• İstanbul 19 °C
  • Ankara 26 °C

Ego-sistemden Eko-sisteme: Çevre Bilincine Yönelişin Dinî Referansları

Ego-sistemden Eko-sisteme: Çevre Bilincine Yönelişin Dinî Referansları
Dr. Öğretim Üyesi Hacer Şahinalp yazdı.

Genel olarak çevre, insanın insanlarla, bitki ve hayvan gibi diğer canlı varlıklarla ve canlıların yaşamlarını sürdürdükleri ortamdaki hava, su, toprak gibi cansız varlıklarla olan ilişki ve etkileşimlerinin tamamıdır (Hamamcı,1997: 22).  Bu bağlamda çevre, oldukça kompleks ve iç içe geçmiş ilişkiler ağını ifade eden bir kavram olup, kişiyi etkileyen koşul ve durumların toplamı yani, insanı kuşatan her şeyi ifade etmektedir (Bayrakdar, 1992: 15; Keleş, 1992: 17).  İnsanın kendi eliyle ürettiği yapay ve sanal çevreyi de bu kapsamda değerlendirmek mümkündür.

Çevrebilim olarak Türkçe’ye çevrilen Ekoloji, canlılarla çevreleri arasındaki ilişki ve etkileşimi inceleyen bilim dalıdır (Görmez, 1997: 7). Terimin, önceleri sadece bitki ve hayvan topluluklarını ele alırken sonradan insanı da ele alarak zamanla genişlemeye uğradığı ve böylece biyolojinin bir alt dalı olmaktan çıkıp birçok bilim dalının ilgili olduğu bir alan haline geldiği söylenebilir (Kuzudişli, 2014: 146). Ekosistem ise canlı organizmaların birbirlerini ve canlı olmayan ortamları enerji transfer etmek suretiyle etkiledikleri ortamdır (Berkes & Kışlalıoğlu 1990:149). Kâinat, âlem, evren, doğa, tabiat gibi kavramlar da çevreyle eş ya da yakın anlamda kullanılan kelimelerdendir.

Çevre sorunları, insan faaliyetlerinin etkisiyle çevreye ait değerlerin zarar görmesi sonucu ekolojik dengenin bozulmasıyla ortaya çıkmıştır. Hava-su ve toprakta meydana gelen kirlilikler, bunun bir sonucu olarak hayvan ve bitki türlerindeki çeşitliliğin ortadan kalkması, dünya ve atmosferinin ısınması, buzulların erimesi, iklimlerin değişmesi, su kaynaklarının azalması, deprem ve yangınların artması, kıtlık, insan sağlığını tehdit eden faktörlerin çoğalması, kimyasal-nükleer atıklar bunlardan bir kaçıdır. Bütün bunlar yanlış karar ve uygulamalarına karşılık olarak insanın ruh, beden ve çevresinin verdiği olumsuz tepkilerdir. Ruh ya da zihin dünyasındaki bozulmalar başkaca yanlış kararların alınmasını ve uygulanmasını doğurmakta ve bu kısır döngü devam edip gitmektedir. Deprem, sel, çığ, heyelan, hortum, tsunami gibi jeofizikî olaylar (doğal tehlikeler), insanların çarpık kararları ve yanlış tutumları yüzünden birer afete dönüşmektedir. Afetler, doğal tehlikelerin ve insanî kırılganlıkların çakışmasının bir sonucudur (Pelling, 2003: 5; İnmez, 2012: 186). İçte, manevî çevrede baş gösteren sorunların fizikî çevreyi de etkileyerek riskleri afete dönüştürdüğü söylenebilir.

Genellikle nüfus yoğunluğu ve bu yoğunluğun beraberinde getirdiği kentleşme ve endüstriyel gelişim, sorunun kaynağı olarak görülmüş, çözüm olarak önerilen teklifler de bir başka kirliliğe neden olmuştur. Bu anlayışa göre, dünya nüfusunun hızla yükselmesi çarpık ve teknoloji-sanayi merkezli kentleşmeye; bu da çevre kirliliğine ve tahribine, söz konusu çevre sorunları ise siyasal iktidarların güçlü örgütlenmiş piyasa ekonomisine teslim olmasına, bunun bir sonucu olarak da insanların sadece kendi çıkarlarını düşünmeye, ötekine (kendi dışındaki her şey) karşı bencilce ve sadist duygularla yaklaşmasına ve tahakküm kültürünün yaygınlaşmasına yol açmıştır (Bookchin, l994: 181).

Sanayileşme ve kitlesel ölçekteki üretimin, toplumsal algılamadaki öncelikleri altüst ettiği, önceleri takdir, huşû ve saygıyla karşılanan doğanın insanların çıkarları için bir depo olarak görülmesine ve ölçüsüzce yağmalanmasına, bunun da insan ile yenilenmesine fırsat verilmeden sürekli tüketilen doğa arasındaki ilişkinin telafisi güç bir noktaya savrulmasına yol açtığı bir gerçektir (Evkuran, 2008: 36). Burada sorulması gereken önemli soru şudur: Bütün bunlar, hızlı nüfus artışıyla kendini gösteren teknik ya da olgusal problemler silsilesinin bir sonucu mudur yoksa manevî/zihnî ya da kültürel kirlenmenin bir uzantısı mıdır? Sorulması gereken ikinci soru ise “Çevre, insan merkezli bir yaklaşımla insan için yaratılmış, bizim dışımızda, emrimize amade, kendi kendine çalışan ruhsuz ve anlamsız bir makinadan ibaret olan sömürülmesi gereken bir araç mıdır yoksa bir parçası olduğumuz ve dolayısıyla her yönden kendisinden etkilendiğimiz, aynı kaynaktan gelip aynı amaca yöneldiğimiz, insanınkinden farklı da olsa bir ruhu, kalbi ve aklı olan, emanet nazarıyla bakılması gereken yaşayan büyük bir beden, bir organizma mıdır?” sorusudur.

Çevre sorunları, teknik ve yüzeysel olarak değil, öncelikli olarak çevreye yönelik bakışın düzeltilmesiyle ontolojik (varlıkbilim) bir düzlemde, insan doğasını da işin içine katan bir metafizikle tartışılmalıdır. Konunun özellikle din bağlamında ele alınması iki önemli katkı sunacaktır: Birincisi, dinlerin Tanrı, insan ve doğa arasında kurdukları ilişkinin çevre konusunda bütüncül bir bakışın geliştirilmesine yardımcı olması; ikincisi ise takdim ettiği metafizik sabiteler ve mutlak verilerle etik kaygıları bir üst değere (Tanrı) bağlayarak çevreye karşı ahlâkî duyarlılığın gelişmesine zemin hazırlamasıdır (Evkuran, 2008: 37; 2019: 184). Bu çalışmada İslam dininin çevre bilincinin oluşmasındaki katkısı, birbirine oldukça bağlı olan, çevrenin biri Allah diğeri de insanla ilişkisi açısından iki genel başlıkta değerlendirilecektir.

Allah’la İlişkisi Açısından Çevre

Tevhid

İslam’ın özünü tevhid, tevhidin özünü ise Allah’ın birliği, Allah’ı tek mutlak, yüce, yaratıcı, mülkün sahibi ve idarecisi olarak görmek oluşturur.  Allah ile yarattıkları arasında kuvvetli bir bağ olmakla beraber Yaratan ve yaratılan arasında farklılığın (ikilik) olması da tevhidin özündendir. Birisinin diğerine geçmesi, karışması ya da yayılması mümkün değildir (Farukî, 2006: 21, 27). Bir varlığı değerli kılan bizzat varlığının değerli olmasıdır. Her yaratılan, yaratılma ve Allah’a işaret etme açısından eşit bir öz-değere sahiptir. Bu anlamda insanla onun dışındaki âlem arasında bir fark yoktur. Allah kendi varlığını ve birliğini, insan ve kâinatın birliğinde gösterir: “Doğu da batı da Allah’a aittir. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 2/115) İnsan nasıl Allah’ın bir kulu ise insan dışında yaratılmış her şey de farklı formlarda yaratılmış Allah’ın kullarıdır. Hiçbir varlık O’nun kulu olmanın dışına çıkamaz. İnsana yapılan haksızlık kul hakkı olarak değerlendirildiği gibi insan dışındaki diğer varlıklara yapılacak haksızlıklar da “kul hakkı” olarak değerlendirilmekten kurtulamayacaktır. Bu tür bir haksızlığın, onun gerçek sahibine ve yaratıcısına karşı yapılmış bir haksızlık olduğunu da ayrıca vurgulamak gerekir.

Allah’a kulluk yapılan mekân olması yönüyle de çevre ayrıca bir kıymeti haizdir, bir öz değere sahiptir. Dolayısıyla, insanın içinde yaşam imkânı bulduğu ve bir ferdi olduğu çevresine bu bilinçle yaklaşması, saygı duyması aslında kendi benine ve yaratıcısına saygı duymasıdır. Çevre, kul olanın kulluk yapılana kulluk bilincini sergilediği alandır. Dolayısıyla bütün bir mahlûkat, insanın yaratıcısıyla arasındaki bir perde, bir engel olmaktan ziyade O’na ulaştıran bir vesile/araç, O’nu hatırlatan bir imkân, O’nu yansıtan bir ayinedir. Aracın amacın önüne geçmesi, onu perdelemesi ve hatta unutturması İslam itikadında “şirk” olarak nitelendirilmiştir. Şirk ise bir zihin dağılması, kişilik parçalanması, aklı yerli yerince kullanamamaktan kaynaklanan gönüllü bir kölelik halidir. Şirk de tıpkı küfür gibi bir bütün halinde yaratıcıya işaret eden kâinat delilinin üstünü örtmek, en hafif tabirle gizlemeye çalışmak, görmezden gelmektir. Tevhid, şirk ve küfür perdesini yırtarak insan “nazar”ını (basiret) keskinleştirir ve evrenin her bir unsurunda Bir’e işaret eden âyetlerin farkındalığını arttırır. Mülkün gerçek sahibi unutulduğunda ise ya mülk tanrılaştırılır (ifrat) ya da kişi kendini mülkün sahibi (tefrit) sanarak tanrılaşır. Tevhidin özünden sapıldığı her iki durumda da ekosistemden egosisteme sapmanın izlerine rastlamak mümkündür. Tevhid, bu tür bir ifrat ve tefritten kaçınmanın, orta yolu bularak istikamet üzere kalmanın adı olarak da değerlendirilebilir. 

İnsan, çevresini etkilediği gibi belki de daha fazla bir şekilde ondan etkilenir. Çevre, insanın karşısındaki bir “öteki” değil, onun temel bir unsuru ve ayrılmaz bir parçasıdır. İnsan için kullanılan “topraktan gelip toprağa gitmek” tabiri tam da bunu ifade etmektedir. Çevreye aracı bir nesne olarak değil, arkasındaki metafizik gerçeklik dikkate alınarak bakılmalı, insanı merkeze alan antroposentrik ya da egosentrik bir yaklaşımdan ziyade (Özdemir, 1998: 75) bütüncül, canlı ve kuşatıcı teosentrik bir yaklaşım gözetilmelidir. Böyle bir çevre anlayışı da ister istemez beraberinde manevi bir çevrecilik veya ekoloji anlayışını getirecektir (Bayrakdar, 1992: 62). Burada tüm canlı varlıklar, birbirinden bağımsız ve habersiz hareket eden hiyerarşik bir yapılanmanın parçası değildir; birbiriyle ilişkili, bütünle hareket eden eşit bireyler olarak birer yaşam öznesidir (Evkuran, 2008: 42). İnsan, doğanın üstünde ona tahakküm eden değil, onunla iç içe ve sürekli etkileşim halinde olan doğal bir varlıktır.  O, kendini çevrenin dışında ve üstünde gören pasif bir “gözlemci” değil, aktif ve dinamik bir "katılımcı"dır.

Evren tasavvuru konusunda Kopernik devriminin, Batlamyuscu teorinin aksine dünyanın ve insanın evren içindeki yeri ile ilgili anlayışlarda kökten bir değişikliğe yol açtığı söylenmektedir. Bu değişiklik, dünyanın evrenin merkezi olduğu dogmasından güneşin merkezde bulunduğu ve dünya ile birlikte bütün gezegenlerin güneşin etrafında dönmekte olduğunun anlaşılması yönünde gerçekleşmiştir. Kopernik devrimi dolaylı olarak, Hıristiyanlığın merkezde olduğu dogmasından Tanrı’nın merkezde olduğunun ve kendi dinimiz dahil bütün dinlerin O’na hizmet ettiğinin ve O’nun etrafında döndüğünün anlaşılmasına yönelik bir değişikliği de içermektedir (Yaran, 2018: 173).[1] Dünya nasıl diğer bütün gezegenlerin etrafında döndüğü evrenin merkezi değilse insan da canlı-cansız diğer bütün unsurların kendi etrafında döndüğü dünyevî bir merkez değildir. Ne evren dünyanın etrafında dönmekte ne de dünya bütün unsurlarıyla insanın etrafında dönmektedir. Burada söz konusu edilen insan, tevhid anlayışından uzaklaşmış, kendi benini (ego) ve arzularını merkeze koyan, “sahip olma” dürtüsüyle çevresindeki diğer bütün unsurlara tahakküm etmeye çalışan; özetle, diğer bütün duygu ve yeteneklerini dikkate almayarak arzu, istek, heva ve heveslerini önceleyen “Tanrılaşma temayülündeki” bencil insan tipidir.

Tevhid, bencilce duygularla yaşamı tek bir boyuta indirgemek yerine Allah’ın bütün varlıklara sunduğu müşterek bir lütuf ve ikram olarak görmektir. Yaşam formlarından her biri bir diğerinin yaşam hakkına saygı duymak zorundadır. Nitekim Kur’an, Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi örneğinden hareketle her nefis sahibinin yaşam hakkı olduğunu belirtmiş, bu hakkı sonlandırmaya yönelik her bir teşebbüsü (haksız yere bir nefsi katletmeyi) bireysel ve mevziî bir konu olmaktan çıkararak bütün insanların katli olarak değerlendirmiştir (el-Mâide 5/32). Burada “nefis sahibi” ibaresinin insanla kayıtlı olmadığının altını çizmek gerekir. Ayette dikkat çeken bir diğer husus, evrendeki her bir unsurun bir bütün içinde anlam ifade ettiği ve bütüne anlam kattığı; dolayısıyla bunlardan birine yönelik olumlu ya da olumsuz her bir girişimin bütüne yönelik bir etkiye sahip olacağının özellikle vurgulanmasıdır. Zira tevhid, çokluğu birlik ilkesi ışığında algılama yeteneğidir. Bunun içindir ki kişi, kendi hayat hakkına yapılan her bir saldırıyı nasıl bir tehdit olarak algılıyorsa, aynı şekilde bir üyesi olduğu varlık hiyerarşisinin herhangi bir parçasına yönelik menfi bir girişimi de aynı şekilde değerlendirmesi gerekir. Kendi hakkının selameti için bile olsa o buna mecburdur, mahkûmdur. Böylece çatışma alanlarını ortadan kaldırarak birlik ve bütünlük hissini kuvvetlendiren bir zihniyet oluşturmanın tevhid ilkesinin önemli bir hedefi olduğunu söylemek mümkündür.

Tevhid, kâinatın tüm farklılık ve çeşitliliğine rağmen mükemmel bir uyum içinde bir ve bütün olarak nasıl var edildiğine ve işleyişine dikkatleri çekerek, birlik ve bütünlük kadar çokluk ve farklılık kavramlarının önemine vurguda bulunur. Tabiattaki bio-çeşitliliğin muhteşem bir uyum ve ahenk içinde birlik-bütünlük oluşturması, kardeşlik ya da aidiyet (aile olma) kavramını bütün varlığı içine alacak kadar genişletir. Buna göre hangi varlık formuna sahip olursa olsun bütün âlem Allah’ın yaratığıdır.  Bu düşünce, “yaratılanı Yaratan’dan dolayı sevme”, saygı, sevgi, adalet, şefkat ve merhamet duygularını geliştirecek, çevresine karşı daha duyarlı kişiliklerin çoğalmasına katkı sunacaktır. Bundan dolayıdır ki “makâsıd-ı şerîa (Dinin gayeleri)”dan sayılan “canın korunması” ve “neslin korunması”  ilkelerindeki vurgunun sadece insanla sınırlandırılmayıp hayata anlam ve değer katan tüm varlıklara yayılması esastır.

Varlık âleminin belli bir gaye etrafında düzenli işleyişi tevhid ilkesinin en önemli destekleyicilerinden biridir (Eşʿarî, 1987: 84; İbn Rüşd, 1968: 70-77). Bu ilke sayesindedir ki kişi, evrende gördüğü kusursuz işleyişle gerçekleşen her şeyin kanun ve kurallarıyla birlikte tek bir kudret ve iradenin mükemmel bir eseri olduğunu görebilecektir (Düzgün, 2013: 100, 108-109). Bu sayede o, mülkün gerçek sahibini görerek sorumluluklarını hatırlayacak, var olan düzen, uyum ve dengeyi bozmak bir yana ona katkı sunmak için gayret sarf edecektir. Bugün birçok hayvan neslinin ve bitki türlerinin giderek yok olmasının, haklarının çiğnenmesinin en büyük sebebi, varlığı aynı potada birleştiren tevhid ilkesinin görmezden gelinmesi; bunun bir neticesi olarak bütünü dikkate alan ilişki ahlâkından uzaklaşılması ve faydacı bakış açısıyla çevreye parçacı yaklaşılmasıdır. Kur'an'a göre, hiçbir ayırım yapmaksızın ve derecelendirmeye tabi tutmaksızın (tevhid) yerdeki ve göklerdeki her şey, kâinattaki uyum ve birlikteliğin yadsınamaz bir parçası, Allah’ın varlığının ve birliğinin (tevhid) birer nişanesidir. Standardı belirleyen bir tek Tanrı’nın unutulması ise hevâların ilahlaştırılmasını; o da hevâlara kurban giden bir çevreyi, dolayısıyla yokluk ve yoksunluğu doğuracaktır. Zira zarar gören ya da yok edilen, insandan ayrı ve ondan tamamen bağımsız olan bir çevre değil, insanın bizzat kendisidir.

Allah’ın Varlığının Delili (Ayet) Olarak Çevre

İnsanın doğasının ve anlama kapasitesinin sınırlı olmasından dolayı Allah kendini ayetlerle/delillerle anlatır. Sözcük anlamı olarak ayet, kimsenin inkâr edemeyeceği kadar açık, kesin delil, alamet, nişan, işaret, emare, eser anlamlarına gelir. İçindeki bütün varlık formlarıyla beraber bütün bir evren, Allah’ın varlık, birlik ve sıfatlarına işaret ettiği için “âlem” diye isimlendirilmiştir (Teftazânî, 1991: 123). Kur'an'a göre, canlı-cansız evrenin her bir unsuru, Allah'ın varlığına götüren birer ayet, işaret ve delildir. İnsan, bunlara ne sadece yararlanacağı basit bir nesne gibi bakabilir ne onların fiziksel varlığına takılıp kalabilir ne de bunları yok sayabilir (Gâşiye 88/17; el-Hac 36. Krş. el-Mü'minûn 23/21).

Tanrı'nın varlığına dair geleneksel teolojik argümantasyon, her ne kadar büyük ölçüde spekülatif ve zihinsel bir kurguya sahip olsa da belli ölçüde tabiata dair izlenimlere dayanır. Her varlıkta, yaratana götüren işaretler vardır. Görülen varlıklar, görülmeyen en Yüce Varlığın işaretleri ve delilleridir. Dolayısıyla, kâinatta Allah’ın varlığının delilerini ve sıfatlarının yansımalarını görmekte ekoloji öne çıkmakta ve bu durum, ekolojik yaklaşımı temellendirmektedir (Ardoğan, 2012, 122). Kelam ilminin bilgi edinme yollarından biri akıldır. Akıl yoluyla elde edilen bilgi türlerinden biri de duyulur âlemden hareketle duyulmayanı elde etmeye yarayan “istidlâl”dir. İnsanın gayret ve çabası bu bilginin elde edilmesinde önemli bir role sahip olduğu için bu bilgiye kesbî ya da iktisabî bilgi de denilmiştir. İmam Mâtürîdî, “nazar” olarak isimlendirdiği bu yöntemin önemine vurguda bulunarak, kişileri gerçeğe vakıf kılıp isabetli yolu gösterdiğini ve böylece birtakım yanılmalardan kurtardığını söylemiştir (Mâtürîdî, 2017: 86-88). Nesefî de “nazar”ın, bütün öncüllerinin hevaya değil de akla dayanması şartıyla ilme götüren bir yöntem olduğunu ifade etmiştir (Nesefî, Tebsıra: I, 32). Nitekim kelâm ilminde kullanılan istidlal yöntemlerinden biri olan “istişhâd”, başka bir deyişle “el-istidlâl bi’ş-şâhid ale’l-gayb”, kâinattan (şâhid) hareketle Allah’ın varlığını (gayb) gösterme ve ispatlama girişimlerinden biridir (Mâtürîdî, 2017: 108-111; Topaloğlu, 1992: 49-107).

Kur’an’ın teşriî/tenzîlî ayetlerden olduğu kabul edilirse kâinatın da Allah’ın tekvînî ayetleri olduğu söylenebilir. Tenzîlî ayetlerin rehberliği olmadan tekvînî ayetler doğru ve isabetli okunamaz. Tekvînî ayetler, bütün bir kâinat ve o kâinata konmuş kanunlardır ki buradaki bütün oluşumlar Allah’ın varlığına ve birliğine, sonsuz kudretine delâlet eder.[2] Buna göre, gökler ve yer, bu evren ve orada olup bitenler, insanın bizatihi kendisi ve iç dünyası birer ayettir. Bunun anlamı, kâinatta hiçbir şeyin anlamsız, hikmetsiz ve başıboş yaratılmadığı, her şeyin anlam yüklü olduğu ve kendisinden ötesine işaret ettiğidir (Özdemir, 2006: 2, 14). 

Halk, fıtrat, gaye ve nizam, kozmolojik delil (hudûs, imkân, ilk neden ya da muharrik delilleri) ve sanat delili, Allah’ın varlığını kâinattan hareketle ispatlamak üzere ortaya atılan delillerden bir kaçıdır. Halk-İhtira delili, bütün yaratılanların Yaratıcısına işaret ettiğini enfüs ve afaktaki delillerden, yani var olandan hareketle açıklamaya çalışır. Hudûs ve imkân delili (Kozmolojik delil) de Allah’ın varlığını salt rasyonel ve spekülatif akıl yürütmelerle değil, bizzat evrenin gözlemlenmesiyle ispatlamaya gider (Sâbûnî, 2019: 53-61). Gaye ve nizam delili, kozmolojik delil gibi âlemdeki düzen ve gayeliliğe, sanat delili ise yaratılan her şeydeki ince sanata dikkatleri çekerek bu düzenin ve sanatın sahibine ulaşmayı amaç edinir. Kâinattaki her bir şey belli bir gayeyi gerçekleştirmek üzere mükemmel bir denge içinde yaratıldığından, bunu engellemeye ya da zarar vermeye yönelik her türlü girişimin bir hak ihlali olduğu gözden kaçırılmaması gereken önemli bir ayrıntıdır. İnsanın bütün bu delillerden hareketle Allah’ın varlığını ve birliğini kavrayacak yetenekte yaratılması da “fıtrat delili”ne işaret etmektedir. Gaye ve nizam (teleolojik) delili başta olmak üzere bütün bu istidlâl yöntemlerine genel bir isimlendirme ile “ekolojik delil” demek yanlış olmayacaktır.

“Ekolojik denge” kavramı, tabiatta bir düzen, varlıklar arasında bir ahenk ve insicamın olduğunu, her şeyin tabiatta belirli bir ölçü ve miktarda bulunduğunu ifade etmektedir (Bayrakdar, 1992: 20). Yaratılış itibariyle evrende ne bir eksiklik ve ne de bir fazlalık vardır; orada her şey yerli yerinde, tam bir denge, ahenk ve uyum içindedir (Nasr, 1988: 27). Allah, kâinatın rastgele değil belli bir düzene göre yaratıldığını “hak” ve “hikmet” kavramlarıyla belirtmiştir: “Gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri oyun ve eğlence olarak yaratmadık. Bunları hakikat ve hikmet çerçevesinde yarattık, fakat çoğu bunu bilmez” (ed-Duhân 44/38-39. Krş. ez-Zümer 39/5). Kâinattaki hassas düzen, ince ayar ve sanata dikkatleri çeken pek çok Kur’an ayeti bulmak mümkündür.[3] Bunlardan biri olarak; "Rahmanın yaratmasında bir düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de bak; bir çatlaklık görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz aradığını bulamadan bitkin olarak sana geri dönecektir" (el-Mülk 67/3, 4) ayeti örnek olarak verebilir. İsmail Râcî Farûkî ayeti destekler mahiyette şunları söylemiştir: “Evrenin doğasında muayyen bir tertip ve plan bulunur, yani maksatlıdır. Yaratıcısının hedefine hizmet eder ve belirli bir düzeni gerçekleştirir. Dünya boş ya da iş olsun diye yaratılmamıştır. Bir rastlantının eseri de değildir. En mükemmel bir şekilde yaratılmıştır. Var olan her şey kendine uygun bir ölçü içindedir ve belli bir evrensel amacı yerine getirir. Dünya gerçekte bir kaos değil bir kozmos, düzenli bir yaratılıştır, içinde Allah’ın iradesi daima tecelli eder” (Farûkî, 2006: 21).

İnsana düşen bu düzen, intizam ve uyumu muhafaza etmek, bozmamak, örnek alarak hayatına çeki düzen verme başarısını göstermektir. Fıtrat bunu gerektirir ve bu fıtratın da bozulmaması gerekir (er-Rûm 30/30). Fıtratın bozulması demek Yaratıcının kaybedilmesi, “heva ve hevesin ilah edinilmesi” (el- Câsiye 45/23), dolayısıyla da yaratılanlar(a yönelik değer ve saygın)ın kaybedilmesi demektir. İçindekilerle birlikte evrenin tamamı Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarını gösteren birer ayettir; dolayısıyla Allah’ın ayetlerine yönelik herhangi bir olumsuz yaklaşım ve tavrın Allah’ın bizzat kendisine yapıldığını söylemek abartı olmayacaktır. İçinde farklı yaşam formlarını barındıran tabiata zarar veren ve onları yok etmeye çalışan, aslında bilinçli ya da bilinçsizce Allah'ın varlığının delillerini yok etmeye çalışmaktadır.

Allah’ın İsim ve Sıfatlarının Mazharı/Eseri Olarak Çevre

Bütün ihtişam, sanat ve intizamıyla birlikte kâinat Allah’ın mülküdür;[4] O’nun var kılmasıyla varlık sahnesine çıkmış, O’nun isim ve sıfatlarının bir eseridir. İslam açısından varlıklardaki var oluş Allah’ın “hâlik”, hayatiyet ise “hayy”, “muhyî”, yeniden diriltmek üzere öldürmesi “mümît” sıfatının yansımasıdır. Bu hayatiyetin muhafazası ve yenilenmesi “hâfız” isminin göstergesidir. Mikro kozmostan makro kozmosa kadar bütün bir evren lisan-ı haliyle Allah’ın varlığını, birliğini, güzel isimlerini ve yaratmadaki eşsizliğini niteler. Bir ayine mesabesinde O’nun güzel isim ve sıfatlarını yansıtır. Kâinattaki ahenk ve uyumluluk, düzen ve estetik bir yandan Allah’ın yaratmadaki “sanat” ve “kudretini” gösterirken diğer yandan inceliklerinin ancak bilinçli bir gözlem ve nazar, bilim ve akıl yürütme sonucunda kavranacağı “hikmetini” gösterir. Bakabilen ve görebilen her nazar, her bir varlıkta O’nun birden çok isim ve sıfatının tezahürünü görebilir. Bunun içindir ki Kur’an bakmayı, görmeyi ve oradan birtakım çıkarımlarda bulunmayı (nazar) önemsemiştir: “Yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki (bu sayede) akledecekleri kalpleri, duyacakları kulakları olsun. Şu bir gerçek ki gözler körleşmez, fakat göğüslerdeki kalpler körleşir” (el-Hac 22/46). Bundan dolayıdır ki Kur’an, yerin ve göklerin yaratılmasında, gece ve gündüzün ardı sıra gelmesinde aklıselim sahipleri için ibretler (ayetler) olduğunu bildirdikten sonra kâinata ancak hikmet nazarıyla bakanların “… Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru” (Âl-i İmrân 3/190-191) diyebileceklerini aktarmaktadır. 

Evrendeki uyum ve düzen, ilahî ilim ve hikmetin sonsuzluğunu ve mükemmelliğini gösterir. Orada her bir unsurun bir diğerinin hakkını gasp etmeden mükemmel bir ahenk ve uyum içinde belli gayeleri gerçekleştirmek adına birbirinin imdadına koşması, yardımlaşması ilahî rahmet ve merhametin işaretidir. Kâinattaki hiçbir varlık bir diğerinin hakkını gasp etmediği gibi insanoğlunun da hakkını gasp etmez. Onun yaşam alanını sınırlamak ya da yaşam şartlarını zorlaştırmak bir yana Allah’ın teshir kanunun ve el-Mu‘în isminin bir gereği olarak hayatını en güzel şekilde idame ettirmesi için her biri bir koldan yardıma koşar. Fussilet suresinin 11. ayetinde belirtildiği üzere Allah’ın irade ve kudretine “isteyerek” râm olup üzerlerine düşen görevleri yapmakta bir an bile geri durmazlar. Doğadaki bu teavün, Allah’ın âdil, hâkîm, rahîm, latîf, vedûd başta olmak üzere daha pek çok isim ve sıfatının bir nişanesidir.

Evrenin insanın ruh ve beden sağlığını besleyecek, muhafaza edecek tarzda dizayn edilmiş olması, insanın muhtaç, zayıf ve fakir olduğunu göstermekle beraber, Allah’ın “ganî” ve “samed” isimlerine göndermede bulunur (Muhammed 47/38). Tabiatın birçok yönden insanoğlunun ihtiyaçlarını karşılayacak tarzda yaratılmış olması insan için bir kibir malzemesi değil, bir itaat, şükür, hamd vesilesidir. İnsana değer verildiğinin, insanın da verenin ve verilenin değer, kadr ve kıymetini bilmesi gerektiğinin bir göstergesidir.

Kur’an sadece insanın görevlerinden bahsetmemekte, evrendeki her şeyin bir rolü ve görevi olduğunu ayetlerle gözler önüne sermektedir. Bunlardan en dikkat çekeni “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. O halimdir, bağışlayıcıdır” ayetidir (el- İsrâ 17/44).[5] Bu ayet, başka bir yorumla, Allah’ın varlığını delillendiren, O’nun ilim, irade, kudret, inayet ve hikmetinin göstergeleri olan bütün bir varlığın lisan-ı hâl ile Allah’ı tespih ettiğini, yani zikrettiğini ve andığını da göstermektedir (İsfehânî, 1986: 324-325; Zemahşerî, t.y.: II, 451). Dolayısıyla her yok edilen ya da tahrip edilen varlık, Allah’ı anan bir varlığın yokluğu ve tahribi, insan yaşamını kolaylaştıran bir yardımcının işlevsizleştirilmesi ya da fesada uğratılarak fayda yerine zarar verici hale getirilmesi anlamına gelmektedir. “Rakīb” (gözetleyen), “basîr” ve “alîm” olan Allah’ın kirlenmiş bir kalp ve zihniyetle, egoistçe duygularla doğaya karşı negatif tutumlar sergilemeye devam edenlere karşı, “kahhâr”, “cebbâr”, “celâl” “saḫaṭ (suḫṭ)”, “muktedir”, “müntakım” gibi isim ve sıfatlarıyla muamelede bulunması, ilahî adalet ve hikmetinin bir gereği olacaktır.

Alışkanlık, şartlanmışlık ya da günah perdelerinden arınmış bir kalple bakan her nazar, ilim, irade, kudret, rahmet, şefkat emarelerini görmenin yanında kâinattaki muhteşem incelikli sanatı da görür. Allah’ın her bir sıfat ve ismi büyük bir sanatla bütün bir varlığa nakşedildiği gibi, en küçük biriminden en büyüğüne kadar varlığın her biri aynı muhteşem sanatla var kılınmıştır. Her bir varlık Allah’ın cemâl isminin bir ayinesi hükmünde, birlik ve insicam içinde ‘En Güzel’i işaret etmektedir. En güzel isimler (esma-i hüsnâ) Yüce Allah’a ait olduğu gibi en güzel isimleri yansıtan varlıklar da güzeldir. Bu estetik, ince nakış ve sanat, Allah’ın “el-Musavvir” ismini gören bir nazar ve dakik düşünceyle kemale erer. İnsana düşen, doğadaki bu güzellikleri ve ritmi fark etmek, arkasındaki sanatkârı hesabına sevmek ve değer vermek, onları muhafaza etmekle kalmayıp bio-çeşitliliğe ve sanata katkı sunmaktır. Bütün bunlar, hiçbir şeyin çirkin, boş ve abes yaratılmadığını, çirkinliğin bakış açımızdan kaynaklandığını, dolayısıyla temizliğe kalp ve zihin dünyamızla başlamamız gerektiğini gösterir. Bu anlamda çevremizle kuracağımız her türlü ilişki boyutunda hem maddî hem de manevî temizliğin önemini vurgulayan Allah’ın “Kuddûs (mukaddes, temiz olan) ismini zikretmek önemlidir. Kâinatta genel bir kaide olarak temizlik hâkimdir, insan da bu kaideye uymakla mükelleftir.

Allah’ın varlık âlemiyle ilişkili isim ve sıfatları, bir yandan Allah hakkında belli bir tasavvurun oluşmasına katkı sunarken diğer yandan özgürlüğüyle diğer varlıklardan farklı kılınan insanı sorumluluklarına davet etmektedir. Bu, kullarını her daim kontrol altında tutan (Ḳayyûm, Raḳīb, Mirṣâd) bir Yaratıcı’yla bu bilinçle yaşamını şekillendirmekle mükellef tutulan kulun karşılıklı ilişkisidir (Şahinalp, 2019: 1241). Kur'an bu ilişki boyutunu kâinatın tamamına yayarak nazarlara, Yaratıcının kudretini, ilmini, iradesini, celal ve cemalini yansıtan muhteşem bir kâinat tablosu sunmaktadır: "Bu kainatı biz boyadık (!), ne güzel boyadır (!) o ... " (Bakara 2/138).

İnsanla İlişkisi Açısından Çevre

İman-Amel İlişkisi ve Emir-Nehiy İlkesi

İman, inanılan yüce varlığa karşı huşu, sevgi, teslimiyet ve kuvvetli bir güven duygusu içinde bulunma halidir. O, güvenmenin yanında güven verme anlamını da içermektedir (Bk. Buhârî, “İman”, 4-5; “Rikak”, 26; Müslim, “İman”, 64-65). Mü’min bu güveni, ancak inandıklarını amele dönüştürmek suretiyle verebilir ve gösterebilir. Nitekim imanın ahlakî ve duyuşsal yönüne göndermede bulunan kalp fiillerinden ibaret olduğuna yönelik tanımlamalar, onun teoriye olduğu kadar pratiğe de önemli atıflarda bulunduğunu göstermektedir. İmanın teorik boyutu başlı başına değerli olmakla birlikte, Allah’ın insanı ve evreni yaratmadaki gayelerinin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Onun mutlaka pratiğe dönük bir yönünün olması gerekir. İslam inanç sistemi de teorik bir söylemden ziyade pratiğe dönük yönüyle dikkatleri çekmektedir. O inananlarından samimi, içten bir bağlılık ve bu bağlılığın pratik yansımalarını talep etmektedir. Böylece fikri, inancı ve davranışları arasında sağlam ve sarsılmaz bir örtüşmenin olduğu dengeli bir kişilik ve onu takip eden dengeli bir toplumun inşasını temel hedef olarak insanlığın önüne koymaktadır.

İman, merkezinde Allah’a yönelik sevgi ve saygının (iman/takva) olduğu bir değerler dizgesi ve eylem planı takdim etmektedir. Bu değerlerden biri de “çevre ahlakı”dır. Çevreye karşı gösterilecek sevgi ve saygı, Kur’an’da inananların bir vasfı olarak gösterilen takvanın da bir ölçüsü mesabesindedir. Bundan dolayıdır ki inanan kişi, imanının bir gereği olarak ekolojik sistemi bozacak davranışlardan kaçınır. O aynı hassasiyetle, içinde yaşadığı doğal çevreyi korumaya, temiz tutmaya, ona zarar verecek her türlü tutum ve davranıştan kaçınmaya azami dikkat gösterir (Ayğan, 2016: 871). Allah’a ve kitaplarına; dolayısıyla meleklerine, peygamberlerine ve ahiret gününe inanan kişinin, bu imanın bir sorumluluk ahlakına, dolayısıyla da hesap verilebilirliğe işaret ettiğinin bilincinde olması gerekir.  Bu bilinçle hareket eden kişi ancak Allah’a, kendisine, topluma ve çevreye karşı daha duyarlı ve pozitif bir tutum sergileyebilir (Şahinalp, 2019: 1234-1263).

Müslümanların oluşturduğu fırkalardan olan Harîciler, Mu‘tezile, Zeydiyye ve Ehl-i hadis önemine binaen ameli imanın bir parçası kabul ederken Mürcie ve Ehl-i sünnet, İslam toplumunu tekfir furyasından kurtarmak adına ameli imanın tanımına dâhil etmemiş ancak, onun öneminden bahsetmekten de geri durmamıştır. Ehl-i sünnete göre amel her ne kadar imandan ayrıysa da imanın kemale ermesi ve muhafazası için şarttır (Sâbûnî, 2005: 172; Beyâzizâde, 1996: 116). Dolayısıyla Allah’a iman eden kişinin bu imanın bir uzantısı olarak O’nun yarattıklarına karşı beslediği sevgi, saygı, huşû’ ve haşmet duygularını pratiğe yansıtması gerekir. Bunu gerekliliğe dönüştüren ilkelerden en önemlisi “emir bi’l-ma‘rûf nehiy ‘ani’l-münker”dir. Kur’an mü’min erkek ve kadınların birbirlerinin velisi olduğunu bildirdikten hemen sonra bunun bir gereği olarak iyiliği emredip kötülükten sakındırdıklarından bahsetmektedir (et-Tevbe 9/71). Başka bir ayette de bu niteliği, “orta/vasat ümmet yapılarak insanlara şahit kılınan” (el-Bakara 2/143) İslam toplumunun mümeyyiz vasfı olarak takdim etmektedir: “Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân 3/110).

Aklın ve şer‘in iyi, güzel ve faydalı gördüğü şeylerin yapılmasını teşvik anlamındaki “emir bi’l-ma‘rûf” tamlaması sadece iyiyi, güzeli ve hayrı istemeyi değil, bütün bunları gerçekliğe taşımayı ve bunun için gereken bütün adımları atmayı içerir. İslam açısından, halis bir niyetle daha güzel ve yaşanılabilir bir dünya inşa etmek üzere sergilenen her davranış, dinî bir değere sahiptir. Çevreye karşı yapılacak her türlü olumsuz girişimi engellemeyi de bu kapsamda değerlendirmek gerekir. ‘Asr suresinin 2. ve 3. ayetlerinde dünyada ve ahirette hüsrana uğramaktan kurtulacakların, iman edip salih amelde bulunan, hakkı ve sabrı tavsiye edenler olduğu vurgulanmıştır. Bu durumda İslam’ın hedefleri için sadece bireysel iyilik yapmak bile yeterli değildir; diğer insanları da iyilik yapmaya teşvik etmek için azami çaba sarf etmek gerekmektedir. İmanla amel arasındaki ilişkiyi betimlemesi açısından şu rivayet de oldukça dikkat çekicidir: “İmanın yetmiş küsür şubesi vardır. Bunların en üstünü ‘Lâ ilâhe illallâh’ sözüdür. En alt derecesi ise yoldaki eziyet veren şeyleri kaldırmaktır…” (Müslim, “İman”, 58; Buhârî, “İman”, 3; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 14; Nesâî, “İman”, 16; Tirmîzî, “Birr”, 80). Burada eziyet verici şeylerin yöneldiği varlık insanla kayıtlı olmayıp, canlı-cansız doğadaki her bir varlıktır. Dolayısıyla, hayvanlar ve bitkiler bir yana; havaya, suya ve toprağa karşı sergilenecek her bir olumsuzluğun imana yönelmiş negatif tutumlar olduğunun gözden kaçırılmaması gerekir. Bundan dolayıdır ki, hem kötülüğü engellemek (nehiy ani’l-münker) hem de iyiliği yaygınlaştırıp yerleştirmek (emir bi’l-ma‘rûf) imanın bir gereği, şubesi ve uzantısıdır. Ameli imandan sayan Mu’tezile, önemine binaen ilkeyi, beş temel esasından biri kabul etmiştir.

Kur’an imanın amelle tamamlanmasını sadece ahlâkî bir gereklilik olarak değil, bir görev ve zorunluluk olarak takdim etmiştir. Dolayısıyla, çevre duyarlılığı da bir tercih meselesi değil, sonunda mutlak bir mükâfat ya da cezanın olacağı, Allah’ın ve her bir zerrenin hakkının söz konusu olduğu bir zorunluluk alanıdır. Bu durumda insan, attığı her adımın hesabını vermek anlamında sorumludur. Kur’an, işlenen zerre kadar hayrın da şerrin de karşılığının mutlaka verileceğini söyleyerek insanları dikkatli olmaları konusunda uyarmaktadır (ez-Zilzâl 99/7-8). Benzer şekilde bir başka ayette, kadın-erkek ayırımı yapılmadan salih amel işleyen mü’minlerin hem dünyada hem de ahirette mükâfatlandırılacağı belirtilmiştir (en-Nahl 16/97). Söz konusu ayette salih amelin karşılığının “ona güzel bir hayat yaşatacağız” şeklinde ifade edilmesi, dünyada güzel bir yaşamın yolunun, onun her bir unsuruna karşı sergilenecek güzel muameleden geçtiğini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bütün bu karşılıklar, ahiret hayatıyla sınırlı olmayıp dünya hayatını da kapsamaktadır. Kime veya neye karşı yapılırsa yapılsın her iyilik ya da her kötülüğün ekolojik bir boyutunun olduğu ve sonuçlarının bumerang etkisiyle sahibine geri döneceği dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Hz. Peygamber’in şu sözü bunu güzel bir şekilde özetlemektedir: “Bir Müslüman bir ağaç dikerse (veya bir tohum ekerse) onun mahsulünden yenenler, mutlaka onun için sadakadır… Vahşi hayvanların yediği de sadakadır. Kuşların yediği de sadakadır. Herkesin ondan yiyip eksilttiği mahsul de onu dikene ait bir sadakadır” (Buharî, “Hars” 1, “Edeb” 27; Müslim, “Müsakat”, 7, 10, 12; Tirmizî, “Ahkâm” 40).

Mü’min, sadece inanan değil, inandığı değerleri pratiğe yansıtma gayretinde olan kişidir. Dolayısıyla o, çevreye karşı yapılan her türlü kötülüğe ve bu kötülüğün aktörlerine karşı bireysel ya da organize bir şekilde mücadele etmekle, gücünü aşan durumlarda ise devletin yetkili organlarını göreve davet etmek ve görev takibinde bulunmakla mükelleftir. Bu bağlamda iyiliği emretmek ve kötülüğü önlemek amacıyla kurulan "Hisbe Teşkilatı"nı ve burada görevli olan, çevrenin korunmasından ve temizliğinden, dolayısıyla kamu sağlığından da sorumlu olan “muhtesipleri anmak yerinde olacaktır. Günümüzde halktan alınan vergilerle ve belirli bir bütçeyle bu işleri yürütmekle sorumlu olan belediyelerin donanımdan uzak, eksik ve sorunlu olduğunu burada zikretmek gerekir. Onların boşluklarını sivil toplum kuruluşları gönüllü olarak her ne kadar doldurmaya çalışsa da bunun yeterli olduğunu söylemek yanlış olur. Sivil kuruluşların yanında güçlü siyasal iradenin varlığı ve gerekli hukuki düzenlemelerin yapılarak yürürlüğe sokulması büyük önem arz etmektedir. Çevre duyarlılığının bireyle sınırlı bir hassasiyet ya da çaba olmanın dar kalıplarından kurtarılarak topluma ve evrene yayılan bir bilinç, sorumluluk ve siyasî zorunluluğa dönüştürülmesi gerekmektedir.

Çevrenin İnsan İçin Bir Nimet ve İbret Olması

Barındırdığı bütün unsurlarıyla çevre insana pek çok açıdan faydalar sunmaktadır. Çevre insan için hem bir nimet hem de kendisinden dersler çıkaracağı ibret anlamında bir ayettir. Tabiat, insana dünyevî, biyolojik, bedenî vb. pek çok konuda faydalar, menfaatler sağlayan Allah tarafından insana bahşedilmiş bir lütuftur. O aynı zamanda insana manevî, teolojik, ahlakî vb. konularda dersler, delaletler, ibretler vererek epistemolojik, teolojik ve ruhsal gelişimine katkı sunmaktadır (Yaran, 2008: 125). Kur'an, insanın enfüs ve afakta olup bitenlere bakmasını, onlar üzerinde tefekkür etmesini, bunlardan gerekli dersleri alıp hayatına çeki düzen vermesini isteyerek bunların birer “ayet” ve “işaret” olduğuna vurguda bulunur. Kur’an bu durumu hayvanlardan hareketle şu şekilde açıklamıştır: “Sizin için hayvanlardan da alınacak ders vardır. Karınlarında bulunandan içiriyoruz. Onlarda sizin için daha başka faydalar da vardır…” (el-Mü’minûn 23/21. Krş. en-Nahl 16/5).

Bütün bir varlık âlemi, insanı kuşatan nimet ve imkânlar alanıdır. Kendini gerçekleştirme ve kemale erme serüveninde insanı destekleyen, Rabbini hatırlatan, sorumluluklarına işaret eden, ibret ve ilham kaynağı olan hatta yeri geldiğince haddini bildiren fırsatlar meydanıdır (Martı, 2021). Hem maddî hem de manevî birçok ihtiyaç çevreden giderilmektedir (en-Nahl 16/5-8). Kur’an tarafından “teshir (boyun eğdirme)” olarak nitelendirilen kanuna göre evren, faydalanabilmesi için insana boyun eğdirilmiştir. Bunu ifade eden ayetlerden birkaçı şu şekildedir: “Allah'ın gökte olanları da yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? ...”  (Lokmân 31/ 20. Krş. İbrâhîm 14/32-33; el-Câsiye 45/13), “Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı sizin istifadenize [sizin hizmetinize] vermiştir. Bunda aklını kullananlar için ibretler vardır. Sizin için yerden türlü renklerde bitirdiği şeyler de böyle. Bunda da düşünen kimseler için ibret vardır” (en-Nahl 16/12-13). İnsana tanınan bu imkân, onun çevreye karşı despotça hareket etmesi için değil, yeryüzünü imar etme görevini yerli yerince yapabilmesi için verilmiştir. Dolayısıyla insanın bunları sorumluluklarını yerine getirebilmesi için kendisine verilmiş bir kolaylaştırma ve bir lütuf olarak görüp ona göre davranması gerekmektedir.

Kur’an, insana hitap ettiği için doğal olarak insan, insanın yapıp etmeleri ve ihtiyaçları daha fazla vurgulanmıştır, ancak yerde ve gökteki bu nimetlerin sadece insan için değil, bütün canlılar için var kılındığı bizzat Kur’an tarafından şu şekilde dile getirilmiştir: “O yeryüzünü canlılar için meydana getirmiştir” (er-Rahmân 55/10). Bundan dolayıdır ki insanoğlu çevre üzerinde kendi mülkü gibi istediği şekilde tasarrufta bulunamaz. O, mülkün sahibi olmadığı gibi kendisinden başka canların da hakkının var olduğu bilinciyle hareket eden, nimetlerin hakkını vermekle mükellef bir emanetçidir. Çevrenin sunduğu imkânları yerli yerince kullanmak, temiz tutmak ve israf etmemek, kendisi dışındaki her şeye hakkaniyet ölçüleri içerisinde şefkat ve merhamet göstermek bu görev ve zorunluluklardan bir kaçıdır.

Çevre aynı zamanda düşünen insanlar için bir akıl yürütme kaynağı ve insanların 'nereden geldik, nereye gidiyoruz?' gibi büyük varoluşsal ve metafiziksel sorularını cevaplamalarında ders alacakları önemli rehberlerinden biridir (Yaran, 2008: 128-129). Kur’an tarafından bu durum çevre üzerinden şu şekilde verilmektedir: “Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanlara fayda veren yüklerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökten indirerek onunla ölü haldeki toprağa can verdiği ve orada her çeşit canlının yetişmesini sağladığı yağmurda, rüzgârlar ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirip yönlendirmesinde aklını kullanan bir topluluk için elbette deliller vardır.” (el-Bakara 2/164. Krş. Âl-i İmrân 3/190; er-Rûm 30/20-25, 46; eş-Şûrâ 42/29). Keza geçmiş kavimlerin işledikleri kötülüklerden dolayı başlarına gelenlerden ders çıkarılması da çevre üzerinden dikkatlere sunulmuştur: “Yeryüzünde gezip dolaşın ve bakın…” (el-Ankebût 29/20), Yeryüzünde gezip de kendilerinden önce yaşamış olanların âkıbetlerini görmezler mi?...” (er-Rûm 30/9; el-Mü’min 40/82; el-Fâtır 35/44), “…Yeryüzünde gezin; peygamberleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu görün.” (en-Nahl 16/36. Krş. Âl-i İmrân 3/137; el-En‘âm 6/11; en-Neml 27/69), “Can yakıcı azaptan korkanlar için o beldede bir işaret, bir kalıntı bıraktık” (ez-Zâriyât 51/37. Krş. el-Hicr 15/75-79; el-Hacc 22/45-46).

İnsanın Halife ve Sorumlu Olması

İnsan, kendisine verilen seçme hürriyetiyle (ihtiyar) sorumlu bir varlıktır. Bu özgürlük, bencilce duygu ve arzuların tatmini için kullanıldığında ahsen-i takvimden esfel-i sâfiline düşüşe yol açmaktadır (et-Tîn 95/4-5). Kur’an insanın düşüşüne neden olan özelliklerini şu şekilde sıralamıştır: Zalim (İbrâhîm 14/34; el-Ahzâb 33/72), aceleci (el-İsrâ 17/11; el-Enbiyâ 21/37; ez-Zuhrûf 43/15; Abese 80/17; el-Âdiyât 100/6-7), zayıf (en-Nisâ 4/28), cimri (Âl-i İmrân 3/180; et-Tevbe 9/76; el-İsrâ 17/100), kavgacı (el-Kehf 18/54), tatminsiz (el-Fussilet 41/59), ahdini bozan (Âl-i İmrân 3/77), arzusunun esiri olan (el-Furkân 25/43), azgın (et-Tevbe 9/10), emanete ihanet eden (Âl-i İmrân 3/75), fesat çıkaran (el-Bakara 2/205), gâfil (Yûnus 10/92), kalbi katılaşmış (el-Bakara 2/74), kalbi mühürlü (el-Bakara 2/7), çok zalim ve çok cahil (el-Ahzâb 33/72), nankör (İbrâhîm 14/34; el-Hacc 22/66), şımarık (Hûd 11/10)… Ekolojik sorunların birincil kaynağı insanın sahip olduğu, daha doğrusu sahiplendiği (kesb) bu olumsuz özelliklerdir. Söz konusu özellikler insanda doğuştan baskın bir şekilde bulunmamaktadır; o tercihlerinin ve bu doğrultudaki eylemlerinin bir sonucu olarak bu şekilde vasıflanmıştır. Kur’an, bu olumsuz özelliklerinden uzaklaştırmak adına insanın başıboş bırakılmayacağını söyleyerek (el-Kıyâme 75/36) onun önüne “imtihan” gerçeğini koymuştur: “O hanginizin daha güzel amelde bulunduğunu denemek (ortaya çıkarmak) için ölümü ve hayatı yarattı” (el-Mülk 67/2. Krş. el-Bakara 2/155; Âl-i İmrân 3/180; el-Enbiyâ 21/16, 35).

İnsanın imtihan edildiği gerçeği, onun yapıp ettiklerinden sorumlu olduğunu ve bunun hesabını mutlaka vereceğini göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in bu konuda, “Her biriniz çobansınız (yönetici) ve her biriniz sorumlu olduğunuz şeylerden hesaba çekileceksiniz…” (Buhârî, “Nikâh”, 81; Müslim, “İmâret”, 20) şeklindeki sözleri oldukça önemlidir. Kur’an, bu sorumluluğu pekiştirme adına insanın “halîfetü’l-arz” (Bk. el-Bakara 2/30; el-En‘âm 6/165; Yûnus 10/73; en-Neml 27/62; Fâtır 35/39; Sâd 38/26) olduğunu ve pek çok varlıktan üstün kılındığını[6] bildirmiştir. İnsanın bu şekilde vasıflandırılması onun yersiz böbürlenmesi, kendini diğer varlıklardan üstün görmesi için değil, sorumluluk üstlenerek imar görevini yerine getirebilmesi içindir. O, tabiat üzerinde bir despot olarak tahrip edici değil bir emanetçidir. Dolayısıyla yeryüzü de onun üzerinde istediği gibi at koşturacağı bir alan değil, kendisine emaneten verilmiş güzelleştirip ma’mûr edeceği bir sorumluluk ve imtihan alanıdır (Hûd 11/61). O, kendisine verilen bu yeteneklerle halife olmaya yakışır bir şekilde var olan dengeyi bozmadan[7] onunla uyumlu bir şekilde varlık âlemine katkı sunmakla mükelleftir. Kendisine verilen yetenekleri kullanmayarak görevinde kusur ve ihmalkârlıkta bulunması durumunda insanoğlunun aşağıladığı hayvanlardan daha aşağı duruma düşeceği bildirilmiştir (el-A‘râf 7/179). Zira üstünlük, verilen yetenekler ölçüsünde sorumlulukları yerine getirmededir. Dolayısıyla insanoğlu, her ne kadar kendisine verilen yeteneklerle hayvanlardan üstün konumda olsa da görev ve sorumluluklarını yerine getirmediği müddetçe bu konumunu kaybedecektir. Bu durumda görevinde kusurda bulunmayan hayvan ve diğer varlıkların, üzerine düşeni yapmayan her bir insandan daha üstün olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

İnsanın görev ve yükümlülüklerini belirleyen önemli kavramlardan biri “emanet”tir. Kur’an, insanın bunu gönüllü olarak üzerine aldığını bildirmektedir: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir” (el-Ahzâb 33/72).  Ayette zikredilen “emanet”, insan sorumluluğuna vurguda bulunan halifelik görevidir (el-En‘âm 6/165; Yûnus 10/14; en-Neml 27/62). Bu görev, sunduğu imkânlar açısından cezbedici görünse de yüklediği sorumluluklar açısından oldukça ağırdır. Kur’an yukarıdaki ayetle, halifelik makamını bir sorumluluk ve görev alanı olarak değil de böbürlenme aracı olarak görmeyi zalimlik ve bilgisizlik olarak nitelemiştir. Zulmün sonucu ise yeryüzünün fesada uğramasıdır: “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor” (er-Rûm 30/41). “Hâkimiyeti ele aldığında ise ülkede bozgunculuk çıkarıp ürünleri ve nesilleri yok etmeye çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez” (el-Bakara 2/205). İşlenen bu zulüm ve fesadın faturası, büyük bir kısmı ahirete ertelenmek suretiyle, bu dünyada yine insana çıkarılacaktır. Bugün sağlık (ruh-beden) ve beslenme başta olmak üzere insanlığın karşı karşıya geldiği felaketlerin sebebi düşünüldüğünde ayetlerdeki uyarıların önemi daha iyi anlaşılmaktadır.

Halife olmak, öncelikle bozgunculuk (fesad) yapmamayı hem kendisinin hem de kendisi dışındakilerin yol açtığı fesadı ortadan kaldırmayı, sonrasında ıslah ve imar işleriyle Allah’ın insanoğlundan beklediği gayeleri gerçekleştirmeyi gerektirir. Bozgunculuk yapmamak, Allah’ın evrene koyduğu mükemmel dengeyi korumak/bozmamak; yani “haddi aşmamak”tır. Islah ve imar, hak ve adaletin muhafazasıyla ancak mümkün olur. Hak ve adaletin zıddı olan “zulüm”, kime/neye karşı yapıldığı fark etmeksizin, fesadın en genel anlamdaki örneğidir. Kur’an, hak, adalet ve insaf ölçülerinin bozulmasını “bağy” ve “israf” olarak nitelemiş ve yeryüzünü fesada sürükleyen önemli etkenlerden saymıştır. Yeryüzü kaynaklarının kendisini yenilemesine bile müsaade etmeden dengesiz ve müsrifçe kullanımı sonucu kıtlık, kuraklık ve kirlilik baş göstermiş, bunlar da çeşitli felaketlere yol açmıştır. İslam bunun karşısına ibadetlerde bile esas olan “tasarruf ve temizlik ilkesini” koymuştur.

İslam, manevî-içsel temizliği bir ön koşul kabul ederek fizîkî çevrenin temizliğini garanti altına almaya çalışmıştır.[8] Temizliği öncelikle insanın ruh ve zihin dünyasından başlatan İslam dini, bu temizliği maddi boyuta taşıyarak birbirini destekleyen çok yönlü temizlik anlayışını bir ilke olarak benimsemiştir. Hz. Peygamber’in Allah’tan aldığı ilk emirler arasındaki “Elbiseni temiz tut. Kötü/pis şeyleri terk et!” (el-Müddessir 74/4-5) âyeti, konunun hassasiyetini göstermesi açısından önemlidir. Hz. Peygamber de “Temizlik imanın yarısıdır” (Müslim, “Tahâret”, 1; Tirmizî, “Daavât”, 86; İbn Mâce, “Taharet”, 3) şeklinde buyurarak bu önemi teyit etmiştir. Evrene hâkim olan temizlik ilkesini bozan tek varlık, kendini üstün gören insanoğludur.

Denge üzerine kurulu dünyada dengeyi muhafaza etmek adına Kur’an, insana kaynakları verimli kullanmayı emrederek tasarruf konusuna büyük önem atfetmekte, “Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez” (el-A’râf 7/31) ve “Yine o iyi kullar, harcama yaptıkları zaman ne saçıp savururlar ne de cimrilik ederler; harcamaları bu ikisi arasında mâkul bir dengeye göre olur” (el- Furkân 25/67) şeklinde buyurarak hem genel hem de özel alanda çok önemli iktisadi bir ilkeye parmak basmaktadır. Kur’an’ın önerisi, cimrilikle müsriflik arasında orta yolun bulunup ona göre davranılmasıdır. O, dengenin kaybedilmesi durumunda mutlak bir hayıflanma ve kınanmanın olacağını bildirerek insanları hem kendi hem de başkalarının geleceğini tehlikeye atmamaları konusunda uyarmaktadır (el-İsrâ 17/29). Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber,[9] ibadetlerde maddî ve manevî temizliğin esas olduğunu bildirmekle beraber, temizlikte de esas kaidenin israfa kaçmama olduğunu abdest örneğinden hareketle açıklamış, akmakta olan nehir kenarında olunsa dahi israftan kaçınılması gerektiğinin altını çizmiştir (Buhârî, “Libâs”, 1). Bütün bunlar dikkate alındığında insana düşen, kendisine verilen güç ve yetkiyi, yeryüzü kaynaklarını kötüye kullanmak için değil, insan onuruna yaraşır bir şekilde dünyayı imar etmek için kullanmasıdır. Tabiat ve onun kaynakları Allah’ın insana bir lütfudur (Lokmân 31/20), insandan Allah’ın lütfuna karşılık şükretmesi ve bozgunculuk yapmaması istenmektedir (İbrahim 14/32-34).

Çevre Bilincinin Güncel Değeri

Çevreye yönelik duyarlılık ve bilincin oluşmasına dair adımların atılması ve bu yönde çalışmaların yapılması çevreyle ilgili sorunlar sürdükçe güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyecektir. Çevre sorunları da maalesef insanoğlunun bencilce duyguları gemlenmediği, bu konuda sıkı tedbirler alınmadığı müddetçe devam edecektir. Hava, su, toprak, gürültü, ışık, besin kirliliği ve radyoaktif kirlilik bugün yüz yüze olduğumuz ve sağlığımızı ciddi anlamda tehdit eden, yaşam kalitemizi düşüren insan faktörünün ön planda olduğu çevre sorunlarıdır. Bu sorunlar, çevrenin kendini yenileyebilmesini ve devamlılığını engellemektedir. Bundan dolayı da çevremiz gittikçe kirlenmekte, doğal kaynaklarımız da gittikçe tükenmektedir. Güvenli, yaşanabilir ve sürdürülebilir bir dünya için bütün bu kirliliklerin giderilmesi, doğal kaynakların hoyratça sömürülmesinin önüne geçilmesi gerekmektedir. Çevreye karşı düşmanca, gaddarca ve bencilce tutumlardan vazgeçilmeli; şefkat, merhamet ve hikmet nazarıyla yaklaşılmalıdır.

İnsanın Allah, kendisi, diğer insanlar ve çevresiyle ilişkisi şeklinde kategorize edilen ahlâkî ilişki boyutlarının her biri bir diğerine sıkı sıkıya bağlı, birbirinin aynası mesabesindedir; birindeki bozukluk ya da gevşeklik ötekindeki bozukluk ve gevşekliğin göstergesidir. Bütün bu ilişki ağının sağlam ve sağlıklı bir şekilde ilerlemesi için alt birim olarak görülen ya da çoğu zaman görmezden gelinen, “uzak öteki” olarak isimlendirdiğimiz çevreyle kurulacak ilişkinin de sağlam bir zemine oturması gerekir. Kişinin kendisi, Yaratıcısı ve diğer insanlarla barışçıl ve huzur soluklayan bir ilişki içinde hayatını sürdürebilmesinin önemli koşullarından biri bunu gerçeklik boyutuna başarıyla taşıyabilmesidir. Yani kişinin çevresiyle ve onun parçası olan her bir unsurla dengeli bir ilişki içinde olmasıdır. Bundan dolayıdır ki Kur’an, evrende mükemmel bir dengenin olduğunun ve bozulmaması gerektiğinin altını önemle çizmiştir. Mevcut dengenin muhafazası için fesad ve bozgunculuk yapmamak (el-Bakara, 2/205), israftan kaçınmak (el-En’âm, 6/141; el-A’râf, 7/31), emanete riâyet etmek (Âli İmran, 3/161; el-Enfâl, 8/27), davranışlarda aşırıya gitmemek (Hûd, 11/112) vb. gerektiğini önemle vurgulamıştır.

Çevresiyle sağlıklı ve barışçıl bir ilişki kuran duyarlı kişiler, zerresinden küresine kadar evreni, vazgeçilemez kıymetli parçalardan oluşan bir bütün olarak görür ve ona gereken değeri gösterir. En küçüğünden en büyüğüne kadar başkasının haklarına saygının yolu da evrenin diğer unsurlarına karşı duyarlılıktan geçer. İnsanı bu konuda eğitecek en etkin merci’ ve onu buna yönlendirecek, motive edecek güç ise ilahî buyruklardır. İslam’ın iman esaslarının her biri bu anlamda sadece bu dünyaya yönelik fayda temelli bir ahlaktan ziyade Yaratan ve yaratılanı bir bütün halinde dikkate alan, bunu ibadete dönüştüren kuvvetli bir ahlakı esas alır. Maneviyatla kuvvetlendirilmiş ahlâkî bir eğitimle ancak fizikî çevrenin ve dolayısıyla insanın korunması garanti altına alınabilir. Bununla beraber hem fizikî hem de manevî çevre krizini aşmak için iç (dinî ve ahlakî değerler) ve dış denetim (devlet/hukuk) mekanizmalarının birlikte ve bir bütün olarak devreye sokulması büyük önem arz etmektedir (Öner, 1995: 3-7).

Sonuç

Çevre bilincine yönelik son zamanlarda farklı alanlarda yapılan çalışmaların hız kazanması, söz konusu alandaki hassasiyetin artmasından ziyade çevre sorunlarının ulaştığı tehlikeli boyutları göstermesi açısından önemlidir. İnsan faktörünün bu sorunlarda önemli bir rol üstlendiğinin fark edilmesi olumlu bir gelişme olmakla beraber, sorunların nedenlerini tespit ve çözüm adına atılan adımların yüzeysel ve teknik olması, esas nedenlere bir türlü inilmemesi ve çözüm adına gerekli adımların atılmasında isteksizce davranılması problemi daha da katlamış ve çözümsüz hale sokmuştur.  Çevreye yönelik tahribatın, sınırları aşarak dünyanın geleceğini tehdit eder boyutlara ulaşması, çok yönlü bir işbirliği ve eşgüdüm ortamını gerekli kılmaktadır.

Ekolojik sorunların kapsamının her geçen gün biraz daha genişlemesi ve yaşamı doğrudan etkiler hale gelmesi, her türlü faaliyetin biraz daha farkına varılmasını ve her adımda çevreyle ilişkinin yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmıştır. Kendisiyle var olduğu ve yaşamını idame ettirdiği çevrenin yavaş yavaş yok olması ya da faydadan çok zarar verir hale gelmesi, aslında insanın da kendi eliyle kendi yaşamına son vermesi demektir. Çevreye yönelik etkinin yönü ve şiddeti çevrenin de tepkisini belirleyecektir. Şayet çevreden olumsuz tepkilerle karşılaşılmak istenmiyorsa; çevreye yönelik parçacı bir yaklaşımdan ziyade bütüncül, kuşatıcı ve kapsayıcı; egosantrik bir düşünceden ziyade teosantrik; faydacı ve hazcı bir tutumdan ziyade sevgi, şefkat ve merhamet duygularının baskın olduğu; üstenci değil mütevazı ve eşitlikçi bir yaklaşım zorunludur.

Teknoloji ve bilimde kaydedilen başarı ve gelişmelere rağmen yerkürenin maruz kaldığı sorunların azalmak bir yana gittikçe büyüyerek üstesinden gelinemez bir hal almaya başladığı bir gerçektir. Sorunun kaynağını bulmaya ve çözüme yönelik sathî değerlendirmelerden vaz geçilerek kalıcı çözümlerin üretilmesine yönelik dünya ölçeğinde ciddi adımların atılmasına ihtiyaç vardır. Doğada mükemmel bir denge ve düzenin olması, problemin kaynağı olarak dikkatlerin başka tarafa; bu düzenin aynı zamanda bir parçası da olan insana yönelmesine neden olmuştur. Bu durum, ortada etik/ahlakî bir problemin varlığına, insanın kendini yeniden inşa ve revize etmesi gerektiğinin önemine işaret etmektedir. Çözüm problemin kaynağında, yani insanın kendisindedir. Bu konuda atılacak ilk adım, zihniyet değişiminden ve bilinç düzeyinin arttırılmasından geçmektedir. İnsanın kendini ve varlığı yeniden tanımlaması, varlık içindeki konumunu yeniden keşfetmesi ve buna göre eylemlerini yeniden düzenlemesi gerekmektedir. Bu konuda insana rehberlik edecek salt ahlâkî ilkelerin ve bu ilkeleri koruma altına alacak evrensel ölçekteki hukukî düzenlemelerin varlığı oldukça önemli olmakla birlikte, sübjektiviteye fazlasıyla açık olmaları yönüyle yeterli değildir. Dinî duygu, insanda kuvvetli bir otokontrol oluşturarak, uhrevî yaptırımlarıyla da bunu destekleyerek bu açığı kapatmaktadır.

Sağlıklı bir çevre bilincine sahip olmanın yolu, çevrenin sadece insanla değil, Allah ve Allah’ın insanla ilişkisinin birlikte düşünülüp değerlendirilmesinden geçmektedir. Allah ile kurulan ilişkinin boyutu çevreyle kurulan ilişkinin de boyutunu belirlemektedir. Değişmez, mutlak ve objektif ilahî buyruklar olmaksızın çevreye yönelik ahlâkî değerlerin sübjektiviteden kurtulması ve kendinden bekleneni vermesi oldukça zordur. Allah inancı, insanın doğayı anlaması, doğadaki düzen, uyum ve estetiği kavramasında ona kılavuzluk edecek, bu değerleri atfettiği doğal çevreye karşı sorumlu ve duyarlı bir varlık olmasını sağlayacaktır. Zira kâinatı ve içerisindeki tüm unsurları mükemmel işleyen bir sistem, düzen, uyum ve estetik olarak Allah’ın yaratma, ilim, hikmet vb. sıfatlarının bir eseri olarak gören inançlı insan, ekolojik sisteme zarar verecek davranışlardan kaçınmanın yanı sıra onu koruyacak ve bu hususta bilinç oluşturacak her türlü faaliyeti yerine getirmek için çaba içerisinde olacaktır. Böylece hem üretirken hem de tüketirken kirleten, kaynak israf eden bir anlayıştan kurtulacak, “koruyarak kullanan, geliştirerek koruyan" bir bilinçle yaşamını ve dünyayı şekillendirecektir.

TYB Akademi 33. Sayı / Eylül 202

Kaynakça

Akyüz, E. (2015). Çevre Sorunları ve İnsan Hakları İlişkisi. Asos Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 3/15, 427-436.
Ardoğan, R. (2012). İslam’da Çevre Teolojisinin Pratiğe Yansıması: Çevre Ahlakı. Birey ve Toplum Dergisi, 2/3, 115-143.
Ayğan, F. (2016).  Dinî Bir Sorumluluk Olarak Çevre Ahlâkının Teolojik Temelleri. ISEM2016, 3rd International Symposium on Environment and Morality. (864-872). Sakarya Üniversitesi Yayınları. Alanya.
Bağdâdî, A. (1423/2002). Usûlü’d-Din. thk. Ahmed Şemsüddin.  Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye. Beyrut.
Bayrakdar, M. (1992). İslâm ve Ekoloji. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Ankara.
Berkes, F., & Kışlalıoğlu, M. (1990). Ekoloji ve Çevre Bilimleri. Remzi Kitabevi. İstanbul.
Beyazizâde Ahmed E. (1996). İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin İtikâdi Görüşleri. çev. İlyas Çelebi.   İFAV Yayınları. İstanbul.
Bookchin, M. (l994). Özgürlüğün Ekolojisi- Hiyerarşinin Ortaya Çıkışı ve Çözülüşü. çev. Alev Türker. Ayrıntı Yayınları. İstanbul.
Deliser, B. (2014). İslâm’da Çevre Felsefesinin Kur’anî Temelleri. Uluslararası Katılımlı Çevre Sempozyumu Bildiriler Kitabı. (193-213). ed. İ. Günaydın.  Gümüşhane Üniversitesi Yayınları & ÇEKUD. İstanbul.
Düzgün, Ş. A. (2013). Allah’a İman. İslâm İnanç Esasları (63-111). Ş. A. Düzgün( Ed.).  Grafiker Yayınları. Ankara.
Eşʿarî, Ebu’l-H.  (1987). Kitâbü’l-Luma‘ fi’r-red ʿalâ ehli’z-zeyġ ve’l-bidaʿ. Nşr. A. İ. es-Sirvânî, 1. Baskı. Daru’l-Lübnan. Beyrut.
Evkuran, M. (2008). Çevre Bilincinin Teolojik Temelleri Üzerine. Uluslararası Çevre ve Din Sempozyumu Bildirileri. (2/35-48). ed. F. Kayadibi. Yalın Yayıncılık. İstanbul.
Evkuran, M. (2019). Çağdaş Sorunlar ve Kelâm. Ankara Okulu Yayınları. Ankara.
Farûkî, İ. R. (2006). Tevhid. İnsan Yayınları. İstanbul.
Görmez, K. (1997). Çevre Sorunları ve Türkiye. Gazi Kitabevi. Ankara.
Hamamcı, C. (1997). Çevrebilim. 2. Baskı. İmge Kitabevi. İstanbul.
İbn Rüşd, A. (1968). el-Keşf (Felsefetü İbn Rüşd içinde). Nşr. M. A. İmrânî. y.y. Kahire.
İnmez, İ. (2012). KRONİK, Afetlerin Doğallığı Üzerine: Sosyal Bir Olgu Olarak Afetler ve Kırılganlık Sorunu. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 66/4, 185-194. 
el-İsfahanî, R. (1986). el-Mufradât fî Ğarîbi’l-Kur’an. Kahraman Yayınları. İstanbul.
Kelâbâzî, M. (1986). et-Taarruf li-Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf. Dâru’l-İmân. Dımeşk.
Keleş, R. (1992). İnsan, Çevre ve Toplum. İmge Yayınları. Ankara.
Kuzudişli, A. (2014). Çevre Bilincinin Gelişmesine Dinin Katkısı ve İslâm'ın Çevre Duyarlılığıyla Eleştirilebilecek Bazı Temel Öğretileri. Uluslararası Katılımlı Çevre Sempozyumu Bildiriler Kitabı (145-154). ed. İ. Günaydın. Gümüşhane Üniversitesi Yayınları & ÇEKUD. İstanbul.
Martı, H. (2021). İslam, Çevre ve Ahlak. Dergiden Seçmeler. (5.02.2021).        https://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/Sayfalar/DergidenSecmelerDetay.aspx?rid=18
Mâtürîdî, Ebû M. (2017). Kitâbü’t-Tevhîd. Thk. B. Topaloğlu & M. Aruçi. 3. Baskı. Türkiye Diyanet Vakfı. Ankara.
Nesefî, Ebü’l-M. (2003). Tebsıratü’l-edille fî usûli’d-dîn.  thk. H. Atay & Ş. A. Düzgün. Diyanet İşleri Başkanlığı. Ankara.
Nasr, S. H. (1988). İnsan ve Tabiat. çev. N. Avcı. İşaret Yayınları. İstanbul.
Öner, N. (1995). Çevre Sorunu. Felsefe Dünyası, 15, 3-7.
Özdemir, İ. (1998). Çevre Sorunlarının Antroposentrik Karakteri. Felsefe Dünyası, 27, 68-80.
Özdemir, İ. (2006). Kur'an ve Çevre.  İslâmî İlimler Dergisi, 1/2, 161-183.
Pelling, M. (2003). The Vulnerability of Cities: Natural Disasters and Social Resilience. Routledge. London.
Sâbûnî, N. (2019). el-Kifâye fi’l-hidâye. thk. M. Aruçi. 2. Bsk. Diyanet İşleri Başkanlığı. İstanbul.
Sâbûnî, N. (2005). Mâtürîdiyye Akaidi. çev. B. Topaloğlu. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Ankara.
Sancaklı, S. (2001). Hz. Peygamber’in Çevrecilik Anlayışı. İslâmî Araştırmalar Dergisi, 14/3-4, 405-421.
Şahinalp, H. (2019). İslam Akâidinin Modellediği Sorumlu Özgür Kişilik. e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, 11/3, 1234-1263.
Teftâzânî. S. (1991). Şerhu’l-Akâid. çev. S. Uludağ. Dergah Yayınları. İstanbul.
Topaloğlu, B. (1992). İslam Kelamcılarına ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı-İsbât-ı Vâcib-. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Ankara.
Ünverdi, M. (2013). Çevre Sorumluluğunun Teolojik Gerekçeleri. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 35, 189-221.
Yaran, C. S. (2008). İslam Çevre Etiğinin 4 Kuramı ve 8 İlkesi: Hiyerarşik Bir Sınıflandırma Denemesi. Uluslararası Çevre ve Din Sempozyumu. (2/121-133). ed. Fahri Kayadibi.  Yalın Yayıncılık. İstanbul.
Yaran, C. S. (2018). John Hick’in Din Felsefesinde Dinsel Çoğulculuk. İslam ve Öteki, Dinlerin Doğruluk/Kurtarıcılık ve Bir Arada Yaşama Sorunu (153-194). ed. C. S. Yaran. Rağbet Yayınları. İstanbul.
Zemahşerî, Ebu’l-K. (t.y.). el-Keşşâf fî hakâiki’t-tenzîli ve ‘uyûni’l-ekâvîl. Darü
 
[1]     Çevre sorunlarını insan merkezli Yahudi-Hıristiyan dini geleneğine bağlayan açıklamalar için bk. Mustafa Ünverdi, “Çevre Sorumluluğunun Teolojik Gerekçeleri”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 35 (2013), 193-196.
[2]     "Evet, biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz." (Fussilet 41/53. Ayrıca bk. el-Bakara 2/164; Yûsuf 12/2-4; en-Nahl 16/9-13; Ğaşiye 88/17-20).
[3]     Bk. el-A'raf 7/85; er-Ra‘d 13/8; el-Hicr 15/19; el-Furkân 25/2; el-Fussılet 41/37; Kâf 50/6; el-Kamer 54/49; er-Rahmân 55/8; el-A‘lâ 87/1-5.
[4]     Bk. el-Bakara 2/107, 116; et-Tevbe 9/116; en-Nûr 24/42; Lokman 31/26; el-Câsiye 45/27; el-Mülk 67/1.  
[5]     Ayrıca bk. el-Enbiyâ 21/19–20; en-Nûr 24/41; es-Sâd 38/18–19; el-Hadîd 57/1; el-Haşr 59/1; es-Sâff 61/1; et-Teğâbûn 64/1.
[6]     “Şüphesiz ki biz Âdemoğlunu kerîm kıldık, onları karada ve denizde taşıdık, güzel şeylerden rızıklandırdık ve yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.” (İsrâ17/70). Ayette insanın, yaratılanların hepsinden değil de pek çoğundan üstün kılındığının belirtilmesi altı çizilmesi gereken önemli noktadır. Bundan dolayıdır ki insan için “Eşref-i mahlûkat” tabirinin kullanılması pek de yerinde görünmemektedir. 
[7]     “Göğü yükseltti ve dengeyi koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (er-Rahmân 55/7-8).
[8]     Bk. Allah çokça tövbe edenleri ve içi dışı temiz olanları sever.” (el- Bakara 2/222. Krş. et-Tevbe 9/108). Ayrıca bk. “Allah nâziftir (temizdir), nezâfeti (temizliği) sever.” (Tirmizî,“Edeb”, 41) 
[9]     Hz. Peygamber’in çevre anlayışı için bk. Saffet Sancaklı, “Hz. Peygamber’in Çevrecilik Anlayışı”, İslâmi Araştırmalar Dergisi, 14/3-4, (2001), 405-421.
Bu haber toplam 731 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim