• İstanbul 19 °C
  • Ankara 26 °C

Ömer Bozkurt: Önce Yerel Vardı: Yerelin Evrensele Önceliği ve Üstünlüğü Üzerine

Ömer Bozkurt: Önce Yerel Vardı: Yerelin Evrensele Önceliği ve Üstünlüğü Üzerine
TYB Akademi 25 / Ocak 2019

Önce yerel vardı. Çünkü “yer-el” bir yere, bir bölgeye, belli bir coğrafyaya ait olmak[1] bakımından özeldir, kişiseldir, herkese mal edilmiş bir şey değildir. Yerel sadece o yerin bildiği, belli bir grubun tanıdığı, belli bir zamanda şahit olunmuş bir şeydir. Dünyada geniş insan kitlelerinin birbirinden haberdar olmadığı tarihin ilk dönemlerinde işte sadece bu nitelikte olan şeyler yani yerel bulunuyordu. Yerel, bu bakımdan belli bir yere, belli bir zamana ve belli kişilere bağlı veya özgü olan bir şey için kullanılmaktadır.[2]

Sonra evrensel (var)oldu. Yer, zaman ve özneler bütünü artıp büyüdükçe “yerler”, “bölgeler”, “coğrafyalar”; “çoğu zaman” veya “her zaman”; “birkaç grup insan”, “birçok insan” ve “çoğu insan” gibi kavramlarla tanımlanan evrensel bir özellik zuhur etti. Bir şey, birçok bölgede bilinip kabul edilince, çoğu zamanda veya her zaman geçerli olunca ve birçok insan onu benimseyince, o şey için evrensel denmeye başlandı.[3] Öyleyse evrensel, yer, zaman ve özneleri daha çok olan veya bu bakımlardan daha çok yayılan şey için kullanılır diyebiliriz. Dolayısıyla hem yerel ve hem de evrensel kavramları için üç temel kriter bulunmaktadır: Mekan (yer), zaman ve insan.

Hali hazırda bilinen mevcudat içerisinde bilgiyi türeten insan olduğu için, yerel ve evrensel arasındaki ilişkileri de insan, zaman ve mekân bağlamında tartışmaktan başka bir çıkar yolumuz bulunmamaktadır. İnsan; bir zamanda ve bir mekânda var olur. Bu açıdan hemen belirtelim ki o evrensel değildir; çünkü zaman ve mekânla mahduttur. Öyleyse onun ürettiklerini evrensel kılan nedir? Evrensel, bizatihi var mıdır yoksa görece bir evrensellik mi (başka bir ifadeyle evrenselleşen mi) bulunmaktadır? Evrensel olanın belirleyicileri nelerdir? Evrensel olan kendi özünden dolayı mı evrensel olur, yoksa onu evrensel kılan başka unsurlar var mıdır? Onu evrensel kılan unsurların mahiyetine dair neler söylenebilir? Yerel mi zenginliktir ve üretimi sağlar yoksa evrensel olan mı? Evrensel olan mı cazip ve özgündür, yoksa yerel mi? Bu sorulara ilave edeceğimiz daha birçok soru, buradaki konumuzun tartışma alanıdır ve bunlara başkaca sorular eklenebilir. Bu çalışmamızda tüm bu soruları farklılık, çeşitlilik, zenginlik, öznellik, ayrıntı, özgünlük kavramlarını bir temellendirme unsuru olarak kullanıp yerellik-evrensellik ilişkilerini bu bağlamda tartışacak ve bir takım önerilerde bulunmaya çalışacağız.

II

İlk olarak “fark” kavramından başlamayı yeğliyoruz, zira “fark”, varlıkların birbirinden ayırt edilmesi için kullanılan bir isimdir. “Farklı” ise başka bir şeyden ayrı olan şey veya niteliktir. Ancak “farklı” derken büsbütün “başka”yı kast ediyor değiliz. Aristoteles’in de ifade ettiği üzere, “birbirinden başka olmakla birlikte bir bakıma aynı olan şeylere farklı denir. Yalnız bu aynı olma, sayı bakımından aynı olma değildir; tür, cins veya benzerlik bakımından aynı olmadır. Cinsleri başka olan şeyler, karşıtlar; nihayet özleri başka olan şeyler de “farklı” şeyler diye adlandırılırlar.”[4] Öyleyse “farklı” büsbütün başka bir şey değil bir benzerlik yönüne de sahiptir ve bu, örneğin insan söz konusu olduğunda, o, insanlık açısından benzerlik gösterirken her insan da kendi içerisinde “farklı” olabilmektedir.  

Diğer yandan, türleri veya maddeleri veya özlerinin tanımları birden fazla olan şeylere “başka” şeyler denir ve genel olarak “başka”, “aynı”nın anlamlarına karşıt anlamlara sahiptir.[5] “Aynı”da ise bir varlık birliği söz konusudur.[6] “Her bakımdan aynı özniteliklere sahip olan şeyler, aynı öznitelikleri farklı özniteliklerden fazla olan şeyler ve nitelikleri bir olan şeyler “benzer” şeyler diye adlandırılır.”[7]

Aristoteles’in kavramsal tahlillerinden onun mantıktaki tanımlarına ve tanımdaki unsurlara kadar gidebilir, cins, ayırım ve hassa kavramlarına doğru yol alabiliriz. Bu noktada bir şeyin mahiyetini ortaya koyma ve onun neliğini belirleme süreçlerinde de farklı, ayrı, benzer, aynı vb. kavramlarının etkisini görebiliriz.[8]

Bu kavram tahlilleri, bize varlıkların birbirinden ayırt edilmelerine dair yeterli mantıksal ve epistemolojik bilgileri verebilir. Ama yine de bu kavramların bizim için önemli olan boyutu, evvela kozmolojik ve teleolojik bir bağlama kayan yönleriyle farklı olmanın evrenin oluşma, anlam kazanma, gaye ve düzen oluşturma sürecindeki rolüdür. Bu açıdan baktığımızda farklılıklar evrenin oluşumunda onun unsurlarının temel özellikleri olmak bakımından; gayesi, düzeni ve estetiğinde ise birer tamamlayıcı unsur olması açısından gereklidir. Bu nedenle evren, farklılıklarla mükevven, farklılıklarla mücehhez ve müzeyyendir. Farklılıkların olmadığı bir evren, tek unsur, tek renk, tek koku, tek tarz ve her yönüyle tek bir şey olurdu ki, bunun bir yaratık olarak ne bir anlamı ne bir işlevi ne de bir estetiği olabilirdi. Hatta metafiziksel bağlamda bir şey için eğer o şey farklı şeylerden bir araya gelmiş bir şey değilse, bileşik olmadığı için basit olacak ve dolayısıyla yaratılmış bir şey olmayacaktı. Diğer yandan her şey aynı olmuş olsaydı Leibniz’in “ayrıt edilemeyenlerin özdeşliği” ilkesi[9] gereği herhangi bir ayrımı görmek ve gerçekleştirmek söz konusu olamazdı. Dolayısıyla farklılıkların, var edilmişlerin temel taşı olduğunu söylemek mümkün olabilmektedir.  

Farklılığın evren için geçerli olan bu yönü, o evrenin bir noktasında yaşamını sürdüren insan için de söz konusudur. “İnsan” -tümel bir varlık olmak yönüyle- evrendeki farklı unsurlardan biri olup sayısız bitki, hayvan ve cisimlerden ayrışmaktadır. Bu dünyanın farklılıklarından biri olan insan, güçlü ve zayıf yanlarıyla evrenin bir unsurudur. Her ne kadar insana mikrokozmoz (küçük evren) dense de bu insan, evrenin sıradan bir unsuru gibi görünen su, hava, toprak ve hatta belki de daha küçük mikroorganizmalar olmadan da varlık kazanamaz veya varlığını sürdüremez. Dolayısıyla insan teşbihen “âlem-i sağir”dir (mikrokozmoz) ve bu teşbihi ve değeri, kendisi kendisine vermiştir. Muhtemelen bir kelebek de düşünebilseydi, konuşabilseydi ve (bilgi) biriktirebilseydi, kendisi için “kelebek küçük bir evrendir” derdi. Kelebeğin düşünmediğini, konuşmadığını ve biriktirmediğini hesaba katsak bile elbette biz insana düşen şu gerçeği dile getirmektir: “Kelebek de küçük bir âlemdir.” Çünkü o olmamış olsaydı belki de evren şimdiki halinden çok farklı bir şey olabilirdi.[10]   

Farklılıkların tümleşik bir hali olan evren, evren olma vasfını bu farklılıklarla elde eder. Bu evrende yaşayan insan ve onun bütün ürünleri de, biraz daha mikro manada insanın farklılıkları üzerine kuruludur. İnsanlar bir tür olarak diğer canlılardan “natık” olma yönleriyle farklılaşır. Ancak o, kendi bünyesinde de renkleriyle, gözleriyle, parmak izleriyle, genleriyle vb. daha birçok fiziksel özellikleriyle birbirinden ayrılırken; dilleriyle, yazılarıyla, müzikleriyle, sanatlarıyla, duygulanımlarıyla, kültürleriyle, biriktirdikleriyle de birbirinden farklılaşırlar. İnsanlar bu özellikleriyle ta baştan beri böyleydiler: Nitekim ilk kardeşlerin kullandıkları kelimeler aynı olsa da bu kelimeler en azından farklı bir bağlam taşıyordu. Her birinin kendine göre bir ruh hali vardı ve biri iyi, biri kötüydü.[11] Hatta o iki kardeşin anne babası da ilk insanlar olarak kendi iç dünyalarında farklılıklar barındırıyordu. Nitekim onlar yaratıcılarının emrini dinleme ve bu emre karşı onları kışkırtanın sözü arasında gidip geliyorlardı.[12] Sözün özü insan en baştan itibaren farklıydı. Farklı unsurlardan müteşekkil olan dünya, farklı insanlardan müteşekkil, her bir farklı insan da farklı bir ruha sahip ve o ruh da farklı seslerin çınladığı birer evren idiler. Dolayısıyla ta en baştan “farksızlık” yok idi.  

İnsanların farklılıkları ürünlerinin farklılığını doğurmuştur. İnsanlar yayılmış oldukları bu dünya üzerinde çeşitli ürünler oluşturdular. Barınaklar, ağaçtan evler, çamurdan veya taştan binalar, koca yapıların yanı sıra ihtiyaçlarını giderecek çanak çömlekten aletlere, yiyeceklere kadar çok sayıda ve çeşitli üretimlerde bulundular. Belli bölgelerde yaşayanlar coğrafyalarının etkileriyle bu ürünlerini çeşitlendirdiler. Her bir insan kendi farklılığıyla farklı şeyler yaptı. Kimi taş yontma becerisini, kimi çamuru kullanma özelliğini, kimi de alet yapma becerisini ortaya çıkardı. Kimi de bu işleri yapanlara kıyafet ve yiyecek sağladı. Karşılıklı ihtiyaca binaen belli sosyal oluşumlar ortaya çıktı ve bu durum tamamen farklı insanlar olmanın bir sonucuydu. Dolayısıyla belli bir mekânda, belli bir zaman diliminde, bu belli insanlar, farklılıklarıyla farklı bir tarz ortaya koydular. İşte bu bir çeşitliliktir. Farklılık, çeşitliliğin temelidir ve bu açıdan bünyesinde sanki varmış gibi olan ayrışmaya, zayıflamaya ve kısaca bozulmaya götüren olumsuz niteliklerden uzak olup aksine çeşitliliğin temeli olarak oluşa götüren olumlu bir manaya sahiptir. Farklılık bu nedenle çeşitli mal ve ürünlerin, çeşitli tarz ve duruşların, çeşitli kültür ve medeniyetlerin sebebidir. Şayet insanoğlundaki farklılık olmamış olsaydı, üretim yapması imkânsız olurdu. İnsanoğlu diğer canlılardan özellikle istidatlarının farklılığıyla ayrışmaktadır. Başka bir ifadeyle insan türü, zebra veya fil gibi canlılardan kendi türü içerisindeki farklılıklarıyla farklılaşmaktadır. Şöyle ki, zebra ancak başka bir zebra kadardır. Fil başka bir fil kadar, kartal başka bir kartal kadar, su samuru da başka bir su samuru kadardır. Ancak bir insan başka bir insan kadar değildir. İnsanlar yetenek ve istidatlarıyla birbirlerinden büyük oranlarda farklılaşırlar. Bu durum onun farklı farklı kültür ve medeniyetler kurmasında önemli bir etkendir.

İnsanın farklılığı, çeşitliliği doğurmaktadır ve bu çeşitlilik insanın yaşam ve sanat yönü bakımından oldukça renkli olmasının yanı sıra bir arada yaşama ve güçlerini birleştirme boyutunu da ortaya çıkarmaktadır. Bu durum gruplar halinde muhtelif kültürlerin doğuşuna neden olmaktadır. Bu çeşitlilik belli coğrafyaları aşarak, kıtalar ve bütün dünya üzerine sayısız kültür ve medeniyet çeşitliliğinin var olma imkânını vermektedir. Böyle bir durum, evvel zamanda insanlar birbirlerinden habersizken fark edilebilecek bir şey değildi. Her insan grubu sadece kendi bireysel farklılıklarını ve bu farklılıkların inşa ettiği birikimi biliyordu ve her şeyi bundan ibaret görüyordu.

Sonra insan grupları birbirleriyle karşılaştılar. Bu buluşma, kendilerinin ya da karşılaştıklarının farklılığını görme imkânı sağladı. Bu karşılaşmaya olumlu bakanlar, farklılıktan çeşitliliğe, çeşitlilikten de zenginliğe varabildiler. Bu durum, farklı gruplarla karşılaştıkça zenginliğin artmasına neden oldu. Karşılaşmalar sadece zenginliği beraberinde getirmedi ayrıca kendilerinin veya karşılaştıkları grupların özgünlüklerini de görmelerine fırsat verdi. Dolayısıyla farklılığı zenginlik olarak değerlendirmek özgünlükleri görme fırsatı doğurur. Özgünlükleri görmek etkilenimleri doğurur ki bu doğal bir süreçtir. Zira insan kendisinin yapamadığı, bilemediği, düşünemediği güzel ve hatta kötü şeylere ilgi duyar. Özgünlükleri görme bağlamında ortaya çıkan karşılaşmalar etkileşimleri de beraberinde getirdiği için zaman içerisinde bazı hususlar test edilme, daha fazla kabul görme veya tercih edilme ile karşı karşıya kalacaktır.[13] Dolayısıyla esasında farklılığa dayalı bir unsur, olumlu bir bakışla çeşitlilik, sonrasında zenginlik, özgünlük ve nihayetinde yaygın kabul edilen bir şey halini almaya doğru evrilmektedir. Bu yaygın kabul edilen şey, esasında özü itibariyle evrensel bir şey de değildir; aksine özneldir, ayrıntıdır ve tabi ki yereldir. Böylece özgün ve zenginlik olan çeşitliliğin temelindeki farklılık, esasında öznel bir şeydir ve bu öznel şey bir insan grubu tarafında belli bir zaman ve mekân kaydıyla basbayağı yerel bir şeydir. Ancak bu şey, zikri geçen karşılaşmalarla yaygınlaşıp ardından evrensel dediğimiz bir özellik kazanmış olur.

Dolayısıyla diyebiliriz ki önce yerel vardı ve daha sonra evrenselleşen her şey de esasında evvelden yereldi. Belli bir öznenin veya özneler grubunun belli bir zaman ve mekânda ortaya koydukları bu yerel şeyler, genel geçer şeyler olsun saikiyle ortaya konmuş da değildi; aksine dünyanın bir noktasında bulunan bir ayrıntıdan ibaretti. Ayrıntı da yaygın algıda olumsuz bir izlenime sahipmiş gibi görünse de “bütün”ün ayrıntı üzerine kurulu olduğunu düşündüğümüzde aksine olumlu bir anlama sahip olduğu görülür. Bu kertede evrensel karşısında farklılık ne ise bütün karşısında ayrıntı da öyledir.   

Dolayısıyla bütün bu anlatılan süreç içerisinde farklılık, çeşitlilik, zenginlik, özgünlük, öznellik ve ayrıntı olması bakımından bir şey, temelde yereldir ve sonradan bunların bazıları evrenselleşmiştir. Böylece evrensel olan mutlak olarak var değildir ancak görece vardır. Bir şey evrensel değildir, bir şey evrenselleşir. Öyleyse evrensel olan yoktur evrenselleşen şeyler vardır. Böyle bir durumda evrenselleşmeyen şey için nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Elbette o şey kötü olduğu için değil, belli bir dönemdeki insanların ilgilerini çekmediği için evrenselleşmemiş olabilir. Bu yerel kalan şey, başka bir zaman, mekân ve insan bağlamında evrenselleşme imkânını yakalayabilir ki tarihsel süreçte böyle durumlarla karşılaşabilmekteyiz.

Evrenselleşme süreci genel olarak doğal bir şekilde gerçekleşir. “Uzak tarihsel süreç” insanların bir şeyi evrensel kılmak için bir araya geldiğine pek şahit olmamıştır. Ancak günümüzde ekonomik, siyasi ve ideolojik kaygılarla bilinçli bir evrenselleştirmeyle karşılaşabilmekteyiz. Bu durumda “evrenselleşme” ve “evrenselleştirme” şeklinde iki kavram karşımıza çıkmış olmaktadır. Evrenselleşme doğal bir seyirde olurken, evrenselleştirme bilinçli bir müdahale ile olmaktadır. Evrenselleşmede belli bir zaman, mekân ve insan bağlamında ortaya çıkan kabul, beğeni, talep ve isteklerin kendileri etkin birer faktör iken, evrenselleştirmede siyasi veya ekonomik güçlerin sömürü, baskı ve reklam gibi araçları etkindir. Evrenselleşme doğal olduğu için önüne geçilemez ve esas itibariyle bir sorun da teşkil etmez. Zira doğal seyirle yerel olan şeyler, çoğunluğa mal olabilir ve evrenselleşebilir. Ancak evrenselleştirme dediğimiz yapay durum ise istenirse önüne geçilebilir ve önüne geçilmezse beraberinde birtakım sorunlar getirebilir. Bu noktada evrenselleşme ile evrenselleştirme kavramlarını, daha ziyade sosyolojik, ekonomik ve siyasal bir bağlama sahip olan küreselleşme ve küreselleştirme kavramlarıyla karşılaştırabiliriz. Benzer bakış açısıyla küreselleşme doğal bir süreç, küreselleştirme ise zorlama bir süreç olmaktadır. Bizim evrensel kavramını küresele tercih etmemize gelince ise bunun felsefi bir bakışı tercih etmemizle ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Zira bir felsefeci evrensel kavramını küresel kavramına yeğler. Çünkü “küreselleşme üzerine tam ve net bir tanım vermek kolay olmasa da mal, hizmet ve sermayenin artan hareketliliği sonucunda sınır ötesi karşılıklı ekonomik bütünleşme ve ulusal ekonomilerin dünya piyasalarına dâhil olma sürecinde dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan toplum ve devletler arasındaki iletişimin ve etkileşimin artması ve karşılıklı bağımlı hale gelinmesi olarak ifade edilebilir.”[14] Bu açıdan küresel olan şey reel dünyanın en uç sınırlarına kadar yayılmayı ifade ederken, evrensel olan ise reel ve ideal alanda, bütün akledilebilir alanın -buna evren diyebiliriz- bütününe yayılan, ondaki her şey için geçerli olan ve hiçbir istisna kabul etmeyen bir şey olarak tanımlanır.[15] Evrenselin istisna kabul etmez boyutu kanaatimizce tartışmaya açık olsa da evrensel olanın küresel olandan, evrenselleşmenin de küreselleşmeden daha fazla yaygın, daha mutlak bir özellik ve daha fazla boyutlu (reel ve ideal alan) bir özellik arz ettiğini söyleyebiliriz.[16] İşte burada ele aldığımız evrensellik kavramının reel bir yöne sahip olması, küreselleşmenin beraberinde getirdiği sorunlara benzer sorunları bünyesinde taşımasına yol açtığı için böyle bir karşılaştırmanın daha güçlü bir anlam kazanmasına imkân vermektedir.  

Öyleyse şu genel ilkemizi söyleyebiliriz: Gerek evrenselleşme gerekse de küreselleşme kavramsal olarak doğal bir süreçte olmayı ifade eder. Ancak evrenselleştirmenin ve tabi ki de küreselleştirmenin ise emperyalist (imperialist / yayılmacı, sömürücü), kapitalist (capitalist / sermayeci) zihniyetin bir ürünü olduğu söylenebilir ki, bu durum dünyada farklılıkların törpülenmesini ve birçok şeyin benzer ve aynı olmasını beraberinde getirir. Bu noktada evrenselleştirme sürecinin başta yerelliğin temel kavramı olan farklılığa karşı olarak “benzerlik” ve “aynılaştırmaya” yol açtığını görmüş olmaktayız. Ne var ki ilginç bir biçimde çok sayıdaki “komplo” teorisi, emperyalist ve kapitalist zihniyetin bölmeyi, parçalamayı ve yutmayı hedeflediğini söyler; hâlbuki durum burada tam tersine dönmüş olmaktadır ve mezkûr ideolojilerin her şeyi benzer veya aynı yapma çabası içerisinde oldukları bu bakış açısıyla ileri sürülebilir.[17] İşte tam da bu nokta, çatışmaların kökeninde farklılık mı aynılık/benzerlik mi vardır sorusunun cevabının aranacağı yerdir. Çatışmaların, savaşların ve mücadelenin kökeninde farklılıkların bulunduğu yaygın bir kanaat olarak kabul edilir. Oysa burada ortaya koymuş olduğumuz farklılık ve aynılık içeriklerini iyice irdelediğimizde çatışmanın kökeninde farklı olanların sırf farklılıklarından değil, başkalarının farklılıklarını ortadan kaldırma, onları törpüleme çabaları olduğunu göreceğiz ki bu da aynılaştırma çabasının bizi götürdüğü evrenselleştirme gayretidir. Dolayısıyla evrenselleştirmenin temelinde yer alan benzer kılma, aynılaştırma, bir yapma anlayışı çatışmaları da beraberinde getirmektedir diyebiliriz. Bu durumu ötekileştirme sürecinde karşıdakini kendi gibi yapmaya dönük çabaya benzetebiliriz. Dolayısıyla farklı olmak, çatışmanın ortaya çıkması noktasında ontolojik bir nötrlük pozisyonuyken, aynılık ve benzerlik ise bu ontolojik-nötrlüğe arız olan ve onu çatışmaya eviren bir etkinlik halidir. Öyleyse savaşların ve çatışmaların ortaya çıkmasındaki esas etkin faktör aynılaştırma, benzer kılma ve bir yapmanın temelinde yer aldığı evrenselleştirme çabasıdır; potansiyel ve ontolojik-nötr halindeki farklı olmak değil.    

Böyle bir tablo tabiatıyla bize şu soruyu sordurmaktadır: Benzer ve aynı olmak ya da benzer ve aynı yapmak, hatta “bir olmak” kötü müdür? Elbette yerleşik algı nasıl ki farklılığı kötü gösteriyor idiyse, burada da benzer, aynı ve bir olmayı güzel ve olumlu göstermektedir. Ama bizce bu, çatışmayla ilgili yukarıdaki değerlendirmelerimizi de hesaba kattığımızda, üzerinde tekrar düşünülmesi gereken bir husustur. Farklılığın esas itibariyle olumlu bir şey olduğu fikrimizi buraya kadar sıkça dile getirdik. Şimdi ise “benzer”, “aynı” ve “bir olma”nın esasında olumsuz olduğunu biraz daha ayrıntılı bir şekilde temellendirmeye çalışacağız.

III

Aristoteles’in tanımlarına baktığımızda bir, aynı ve benzerin ayırt etmeyi ortadan kaldıran bir şey olduğu ortaya çıkar. Buna göre her şey aynı ve benzer olursa, bir şeyi diğerinden ayırt edemeyecek, ona dair bir çeşitlilik, özgünlük ve farklılık göremeyecek ve dolayısıyla bir somut varlığı inşa etmede bile zorlanmış olacağız. Örneğin taş ve toprağı birbirinden ayıramadığımız zaman ondan bir bina yapamayacağız. Elbette ontolojik anlamda ve vakıa olarak böyle bir durum, hali hazırda imkan dahilinde değildir ancak her şeyin benzer, aynı ve bir olmasının böyle absürt sonuçları doğuracağı tahmin edilebilir. Bu durumu insana taşıdığımızda ise esas ayrışma ve çözülmenin bu noktada ortaya çıktığını göreceğiz. Zira benzer, aynı ve bir olan insanlar, birbirlerine ihtiyarî ya da ıztırarî olarak ihtiyaç duymayacakları için bir arada yaşamayı gerekli görmeyecektir. Çünkü birinin diğerine katkıda bulunacağı ilave bir şeyi olmayacaktır. Belki herhangi bir hayvan türü gibi sadece içgüdüsel ihtiyaçlara dair bir birlikte yaşama gereksinimi söz konusu olacaktır. Ancak insanların akıllı varlıklar olduğunu düşündüğümüzde, hayvanları bir araya getiren içgüdüsel boyutun bile, benzerlik, aynılık ve birlik söz konusu olduğunda, çok güçlü bir etkiye sahip olmayacağını söyleyebiliriz. Hatta insanların yaşama imkânları dahi mümkün olmayabilir. Bu noktada aynı, benzer ve bir olan insan türünün düşünme güçlerinin mahiyeti ve düzeyi de tartışmaya açılabilecek, insanın yeni bir fikir ortaya koyma olanakları şüpheli hale gelecektir. Daha da ileri gidecek olursak, bu durum insanların bilgisel bir birikim yapma güçlerini büyük ölçüde zayıflatacaktır, çünkü fikirsel karşılaşmalar benzerlik ve aynılıktan dolayı söz konusu olamayacaktır. Dolayısıyla farklı olmanın doğurduğu çeşitlilik ve zenginlik; benzer, aynı ve bir olma durumunda ortadan kalkacaktır. Bunun sonucu olarak özgünlük de olmayacak; zira herkesin aynı olduğu bir ortamda özgünlük kavramı ve hatta öznellik, yerellik ve ayrıntı kavramlarından bile söz edilemeyecektir. Dolayısıyla yerleşik algıda benzer, aynı ve bir olma hali, ilginç bir biçimde oluş yerine bozuluşa yol açacaktır. Böyle bir tabloda, yerelden de söz edilemeyecek zira herkesin yereli aynı veya benzer olduğu için her şey zaten evrensel dediğimiz bir hale bürünecektir. İşte evrenselin kulağa hoş gelen, ama esasında hiç de öyle olmayan kaderi böyle bir şeydir. Bu tablo bizim “Yerel mi zenginliktir ve üretimi sağlar yoksa evrensel olan mı?”, “Evrensel olan mı cazip ve özgündür, yoksa yerel mi?” şeklindeki iki sorumuz cevabını bulmuş olmaktadır: Yerel olan zenginliği ve üretimi sağlar ve dolayısıyla yerel olan cazip ve özgündür.  

Bu durumda doğal bir hal olan evrenselleşme herhangi bir kötü özelliğe sahip değilken, zorlama bir durum olan evrenselleştirme insanın bütün üretim, hayal etme, farklı olma, özgün olma ve existansiyalist bir ifadeyle onun kendi olma potansiyelini tehdit etmektedir. Aynı binalar, aynı telefonlar, aynı arabalar, aynı yiyecekler, aynı filmler, aynı trendler, aynı gündemler, aynı kültürler, aynı şeyler evrenselleştirmenin sonucu olup tüm insanlığın yaratıcılıklarını yok etmeye adaydır. Aynılaşmış zihin dünyalarının ahlakları, gündemleri, sorunları, hastalıkları, oyuncakları vs. aynı olunca, farklı zihinlerin farklı fikirler doğurması, farklı zihinlerin karşılaşmalarından doğan farklı fikirlerin gündeme gelmesi söz konusu olamayacaktır.

Fakat evrenselleştirmenin bir yönünü olumlu görebiliriz. Bu istisnai durum deneysel alanlarla ilgilidir. Bilimsel deneylerin her zaman mekân ve insan bağlamında geçerliliğinin şart olduğunu, bunların neticesinde ortaya konacak sonuçların genel geçerliliğe sahip olması gerektiği için bu hususta evrenselleştirmenin olumlu olduğunu söylemek doğru olsa gerektir. Bu istisnai durum büyük oranda deneysel bilimlere özgüyken sosyal-bilimsel diğer çoğu alanlarda doğal bir hal olan evrenselleşme daha sağlıklı kabul edilebilir. Sosyal bilimlerin neredeyse tümünde bulunan doğal evrenselleşme süreci, felsefe söz konusu olduğunda da karşımıza çıkar. Felsefenin sürekli evrensel olanı yakalama gayretinde olduğu ve onun böyle bir çaba için yanıp tutuştuğu algısı yaygındır. Fakat esasında onun ürünlerinin de doğal bir evrenselleşme sürecine tabi olduğu söylenebilir. Felsefenin evrenselleşme sürecinde avantajları vardır. Bu avantaj en temelde onun rasyonel bir süreç olması ve bütün gayretiyle rasyonel temellendirmeyi temel prensip edinmesidir. Burada sezgisel ve ampirik yaklaşımların da netice itibariyle rasyonel temellendirmeden başka bir çıkar yola sahip olmadığı için onları da aynı kefede görmek daha makul gözükmektedir. Dolayısıyla felsefe her ne kadar bir kişinin zihninden çıkan yaklaşımları barındırması açısından yerel ve özel olsa da bu kişinin fikirlerini temellendirmede diğer tüm zihinleri –isteyerek ya da istemeyerek- hesaba katıp rasyonel bir temellendirmede bulunması ve böylece herkesin kabul edeceği sonuçları ortaya koyması bakımından da evrenseldir. Öyleyse felsefe, öznelliğiyle evrenseldir. Bu durum yapay bir süreç de değildir, zira felsefenin doğası, doğal bir evrenselleşmeyi gerektirmektedir. Dolayısıyla yerelle ilişkisiz bir felsefeden söz edilemez ve onun bu yönüne dair çok sayıda örnek vermek mümkündür.[18]

Yerele yapılan bu güçlü vurgu aklımıza yerelle yetinmenin mi gerekli olduğu sorusunu getirebilir. Bu müphem noktanın da tartışılmaya ihtiyacı vardır. Bu noktada temel sorumuz şudur: Evrenselleşme ve evrenselleştirmelerin yerele katkısı yok mudur? Evrenselleş(tir)melerin yereli değiştirmesi ve dönüştürmesi yereli büsbütün ortadan kaldırır mı? Bu iki soru elbette ki evrenselleş(tir)melerin yerelle buluşması ve onda ne düzeyde etkide bulunmasıyla izah edilebilecek bir husustur. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere yerel, doğal halde evrenselleşirken, yapay halde ise evrenselleştirilir; ayrıca doğal halin bir sorun oluşturmadığı yerde yapay hal büyük oranda sorun doğurmaktaydı. Ancak her iki halde de yani evrenselleş(tir)melerin yereli ortadan kaldırmayacak, büsbütün dönüştürmeyecek, yereli ortaya koyan insanın etkilerini tamamen silecek özellikte olmaması gerekir. Dil, din, kültür, ahlak, gelenek, görenek, paradigmalar vs. gibi unsurlarda gizli ya da açık bir şekilde yerleşik bulunan yerelliğin çeşitlilik, zenginlik ve özgünlük yönlerini ortadan kaldıran evrenselleştirme (bazen doğal bir hal olan evrenselleşme de buna eklenebilir), adeta farklı renk, tat, koku, içerik vs.yi barındıran ırmakları bir arıtma cihazından geçirmeye benzer ki bu durumda ırmakların bünyesinde yaşayan canlı ve cansız tüm varlıkların yapıları değişecek ve insanların faydasına olabilecek çeşitli unsurlar ortadan kalkmış olacaktır. Bu açıdan evrenselleş(tir)meler yerelle tekrar karşılaştığında o yerelin kendi rengini kaybetmeden evrenselleşmelere müsait -ya da müsait olmayan- yeni yereller üretme imkanı vermelidir. Söz gelimi, tarihin belli bir döneminde büyük bir coğrafyaya yayılan Antik Yunan bilim ve felsefesi Müslüman kültürle karşılaşınca Müslümanlar bu evrenselleşmiş ve evrenselleştirilmiş (ki her medeniyet evrenselleştirme yapar ama bunun doğru bir şey olup olmadığı tartışılabilir) olan şey ile yerelliklerini ortadan kaldırmadılar, aksine yerelliklerini yeni bir yerelliğe evirdiler. Daha sonra bu nitelikteki ürün, sırasıyla Mısır, Kuzey Afrika, Sicilya ve Endülüs güzergâhları ve hatta onların yerelliğiyle Batı dünyasına başka bir evrenselleş(tiril)miş boyutla tekrar dönerek oradaki yerelle temasa geçmiştir. Bu ilişki, Batı’nın, benzer bir tarzla, kendi yerelliğiyle devam edip günümüze kadar gelmiştir. Bu bakımdan yerelin büsbütün kendi ilk hali üzere kalması bizim kanaatimize göre kabul edilebilecek bir şey değildir ve başından beri önemsediğimiz yerellik ideali de değildir. Zira ilk haliyle kalmış ve kalmaya çalışan bir yerel, kapalıdır, dardır, çözüm üretmez ve iş görmez.[19] O bu haliyle sadece arkeolojik bir unsur gibidir. Elbette değeri, otantikliği, özgünlüğü vardır fakat işlevi, canlılığı, doğal gelişmesi yoktur.  Dolayısıyla yerel potansiyelin her zaman koruma ve kullanma etkinliği sağlanmalıdır. Çoğunlukla geliştirmeye, güçlendirmeye, büyütmeye ve üretmeye destek olan doğal evrenselleşmeye karşı toleranslı olmak, ancak çoğunlukla tektipleştirmeye, aynılaştırmaya, benzetmeye götürerek yok eden ve kendileştiren evrenselleştirmeye karşı ise çok dikkatli ve tedbirli olmak gerekir. Birincisiyle yeni yereller/çeşitlilikler/zenginlikler/özgünlükler üretip yeni evrenselleşmelere yol alınırken, ikincisiyle kendisi gibi zoraki evrenselleştirilmiş şeylerle karşılaşıp tüm özgünlüklerin kaybolup gitmesi söz konusu olabilir.  

İşte bu çerçeveyle değerlendirdiğimizde yerel edebiyat, yerel müzik, yerel düşünce, yerel dil, yerel kültür, yerel mimari, yerel örf ve adetler, yerel giyim kuşam, yerel yemekler vs. daha anlamlı ve daha gelecek vadedecektir. Bütün bunlara tekabül edecek şekilde ve benzer bakış açısıyla birer örnek olarak Victor Hugo’nun romanı, Beethoven’in müziği, İslam düşüncesi, Latince dili, Hint kültürü, Roma mimarisi, Türk örf ve adetleri, Japon giyim kuşamı, Çin yemekleri vs. daha anlamlı olmakta ve yerellikleriyle evrenselleşebilmektedir. Esas mesele yerel insanın evrensel insanı hissedebilmesi, onun ruhuna hitap edebilmesidir ki, bu çoğunlukla sadece o türün yani insanın doğal bir şekilde kendine özgülüğüyle harekete geçmesi aracılığıyla mümkün olmaktadır. 

 

Kaynakça

Aristoteles, Metafizik, Çev. Ahmet Arslan, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1996.

Canatan, Kadir, “Sömürgecilik Karşısında Yerellik”, Hece Aylık Edebiyat Dergisi, yıl: 14, sayı: 162/163/164 Haziran, Temmuz, Ağustos (Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Yerlilik), ss. 158-167

Cengiz, Yunus, “Felsefeyi Baştan Çıkarma ya da Kavram Pedagojisi”, Gerçeklik, Arzu ve Göçebelik Üzerine, ed. Zülküf Kara, Çizgi Kitabevi, Konya 2018, ss. 75-100.

Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2010.

Çevikbaş, Sebahattin, “Bir Şeyin, Başka Her Şeyden Ayırt Edilebilirliğini Sağlayan İlke: Bireyleşim (Aristoteles, A. Thomas, D. Scotus, Leibniz)”, Felsefe Tartışmaları: A Turkish Journal of Philosophy, Sonbahar-2005, (http://dergipark.gov.tr/download/article-file/31970 Erişim Tarihi: 10.12.2018), ss. 1-20.

Deleuze, Gilles, Fark ve Tekrar, Çev. Burcu Yalım, Emre Koyuncu, Norgunk Yayınları, İstanbul 2017.

Erol, Murat, “Yerlilik İçin Kavramsal ve Anlamsal Bir Çerçeve”, Hece Aylık Edebiyat Dergisi, yıl: 14, sayı: 162/163/164 Haziran, Temmuz, Ağustos (Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Yerlilik), ss. 33-49.

Gleick, James, Kaos, Çev: Fikret Üçcan, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitaplari, Ankara, 2003.

Gündoğan, Ali Osman, “Felsefe ve Yerellik Sorunu”, Uluslararası Felsefe, Eğitim, Sanat ve Bilim Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Muğla 2017, ss. 1696-1701.

Kıvılcım, Fulya, “Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinin Gelişmekte Olan Ülke Türkiye Açısından Değerlendirilmesi”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Cilt: 5, No: 1, 2013, ss. 219-230.

Taşdelen, Vefa, “Felsefe Yapmanın Yerli İmkanları”, Hece Aylık Edebiyat Dergisi, yıl: 14, sayı: 162/163/164 Haziran, Temmuz, Ağustos (Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Yerlilik), ss. 8-16.

Ural, Şafak, “Felsefe ve Yerellik”, Türkiye’de Felsefe Sorunlar ve Çözümler, Yayına Hazırlayan: Celal Türer, Türk Felsefe Derneği Yayınları, Ankara, 2018, ss. 41-66.

Ural, Şafak, “Felsefede Yerellik: (Mümkün ve Gerekli mi?)”, Uluslararası Felsefe, Eğitim, Sanat ve Bilim Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Muğla 2017, ss.1711-1716.

http://www.tdk.gov.tr.

 

[2] Bu noktada “yerli” kavramının da benzer bir sınırlamaya sahip olduğu söylenebilir. Nitekim “Yerli sözcüğü her halükarda bizi bir “yer”le, bir “konum”la, bir “kendine özgülük”le karşı karşıya getirir. (…) Onda [özgülükte] bir kişinin, bir ailenin, bir toplumun, bir ulusun, bir kültürün tanımlayıcı karakteri vardır. Özgülük bizi, yerliliği tanımlayan bir kavrama, “yer”e götürür. “Yer” bir sınırlılıktır.” Bkz. Vefa Taşdelen, “Felsefe Yapmanın Yerli İmkanları”, Hece Aylık Edebiyat Dergisi, yıl: 14, sayı: 162/163/164 Haziran, Temmuz, Ağustos (Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Yerlilik), s. 8. Diğer yandan “yerlilik lafzen tanımlamalardan ziyade bir hal’e ve bir “yer”de olmaya vurgu yapmak/ta/dır.” Bkz. Murat Erol, “Yerlilik İçin Kavramsal ve Anlamsal Bir Çerçeve”, Hece Aylık Edebiyat Dergisi, yıl: 14, sayı: 162/163/164 Haziran, Temmuz, Ağustos (Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Yerlilik), s. 35.

[4] Aristoteles, Metafizik, Çev. Ahmet Arslan, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1996, s. 256, (V. Kitap, 9. Bölüm, 1018a 10-15).

[5] Aristoteles, Metafizik, s. 256, (V. Kitap, 9. Bölüm, 1018a 10-15).

[6] “Aynı” kavramına dair ayrıntılı açıklamalar için bkz. Aristoteles, Metafizik, s. 255-256, (V. Kitap, 9. Bölüm, 1017b 26-35, 1018a 1-10).

[7] Aristoteles, Metafizik, s. 256, (V. Kitap, 9. Bölüm, 1018a 15-17).

[8] Aristoteles, Metafizik, s. 353-357, (VII. Kitap, 12. Bölüm, 1037b 7-35).

[9] Sebahattin Çevikbaş, “Bir Şeyin, Başka Her Şeyden Ayırt Edilebilirliğini Sağlayan İlke: Bireyleşim (Aristoteles, A. Thomas, D. Scotus, Leibniz)”, Felsefe Tartışmaları: A Turkish Journal of Philosophy, Sonbahar-2005, (http://dergipark.gov.tr/download/article-file/31970 Erişim Tarihi: 05.12.2018) s.13-15.

[10] Kelebek etkisi kuralı gereğince, karmaşık sistemdeki çok küçük, önemsiz gibi görünen ve çoğu zaman dikkate alınmayan bir etki, beklenmeyen büyük sonuçlar yaratabilmektedir. Söz gelimi Amazonlarda bir kelebeğin kanat çırpmasıyla havada oluşacak dalgalar dünyanın bir diğer ucunda bir müddet sonra kasırgaya neden olabilir. Bkz. James Gleick, Kaos, çev: Fikret Üçcan, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 2003, s. 15-16. ABD doğumlu, matematikçi ve meteorolog Edward Norton Lorenz’e (23 Mayıs 1917-22 Nisan 2008) ait bu teori Kelebek Etkisi adıyla meşhur olmuştur.

[11] Kur’an- Kerim, Maide Suresi, 5/27-31.

[12] Kur’an- Kerim, Bakara Suresi, 2/30-37.

[13] Karşılaşmanın keyfiyetine dair başkaca tartışmalar yapılabilir. Bu noktada karşılaşmayı “tanıma” ve benzeri olaylardan ayırmak ve öznelerin yüz yüze geldikleri her durumu karşılaşma olarak ifade etmemek gerektiğine dair değerlendirmeler bulunmaktadır. Bunlara göre tanıma, öznenin karşısındakini nesneleştirmesi ve öncesinde belirlediği ölçütlere ve kategorilere göre onu konumlandırması olayıdır ve haliyle bu olaydan öznenin başka bir yerelliği kendi yerelliğine katması beklenmez. Oysa karşılaşma olayında ise karşılaşan öznelerde zihin allak bullak olmakta ve bu şekildeki zihinsel hal her iki tarafın kendi yerelliklerini yeniden dönüştürerek yeniden yaşantılamasını sağlamaktadır. Deleuze bağlamındaki bu değerlendirmeler için bkz. Yunus Cengiz, “Felsefeyi Baştan Çıkarma ya da Kavram Pedagojisi”, Gerçeklik, Arzu ve Göçebelik Üzerine içinde, ed. Zülküf Kara, Çizgi Kitabevi, Konya 2018, s. 80-83. Bu tartışmanın ayrıntılı boyutları için ise bkz. Gilles Deleuze, Fark ve Tekrar, Çev. Burcu Yalım, Emre Koyuncu, Norgunk Yayınları, İstanbul 2017, s. 189-192.

[14] Fulya Kıvılcım, “Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinin Gelişmekte Olan Ülke Türkiye Açısından Değerlendirilmesi”, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Cilt: 5, No: 1, 2013, s. 221.

[15] Evrenselin tanımı için bkz. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 2010, s. 621.

[16] Biz burada özellikle Ortaçağdaki felsefeleri kasıp kavuran tümellik-tikellik mevzusuna girmiyoruz. Bu tartışmalarda üç temel yaklaşım olarak karşımıza çıkan realizm, nominalizm ve konseptüalizm, mevzi alınan duruma göre mantıksal-epistemolojik bir temele ya da ontolojik bir boyuta kayabilir. Tümel olan mı, tikel olan mı öncedir tartışmalarına yönelik illaki bizden bir tavır beklenecek olursa, bu çalışmanın ele aldığı yerellik çerçevesine uygun düşen, tikelin öncelik hakkına sahip olduğunu söylememiz olacaktır. Zira biz önce yerel vardır diyoruz.  

[17] Bu noktada sömürgeci zihniyetler ile yerli unsurların ilişkilerine dair etkileme ve etkilenme süreçlerine dair farklı yaklaşımlar için bkz. Kadir Canatan, “Sömürgecilik Karşısında Yerellik”, Hece Aylık Edebiyat Dergisi, yıl: 14, sayı: 162/163/164 Haziran, Temmuz, Ağustos (Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Yerlilik), s. 166-167. Yerellik gibi yerlilik de “küreselleştirmenin aynılaştıran kaçınılmaz etkisine karşı bir tutunma alanı” olup “yıllar geçtikçe daha içsel olarak hem toplumun belleğine yerleşecek hem de entelektüel alan için hem bir sığınak olacak, hem de farklı düşüncelerin ve ideolojilerin üzerinde yürüdüğü bir zemin.” olacaktır. Bkz. Erol, “Yerlilik İçin Kavramsal ve Anlamsal Bir Çerçeve”, s. 49.

[18] Felsefenin yerelle ilişkisi birçok açıdan irdelenebilir. Söz gelimi felsefenin belli bir yerde başlaması, yerel imkânlarıyla ilgilidir. Nitekim felsefenin Ege kıyılarında neşv ü nema bulması bölgenin o günkü şartlarına bağlanabilir. Yine felsefenin evrensel sorunları, aynı zamanda bireyin ve toplumun kendine özgü sorunlarının cevaplarını içermesi ya da bu cevaplardan türemiş olması bakımından yerelle ilişkilidir. Bu düzeyde felsefe en azından zihinsel sorunların çözümleriyle ilgilenerek belli bir zaman ve mekândaki insanın zihniyle bağlantılıdır. Felsefe yöntem açısından da yerelden ortaya çıkar. Zira felsefede yerel sorunlardan hareketle yöntemlerin inşa edildiği görülebilmektedir. Felsefe ve yerellik konusunda bkz. Şafak Ural, “Felsefe ve Yerellik”, Türkiye’de Felsefe Sorunlar ve Çözümler, Yayına Hazırlayan: Celal Türer, Türk Felsefe Derneği Yayınları, Ankara, 2018, s. 42-45. Felsefe, yerellik ve yerlilik konularına dair tartışmalar için ayrıca bzk. Taşdelen, “Felsefe Yapmanın Yerli İmkânları”, ss. 8-16; Ali Osman Gündoğan, “Felsefe ve Yerellik Sorunu”, Uluslararası Felsefe, Eğitim, Sanat ve Bilim Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Muğla 2017, ss. 1696-1701; Şafak Ural, “Felsefede Yerellik: (Mümkün ve Gerekli mi?)”, Uluslararası Felsefe, Eğitim, Sanat ve Bilim Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Muğla 2017, ss. 1711-1716.

[19] Ural, “Felsefe ve Yerellik”, s.49.

Bu haber toplam 1856 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim