ustalar kalın gemi zincirlerini tamir ederler, bir yandan balyoz sesleri diğer yandan birbirine sürtünen demirlerin cızırtısı.

Burası çoktan unutulmuş, ufak bir müdahalede bütün karmaşık ve uzun düzeneği aksayacak ancak dokunmazsanız kendiliğinden mucizevî biçimde sürüp gidecek devasa bir çorba gibi. Unutulmak birçok ayrıntı için de geçerli; sizi Galata istikametine ulaştıracak yollardan biri olanPerşembe Pazarı Caddesi’ndeki bu sevimli şey gibi (2). Hemen her ayrıntısı mahvolmuş bu çeşmeyi kurtarmak için belki de çok geç kalınmış. Söz edilecek pek bir durumu da yok gibi. Sanki yapılmasından razı olacağı tek şey, bir an evvel orayı terk etmem gibi bakıyordu.

Eğer çok aceleniz yoksa şehrin orijinal camilerinden birini, Arap Camii’ni görelim de öyle yola revan olalım. Pek tatlı bir planı olan bu yapının arka girişindeki aralıkta bir çeyiz sandığı gibi yanı başındaki ahşap dolabın dibinde duran iki ağızlı kutu şeklinde mermer çeşmeye merhaba deyin bu vesileyle (3). Hiç tahmin etmediğiniz yerde ve anda böyle çıkıverir işte İstanbul’un hayratı. İki musluk izi arasında manolya benzeri bir yaprak motifi dışında süslemesi olmayan bu güzelin keşke musluklarını sökmesek ve berbat etmeseymişiz şirin görüntüsünü. HayırseverPaşalızade Hasan Subhi Bey’e de vefamız sürseymiş.

Duvarda asılı altın yaldızla mektup kitabe ise başka bir sebile ait ve Ali Paşa tarafından yaptırılmış. Herhâlde biz yok etmeden önce bu civarda idi ki çeşme kaybolup geriye sadece kitabesi kalınca onu da kardeş çeşmesinin yanına getirmişiz. Bir hayli de eski. 1695 tarihli.

Caminin yanından tırmanan Abdussalah Sokak sonunda acı bir manzara bekliyor gözlerimizi (4). Arkası açılarak ve tepesine kat çıkarak, ön yüzünden de olabildiğince fazla aşağılanarak dört bir yandan kuşatılan bu çeşme artık yok hükmüne geçmiş. Dikdörtgen boşlukta kuvvetle muhtemel ki kimin vakfiyesi olduğunu söyler bir kitabesi varmış. Yarıya kadar asfalta gömülmüş ve kalan yarıyı görmeyelim diye çöpler bırakıyoruz önüne. Taş cephesinin hâli ise içler acısı.

Bu mabedin inşaatında çalışanlara alın terleri kurumadan ücretleri ödendiği için...

Yolun sonundaki Dik Sokak’tan yukarı tırmanmaya başlar başlamaz çıkacağınız küçük meydancık, İstanbul’da neyi ne zaman göreceğinizin hiç belli olmadığının kanıtlarından biridir. Burada sizi yarı yıkılmış binalar ve köhnemiş, cepheleri resimler ve grafitilerle donatılmış bir alan karşılar. İnsan bir anda kendi kendine sorular sormaya başlar ve lezzetli biçimde salaklaşır. Birbiri ardına, birbiriyle alakası olmayan sürprizler geliverir: Süleymaniye’nin hiç de fena olmayan bir manzarası, yeni yapılan Haliç köprüsünün düz bir görüntüsü, neye ait olduğunu bilemeyeceğiniz yüzlerce yıllık bir taş cephenin herhangi bir kıymeti yokmuş gibi çöplük içinde duruşu… şu köşede de kedinin biri güvercine yaklaşıyor sinsi sinsi, buralarda insan görmeyi bile beklemezken bir zenci yanıma yanaşıp bol aksanlı bir İngilizce’yle “yardımcı olabilir miyim?” demesin mi… Çok garip ama ilgi çekici enstantaneler.

Daha garibi için yokuşu bitirin ve Emek Yemez Camisi’nin küçücük haziresine göz atın. Toplam üç mezarın toplam üç mezar taşının toplam üçünün de sağlam olmaması bizim geçmişimize saygımızın bol bulunur örneklerinden biridir. Bu mabedin inşaatında çalışanlara alın terleri kurumadan ücretleri ödendiği için böyle sevimli bir ad konmuş camiye. 1590’da yaptırılmış. O insanların -mezar taşı küçüklüğünde bir mirasa dahi özenememiş- halefleri olmak bize birkaç gömlek büyük geliyor.

 

Devamı için: http://www.dunyabizim.com/Manset/23004/ulu-hakana-vefamizi-boyle-mi-oduyoruz.html

Bu haber toplam 1187 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim